Türkiye'deki bir türün kökeni üzerine

Türkiye'deki bir türün kökeni üzerine

Zafer İlken

Öncelikle belirtmek isterim ki tarihsel, sosyal, politik ve ekonomik konularda herhangi bir eğitimim ve dolayısıyla yetkinliğim bulunmamaktadır. Bu nedenle yazdıklarımın, mühendis kökenli bir akademisyenin tarihsel geçmişe analitik bir bakış açısı olarak değerlendirilmesini rica ederim.

İslamiyet'in yayılmasında misyonerlik hemen hemen hiç görülmemiştir. İslamiyet, savaşma, kılıçtan geçirme, benzerine az rastlanır zulümlerle yurtları, toprakları ele geçirme ve bu şekilde siyasal egemenliği sağlayarak sonrasında cehennem korkusu ile ve erkeğin zayıf yanlarına seslenen huriler, yemeler içmeler, yan yatmalar, emek harcamadan her şeye sahip olmalar gibi vaatlerle yani kişilerin korku ve özlemlerini istismar ederek onları kazanma yöntemleriyle yayılmıştır. Bu nedenle, Türk ve Kürt kavimlerinin din, allah ve hidayet aşkıyla İslamiyet'i seçtikleri tamamen bir koşullandırmadır.

Yedinci yüzyılda başlayan ve Araplaştırmaya dayanan bu İslam'ı yayma çabaları devrin koşullarına göre biçimsel değişiklikler göstererek devam etmiş ve halen de devam etmektedir. Osmanlı döneminde süregelen bu yayılmacı ve sömürüye dayalı anlayış, üretime ve gelişmeye dayalı olmadığından ve batı dünyasının geçirdiği evreleri yaşama yoksunluğuna sahip olduğundan giderek inişe geçmiştir. Örneklemek gerekirse, develer üzerinde ticaret mallarının nakliyesi, batının denizcilikteki gelişmesi ve deniz taşımacılığının önem kazanması ile değerini neredeyse tamamen yitirmiştir. Gelişimi sağlayamama konusunda buna benzer yüzlerce örnek bulunabilir. Ne yazık ki aynı anlayış, aradan geçen 1400 yıl sonunda aynen geçerlidir. İslam bir rönesans veya reform süreci yaşamamıştır, zaten yaşamaya da niyeti yoktur. Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk” kitabında da belirttiği üzere; ” Olguları, günümüzün çağdaş insanı için geçerli olan değerlere vurduğumuzda vahşete, işgallere, insan hakları ihlallerine kaynaklık ve araçlık eden bir ideoloji bugün de birilerinin elinde günümüz insanına bir kurtuluş reçetesi, bir yüksek ahlak sistematiği, bir adalet düşüncesi olarak sunulmaktadır; hem de en saf, yani 7. yüzyıl Arabistanı’nda ortaya konduğu şekliyle!“

Bu nedenlerle, normalleşme, ilerleme ve evrensel ahlaki değerlere ulaşma konusunda yapılan bazı girişimleri son derece naif, gerçek durumu ve karşıdaki kitlenin özünü ve niyetini kavrayamama olarak nitelendiriyorum. İmza kampanyaları düzenleyerek ağaçların kesilmesini engellemeye çalışmak, kıyıların veya ormanlık alanların imara açılmasının önleneceğini zannetmek, gereksiz hidroelektrik santrallerin doğaya vereceği zararları anlatarak yetkililerin anlayacaklarını ummak, hatta ve hatta ölüm oruçlarına yatarak özgürce müzik yapılmasına ve kendilerini ifade etmelerine izin verileceğini zannetmek, boşunadır. Karşıdaki anlayışın özü, henüz açıkça ifade edemeseler de, milliliğin anlamını İslam topluluğuna ait olma şeklinde algılayan ve bu milliliği de ulusal veya çağdaş insanlık değerleriyle değil 1400 yıllık Arap değerleriyle belirleyen bir niteliktedir.

Ülkenin ilerici unsurlarının -moda tabirle birlik ve beraberliğe gereksinim duydukları bu süreçte- eylemlerini planlarken bu gerçekten hareket etmeleri, zaman ve inanç kaybını engelleyecektir. Uluslararası sermayenin planlarına alet olup başka ulus ve topraklara saldırmanın ulusal çıkarlarla ilgisi yoktur; halkın çıkarlarını savunmak ve emperyal güçlere karşı direnmek ise ancak solun harcıdır.