Türkiye’nin ruhu, dişil arzusu dilsizleştirilebilir mi?

Kadının arzusu “kamusal bir olay” haline gelir. Kadının arzusu, izbe yerden, kuytudan, karanlıktan, belli belirsiz fısıltıdan kurtulmuştur artık. Onu, kentte, ”yeni kamusalda”, mahallenin göbeğinde, “seni yerler” diye atılan lafta buluruz. 

Gülşen, Sedef Kabaş ve Sezen Aksu... Son bir haftadır, iktidarın peş peşe saldırdığı kadınlar malum. Belli ki rejim daha saldırgan bir hattı deniyor, buradan yol alıp alamayacağını görmek istiyor.

Yine de Sezen Aksu’ya en devletlü yerden gelen “dil kopartma” tehdidi başka sorgulamaları da davet eder niteliktedir. Dilsiz kılınmak istenen tam olarak nedir örneğin? Absürt olan şu ki tehdidin uzandığı yer, kişiler kadar  “bağzı” durumlar ve hallerdir.  Durumlar ve hallerdir, zira örneğin “Türkiye’nin ruhu” diye bir şeyden bahsetmek mümkünse, Sezen Aksu buradadır, buraya aittir, burayla bütünleşiktir. Bu elbette bir yüceltme değildir, hatta “ayartılarına karşı konulamayan marazi duyguları” da bu ruhta bulmak mümkündür. (1) Bu bakımdan Sezen Aksu “ben herkesim” derken haklıdır.

Evet, bu ülke insanının “ruh haline”, duygusuna, son otuz-kırk yıldaki kültürel dönüşümüne, “hissetme yapılarına” bakılacaksa Sezen Aksu tam aradığımız yerdedir.

Dahası Sezen Aksu bir dönemin “yeni kadınıdır” ama henüz bir başka yenisi tarafından yerinden edilememiş bir kadınlıktır onunki. Kentleşmenin, neoliberal dönüşümün, “vitrinde yaşamanın”, pop çağının, kitle kültürünün, “ben neslinin”, tabu yıkmanın, arzuları çoğaltmanın içinden çıkmıştır.

Bu nedenle hummalı, ateşli, ikircikli, ikilemli, dilemmatiktir.(2)

Bu ikilemlerin içinde “ne böyle senle ne de sensiz” olmak mümkündür. Ne kavgamız biter ne sevdamız. “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” demek kadar “seni sevdiğimi unut, sevişmelerimiz yalan” demek de mümkündür. Tüm mümkünlerde onun sesi vardır, türlü tereddütlerde olduğu gibi.

Onun sesinde acıya dönüşen ne varsa, şehvetle tüketilecek, esrikliğine boyun eğilecektir. Yüreklerle kasıklar arasında dolanan, kimsenin ayartılarına kapılmaktan kendini alamadığı duygulardır bunlar. Buradan bir acı etiği çıkmaz, tevekkülde karar kılma çıkmaz; bela istenecek, bulunacak ve onun tadına bakılacaktır.

“Bırak beni, yeter aldattığın yeter, bırak beni. Deli ettin, artık çek git bu nasıl sevgi” diyerek isyan edilse de; en olmadık yerde, en yasak ve karanlık yerde, arzuyla dolmanın, ille de “esmer elleri” ve yanık tenleri istemenin hummalı ikilemidir, bizi saran. Maraz da baştan çıkma da buradadır. Bir utancın içinden seslense de dişil arzu, ben de varım demektedir.

Sezen Aksu’nun Türkiye’nin ruhuna kattığı şeyde ya da belki ondan beslendiği yerde, ne zaman kavuşulacağı belli olmayan bir aşk ya da bedeli tümüyle belirsiz bir “duygusal yatırım” yoktur. O, türlü ikilemlerin içinden buhran değil, ten ve iştah çıkarır.  Dizginsiz haz, kadınca bir arzu çıkarır. “Esmer ellerin” sayıklanması bundandır. “Bu gece gelsin, yarın isterse yine gitsin” demeler boşuna değildir.

Kadının arzusu “kamusal bir olay” haline gelir. Kadının arzusu, izbe yerden, kuytudan, karanlıktan, belli belirsiz fısıltıdan kurtulmuştur artık. Onu, kentte, ”yeni kamusalda”, mahallenin göbeğinde, “seni yerler” diye atılan lafta buluruz. 

“Sen bizim mahalleye geldin geleli canım
Bizde ne akıl kaldı ne de fikir, bittik
O endam, eda nedir öyle, hey yavrum?
Kaç yıllık arkadaşlar birbirimizi sattık”

Özellikle 90’lı yılların “arzu ikliminde”, Sezen Aksu eserleri, ilk kez sesi güçlü çıkan, görünür hale gelen bir dişil ruhu temsil etti. Kentli, modern kadın, aynı zamanda bir kültürel ürüne dönüştükçe sesler, görüntüler çoğaldı. Ve elbette flashlar “beni kategorize etme” ile patladı.

Beni kategorize etme 

Benle oynama  

Yaftayı yapıştırıp  

Bana isim koyma  

Karikatürleştirme beni  

İlahlaştırma  

Tabulaştırma sakın tabulaştırma

Tam da bugünlere uyarlanabilecek, “sınır ve hudut gösteren” nefis bir kadın şarkısı bu. Son yirmi yıldır üstümüze türlü kategorini yağdırmaya doyamayanların, bunun için her gün fetva verenlerin suratına söylenecek türden…

Elbette sesler, sözler, duygular, arzular çoğaldıkça, korkular da çoğaldı. Demir kafeslerin, balçıklı toprakların, yobazlıkların çok da uzak olmayan görüntüleri, “modern kadın” anlatısına eklendi:

İnci gibi dişi 

Görücü bilir işi  

Söğüdüm ağlar gider  

Olur hatun kişi  

Varmadan sekizine  

Ergin oldu Ünzile  

Hem çocuk hem de kadın  

On ikisinde ana  

Bir gül gibi al ve narin  

Bir su gibi saydam ve sakin  

Susar kadın Ünzile

Yağmuru kim dokuyor  

Ünzile kaç koyun ediyor  

Dayaktan uslanalı  

Hiç bir şey sormuyor.

*** 

Yazı uzadıkça uzadı. Başlıktaki soruyla noktalayalım: Tüm bunlar dilsizleştirilebilir mi?

Notlar:

1-Sezen Aksu’yu politik görüşleri üzerinden değil, eserleri ve kültürel alandaki anlamı ile tartışmayı tercih ediyorum. Bugünün Türkiye’sinde konunun ille de Aksu’nun eski YAE’ciliğine getirilmesini faydalı bulmuyorum. Bu konu etrafındaki yoğun arzunun siyasetle bağı olduğunu da sanmıyorum.

Ayrıca katılmadığım kimi yanlarıyla birlikte dün yayınlanan Metin Çulhaoğlu yazısını da tavsiye ederim:

“Normal insanlar dönemine” ihtiyacımız var!

2-Popüler Müzik, Günlük İdeoloji Ve Benlik İnşası: Sezen Aksu Şarkıları Üzerinden Bir İnceleme, K. Oya Paker