Uçuşlarınız neden sürekli iptal ediliyor?

Uçuşlarınız neden sürekli iptal ediliyor?

Daniel Zamora, neoliberalizmin düşünsel tarihi, evrensel temel gelir tartışmalarının tarihsel gelişimi ve 20. yüzyıldaki “toplumsal adalet” meselesinin piyasanın hükümranlığının baskın hale gelmesiyle geçirdiği dönüşümler üzerine Université Libre de Bruxelles’de çalışmalarını sürdüren bir sosyolog. ‘68 dalgası sonrası ortaya çıkan Yeni Sol’un entelektüellerinin neoliberal dönüşümlere bakış açısı konusundaki eleştirel makaleleriyle de tanınan Zamora, bu yazısında işgücü piyasasını sarsan Büyük İstifa hareketinin açığa çıkardığı yeni siyasi yönelimin karakterini irdeliyor. Emeği merkeze alacak kolektif bir siyasetin kurumlar, demokratik kitle örgütleri ve partiler etrafında inşa edilmesine yönelik acil ihtiyacı vurguluyor.

Daniel Zamora

Çeviri: Eylem Taylan & Deniz Sert

İki yıldır süren karantina ve seyahat kısıtlamalarının ardından uçuş sektörünün 2022’nin yaz aylarında canlanması bekleniyordu. Ancak şu anda sektör, toplu uçuş iptalleriyle başa çıkmaya çalışıyor ve bu iptallerin giderek artması bekleniyor. Bu yıl Amerika Birleşik Devleti’nde iptal edilen uçuşların sayısı 2021’in toplamını daha şimdiden geçmiş durumda. Havayolları ve uçuş şirketlerinde şimdiye dek görülmemiş derecede eleman açığı yüzünden yolcular kaotik rötarlarla karşı karşıya kalıyor. Pilotlardan, bagaj sorumlularına ve temizlik işçilerine; sektör pandemi süresince devam eden işten çıkarmaların sonuçlarıyla yüzleşiyor. Yolcu ve kargo taşıma hizmeti veren büyük şirketlerden Swissport pandemide iş gücünün üçte birini işten çıkarttı, şimdi ise 15bin elemanı yeniden işe almaya çalışıyor fakat şirketin bu gayretinde pek de başarılı olduğu söylenemez. Sorun, işçilerin düşük ücret, uzun mesai ve emirlerin ardı arkasının kesilmediği buyurgan çalışma koşullarıyla özdeşleşen bir sektöre dönmek istememeleri.

Bu, havayolu sektörüne has bir durum da değil. Büyük İstifa (“Great Resignation”) hareketi işgücü piyasasını geçen yıldan bu yana sarsmaya devam ediyor. 2021 yılında bir rekora imza atarak 47 milyon Amerikalı işlerinden ayrıldılar. Küresel ölçekte ise durum farklı değil, beş işçiden biri önümüzdeki aylarda iş değiştirmeyi planladığını söylüyor. Pandemi, özellikle 30-45 yaşları arasındaki pek çok kişiyi daha iyi bir iş-yaşam dengesi, daha yüksek ücret ve daha az stresli bir iş arayışına yöneltti. İşgücü piyasasındaki bu toplu yer değiştirme, antropolog David Graeber’in tanımıyla “tırışkadan işler” (“bullshit jobs”) ile sınırlı kalmadı ve özellikle en ön saflarda yer alan vazgeçilmez işlerin emekçilerini etkiledi. Sağlık, ulaşım, perakende ve gıda gibi emek yoğun, hizmet odaklı iş kollarındaki kitlesel işe alımlar dahi iş gücüne olan yüksek talebi karşılamakta zorlanıyor. Örneğin restoranlarda yöneticilerin işçilere yaptıkları istismar, düşük ücretler ve gergin müşterilerin işçilere reva gördükleri kötü muamele milyonlarca kişiyi bu sektördeki işlerden uzaklaştırdı. Büyük İstifa hareketi tırışkadan işlere karşı bir isyandan ibaret değil, emekçilerin yaşam kalitesini artırmaya yönelik bir arayışı ifade ediyor. Bu, toplumsal açıdan faydalı işlerin toplumsal bir tanımını yapmaktan ziyade, bireysel olarak yürütülen bir arayış. Pandemi süresince Amazon, Starbucks, İngiliz demiryolları ve adalet işkolu emekçileri gibi istisnalar haricinde grevlerde bir artış olmadı. Sendika üyeliğindeki düşüş ve dolayısıyla toplu iş sözleşmesi kapsamına giren çalışan sayısındaki azalma devam etti. Bir başka deyişle, işçiler eylemler yoluyla işteki koşulları dönüştürmek yerine toplu halde işlerinden ayrılıyorlar.

İçinde bulunduğumuz dönem, tarihi olarak düşük işsizlik oranları ve yüksek enflasyon sebebiyle sıklıkla 1970’lere benzetilse de iki dönem arasındaki farklılık herhalde daha çarpıcı olamazdı. 50 yıl önce güçlü sendikalar mesai saatlerini azaltmak için kolektif mücadeleler verirken günümüzde işçiler esnek çalışma koşullarını bireysel çabalarla bulmaya çalışıyorlar. Yönetimde söz sahibi olmak, işçilerin kendi kendini idaresi ve iş üzerinde kontrol sağlamak adına örgütlenen 70’lerdeki eylemlerin günümüzde esamesi okunmuyor. Piyasaların mevcut durumu dolayısıyla işçiler güç kazanmış durumda ve pek çok işkolunda ücretler artıyor fakat bu kazanımlar artan işçi eylemliliğinin veya sendikaların yükselttiği taleplerin bir sonucu değil. Günümüzde enflasyonun seyri toplu pazarlık süreci dolayımıyla artan ücretlerin yarattığı baskıyla değil, merkez bankalarının finansal politikalarıyla belirleniyor.

Sanayi devrimiyle ivmelenen işçi mücadelelerinin iş yerini daha demokratik kıldığını söyleyebiliriz, günümüzde ise üretim alanı işçi sınıfının tehditkâr karşı çıkışlarının nadiren gerçekleştiği bir yer olarak kalıyor. İnsanlar iş yerlerinde işverene karşı öz-güçlerini sağlamlaştırmak yerine kendileri için mesai dışı daha fazla “boş zaman” elde edebilecek çalışma koşulları talep ediyorlar. Meşhur iktisatçı Albert Hircshman’ın tabiriyle, çalışan kesimde giderek genelleşen bir “çıkış imkânı” peşinde koşma halinin, örgütlü işçi sınıfının tepkisini grevlerle dillendirdiği geleneksel biçimin yerini aldığını görmekteyiz. İnsanlar isyan ediyorlar fakat bu sınıfsal bir tepkiden ziyade, bireysel itirazlar şeklinde gerçekleşiyor. İnsanlar, birer yurttaş olarak artan vergileri ve fiyatları protesto ediyorlar fakat birer üretken işçi olarak neyi, nasıl üreteceklerine dair kolektif bir edimi ortaya koyacak sınıfsal arzuyu bu itiraza eklemleyemiyorlar. İş bölümünün siyasileştirilmesine dair toplumsal bir iradeden azade olmuş bir dünyada elde kalan tek imkân; ne yapacaksan, git başka yerde yap, piyasa gerisini halleder fikriyatının koşulladığı atomize bir davranış hali oluyor.        

Toplumsal çelişkilerin odağının iş yerinde olan bitenin dışına doğru sürüklenmesi, popülizmin hüküm sürdüğü günümüz dünyasının esas karakterini oluşturuyor. Savaş sonrası toplumları şekillendiren ve toplumsal çatışmaları üretim ilişkilerine sabitleyen partiler, sendikalar ve kitle örgütleri gibi kurumların dağılmasıyla birlikte toplumsal hoşnutsuzluk, yönetici sınıfa karşı daha doğrudan yöneltilir oldu. Savaş sonrası dönemde siyasi partiler iktidarı ele geçirme hedefiyle makine gibi işleyen örgütlerden ibaret değildi, devlet kurumları ve yurttaşlar arasında bir arabulucu işlevi görüyorlardı. Toplumsal hoşnutsuzlukları harfiyen yansıtan örgütlerden ziyade, siyasi partiler bu rahatsızlıkları bir biçme sokarken, toplumsal çelişki ve ilişkilerin de yönünü tayin ediyorlardı. Soğuk Savaş döneminin bitişini karakterize eden toplumun ve siyaset icrasının giderek atomize edilmesiyle yalnızca yurttaşlar ve devlet kurumları arasındaki mesafe derinleşmedi, çalışma ilişkileri de apolitikleşti. Wolfgang Streeck’in ifade ettiği üzere “etkin ve kapsayıcı kamusal talebi üretmekle yükümlü yurttaşlık meziyetlerimiz ve örgütsel yapılar telafi edilmeyecek oranda körelmiş hale geldiler”. Alabildiğine bireyselleşmiş bu yeni toplumda “çıkış imkânının” peşinde koşmak, insanların siyasetle ilişkilenmesinin genel biçimi oldu. Artık siyaset icrası için bürokratik kitle partilerine, sendikalara güvenmek veya hoşnutsuzluğu kitlesel eylemlerle dillendirmeye gerek yok. Tarihin sonu, “çıkış imkânı” peşinde koşan bireyci refleksin topyekûn sirayet etmesiyle kamusallığa umarsız kalan bir toplumla gelecek gibi gözüküyor. 

Geçtiğimiz on yıla karakterini veren toplumsal iniş-çıkışlarda örgütlü emeğin görece uzağında kalışı pek de şaşırtıcı olmasa gerek. 20. yüzyılda gerçekleşen sınıf çatışmalarının sembolik mecrası olan iş yeri, siyaset arenasından yalıtıldı. Hükümetler uzun-erimli bir toplumsal karşı çıkışın muhatabı olurlarken, iş yeri sahipleri bu eylemlerin hedef menzilinden nispeten uzaklaştılar. Fransa’daki Sarı Yelekliler isyanında gördüğümüz üzere servetin daha adil dağılımı için çıkan ayaklanmalar artık işyerlerinde vuku bulmuyor, dahası bu ve benzeri isyanlar işteki durumun daha demokratik örgütlenmesine dair azımsanabilecek sayıda talebi içeriyor. Patronların dizginlenemeyen sömürücülüğüne karşı verilen mücadelelerin yerini siyasi elitleri hedefine koyan ayaklanmalar almış durumda. Dört başı mamur bir ekonomik alternatifin yokluğu da cabası. Günümüzde ortaya konan haysiyet, adil bir ücret, daha iyi bir siyasi temsiliyet ve yolsuzlukla mücadeleye ilişkin talepler silsilesi; yaklaşık yüzyıl önce işçi hareketinin toplumsal örgütlenmenin temel ilkeleri için ön ayak olduğu mücadelenin berisine düşüyor. Şu haliyle sınıf çatışması geri döndü fakat işçi sınıfı olmaksızın.

Emek-sermaye çatışmasından filizlenen siyasetten uzaklaşmanın bakiyesi, solun on yıllardır karşısına dikilen başat sorunlardan birini temsil ediyor. 2008 finansal bozgunuyla örgütlü emeğin güç kaybetmesinin ardından, Jeremy Corbyn ve Bernie Sanders gibi popülist solcu figürlerin siyaset sahnesine çıkışı, toplumsal öfkenin akacağı cazip seçeneklerdi. Dijital ortamın elverişli kıldığı bu siyasi angajman biçimlerine rağmen, bu yeni toplumsal tabanın siyasetle ilişkilenmesi daha tutucu (reaksiyoner) kaçıyor ve çeşitli siyasi platformlar vesilesiyle bir araya gelen bu kalabalıklar sabun köpüğü misali dağılıyorlar. Hal böyleyken, direngen bir siyasi katılımın imkânı ortadan kalkmakta. Yenilgiyle sonuçlanan sol popülist teşebbüsü, Hochuli, Hoare ve Cunliffe’in birlikte kaleme aldıkları eserde “Kitle Desteği Olmaksızın Sosyalizm” tabiriyle kıvrak bir şekilde tespit ediyorlar.(1) Ve planlamaya, yeşil ekonomiye ilişkin süregiden onca tartışmaya rağmen, kitle örgütlerinin kararlı ve kolektif iradesiyle işaret edecekleri toplumsal ihtiyaçlar ve öncelikli kamusal yatırımların çerçevesi ortaya konmadan, üretim havzalarının bu doğrultuda siyasileştirilmesi de ketlenmiş oluyor. Tüm bunlara rağmen, kapitalist düzenin çalışma koşullarına dair artan memnuniyetsizlik ilgi çekici imkanlar doğurdu. Bu imkanları daha etkin kılmak için demokratik siyaset uzamının toplumsal iş bölümünün yeniden örgütlenmesini içine alacak şekilde genişletilmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde, işin toplumsal dönüşümü yine ve yeniden; “çıkış imkanının” güdülediği bir siyaseti ikame edecek bir alternatif olabilir.  


Metnin İngilizce aslında aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz:

https://www.newstatesman.com/ideas/2022/07/why-flights-keep-getting-cancelled

Bu yazının geçtiğimiz günlerde yayımlanmış olan bir başka tercümesine şu bağlantıdan ulaşılabilir:

https://umutsen.org/index.php/ucuslariniz-neden-surekli-iptal-oluyor-daniel-zamora/

(1)Hochuli, A., Hoare G., ve Cunliffe P. 2021. The End of the End of History: Politics in the Twenty-First Century. Washington: Zero Books.

DAHA FAZLA