Tüketici manipülasyonların dünyasında acıya bakmak

Tüketici manipülasyonların dünyasında acıya bakmak

"Bazı fotoğrafları iyi bilmek, bizim şimdiki zaman ile yakın geçmişe dair duygularımızın şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Fotoğraflar referans yollarını döşer ve uğruna mücadele edilen davaların totemleri işlevini görürler."

Evrim Sayın

Fotoğraflar bize çok şey mi anlatır? Kısa bir süre öncesine kadar bu soruya verilebilecek tek bir yanıt olduğunu düşünürdüm: "Evet, tabii ki!" Ancak felaketlerden felaket beğendiğimiz ülkemiz, bu soruya bir yanıt daha verdirdi. Bulduğum bu yeni yanıtı, olan biteni anlamlandırmak için okumaya başladığım Susan Sontag'ın Başkalarının Acısına Bakmak kitabı üzerinden  anlatmaya çalışacağım.

Kahramanmaraş depreminin ardından televizyona sarıldık herkes gibi. Televizyon dediysem ana akım medya da değil öyle. Alternatif basını takip etmeye çalıştık hep. Günler geçtikçe benim kulağımda ve zihnimde bir "teaser" dönmeye başladı, hep aynı. Hiç bitmiyor, döndükçe dönüyor. Artık o müziği nerede duysam tanıyacağım, biliyorum. Görüntüler peş peşe... Kiminin geçişleri silik, kiminin hızlı, kiminin fırlayarak, kimiyse çerçeve içinde. Anlık habere ara verildiğinde servis ediliyor bu görüntüler bütünü. Bölgeden gelecek haberlere odaklanmışken, bu haberleri elimiz kalbimizde beklerken sıkılmayalım diye araya giren bu dokunaklı slayt gösterisi bir süre sonra benim sinirimi bozmaya başladı. Bunu nasıl fark ettiğimi hatırlamıyorum, tek hatırladığım duygu geçişlerimin afalladığıydı. Buna neden katlanıyorum, dedikten sonra ana akım medyaya bel bağladım büyük bir çaresizlikle. Gördüklerime inanamadım. İzlemeye izlemeye oranın nasıl bir dehliz olduğunu unutmuşum, şaşkınlığım bu yüzdendi. Acının pornosu servis ediliyordu; herkes sıcacık battaniyesinin altında bu pornoyu izliyor, karşısına çıkan görüntülere çayını yudumlarken ah vah ediyordu. Anlık haberlere belki daha çabuk ulaşırım diye açtığım kanallar, dakikalar süren kurtarma "an"larını canlı veriyordu. "An" kelimesini özellikle kullandım çünkü kurtarılan kişi için hayati öneme sahip olan o "an", onu seyredenler için bir saati bulan bir felaket filmi tadındaydı. Adını bilmediğim binlerce kişinin hala yardım beklediğinin bilinciyle hikayesini bilmediğim bu insanların belki de en savunmasız anlarına televizyonun başındaki binlercemizle tanıklık etmek midemi bulandırdı.

Hayatta kalan bir özne olarak seyirci olmamın beni neden bu kadar rahatsız ettiğini sorgulamadan duramadım. Hayatta kalanlar olarak hepimizin benzer hisler içinde olduğunu biliyorum: Korku, endişe, kaygı, öfke, kayıtsızlık... Benzerliğin içindeki biricikliği de görüyorum. Bu hislerden bir tanesinin bile cereyan etme şeklinin çok çeşitlendiğinin farkındayım. Ancak ne hissedersek hissedelim seyirciler olarak nerede durmamız gerektiğini bilmeliydik diye düşünüyorum. Her toplumsal olayda olduğu gibi seyirciliği alenen ilan edilen basının, nerede duracağını bilmemekle birlikte bir de türlü hak ihlalleri yaptığını ayan beyaz izledik. Depremden sağ çıkmış, türlü travmalar yüklenmiş bir çocuğa mikrofon uzatıldığını gördükten sonra aklımı kaçırmamak için kitaba sarıldım. Benim de tek bildiğim yol bu işte.

Başkalarının Acısına Bakmak, savaşların yarattığı acıların, yıkımların belgesi niteliğindeki fotoğraflara ve fotoğrafçılara odaklanıyor. Olayların tarihsel arka planlarının da verildiği kitapta savaşa savaş, felakete felaket dendiğini görüyoruz. I. ve II. Dünya savaşları, Kırım Savaşı, Nazi ve Temerküz kampları, Amerika'nın siyahilere yaşattıkları, Vietnam Savaşı, Hiroşima, Nagasaki ve daha fazlası var Susan Sontag'ın belleğinde. Felaketleri fotoğraflamaya dair yaklaşımının sezilmesiyle birlikte konu özelindeki sorgulamanın sürmesini istiyor. Ortaya sorular atıyor, farklı yaklaşımları ele alıyor. Yönlendirici olmadığını hissetmek allak bullak olsam da bana iyi geldi. Konuya dair derinleşebilmenin eleştirel tutumu beslediğine inanıyorum.

Sontag, bakan ve bakılan arasındaki hiyerarşiye değiniyor. Bu hiyerarşinin felaketlerden önce de var olduğunu hatırlatıyor. Her şey sınıfsal olduğu gibi felakete yakalanan olmak da sınıfsal çünkü. Kamerayı kitaptan hayata çevirdiğimizde biz, hayatta kalanlar da olası depremlerde nasıl daha garanti bir şekilde kurtulabileceğimizin yollarını arıyoruz. Çare bulmak, yol yöntem geliştirmek, en az zararla kurtulmayı hayal etmek tamamen sınıfsal. Sontag'a göre yaşam hakkının güvenliği tehlikede olan insanlar diğer felaketin "bakılanlar"ı olacaklar.

Felaketi yaşayanın acısı güzel olur mu? Ne kadar şok ediciyse görüntü, o kadar güzel midir o fotoğraf, görüntü? Bu noktada Sontag, fotoğrafın şok edicilik seviyesinin iki ihtimali yaratabileceğini söylüyor: Bir, bu şok edici görüntüler seyredenlerin gerçekle baş başa kalmasını sağlar ve görüntülerden sonra duydukları korku öfkeye dönüşür, öfke doğru yönetildiğinde asıl yerini bulur. İki, acının daha da üstündeki bir acıyı işaret eden bu görüntüler art arda defalarca servis edildiğinde olası bir kayıtsızlık, ilgisizlik baş gösterir. Felaketin içinden, felaketi en gerçek haliyle yansıtan kareler de anlamını bir süre sonra yitirmeye başlar. Sontag, savaş fotoğrafçılığındaki bireysel fotoğrafçılık yaklaşımlarını anlatırken medyanın aslında nasıl değişmediğini de okuyoruz. Görüntülerin servis edilmesinin arka planındaki kariyer planları, bağlı olunan kurumlardaki ticari hesaplamalar, insan haklarından bihaber olmak gibi birçok etmenden bahsediyor Sontag.

"Sonradan berraklaşan gerçeklik" ifadesini özellikle açmak istiyorum bu yazıda sizlere. Sontag, tüm bu fotoğraf meselesinde aslolanın "sonradan" açığa çıktığı savına inanıyor. Felaket esnasında tabiri caizse toz ve dumandan göz gözü görmez, gerçeğin yanısıtılması zorlaşır. Biz bunu bilgi kirliliği olarak duyuyoruz. Akış esnasında gerçek bilgiye ulaşmanın zorluğunun yanında felaketlerin sorumlularına ulaşmak da zordur. Sonradan berraklaşan gerçeklik, toz ve duman dağıldığında tüm sorumluları elbet bulacaktır. Dağılan toz bulutlarının ardından nefes almaya başladığımızda bir işimiz daha olduğu unutulmamalıdır. Sontag'a göre bu iş hafıza müzeleri, hafıza merkezleri kurmak. Medyanın yarattığı dalgaya kapılıp defalarca servis edilen görüntülere bakarak hesap soramayacağımızı, bu görüntülerin hatırlattığı geçmişi unutmamanın mühim olduğunu vurguluyor. Kolektif hafıza diye bir şeyin olmadığı, kolektif eğitimin üstüne gidilmesi gerektiğini ekliyor.

Sontag'ın yıllar yılar öncesine dair anlattığı her şeyi 2023 Türkiye'sinde yaşadığımızı düşününce delirmemek için direndiğimize inanmak istiyorum. Felaketler karşısında seyirci olmak (eğer özne değilsek), buna maruz kalmak elbette kaçınamayacağımız bir durum. Nereye gitsek yakalayacak bizi seyirci olmanın utancı. Bunun kabulündeyim. Ancak bu kötülükten bakarak değil, Sontag'ın da değindiği gibi inceleyerek çıkabileceğimize inanıyorum. Hatta incelemek yetmez! Sadece zafer anları varmışçasına acının posterleştirilmiş hallerinn karşısında durmaya yemin etmek gerek. Bundan önceki ve sonraki mücadelem Van depremi ve daha nicelerindeki Yunusların enkazdaki fotoğrafları devlet liderlerine hediye edilmesin diyedir.

Künye: Başkasının Acısına Bakmak, Susan Sontag, Çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2004, 151 sayfa.  

DAHA FAZLA