Tüm ailesi göçe zorlanmış bir Kürt Alevi emekçi: ‘Bizim bereketli topraklarımız vardı…'

Tüm ailesi göçe zorlanmış bir Kürt Alevi emekçi: ‘Bizim bereketli topraklarımız vardı…'

“Zorunluluk. Bunun başka bir açıklaması yok. Hani şu söze hiçbir zaman katılmadım ama bunun dışında da ne denir bilmiyorum: ‘Umuda yolculuk’. Hakkında hiçbir şey bilmediğin, gitmeye mecbur bırakıldığın bir yere umut diye bakılır mı pek emin değilim…’

Hilal Seven - Londra

Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır. 

Başka yerde hayat söyleşilerinin ikinci bölümünde, Türkiye’den uzun yıllar önce göç etmiş kişilerle sohbet etmeye devam ediyoruz. Sonuç hikayelerinden başlayarak sebep göçleri ve ardındaki nedenleri de irdelediğimiz ikinci kısım söyleşi dizisinin ikinci konuğu ise Adıyaman’dan Almanya’nın Freiburg kentine göç etmiş Sinan Tatar. 

Bir döner dükkânı işleten ve geçimini birden farklı iş yaparak sağlayan Sinan Tatar, vaktinin çoğunu kitap okuyarak ve duyduğu göç hikayeleri üzerine öyküler yazarak geçiriyor. Göçün öznesinden yüklemine, duyduğu her kelimesine başka bir hassasiyetle bakan Sinan, işletmecisi olduğu mekânda çalışan ve çoğunu Ezidi kişilerin oluşturduğu emekçilerden ‘çalışma arkadaşlarım’ diye bahsediyor. Yaşam öyküsünün henüz küçük bir kısmına kulak verebildiğim Sinan’ın, üç saatlik sohbetimiz boyunca yüzüne güldürmeyi başaran isimler ise yalnızca biri üç buçuk diğeri on beş yaşında olan çocukları Hasan Hüseyin ve Elif’inki oluyor. Kendisinin paylaşmama izin verdiği ve söyleşinin aralarında denk geleceğiniz dizeler, Sinan’ın VEDA adlı şiirinden. 

Söyleşimizin akabinde ve devamında biri Selanik, diğeri Sivas göçmeni olan iki dostunun adını dilinden hiç düşürmeyen Sinan’ın sözlerindeki ve alıntılarındaki tekrarlar, bana uzakta kalmış ve belki de ihmal edilmiş bir toplumdan yeni bir aile yaratılabileceğini ve o ailenin fertlerinin de içinde bulunduğu toplumu bir parça da olsa iyileştirebileceğini düşündürüyor. Belki de biraz naiflik iyidir. Kim bilir, olur ya biri alır, götürür sözümüzü bir ağacının dibine diker ya da suya atar. Bugün toprak düşümüzü anlar, yarın ona can verir. Uzaktan ettiğimiz tüm sözlerin yakın gelmesi dileğiyle. Yaşama değer katan tüm emekçilerin bayramı kutlu olsun. 

Bize biraz kendinden bahseder misin?

Öncelikle senin nezdinde başta kadın basın emekçileri olmak üzere, sürgünde ve hapiste olan tüm basın emekçilerinin günü kutlu olsun. Böyle anlamlı bir günde, her ne kadar 1 Mayıs’a gitmemiş olsak da umarım bugün gitmeyişimizi güzel bir söyleşi ile anlamlandırmış oluruz. Böyle anlamlı bir günde röportaj yapmak bana hem heyecan hem de umut verdi. Ve de mutluyum. 

Aslında çok ilginç diyebileceğim bir göç hikayem yok. Daha kolay bir hikayem var. 1982 yılında Adıyaman Haydarlı’da doğdum. Eğitim sebebiyle köyünden erken göçmüş biriyim. Önce Gaziantep’e, sonra lise ve dershane için Mersin’e ve daha sonrasında üniversite için Ankara’ya gittim. Ankara’dan 22 Temmuz 2000 yılı bir cuma günü uçağa binerek Stuttgart’a geldim. O günden bugüne sürekli Almanya’da yaşadım ve son 17 yıldır Freiburg kentinde yaşıyorum. 

‘BUGÜN DAHİ HAYALLERİME İHANET ETTİĞİMİ DÜŞÜNÜRÜM…’

Adıyaman’da doğup sonra Freiburg’a varan hikayeni biraz detaylandırabilir misin? Nasıl oldu? Neden göç etmeye karar verdin? 

Ben daha bebekken Almanya’ya gitmiş bir abim üniversitede okuduğum bir yaz beni tatile, yanına çağırdı. Sonra tatile diye geldiğim Almanya’da verem hastası olduğum ortaya çıktı. Meğer daha öncesinde fark edilmemiş. İki yıla yakın süre bir tedavim oldu. Ben dönüp okulumu bitirmek istiyordum, burada kalmak gibi bir niyetim yoktu. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü öğrencisiydim. Okumak ve akademisyen olmak istiyordum. Maalesef bazı koşullar burada kalmamı mecbur kıldı ve ben geri dönüp okuyamadığım için bugün dahi hayallerime ihanet ettiğimi düşünürüm. Çünkü o zaman Almanya’nın iltica koşulları da çok ağır olduğu için burada da istediğim halde okuyamadım. Ne çalışma iznimiz vardı ne pasaportumuz. O yüzden dil kursuna bile gidemiyorduk. Kaldığımız iltica kamplarında dil kursu vardı ama ben ondan da faydalanamadım. Çünkü o sırada hastanede tedavi görüyordum. Ama şöyle bir durum var, hastanelerde kaldığım süre boyunca yanımda kalan diğer Alman hastalarla ve doktorlarla konuşarak orada Almancayı öğrendim. Tabii, Meriç Nehri’nden gelirken boğulan insanların hikayelerinin yanında benim hayat hikayemin anlatacak pek bir yanı var mı, bilemiyorum doğrusu.  

Her göç hikayesinin anlatılmaya ve öğrenilmeye değer olduğunu düşünüyorum, tüm insan hikayelerinin olduğu gibi. Peki, tedavi sürecin bittikten sonra dil öğrenmenin yanı sıra başka nasıl uğraşların oldu? 

Aslında konuşmamızın başında söylediğin gibi ben de senin 1 Mayıslarda yaptım dediğin her işi yaptım. İnşaatlarda çalıştım, alışveriş merkezlerinde tuvalet temizledim, şarap bağlarında üzüm kestim, restoranlarda günlük bulaşıkçılık yaptım. En son Freiburg’a geldim ve ablamın eşi gel beraber ortak bir döner yeri işletelim dedi. O gün bugündür eniştem ile birlikte çalışıyoruz.  

‘KADINDI, DÜŞTÜ, ŞİMDİ DAHA HIZLI YOL ALABİLİRİZ!’

Ailenizden sen de dahil kimler yurt dışında yaşıyor? Onların geliş hikayeleri nasıl? 

Biz beş erkek bir kız kardeş Almanya’dayız. İki ablam İngiltere’de yaşıyor. Yani sekiz kardeş Avrupa’dayız. Ama bana nazaran daha çok kardeşlerimin ve yeğenlerimin buraya geliş hikayeleri çok zorlu oldu. Bir kere, bir insanın kendi toprağından, köklerinden, damarlarından kopması zaten çok can acıtıcı bir durum. Sana gönderdiğim hikayelerden birinde geçen kişi aslında İngiltere’deki bir ablamdır. Geliş hikayesi şöyle; bir aralık ayında ablam, eniştem ve bir buçuk yaşındaki oğulları bir gece vakti İstanbul’dan gemiye bindiriliyorlar. Yanlarında bizim köylü birkaç kişi de var. Yaklaşık on gün süren bir yolculuğu, eski bir geminin ambarında, herkesin bir arada olduğu bir alanda geçiriyorlar. Tabii, açlığın olduğu, herkesin tüm ihtiyaçlarını bir arada giderdiği o koşulları düşündüğünde, o yolculukta bulunan her bir kişinin hikayesi ayrı bir ağıt, roman. 

Varacakları sahile beş yüz metre kala gemi su almaya başlıyor ve insan tacirleri gemiyi durduruyor. Sonra kovalarla gemideki suyu dışarı çıkarmaya çalışırlarken; eniştem geminin git gide battığını ve kurtuluşun olmadığını anlayınca bebeği kucağına alıp yüzerek karaya bırakıyor. Sonra geri gelip önce ablamı sonra da diğer yolculardan beş altı kişiyi daha aynı şekilde kurtarıyor. Çünkü yüzme biliyor.

O arada farklı bir şebeke ile aynı grubun içerisinde yer alan dayımın oğlu da Romanya’da Karpat Dağları’nda karın altında günlerce ot arayarak ve kimi zamanda kar yiyerek buraya geliyor. Beraberinde geldiği kişilerle yol boyunca köylülerin kapılarını teker teker çalıp içeri alınmak için yalvarıyorlar ama alınmıyorlar. En son kapıda yatıp yalvarıyorlar, köylüler polisi çağırsınlar diye. Sonra kuzenimin sekiz aylık bir cezaevi dönemi oluyor. Yine dayımın oğluyla beraber gelen o gruptaki bir kişinin hikayesi var ki beni en çok etkileyen olaylardan biri orada duyduğum bir cümle olmuştur. Yurt dışına, nişanlısının yanına gitmek için o yolculukta olan bir kadın Tuna Nehri’ne düşüyor ve onun ardından şebeke dediğimiz, onları götüren on sekiz yirmi yaşlarında bir insan kaçakçısı ise şu cümleyi kuruyor: “Kadındı düştü, şimdi daha hızlı yol alabiliriz”. O yüzden bu hikayelerle kendi hikayemi karşılaştırdığımda acaba anlatılmalı mı diye düşünüyorum. Belki onların acıları, hikayelerinde mutlulukları bana dokunduğu için belki de anlatılır taraf burasıdır. 

Adıyamanlı bir aileden sekiz kardeş hele ki böyle ölüm kalım mücadelesi verilen yöntemlerle Avrupa’ya göç etmişsiniz ve dahası büyük ailenizden de bu yola çıkan belli ki çok kişi olmuş. Biraz bunun nedenlerine değinebilir misin? 

Zorunluluk. Bunun başka bir açıklaması yok. Hani şu söze hiçbir zaman katılmadım ama bunun dışında da ne denir bilmiyorum: “Umuda yolculuk”. Hakkında hiçbir şey bilmediğin, gitmeye mecbur bırakıldığın bir yere umut diye bakılır mı pek emin değilim. Yine de dediğin gibi kalmak yerine göçmek neden diye düşününce ve buradan hareketle konuyu açmak gerekirse, bir örnekle anlatmak isterim: Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında anlatılan Çukurova örneğindeki gibi. Bizim bereketli topraklarımız var ama ekonomik, politik ya da sosyal anlamda çorak hale getirilmiştir. İşte bizi bu yollara çıkartan asıl sebep o toprakların çöl haline getirilmiş olmasıdır. 

Ayrıca şöyle bir durum da var: yanılmıyorsam sene 2004’tü, dayım Malatya Cezaevi’nde günlerce işkence gördü. O dönem yaklaşık doksan yaşında olan nenem iki hafta Malatya DGM’de (Devlet Güvenlik Mahkemesi) yargılandı. Yine aynı senenin sonunda, yetmiş yaşındaki babam yol kenarında davarını otlatırken dört tane genç sivil polis tarafından öldüresiye dövüldü ve dişleri döküldü. Gerekçe ise üzerinde kimlik bulunmaması. Kaldı ki, babam polislere çoban olduğunu, köyünün on beş dakika mesafede olduğunu ve kimliğinim de evde olduğunu söyleyerek onları eve buyur ediyor. 

“Gölgemi çekiyorum toprak altına 

 Bir elden, içime dolan havayı alıyorum.”

Bereketli olduğunu söylediğin, damarın, kökün olarak tarif ettiğin Adıyaman topraklarını ve doğasını biraz anlatabilir misin? Göçle ilişkisi nasıl bir kent Adıyaman?  

Eskiden dışarıya göç verirdi, şimdi ise devlet eliyle dinsel ve ırksal manada göç alan bir şehre dönüşmüş durumda. Adıyaman bölgesi tarihsel deyimiyle Arap ya da Türk kemeri diye bildiğimiz bir şehre dönüştürülmek isteniyor. Ve bu Antep’ten Maraş’a kadar devam ediyor. Çünkü Adıyaman nüfusunun azımsanmayacak kısmını da dışarıya göç vermiş bir şehirdir. 

‘GÖLBAŞI GÖLÜ’NÜN ALTI ERMENİ KEMİKLERİYLE DOLUDUR’

İngiltere’deki Türkiyeli göçmenlerin çoğunun Maraşlı olduğu söylenir. Gerçekten de tanıştığınız her beş Türkiyeliden en az üçü ya Elbistanlı ya da başka bir Maraş kentinden olduğunu söyler. Büyük çoğunluğunu Kürt Alevilerin oluşturduğu bu topluluğun hatırı sayılır bir kesiminin Sünni kişilere karşı daha mesafeli durduklarını ve nedenininse Maraş Katliamının etkileri olduğunu öğrendim. Adıyaman gibi, Sünni popülasyonun hayli yüksek olduğu bir kentin hem yurt içine hem yurt dışına çok fazla göç vermiş olmasını neye yoruyorsun? 

Şimdi ülkenin her tarafında benzer katliamlar yapılmadı belki ama eğer sen Maraş’ta yapılan katliamın acısını Londra’da ya da Freiburg’da hissediyorsan, Adıyaman’daki etkisini hayli hissedersin. Babam bize elli kilometre ötedeki Maraş’ı anlatırken her bir bölgesinde ne yaşandığını açıklardı. Dahası, 1938 Dersim’ini bugüne kadar hep anlatmıştır. Hatta sana babamın anlattığı bir hikâye anlatayım. Bununla ilgili bir öykü yazdım. Adı da Ağavni. “Gölbaşı Gölü’nün altı Ermeni kemikleriyle doludur” derdi babam ve şöyle tarif ederdi gölü: “Sinan, rüzgâr esse, fırtına çıksa bu göl kıpırdamaz. O gün bu gündür bu göl durgundur”.

Adıyaman’daki tüm dut ağaçlarının, tarihi eserlerin, güzel evlerin, bahçelerin, tarım işlerinin çoğu Ermenilerden kalmadır. Yine babamın anlattığı, 1915’te yaşanan bir hikâye vardır. Sekiz on yaşlarında Ermeni bir kızı Gölbaşı Gölü’ne atıyorlar. Kız yüzerek çıkıyor gölden. Bir daha atıyorlar ve bu kez çıkmasın diye kızın kollarını kesiyorlar. 2005 yılında bana bunu anlatan babamın acısı ve korkusu dinmedi, ki 1978 yılında yaşanan Maraş ve Çorum’da olanların aynısı Adıyaman’da yaşanmasın. 

Neredeyse bütün ailesi doğduğu topraklardan çok uzaklara ve birbirinden farklı ülkelere göç etmiş biri olarak ailenizi dağılmış hissediyor musun?

Tabii, muhakkak. Biz kendi toprağımızdan, çocukluğumuzdan, hayallerimizden, arkadaşlarımızdan, mezarlarımızdan kopartılmış insanlarız. Saklambaç oynarken ardına saklandığımız meşe, ceviz ve incir ağaçlarından uzaklaştırılmışız. Aslında senin bu göç hikayelerinin birçoğunu okuduğumda neredeyse hep aynı şeyi gördüm. Sanki hepsi bir nevi hem hayallerini anlatıyor hem de çocukluğunu. Biz hiçbirimiz çocukluğumuzu, gençliğimiz yaşayamamış insanlarız. Bizim sülalemizde ilk defa bir kişi Hacettepe’yi kazandı ve biz bunu yaşayamadık. 

Seninle aynı üniversitede ve sanırım aynı dönemlerde okuyan ablam bir gün evden Ankara’ya dönerken trende uyuyakalmış ve cüzdanı çalınmış ve bize haber vermemiş. Çok sonraları öğrendim, belli ki babamlara daha fazla yük olmamaya çalışıyordu, nitekim annemin her seferinde erzak kolisi hazırlayıp gönderdiğini bilirim. Daha kaydı açmadan bana anlattığın bir örnek vardı, ‘’Babam üniversiteye gidebilmem için iki öküzünü bir öküz fiyatına satmak zorunda kaldı’’ demiştin, çok etkilendim o örnekten. Ve düşünüyorum da zordan çok zor var hayatta. 

Yani doğrusu bizim maddi durumumuz öyle kötüydü ki, Hacettepe’de bir ay boyunca bir öğlen kahvaltısını bir simit ve çayla geçirdiğimi bilirim. Belki de o zaman ablam gibi bir öğrencinin bile durumu bize göre daha iyiydi, düşün ki o kadar yoksulduk. Hani sen daha önce demiştin ya, ben diye bahsetmek bizim Kürdistan ya da Aleviler için hep utanman gereken veya geri durman gereken bir olay. Biz utangaçlığımızdan arkadaşlardan borç istemeyi de bilmezdik. Tasarruf nedir öğrencilikte öğrendim ben. Ama şimdi düşününce Avrupa’da giydiğim hiçbir çorap -ki Ankara’da yaşadığım ayazı hiçbir şehirde ve ülkede yaşamadım-, orada giydiğim yamalı çorap kadar ayağımı ısıtmadı. Akşama kadar bekleyip de yurtlar sokağındaki Sultan Ana Sofrasında içtiğimiz çorba kadar da hiçbir çorba içimi ısıtmamıştır. 

“Fukaralıktan ve sabırdan 

Süzülmüş bir uğurlama.”

FAKİRLİĞİ İLİKLERİNDE HİSSETMEK

Tahmin ediyorum senin ailenin de durumundan pek haberi yoktu? 

Ailemin durumunu bildiğim için onlardan para istememin hiçbir anlamı yoktu. Hiç unutmuyorum lise dönemimde bir keresinde köye geldiğimde bir keçi doğurmuştu. O zaman evdeki beş erkekten tek okuyan bendim. Annem o keçinin sütünü kaynatırdı ve her birimizin önüne birer ekmek verirdi ve o sütle sabah kahvaltısı yapardık. Anne baba ayakta beklerdi, bizim ardımızdan ne kalırsa babamlar onu yerdi. Yani fakirliği midende hissediyorsun diyorlar ya, yok öyle değil, iliklerinde hissediyorsun. Ve ilginç olan şuydu Hilal, düşün senin üç yüz dönüm arazin var ama sen evde açsın. Çünkü işletecek ne traktör ve ne benzin var. Rahmetli Hasan Hüseyin dayımın, -ki kendisini çok severdim, bir gün buraya geldiğinde bana bir anısını anlatıp şöyle demişti: “Antep’e gittim borçla, çocuklara gofret aldım yine borçla, en son yemek yiyecektim onu da borca yazdırmak istemedim”-  ise dört yüz dönüm arazisi vardı. 

İlk olarak Kürtçe, sonra Türkçe, daha sonrasında Almanca diline ve Almanya'ya alışma sürecin nasıl oldu?

Ben şimdi hangi dilde yazarsam yazayım ya da okuyayım, hiçbir dil bana Kürtçe’nin verdiği hazzı vermiyor. Annemin bana söylediği Kürtçe şarkılar kadar etki yaratmıyor. Ama Türkçe’yi de Almanca’yı da seviyorum. Bir hayli Alman arkadaşım var, çok da içli dışlıyız onlarla. Beraber sohbet ediyoruz, maçlara da gidiyoruz, içki de içiyoruz o yönden çevrem geniş sayılır. Yine de ne olursa olsun o içeride yaşanılan boşluk kapatılmıyor. Bazen masumiyetimizi kaybettiğimizi de düşünüyorum. Çünkü bazen içimizdeki o temiz çocukluğun kaybolduğuna inanıyorum. Hatta masumiyetimizin katilleri olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü Avrupa’da özellikle de Almanya’da bir sistemin içerisinde ve belirli kalıpların içinde yaşamak bana çok ağır geliyor.

Nedir bu bahsettiğin sistem?

Ben aslında kendimi hiçbir zaman ev alması, iş kurması gereken bir adam olarak düşünmemiştim. Bir anda kendimi tüm bunların ortasında buldum. Mesela, ilk geldiğim üç beş sene hiç kolay değildi. Dil, kültür, yemekler, insan ilişkileri gibi konularda çok zorlanıyordum. Ve genel olarak memleketten gelirken bıraktığım dostluklar, kardeşlikler, akraba ilişkilerinin burada biraz daha havada kaldığını hissediyorum. Bizler sınırsız ilişkileri, sınırsız bir dünyayı hayal ederken, o sınırların bizzat kendi çevrem tarafından çizildiğini gördüm. 

Almanya’da yaşayan Türkiyeli bir göçmen olarak Almanların göçmenlere karşı tutumunu nasıl buluyorsun? 

Ben üç ya da dört yıl ilticacı kalmış biriyim. Burada resmi makamlara ve direkt toplumun içine girdiğinde karşılanma biçimlerin çok farklı. Alman hükumetinin Kürtler, Türkler ya da inançlar konusunda şüphesiz devletçi bir yaklaşımı var. Ama Şengal ve bilhassa Kobani olaylarından sonra Alman toplumunun Kürtlere, Kürt meselelerine dair yaklaşımı olumlu anlamda değişti. Bu yaklaşımın Suriye’den ya da Afrika’dan gelen insanlara karşı aynı olduğunu söyleyemem. Üç yıl önce Frankfurt’ta maçtaydım, Frankfurt kulübü 78 kişiyi iltica kamplarından alıp maça getirmişti ve ben o insanların yuhalandıklarını ve “Bizim paralarımızı bunlara yediriyorlar!” tarzında hakaretlere maruz kaldıklarını gördüm. Ama dediğim gibi Kürtlere, Alevilere bakışları farklıdır. Örneğin burada iki sokağa Kürtçe isimler verildi ve bu toplumda çok olumlu karşılandı. İsteyen herkesin burada kendi dilinde eğitim alma hakkı var. Kürtçe ya da Türkçe eğitim veriliyor. Hatta Türkçe eğitim veren cemaat okulları da var. Bu yönlü istek olduğu sürece devlet tarafından hem yardım hem de teşvik ediliyor. 

‘ÇOK BİLİP HİÇBİR ŞEY YAPMAYAN İNSANLAR…’

Peki oradaki Türkiyeli göçmenleri gözlemlediğinde en çok dikkatini çeken ne oluyor?

Pandemi çıkınca bütün insanların virolog olduğunu görüyorsundur. (Gülüyoruz) Bizim insanlarımızla konuştuğunda da hissettiğin şey herkesin birer siyasetçi olduğu. Futbol turnuvaları başladığı zaman da bizim futbola ilgimiz, işimizi etkilediği zaman başladı. Tamamıyla işimizle ilgili olduğu için içli dışlı olmaya başlıyoruz. Bir dünya kupası maçı olduğunda herkesin bir futbol uzmanı olduğunu görüyorsun. Ve maalesef bizim insanımızın en temel özelliği, belki bende de öyledir, çok bilip hiçbir şey yapmıyor olmaktır. Kadın haklarından, özgürlüğünden bahsedip günlük hayatta kadınların baş düşmanı olan insanlarız. Kürtçe’nin öneminden bahsedip de çocuklarıyla Kürtçe konuşmayan insanlarız.  

Sizin evinizde kadın erkek ilişkileri nasıl?

Eşitlik ötesi. Eşimin ya da kızımın yaşam biçimiyle, düşünce tarzıyla, özgürlüğüyle ilgili bir sorunlarının olduğuna inanmıyorum. Pandemi dönemi hem çocuklarla vakit geçirmek hem de kendim için bir şeyler yapmak, yeni mutfaklar keşfetmek ve eşime yardımcı olmak için çok iyi bir fırsattı. Bulaşıktan, çamaşır yıkamaya kadar her şeyi yaptım. Yemekleri hep ben pişirdim. Tabii kızım da bunları görüyor ve öğreniyor. İleride hayatında bir sevgilisi, kocası olacaksa bu tür işlerde ayrım yaşamayacak diye düşünüyorum.

Yıllardır Almanya’da yaşayan biri olarak, seninle konuşmamızdan anladığım kadarıyla Almanya yaşantının daha küçük bir parçasını oluşturuyor gibi. Sanki hayatının büyük bir bölümü hâlâ Türkiye'yle ilgili? Yanılmıyorsam sanki gönlün biraz göç ettiğin yerde kalmış…

Aslında daha çok çocukluğumla ilgili. Çünkü çocukluğunu anlatıyorsun, onu yazıyorsun. Sen dilini, kültürünü yaşamıyorsun, yani aslında çocukluğunu yaşayamadığın için orada saplanıp kalıyorsun. Yaşayamadığın ne varsa oraya aitsin sonuçta.

‘BAHÇEME GİDENE KADAR GEÇTİĞİM YOL, GÖÇ YOLUMDUR’

Şimdi kaldığın kentle ilişkin nasıl? Freiburg’da yaşamayı seviyor musun? 

Freiburg çok güzel bir kent. Kendini ifade edebileceğin, bulabileceğin ve tam anlamıyla olmasa da eksikliklerinin büyük bölümünü giderebileceğin bir kent. Şehir merkezinde sanırım 380 bin kayıtlı insan var. Daha çok Alman ağırlıklı bir nüfusu var. Aynı zamanda Türkiyeli, Kürdistanlı ve Suriyelilerin de yoğun olduğu bir kent. Dünyanın neresine gidersem gideyim üçüncü gün mutlaka Freiburg’u özlüyorum, çünkü dünyanın bütün kültürlerinin, insanlarının, mutfaklarının buluştuğu bir yer. Newroz’un, 1 Mayıs’ın coşkuyla kutlandığı, pek çok tiyatro aktivitesinin, konserin, spor etkinliğinin olduğu bir yerdir. Burası çok yeşil, Kara Ormanlar diye tabir edilen yerin tam ortasında. Ilıman bir iklimi var, yağmuru eksik olmaz. Sürekli gri bir havası var ama toprağa dokunduğunda gökyüzünün maviliğini sana hemen yansır. Mesela benim burada eve yakın bir hobi bahçem var. Ne zaman oraya gitsem kendi köyüm aklıma gelir. Aslında oraya gidene kadar geçtiğim yol benim göç yolumdur. Bahçede toprağa dokunarak baharın ve kışın nabzını tuttuğumda yaşadığım ise çocukluğumdur. 

Hobi bahçeni merak ettim, biraz daha bahseder misin?

Küçük bir bahçe, sanırım iki yüz metrekare kadar. Önünden arkasından ırmaklar geçiyor. Kendi içerisinde suyu, elektriği, çardağı, içinde kalabileceğin oda şeklinde bir evi bile var. Elma, kiraz, üzüm, armut, şeftali, böğürtlen, domates her şey var. Çocuklar için oyun alanı da yaptım. Benim için bir dinlenme, kendine gelme, medeniyet diye tabir ettiğimiz o dijital dünyadan tamamıyla uzaklaşma alanı. Biliyorsun, ilk defa seninle görüşmek için Skype yükledim ki onu da nasıl yapacağımı bilmediğim için bilgisayardan anlayan bir arkadaşımdan yardım aldım. Yani bahçemde tüm bunlardan uzaktayım. Oraya arada küçük bir havuz da yaparım. Bütün yeğenlerim gelir yüzer, kadınlar köfte yoğurur, kısır yapar sohbet ederler. 

‘O YABANİ OTLAR İÇİN GERİ DÖNMEK…’

Akrabalarının çoğunun Avrupa’da yaşadığını söyledin ve öte yandan memlekette de ailen var diye biliyorum. Sevdiğin insanların bir kısmından uzakta yaşamak ve onların zor anlarında yanlarında olamamak sana nasıl hissettiriyor? Özellikle pandemi süreci bu durumu daha da zorlaştırdı mı?

Ben iki buçuk ay önce babamı kaybettim ve cenazesine gidemedim, onunla vedalaşamadım. Geçen yıl çok saygı duyduğum, çok etkilendiğim, hayatımın her anına etki etmiş halamı kaybettim ve gidemedim. Burada dayımı kaybettim yine son görevimi yerine getiremedim. Ama halamla ve babamla vedalaşamama sebebim ise yine göçmenlik hikayesidir. Bazen kendimi suçlu hissediyorum, bazen eksik, bazen onlara layık olmadığımı düşünüyorum. Dinlediğim türküden, okuduğum kitaba, yaşadığım olaya kadar her birinde farklı hissediyorum. Ama şu var ki ya suçlu ya eksik hissediyorsun.

“‘Küçük oğlun’ diyor tanıdık bir ses

‘Annesine benzeyen kızın’ diyor bir gölge.’’

Ne zamandır Türkiye’ye gidemiyorsun?

Geldiğimden beri ilk kez 2014’te gitmiştim. Zamanım olmadığı için 14 yıl 7 ay bilinçli olarak gitmemiştim. Son 4 yıldır da güvenlik nedeniyle gidemiyorum.

“Hatıralar ve sesler çok uzak düşüyor artık 

Gözlerim çoktan buğulandı.”

Sence ileride bir gün Türkiye’ye geri gidebilecek misin?

Benim bundan sonra memleketle ilgili bir hayatım olsa bile hayatımın diğer büyük bir kısmı çocuklardan, ailelerden veya işlerden dolayı burada olacak. Ama yine de şöyle bir hayalim var. Kısa bir süreliğine gitmek isterim. Çünkü küçükken çok hayvanın yuvasını bozdum, çok ot kopardım. O kopardığım otların içerisinden çıkan herhangi bir yabani otun bile büyüyüp kendinin kurumasını istiyorum. 


Duygu ve düşüncelerinizden haberdar olabilmem için: [email protected]