Türkiye'yi dönüştüren darbe girişimi: 15 Temmuz

Türkiye'yi dönüştüren darbe girişimi: 15 Temmuz

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 2 yıl geçti. Darbe girişimine ilişkin hala aydınlatılmayan pek çok nokta bulunurken, bugün ülkenin içinde bulunduğu durumda darbe girişiminin ve sonrasında yaşanan sürecin etkisi olduğu inkar edilemez.

Tuğba Özer - @tugbaaozerr 

AKP ile uzun süren dostluk ilişkilerinin sonlanmasının ardından Gülen Cemaati 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişiminde bulundu. Girişimde 200'den fazla insan hayatını kaybederken binlerce kişi de yaralandı.

Bugün ikinci yıldönümüne girdiğimiz 15 Temmuz’un Türkiye siyasetine etkisi ise oldukça büyük oldu.

Türkiye, girişimin hemen ardından olağanüstü hâl (OHAL) ile yönetilmeye başladı. OHAL süreci boyunca çok sayıda insan hakkı ihlaline şahit olunurken, başta HDP eski Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş olmak üzere çok sayıda milletvekili de tutuklandı. 

Bugün, hayata geçirilen tek adam rejimine kadar uzanan 2 yıllık süreçte yüz binin üzerinde kişi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) işlerinden edildi, binlerce kişi “FETÖ” suçlamasıyla cezaevine atıldı. 

15 Temmuz'un yıldönümünde, Türkiye siyaseti üzerindeki etkisini ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden emekli olan Doç. Dr. Galip Yalman'la, toplumda yarattığı psikolojik tahribatı Psikiyatrist Cemal Dindar'la, emek mücadelesine etkilerini ise DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile konuştuk.

YALMAN: GELDİĞİMİZ NOKTANIN YOLUNU AÇTI

Doç. Dr. Galip Yalman 15 Temmuz’un Türkiye siyasetine etkisini, “Bugün geldiğimiz ve vahim sonuçları olduğunu yaşayarak gördüğümüz noktanın yolunu açtı” diyerek  özetliyor. 

“Bunu,  talihsiz ve mutlaka kınanması gereken darbe girişimini kimlerin ve nasıl yaptığından bağımsız olarak söylüyorum” diye belirten Yalman, “15 Temmuz olmasa ne geçen seneki referanduma ne de referandumun sonucunda bugün olduğumuz noktaya gelemezdik. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz diye düşünüyorum” diyor ve ekliyor:

“15 Temmuz’a da nasıl bir süreçten geçilerek gelindi, ona da bakmak lazım. Bunun kendisine göre bir geçmişi var. Süreci en azından 2010’daki anayasa referandumundan başlatabilirsiniz. Aşama aşama bu noktaya gelindi. Bugün geldiğimiz noktayı nasıl yorumlarız, yaşanan bir rejim değişikliğinden ibaret midir? Bu soru önemli. Evet bir rejim değişikliği söz konusu, bu doğru. Ama şu da bir gerçek, Türkiye Cumhuriyeti ilk kez rejim değişikliği yaşamıyor. 1946-1950, 1960-1961, 1980-1983, hep bir anlamda rejim değişikliği yaşanan dönemler. Bunlardan ilki çok partili hayata geçiş sürecinde  olduğu gibi Anayasa’da ve devlet biçiminde bir değişiklik yaşanmadan, diğer ikisi ise farklı yönlerde ve nitelikte olsa da gündeme getirdikleri yeni Anayasa projeleri ile birlikte devlet biçiminde belirgin değişiklikleri gerçekleştirmekte işlevsel olan rejim değişiklikleri idi. Ancak, bu kez çok farklı. Çok önemli bir dönüm noktasındayız.”

'SADECE REJİMİN DEĞİL DEVLETİN DE DÖNÜŞÜMÜ SÖZ KONUSU’

Yalman, gelinen somut duruma ilişkin yaptığı değerlendirmede, yalnızca bir rejim değişikliğinden ibaret olmadığını, devletin de dönüşümünün söz konusu olduğuna vurgu yapıyor. Yalman’a göre, darbe girişiminin de bu dönüşümü hızlandıran bir önemi bulunuyor:

“Rejim değişikliği söz konusu ama aynı zamanda devletin de 2010’da başlatılan, dönüştürülme sürecinin tamamlandığı bir noktadayız. Devletin adının hala cumhuriyet olması bu dönüşüm olgusunu gözden kaçırmamıza neden olmamalı. Türkiye’deki devletin yapısının değişmesi, bilinçli olarak dönüştürülmesi diye ifade edilebilecek bir süreci yaşıyoruz aslında. Türkiye Cumhuriyeti, 1982 Anayasası ile birlikte, otoriter bir devlet biçimi temelinde, yürütmesi güçlendirilmiş bir parlamenter rejim ile yönetilmekteydi. Sınıf temelli siyasetin devre dışı bırakıldığı, kimlik temelli siyasetlerin mücadele eksenlerini belirlediği bu otoriter devlet biçimi hala geçerli. Ne var ki, 16 Nisan 2017 referandumu ile başlayan ara rejimin, 24 Haziran seçimleri ile sona ermesiyle, sadece 1982 Anayasası ile tanımlanan rejim tarihe karışmadı. Aynı zamanda, güçler ayrılığına dayalı, seçim yolu ile gelen hükümetlerin, yasama ve yargı yolu ile sınırlı da olsa, en azından teorik olarak denetlenebildiği bir dönem sona erdi. Bu yeni rejimin niteliklerinin ne olduğu ve nasıl uygulanacağı yaşayarak belirginleşecek. O yüzden devletin dönüşümü meselesinin üzerinde durmak gerekiyor diye düşünüyorum.  Bu darbe teşebbüsünün bunu hızlandıran, bunun yolunu açan bir önemi var, geriye dönüp baktığınızda.”

‘YENİ DÖNEME AD KOYMAKTA ZORLANIYORUM’

“Yeni durum için otoriter, faşist tanımlamaları yapanlar var ama ben ad koymakta zorlanıyorum” diyen Yalman şunları söylüyor:

“Geçmiş örneklere de bakarak -başka ülke deneyimlerini de kast ediyorum burada- rahatlıkla isim koyabilecek konumda olmadığımızı düşünüyorum. Bu yeni bir deneyim ve maalesef 24 Haziran’la birlikte, yukarda belirttiğim gibi yeni bir dönüm noktası oldu.”

“Mutlaka kaçınılması gereken bir nokta da, özcü bir yaklaşımla, Türkiye’de devletin her zaman için otoriter/baskıcı bir niteliği olduğu şeklinde karakterize edilmesi ile birlikte, rejim ve devlet biçimi değişikliklerini önemsizleştiren bir tutum benimsemek. Maalesef bunun örneklerini de görmeye başladık 24 Haziran sonrasındaki bazı yorum ve değerlendirmelerde.” 

“Kimsenin önceden görüp tahmin yürüteceği bir durumda değiliz. Nasıl yaşanacak, topluma neler getirecek, buna karşı demokratikleşme mücadelesi yeniden nasıl verilecek? Bunları oturup konuşmak lazım, eğer imkan bulunursa. Son OHAL KHK’sı da gösterdi ki bu zihniyet, bu anlayışla devam edecek.”

Yalman sözlerini şöyle noktalıyor: “Türkiye’nin tekrar güçler ayrılığına dayalı, bireysel ve kolektif hakları güvence altına alacak, demokratik bir yönetime kavuşması için, eğer bir mücadele gerekliliği önemseniyorsa, herkesin serinkanlılıkla bunun yöntemini ve araçlarını düşünmesi lazım.”

DİNDAR: ‘TEKİNSİZ’ OLAN ÇADIRIN DIŞINA ÇIKARTILIYOR

Geçen 2 yılda 15 Temmuz darbe girişiminin toplumdaki psikolojik karşılığını sorduğumuz Psikiyatrist Cemal Dindar da gözlemlerini paylaştı.

Dindar, “Ben bu türden olayları Freud'un 'tekinsiz' kavramı ile birlikte düşünmeye çalışıyorum” diyor:

“Neoliberal dönemde ve bu dönemin bitiş çanı olarak ülkelerin sınırları içinde olağanüstü hale geçiş anı olarak da işlev gören bu anların ilki, 11 Eylül 2001 günüydü. Dünyada güvenliğin bir değer olarak hak ve özgürlüklerin önüne geçişinde kırılma anıydı 11 Eylül. 15 Temmuz'un bir darbe girişimi olduğu ve darbecilerin kaybettiği belli. Siyasi iktidarın tıpkı 11 Eylül sonrasında Bush ve ekibinin yaptığı gibi bu anı kendi hegemonyasını pekiştirmek, güvenlik merkezli yeni bir toplumsal sistem inşa etmek için başlangıç anı seçtiği de aşikar. 15 Temmuz ve başka ülkelerde benzer seçilmiş tarihler, neo liberalizmin, serbest piyasacılığın iflas ettiğine dair anlardır ve çoğu 11 Eylül'ün yerel artçı sarsıntılarıdır. 

Toplum ruhsallığındaki etkileri de bu güvenlik toplumunun gereğine göre oluyor. Devlet geleneğimize ve bu geleneğin hegemonya krizi dönemlerinde verdiği tepkiye uygun olarak güçlü lider ve etrafında toplanma biçiminde gerçekleşti bizde. Buna çadır metaforu diyebiliriz. Lider onun direği ve her türlü muhalif kişi ve gruplar geçmişten gelen belalı bir şeyin temsili, bir tekinsiz olarak çadırın dışına çıkartılıyor.“

‘GRİ BÖLGELER BİLE KAYBOLMUŞ DURUMDA’

Son seçimlere de işaret eden Dindar, toplumsal kutuplaşmada kutuplar arasında harç olabilecek gri bölgelerin bile kaybolmuş durumda olduğu tespitinde bulunuyor. 

“Toplumun mevcut yapısında arada hep birlikte horon tepeceğimiz, ya da halay çekeceğimiz mecra öyle dar ki!” diyen Dindar, “Mesele güvenlik olunca şiddet, kim uyguluyorsa pek haklı ve hatta haz verici biçimde yaşanıyor. Neşesi, dolayısıyla oyunu ve yaratıcılığı kendine mecra bulamayan bir ülke olduk. Bunun yoksullaştırıcı etkisi sonraki kuşaklarda daha belirgin hissedilecek. Bu ayrışma sadece şimdide değil, şimdi ve sonrasında da belirgin bir fay hattı yaratıyor. Winnicott'ın o ünlü incelemesinin adıyla, Oyun ve Gerçeklik arasındaki bağ kopmak üzere; hep birlikte oyun oynayamadığımız için toplumsal gerçekliğimiz de bir kültürel birikime dönüşemiyor, daha çok yıkıcılığa evriliyor. Bu arada oyun kelimesinin şaman anlamının da olduğunu hatırlatalım” ifadelerini kulanıyor.

ÇERKEZOĞLU: OHAL SERMAYE REJİMİ OLARAK HAYATA GEÇTİ

DİSK olarak 15 Temmuz Darbe Girişimine ilişkin tutumlarını çok net bir biçimde ifade ettiklerini ve tüm darbelere karşı olduklarını belirterek sözlerine başlayan DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, 20 Temmuz’da ilan edilen ve bugüne kadar devam eden OHAL sürecinin işçi ve emekçiler açısından son derece olumsuz bir tabloyu ortaya çıkardığını, zaten var olan sendikal hakların kullanılamamasından, emekçilerin yaşam koşullarında var olan olumsuz tablonun OHAL sürecinde daha da derinleştiğini söylüyor:

“140 binin üzerinde kamu çalışanı, 3 binin üzerinde DİSK üyesi bu süreçte işten çıkartıldı.OHAL ortamında yaratılan siyasal iklimin kendisi sendikal örgütlenmeyi, işçilerin hak aramasını olanaksız hale getirdi.  OHAL’den istifade ederek grevlerin yasaklandığını açıkça ilan ettiler. Dolayısıyla OHAL rejimi esas olarak bir sermaye rejimi olarak hayata geçti.”

‘200 BİN İŞÇİNİN GREV HAKKI GASP EDİLDİ’

7’si OHAL döneminde olmak üzere AKP iktidarı boyunca 15 grevin yasaklandığını hatırlatan Çerkezoğlu, “Aslında bugün Türkiye’de fiilen işçi sınıfının kazanılmış en temel hakkı olan grev hakkı kullanılamaz hale gelmiş durumda. Yaklaşık 200 bin işçinin grev hakkı gasp edildi. Ama burada mesele sadece 200 bin işçinin meselesi değil. Bir ülkede grev yapılamıyorsa, bu durum bu ülkede emeğiyle geçinen herkes açısından büyük bir tehdittir” diyor.

Çerkezoğlu, hayata geçirilen yeni sistemle birlikte grev erteleme hakkının tek başına cumhurbaşkanının insiyatifine bırakıldığını da belirterek, “Tek bir kişinin imzasıyla grevleri yasaklanabileceği ya da erteleme adı altında fiilen bu hakkın ortadan kaldırılabileceği bir sisteme geçilmiş durumda” ifadelerini kullanıyor.