Toplumsal cinsiyet çalkantıları: Sosyalist kadınlar ve Paris Komünü | Bölüm 2
Egemen sınıfın intikamı acımasızdı, ancak bu durum kadın Komünarların devrimci ruhunu ezemedi. Léo’nun 1866'daki feminist grubunun kıdemli bir üyesi olan Eliska Vincent, Komün’deki rolü nedeniyle neredeyse idam edilecekti, ancak kadınların oy kullanma hakkını savunan bir örgüte liderlik etmeye devam etti...
22-03-2021 00:28

Yazar: Judy Cox
Çeviren: Berna Kartal
KADINLAR KOMÜN’Ü NASIL ŞEKİLLENDİRDİ
Kadınların Komün’ü nasıl şekillendirdiğini incelemek için dört temel alana bakacağım: Kadınların emeği, eğitimi, devrimi yayma girişimleri ve yeni devletlerine karşı tutumu.
Kadınların emeği
Komün kadınlara işler verdi. Lissagaray, 1500 kadının barikatlar için kum torbası dikerken, 3000 kadının ise fişek yapmak için çalıştığını görmüştür. Benoît Malon ve Leó Frankel’in her ikisi de Enternasyonal’in üyeleriydi ve aynı zamanda Çalışma Komisyonu’ndan sorumluydu. Kalıcı bir sosyal değişimi uygulamada bu komisyonun en önemli yöntem olduğuna inanıyorlardı. Frankel bu durumu şöyle açıklıyor:
"Halk, devrimin asıl amacını gerçekleştirmenin bir aracı olarak, yani iş gücünün özgürleşmesi, tekellerin, ayrıcalıkların, bürokrasinin, spekülatif, kapitalist ve endüstriyel feodalizmin ortadan kaldırılması için kendi siyasi yapılarını oluşturdu."
Çalışma Komisyonu, Kadınlar Birliği tarafından şekillendirilmiş ve tamamen ona bağlıydı. 16 Nisan’da Komünal Konsey, sahipleri Versay’a kaçan iş yerlerinin “orada çalışan işçilerin kooperatif birliğine” devredileceği hükmünü verdi. Dimitrieff, iş yerlerini devralmanın, eşit ücret ve daha kısa çalışma saatlerinin tanıtılması ve kadınlarla erkekler arasındaki rekabetin bitirilmesinin iş gücünü dönüştürmenin bir yolu olduğuna inanıyordu. Frankel ve Malon, kadınların çalışması için bir plan hazırladı ve bunun için Dimitrieff’i görevlendirdi. Dimitrieff, iş yerlerini toplu kazançları için çalışan işçilerin özgür dernekleri olarak şöyle tasavvur etmiştir:
"İşi, kapitalist sömürünün esaretinden uzaklaştırma yolunda, bu organizasyonların oluşumu nihayetinde işçilerin kendi işlerini yürütmelerini sağlayacaktır."
İşçi sınıfı, henüz işçi konseyleri aracılığıyla üretimi toplu olarak örgütlemek için yeterince güçlü değildi. Buna rağmen Dimitrieff, Frankel ve Malon, iş gücünü iş yeri sahiplerinin sömürüsünden ayırmaya çalıştılar. Bunun yerine, iş gücünü hem tüketicilerin hem de üreticilerin ihtiyaçlarına göre yönlendirdiler.
Kurtuluş eğitimi
André Léo, Paule Mink, Louise Michel, Noémi ve Élie Reclus kadınların eğitimine dair görüşlerini 1860’larda geliştirdiler. Komün, bu isimlere görüşlerini gerçekleştirme fırsatı sağladı. Komünün Eğitim Komitesi, 1860’ların kadın örgütlerinden bu emektarlarla birlikte Jaclard ve Dimitrieff’i barındırıyordu. Eğitim Komitesi, kadınların geleneksel ev içi rollerini kamu alanına genişletebilecekleri ortayolcu bir araç değildi. Komite, kadınları güçlendirerek onların Komüne katılımlarını sağlamak ve aynı zamanda cinsiyet kalıplarını yıkmak için bir araçtı. Elindeki çaresizce sınırlı imkânlara rağmen, Komün kız çocuklarına eğitim verilmesine öncelik verdi. Radikal bir gazete olan Le Père Duchêne bunun nedenini şöyle açıklamıştır:
Vatandaşlar, devrimin kadınlara ne kadar bağlı olduğunu bir fark etseniz, gözlerinizi kız çocuklarının eğitimine açardınız. Şimdiye kadar yapıldığı gibi, onları cehalet içinde bırakmazdınız!
Pek çok kadın Komün üyesi için kız çocuklarının eğitimi hem eşitlik hem de gelecekteki bir sosyalist toplum için insan doğasını düzeltme sorunuydu.
Eğitim hem özgür hem de laik hale geldi. Bu, rahibeleri ve rahipleri ortadan kaldırmak ve kadın öğretmenlere eşit ücret ödenerek daha fazla öğretmen işe almak anlamına geliyordu. Komisyon, kreşler kurmak için planlar hazırladı. Ebeveyn ve toplum katılımı da başka bir öncelikti. Üç kadın ve üç erkekten oluşan Yeni Eğitim Derneği haftada iki kez müfredatı ve okullarda kullanılan yöntemleri tartışmak için öğretmenleri ve ebeveynleri bir araya getirdi. Komite eğitime radikal bir yaklaşım benimsemiştir: Üç kadın ve üç erkekten oluşan Yeni Eğitim Derneği haftada iki kez müfredatı ve okullarda kullanılan yöntemleri tartışmak için öğretmenleri ve velileri bir araya getirdi. Komite eğitime radikal bir yaklaşım benimsedi: "Öğrencilerin yargısına dayatılan herhangi bir resmi yönetim zararlıdır ve kınanmalıdır... Bu durum bireyselliği yok etme eğilimindedir". Kadınlar bu komitelerde sadece koltuk doldurmadılar. Mink, Saint-Pierre de Montmartre şapelinde bir kız okulu açtı. Fransa'daki ilk kadın okul müfettişi olan Marcelle Tinayre, Paris'in 12. bölgesinde laikleştirme sürecinin sorumluluğunu üstlendi.
Devrimi yayma
Komün üyeleri, Paris Komünü’nün ülkenin geri kalanından izole kalması halinde ayakta kalamayacağını anladılar. Diğer büyük şehirlerdeki ilk ayaklanmaların bastırılmasının ardından, Paris çevresindeki küçük çiftçilerin pratik ve siyasi desteği, şehri beslemek için hayati önem taşıyordu. Köylülere ulaşmanın ön saflarında kadınlar yer alıyordu. Léo, kırsal işçiler için "Kırsaldaki İşçilere" adlı bir manifesto yazmakla yükümlüydü. Malon da bu esere katkıda bulunmuştur. Yaklaşık 100.000 kopya basılmıştır. Léo, “Paris'in istediği şey köylüler için toprak, işçiler için araçlar ve herkes tarafından ve herkes için iştir” demiştir. Sözlerine, “Zalime toprak sahibi ya da üretici dense ne önemi var” diyerek devam etmiştir. Broşürlerde “Paris düşerse, yoksulluğun boyunduruğu boynunuzda kalacak ve çocuklarınıza geçecek” denmiştir. Léo, başkentin ülkenin geri kalanına ulaşabileceği yollar önermiş ve Mink, destek toplayarak vilayetleri gezmiştir. Léo ve Mink, çabalarını Paris dışında destek kazanmaya yönlendirme konusunda tamamen haklıydı. Marx, ölümcül olduğunu kanıtlayan şeyin Komün’ün kırsal alanlardan soyutlanması olduğunu savunmuştur. Küçük köylere hiçbir basın haberi ulaşmaz. Köy sakinleri, Komün üyelerinden haberleri olmadan, Komün’ün "yaşam çıkarlarını" ve "gerçek istekleri" temsil ettiğini görme şansına sahip değildir.
Dimitrieff ayrıca Genel Konsey’i, izole kalmaktan kurtulma çabalarını artırmaya çağırmıştır ancak gözünü kırsal alanlardan ziyade diğer Avrupa ülkelerine dikmiştir. Askeri güçlerin Versay'da yeniden toplandığını anlamış fakat Komün’ün reform çabalarını artırması halinde uluslararası desteğini de artıracağına inanmıştır: "Komün galip gelirse, siyasi organizasyonumuz sosyal bir yapıya dönüşecek ve Enternasyonal'in yeni şubelerini oluşturacağız.” Dimitrieff, isyanın Avrupa'ya nasıl yayılabileceğinin ana hatlarını çizerek, Marx'a iyimser bir şekilde yazmıştır:
"Genel olarak, Almanya dâhil tüm ülkelerin kendilerini toplumsal devrimin arifesinde bulduğunu göstermek için burada yaptığım enternasyonalist propaganda, kadınlar için çok sevindirici bir öneridir.”
Dimitrieff'e göre, kadınlar devrimin Almanya gibi ülkelere yayılması gerektiği fikrine özellikle katılıyorlardı. Fakat stratejisinin gerçeğe dönüşme fırsatı olmadı.
Devrimi sonuca taşımak
Komün, ordu ve polis kuvvetlerini Ulusal Muhafızlarla değiştirdi. Pek çok kadın da dâhil olmak üzere birçok radikal, işçi devletinin bu devrimci kanadını Versay’daki hükümeti devirmek için kullanmak istedi. Fakat Dimitrieff, Komün’ün liderliğinde olan az sayıda Marksistten biriydi. Böylelikle, Versay’a yürüyüp yürünmeyeceğine dair tartışmalar, anarşistler olarak siyasi eylemlere inanmayan Proudhoncular ile orta sınıf bir siyasal gelenekten gelen Jakobenler arasında gerçekleşti. Blankistler, Versay yürüyüşünü savunan asıl gruptu ancak büyük bir destek kazanmak için sayıları çok azdı. 2 Nisan’da Versay hükümeti, Paris’in bir banliyösüne saldırı düzenledi. Kadınlar yeni barikatların kurulmasına yardım etti ve kendi eylemlerini başlatmaya karar vererek birkaç gazetede bir çağrı yayınladılar:
"Versay’a gidelim. Versay’a Paris devriminin ne olduğunu söyleyelim. Versay’a, Paris’in özgür olmak istediğimiz için Komün’ü kurduğunu söyleyelim. Versay’a Paris’in kendini savunmaya hazırladığını çünkü insanların daha önce de onu gafil avlamaya ve silahsızlandırmaya çalıştığını söyleyelim. Versay’a kanunun Meclis değil, Paris olduğunu söyleyelim."
Mahallesinde "Cumhuriyetçi" olarak bilinen Beatrix Excoffon, ertesi gün yapılan toplantıyı şöyle anlatmıştır:
"Anneme gideceğimi söyledim, çocuklarımı öptüm ve işte gittim. Concorde Meydanı’nda, saat bir buçukta, geçit törenine katıldım. 700 ile 800 arasında kadın vardı. Bazıları Versay'a Paris'in ne istediğini açıklamaktan bahsediyordu. Diğerleri yüz yıl önce Parisli kadınlar fırıncıyı, fırıncının karısını ve küçük oğlunu götürmek için Versay'a gittiğinde işlerin nasıl olduğundan bahsediyordu."
"Fırıncı, fırıncının karısı ve küçük oğlu", 1789'da Versay'da gerçekleşen kadınların yürüyüşüne bir göndermedir. Bu tarihte, aç kadın ve erkeklerden oluşan bir kitle, Versay Sarayı'nı kuşatarak Kral 16. Louis ve ailesini ele geçirmişti. Birçok kadın Komün üyesi, kökleri Büyük Fransız Devrimi'ne dayanan bu militan devrimci kadın aktivizmi geleneğine işaret etti. Ancak, 1789'un aksine, 1871'de gerçekleşen kadın yürüyüşleri, kadınların hükümet birlikleri tarafından vurulacağından korkan Ulusal Muhafızlar tarafından geri çevrilmiştir.
Louise Michel, hükümete karşı yapılan askeri saldırının en ateşli destekçilerinden biriydi. Hatta Adolphe Thiers’e suikast düzenlemek için Versay’a gitmeye gönüllü bile olmuştur. O kadar cesurca savaşmıştır ki, 61.Tabur kendisine bir Remington tüfeği vermiştir. Tüfeği almasının üzerine, “İşte şimdi savaşıyoruz. Bu bir savaş. ‘Versay’a! Versay’a!’ diye bağırarak önünde koştuğum bir isyan var” demecini vermiştir. Michel, Versay’daki hükümet ezilmezse Komün’ü dağıtma çabalarının durmadan devam edeceğini sezebiliyordu.
Komün’ün yenilgisinden sonra Paula Mink, Merkezi Konsey’deki ılımlı azınlığın hükümete karşı ölümcül bir darbe indirecek cesaretten yoksun olduğunu savundu. Komün’ün acımasızca bastırılması karşısında Mink, merkezi, örgütlü bir devrimin sosyalizme ulaşmak için doğru strateji olduğu sonucuna vardı. Lenin, Devlet ve Devrim (1917) adlı eserinde Komün deneyimini araştırdı ve Mink ile aynı eleştiriyi yaptı. Lenin, devrimlerin şunları yapması gerektiğini yazdı:
“Burjuvayı bastırın ve direnişlerini ezin. Komün için özellikle gereken şey buydu ve yenilgisinin sebeplerinden birisi de bunu yeterli kararlılıkla yapmamasıydı. Burada kölelik, serflik ve ücretli kölelik altında her zaman olanın aksine baskı organı artık bir azınlık değil; halkın çoğunluğudur.”
Michel, Mink ve Lenin’in gözlemleri benzerdi. Komün, çoğunluğun katılımına dayalı yeni bir tür devlet yaratmıştı fakat gücünü eski düzene, daima her tür farklı toplum umudunu yok etme yolları arayacak düzenin üzerine yönlendirmeyi başaramadı.
BARİKATLARDAKİ KADINLAR
21 Mayıs’ta Versay’dan gönderilen birlikler Paris’e girdi ve tüm halk barikatlara çağrıldı. Komün’ün son günlerinin tüm çağdaş anlatıları, barikatlar kuran, yaralıları tedavi eden, Ulusal Muhafızlara yiyecek ve içecek temin eden ve erkeklerin yanında savaşan kadınların cesaretine saygılarını gösterir. Hemşirelik ve savaşmak arasında büyük bir ayrım yoktu. Louise Michel, kadınların yaralıları tedavi etmeye gönüllü olma çağrısına nasıl cevap verdiğini ve sık sık tüfeklerini ellerine aldığını anlatmıştır. André Léo, subayların hemşirelere düşmanca davrandığını ancak askeri personellerin onları memnuniyetle karşıladığını fark etmiştir. Kadınlar Birliği, hükümet birliklerinin Paris’e girdiği gün toplanmıştır. Nathalie Lemel, elinde kızıl bayrakla, kadınları Batignolles’deki barikata götürmüştür. Elisabeth Dimitrieff, tüm fedakâr ve yurtsever kadınları yaralıların korunmasını örgütlemeye çağırmıştır. Anna Jaclard ve André Léo, İhtiyat Komitelerinden Monmarte’deki kadınlara Komün’den gelen çağrıları desteklemelerini istedikleri bir söylemde bulunmuştur: “Devrimci ruhtan ilham alan Montmartre kadınları, devrime olan bağlılıklarını eylemleriyle tasdik etmek isterler.” Kadınlar ateş altında ambulans hemşireliği yapmış ve çoğu hükümet birlikleri tarafından yakalanmış, tecavüze uğramış ve vurularak öldürülmüştür.
Savaşmak devrimci bir hareketti ve bu sebeple, Edith Thomas’ın da belirttiği gibi, siyasi organizasyonlara katılan kadınlar aynı zamanda barikatlara da çıkanlardı. Fransız hükümeti, Komün’ü dağıtmak için acımasız güç kullanmıştır ve “Kanlı Hafta” olarak bilinen süre boyunca yaklaşık 20 bin erkek, kadın ve çocuk infaz edilmiştir. Kadınlar, Kanlı Hafta boyunca tüm askeri çatışmalara dâhil olmuş ve birçoğu yaralılar ve ölenler arasında listelenmiştir. Listedeki isimlerden birisi Sainte-Marie des Batignolles çamaşırhanesinde bir çamaşırcı olan Blanche Lefebvre idi. Lefebvre, 3 Mayıs tarihinde yerel bir kilisede kurulan Sosyal Devrim Kulübü’nün bir üyesiydi. Aynı zamanda, Kadınlar Birliğ’inin Merkez Komitesi’nin de bir üyesiydi. Cephaneleri bitene ve istila edilene kadar birkaç saat boyunca Place Blanche’de barikatı tutan 120 kadından biriydi. Barikatta yakalanan kişiler bulundukları yerde vurulmuştu. Lefebvre de onlardan biriydi. Henüz 24 yaşındaydı.
PÉTROLEUSE MİTİ
Hükümet birliklerinin Paris’i geri alması, bombardıman, göğüs göğüse mücadele ve toplu infazlarla dolu 7 uzun gün sürdü. Kadınlardan aldıkları intikam ise özellikle sertti. Kadınlar, hükümet birlikleri tarafından sistematik bir şekilde küçük düşürüldü, soyuldu, tecavüze uğradı ve öldürüldü. Malon, birliklerin gaddarlığını, Fransız ordusunun Kuzey Afrika’yı sömürge boyunduruğu altına aldığı zaman öğrenilen derslere bağladı. Komün üyeleri yakalandıkları yerde vurulurken, işçi sınıfından olan tüm kadınlar gözetim altında tutuluyordu. Komün kadınlarının “kadınlıktan çıktığı” düşünülüyordu. The Times gazetesi, kadınların “suikast düzenlemek, askerleri zehirlemek, yakmak ve katletmek için cinsiyetlerini ve nezaketlerini” unuttuklarını yazmıştır. Muhalifler, kadın Komün üyelerine “canavar, amazon savaşçıları, şirretler, çakallar” diyorlardı. The Pall Mall Gazette kadın Komün üyelerini “çirkin cadalozlar – şarap ve kan dumanlarıyla sarhoş olmuş Furialar” olarak tanımlamıştır. Toplumdaki varlıklı kadınlar, yanlarından hapishaneye sürüklenirken geçen kadın mahkûmlara hakaret etmek için sıraya girmiş ve onlara güneş şemsiyeleriyle vurmuştur. Baskıyı meşrulaştırıp kurbanlarını canavarlaştırmak adına sokaklarda “Pétroleuse”, yani bina yakan kadınlar miti yayılmaya başlandı. Mite rağmen, Kanlı Hafta boyunca tutuklanan 1.051 kadından sadece beşi kundakçılıktan mahkûm edildi. Fransız Savaş Bakanlığı arşivlerini inceleyen tarihçiler, tutuklamalar, yargılamalar ve merhamet dilekçelerinin ortasında, “kadınların 1871 devrimci mücadelesine önemli ölçüde çeşitli yollarla katıldığına” dair kanıtlar buldular. Bu kadınlar cinsiyetleri tarafından korunmadılar. Aksine, devlet onları tam olarak baskıya boyun eğmeyi reddeden kadınlar oldukları için cezalandırdı.
Dimitrieff Paris’ten kaçtı ve Cenevre’den, Enternasyonal’i güvenli bir şekilde vardığına dair bilgilendiren bir telgraf gönderdi. Lissagaray'a göre Dimitrieff, Cenevre Gölü kıyısında Komün’den gelen sığınmacılara baktığı bir otel işletiyordu. Daha sonra, belki de Komün’ün yenilgisinden duyduğu hayal kırıklığının bir sonucu olarak, siyasi terörizme dönerek ajitasyonunu Rusya'da sürdürdü. Malon, Léo ve Mink de Cenevre'ye kaçtı. Victor Jaclard tutuklandı ve Versay'daki esir kampına transfer edildi, ancak buradan kaçmayı başardı ve Anna ile beraber Cenevre'ye kaçtı. Diğer binlerce kişi ise o kadar şanslı değildi. Beatrix Excoffon mahkûm kolonisine sürgün cezası aldı, ancak bu daha sonra on yıl hapse çevrildi. Binlerce diğer emekçi kadın, örneğin dükkânlarının buluşma yeri olmasına izin vererek, sadece Komün’e destek verdikleri için yargılanmadan idam edildi veya hapse atıldı.
Egemen sınıfın intikamı acımasızdı, ancak bu durum kadın Komünarların devrimci ruhunu ezemedi. Léo’nun 1866'daki feminist grubunun kıdemli bir üyesi olan Eliska Vincent, Komün’deki rolü nedeniyle neredeyse idam edilecekti, ancak kadınların oy kullanma hakkını savunan bir örgüte liderlik etmeye devam etti ve Equality adlı bir makalenin editörlüğünü yaptı. Michel mahkemeye meydan okuyarak ölüm cezası vermeye davet etti. Fakat bunu reddedip onu sürgüne gönderdiler. Lemel ile Güney Pasifik Okyanusu'ndaki Yeni Kaledonya mahkûm kolonisinde tanıştı. Michel, 1880'de genel af ilan edildikten sonra Paris'e döndü. 1883'te işsiz işçilerin katıldığı bir protestoda tutuklandı ve altı yıl hücre hapsine mahkûm edildi. 1890'da tekrar tutuklandı ancak sonrasında mülteci çocuklara öğretmenlik yaptığı İngiltere'ye kaçtı. Michel, Ocak 1905'te Fransa'ya döndü ve zatürreden öldü. Cenazesine 100.000'den fazla kişi katıldı. Komün devrildiğinde Mink, Komün’e destek kazanmak için illeri geziyordu. Kızıyla birlikte Cenevre'ye kaçmayı başardı. Sosyalist devrim için örgütlenmeyi asla bırakmadı. Mayıs 1901'de gömüldüğünde, Paris sokaklarındaki binlerce yaslı kişi cenaze törenine katıldı ve “Yaşasın Komün” ve “Yaşasın Enternasyonal” diye slogan attı. Sokaklarda devriye gezmek için 600'ün üzerinde polis, 500 asker ve 100 süvari görevlendirildi. Cenazesi, sosyalist gelenekte Komün’ün devam eden öneminin altını çizdi.
SONUÇ: KARGAŞA VE ÇIĞIRMA
Bir Komün tarihçisi, bunu "yeni kurulan feminist sosyalist yaklaşımlar için bir kuluçka makinesi" olarak tanımlıyor. Komün’de kadınların rolünün deneyimli sosyalist kadınları diğer emekçi kadınlara ulaşmaya teşvik ettiğini söylemek ise daha doğru olur. Mink, Enternasyonal'in Cenevre merkezli gazetesi Equality'de kadınlara hitap ederek şunları yazdı:
"Enternasyonal'in erkekler ile eşit hak ve görevler verdiği kadınlar adına konuşuyorum... Çünkü acı çeken herkesi özgürleştireceği gibi, sadece sosyalizm kadınları maddi ve manevi olarak özgürleştirebilir!"
Kadınların özgürleşmesini destekleyen sosyalist erkekler de Komün’den ders almaya hevesliydi. 1871'de, yenilgiden sadece haftalar sonra Malon, "Paris'teki devrimin gösterdiği önemli bir gerçek, kadınların siyasal yaşama girmeleridir... Kadınlar ve proletarya, ancak bir araya gelerek kendi özgürlüklerini elde etmeyi umut edebilirler" diyordu. Leó Frankel de aynı zamanda şunları yazdı:
"Kadın erkek eşitliğine karşı yapılan tüm itirazlar, siyahi ırkının kurtuluşuna karşı yapılan itirazlarla aynı türdendir. Birincisi, insanların gözleri bağlanıyor ve doğumdan beri kör oldukları söyleniyor. İnsan ırkının yarısının yetersiz olduğunu iddia ederek erkekler, kadının koruyucusu gibi görünmekle böbürleniyor. Bu iğrenç bir iki yüzlülük! Ayrıcalık engellerini kaldırın da neler olduğunu hep birlikte görelim!"
1879'da Marsilya'daki ulusal işçi kongresi, örgütlü Fransız işçilerin tutumunda belirleyici bir değişimi gösterdi; "çoğunluk, topyekûn sivil ve siyasi eşitlik fikrinin arkasında toplandı". Önergeyi, işçi sınıfı sosyalisti Hubertine Auclert kongrede ateşli bir şekilde savundu. Kongre tarafından alkışlandı, oturum ve komisyon başkanı seçildi ve kongre “cinsiyetlerin mutlak eşitliğini” ilan eden bir karar kabul etti.
Paris Komünü, Marx ailesini güçlü bir şekilde etkiledi. Marx, başlangıçta erken olduğu için Paris ayaklanmasına karşı çıktı. Yine de başladıktan sonra, o ve tüm destekçileri kendilerini bunu desteklemek için ortaya atarken buldular. Marx, Komün’ü kışkırtmış olan "kızıl doktor" ve uğursuz isyancı olarak karalandı. Marx'ın kızlarından ikisi, Eleanor ve Jenny, Nisan 1871'de Fransa'yı ziyaret ettikten sonra kaçmayı başarabildikleri için şanslıydılar. Yenilgi mültecileri Londra'ya sürükledi ve birçoğu kendini Marx ailesinin evinde buldu. Jenny ve üçüncü kız kardeşi Laura, Komün üyeleri ile evlendi ve Eleanor, Komün’ün paha biçilmez tarihini tercüme ettiği Lissagaray ile bir süre nişanlı kaldı. Komün aynı zamanda uluslararası sosyalist hareketi şekillendirdi ve İngiliz işçi sınıfı hareketi tarafından yıllarca yıl dönümü kutlamaları, konuşmaları ve etkinlikleriyle anıldı.
Marx, Komün üyelerinin en büyük başarısını, yarattıkları yeni örgütlenme yolları yani Komün’ün "fiili işleyen varoluşu" olarak tanımladı. 1871 deneyimi, Marx'ı devrimci perspektiflerin kapitalist “ilerlemeye” dayanması gerektiği fikrinden uzaklaştırmaya itti. Bunun yerine, komünal mülkiyet sahipliğinin kapitalist olmayan biçimlerinin işçi sınıfı için potansiyel müttefikler yarattığını gördü. Tarih, kendi kendine yeten aşamalar yoluyla değil, şehir ve kırsal, işçi ve köylü arasındaki etkileşimler yoluyla ilerler. Felaketle sonuçlanmasına rağmen Komün, dünyada tarihi öneme sahip yeni bir çıkış noktasıydı. Lissagaray'ın yazdığı gibi, Komün "proletaryanın kendisini yönetmeye yönelik ilk girişimiydi". Marx'ın Komünist Manifesto'da şimdiye kadar yaptığı tek değişiklik, 1872'de şu satırı eklediğinde olmuştur: "İşçi sınıfı, hazır devlet makinesini basitçe eline alıp kendi amaçları için kullanamaz." Marx'a göre Komün, baskıcı devletin nasıl kırılabileceğini ve yerini çoğunluğun yönettiği demokratik bir devletin nasıl alabileceğini gösterdi.
1917 Ekim Devrimi'nin eşiğinde, Vladimir Lenin Komün deneyiminden yararlandı. Daimi ordu ile seçilmiş ve görevden alınmaya tabi tüm görevlilerin lağvedilmesinin nasıl "bazı kurumların temelde farklı tipteki diğer kurumlarla devasa bir yer değiştirmesi anlamına geldiğini, tam ve tutarlı bir şekilde akla gelebilecek şekilde sunulan demokrasinin burjuvadan proleter demokrasiye dönüştürüldüğünü" anlattı. Bolşevikleri, partinin Rusya'yı yönetemeyecek kadar küçük olduğu yönündeki suçlamalara karşı savunduğunda, şunu söyledi:
"Devlet aygıtımızı tek seferde on kat büyütmek için ‘sihirli bir yola’ sahibiz ve bu hiçbir kapitalist devletin sahip olmadığı veya sahip olamayacağı bir yol. Bu sihirli yol, çalışan insanları, yoksulları devlet idaresinin günlük işlerine çekmektir."
Komün üyeleri, işçi sınıfı içinde bu gizli büyüyü gösteren ilk kişilerdi.
Devletin Marksist analizi, “devleti parçalama” fikrinin modasının geçtiğini ve sağlık, eğitim ve refah gibi devlet tarafından yönetilen birçok hizmetin parçalanmak yerine korunması ve genişletilmesi gerektiğini savunanların sürekli baskısı altındadır. Komün üyeleri postaneyi, mezarlıkları veya okulları “parçalamadılar”; onları devraldılar ve çoğunluğun yararına çalıştırdılar. Lenin'in de dediği gibi, devrim; devletin yararlı yönlerini, onları çarpıtan ve sınırlayan kapitalist çıkarlardan ve polis ile ordu gibi baskıcı kurumlara bağlayan “telleri kesmelidir”.
Rosa Luxemburg, Ocak 1919'da yayınladığı son makalesinde Komün’e eğildi. Komün’ün, pek çok kahramanca işçi sınıfı mücadelesi gibi, nasıl korkunç bir yenilgiyle sonuçlandığını anlattı. Sonrasında ise şunu sordu:
“Tarihsel deneyimi, anlayışı, gücü ve idealizmi aldığımız o korkunç yenilgiler olmasaydı bugün nerede olurduk? Biz bu yenilgilerin temeli üzerinde duruyoruz ve bunların hiçbiri olmadan yapamayız, çünkü her biri gücümüze ve anlayışımıza katkıda bulunur.”
Komün, kadınların aktif katılımına, yaratıcılığına ve cesaretine bağlı olduğu için aynı zamanda şüphesiz "büyük bir toplumsal cinsiyet olayı" olan bir işçi sınıfı devrimiydi. Komünü rakipleri için bu kadar ürkütücü yapan şey, kadınların gözle görülür katılımıydı. Birisi bu konuda şunu yazmıştır:
“Kendilerini Komün’e adayan bu kadınların -ki sayıları çok fazlaydı- tek bir hırsı vardı: Kendilerini erkeklerin seviyesinin üzerine çıkarmak. Beyefendilerin terzileri, gömlekçileri, erkek çocukların öğretmenleri, tüm işlerin hizmetçileri hepsi oradaydı; karışıklık çıkarıyor ve çığırıyorlardı. Son günlerde, tüm bu kavgacı cadalozlar, barikatların arkasında erkeklerden daha uzun süre direndiler.”
Manş Denizi boyunca, bir Times gazetesi muhabiri bu suistimale katılarak alaycı bir dille: "Fransız milleti sadece Fransız kadınlarından oluşsaydı, ne kadar korkunç bir millet olurdu" dedi. Paris'in asi kadınları tüm ülkenin sorumluluğunu üstlenmiş olsaydı, devrimin Avrupa'ya yayılmış olabileceği düşünülebilirdi. Belki o zaman, işçi gücünün bu kısa ama ilham verici örneği bize daha fazla zaman kazandırabilirdi ve böylece işçi sınıfından insanların sosyalist bir toplum yaratmak için nasıl birlikte örgütlenebileceklerine dair daha birçok örnek sağlardı.
Kaynak: International Socialism
İLGİLİ HABERLER
Evet, polisi kaldırmak istiyoruz
"Bir toplum olarak, beynimiz öylesine yıkanmış bir halde ki problemlerimizi polisleri çağırarak ve insanları hapishaneye kapatarak çözüyoruz. Çoğu kişi şiddete çözüm olarak hapishaneler ve polisler dışında herhangi bir şeyi hayal edemiyor"
16-04-2021 18:55

Yazar: Mariame Kaba
Çeviren: Muhammed Eroğul
Evet, polisi kaldırmak istiyoruz. Çünkü herhangi bir gelişme yaşanmayacak.
Demokratlar, polis tacizini tespit etmeyi ve bunun takibini kolaylaştırmayı istiyor; Joe Biden, polis karakollarına 300 milyon dolar bütçe vermekten yana. Fakat, bunun gibi özgürlükçü reformlarla polis şiddetini sonlandırma yönündeki çalışmalar neredeyse bir yüzyıldır başarıya ulaşamadı.
Evet, polis reformu pek mümkün değil. Polis şiddetini ortadan kaldırmanın tek yolu, halkla polis arasındaki teması azaltmaktır.
Amerika Birleşik Devletleri tarihinde, polislerin siyahiler karşısındaki şiddet tutumlarının olmadığı tek bir dönem bile yoktur. Güney yerleşimlerdeki polislik, 1700 ve 1800’lü yıllarda köle devriyelerinin kaçan köleleri yakalayıp geri getirmesiyle ortaya çıkmıştır. Kuzey yerleşimlerinde ise, 1800’lerin ortasında belediyelere bağlı polis merkezleri; işçi grevlerini ve zenginlere karşı olan ayaklanmaları bastırmaya yardımcı olmuştur. Süregelen durumu korumak için (statüko) ötekileştirdikleri halklara her yerde baskı uyguladılar.
Yani, bir polis memurunun dizlerini, siyahi bir adamın boynuna o ölene dek bastırdığını gördüğünüzde, Amerika’da polisliğin makul sonuçları ortaya çıkmaktadır. Bir polis memuru siyahi birine vahşice davrandığında, işinin bunu yapmak olduğunu düşünmektedir.
İki hafta boyunca ülke genelinde yapılan protestolar, bazı kesimlerin polislere sağlanan bütçeyi kesilmesi için çağrı yapmaya itti. Öte yandan diğerleri ise bunu yapmanın bizi daha güvensiz bir hale getireceğini savundu.
Üzerinde durulması gereken ilk şey, polislerin yaptığını düşündüğünüz şeyleri yapmadıklarıdır. Zamanlarının çoğunu; gürültü şikayetlerine, park problemlerine, trafik sorunlarına ve diğer suç içermeyen konularla ilgilenmekle harcıyorlar. Brooklyn Üniversitesinde Polislik ve Sosyal Adalet Projesi Koordinatörü olan Alex Vitale, Jacobin Dergisi ile olan röportajında şu cümlelere yer verdi: “Polislerin kötü adamları yakaladığı, banka hırsızlarını kovaladığı, seri katilleri bulduğu öğretildi bize. Fakat bu tamamen ‘bir efsane’. Polislerin büyük çoğunluğu, yılda bir önemli bir suçtan tutuklama yapmaktadır. Aynı yıl içerisinde ikincisini yaptıklarında, ayın polisi ilan ediliyorlar.”
Suçluların en kötüsüne odaklanmaları için iş tanımlarını değiştiremeyiz. Yapacakları şey bu değil.
Üzerinde durulması gereken ikinci şey ise, “güvenli” bir dünya; polislerin siyahileri ve diğer marjinal kişileri tutukladığı, hapsettiği, şiddet uyguladığı ve ölüm tehditleri yoluyla kontrol altında tuttuğu bir dünya değildir.
Yıllardır polislerin kaldırılması için uğraşıyorum. Polis gücüne olan bakışınızı bir kenara bırakırsak, polislerden kurtulmak mı istiyorsunuz yoksa daha az şiddet davranışlarında bulunmalarını mı istiyorsunuz; hepimiz için ortak bir istek var: Polis sayısını ve bütçelerini yarıya indirin. Daha az polis demek; insanları öldürmeleri ve onlara şiddet uygulamaları için daha az imkan demek. Bu fikir, Minneapolis, Dallas, Los Angeles ve diğer şehirlerde ilgi toplamaya başlıyor.
Tarih, şu an nasıl davranmamız konusunda bize bir kılavuz sunduğu için değil; gelecekte daha iyi sorular sormamıza yardımcı olabileceği için yol göstericidir.
Lexow Komisyonu, 1894 yılında New York’ta polis şiddetine ilişkin ilk önemli ölçüdeki araştırmayı üstlendi. Tarihçi Marilynn Jonson’un yazdığı üzere, o yılda polislere karşı olan en yaygın şikayet; coplarıyla ve sopalarıyla polislerin vatandaşları dövme rutini olan “clubbing” idi.
Ceza yargılaması sistemini araştırmak ve “yasak” zorlaması problemini çözmek için bir araya gelen Wickersham Komisyonu, acımasız sorgulama yöntemlerine ilişkin kanıtların da dahil olduğu sert bir iddianame sundu. Suç, polisin yeteri kadar profesyonel olamamasına atıldı.
1967 yılındaki kentsel ayaklanmalardan sonra, Kerner Komisyonu; “polis davranışlarının”, gözlemlenen 24 kargaşanın 12’sinde şiddet olayları yaşanmadan önceki “nihai” sebepler olduğunu tespit etti. Raporda, polislerin daha uygun davranışlarda bulunmasını sağlamak için, “gettolardaki polis operasyonlarını gözden geçirmek” ve “yasaların uygulanması için topluluk desteği yaratmak” gibi bilinen bir dizi tavsiye listelendi.
Komisyonlar şiddeti durdurmadı; ne zaman polis şiddeti protestolara yol açsa, bir tür ayaklanma karşıtı işlevi gördüler. 1991 yılında polisin Rodney King’i dövmesine karşın benzer reformlara çağrılar yapıldı. Michael Brown ve Eric Garner’in öldürülmesi sonrası tekrar tekrar ayaklanmalar çıktı. Obama yönetiminin Başkan’ının 21. Yüzyıl Polisliği Üzerindeki Görev Gücü’nün nihai raporu, sorunlu polisleri önceden tespit etmek için; örtük ön yargı eğitimi, polis-topluluk dinleme oturumları, güç kullanma politikalarında ve sistemlerde küçük değişiklikler gibi prosedür düzenlemelerinin yapılmasını içerdi.
Bu kurulun bir üyesi olan Tracey Meares bile, “polislik, yeni değişiklikler gelmeden önce kaldırılmalıdır” sözlerini ifade etti.
Bu reformları destekleyen felsefe ise daha fazla kuralın daha az şiddet oluşturacağı yönündedir. Fakat polisler her zaman kuralları gözardı etmeye devam edecektir. Geçen yıl olan olaylara bir göz atın; polisler lastikleri kesiyor, yaşlı adamları kameralara itiyor, gazetecileri ve protestocuları tutuklayarak yaralıyordu. Bu polisler, tepkiler konusunda Daniel Pantaleo’dan daha endişeli değiller. Pantaleo, Eric Garner’ın ölümüne onu boğarak sebep olan New York’taki eski bir polistir. Bu olay gerçekleşirken olayı çeken kameramana el sallamıştı. Polis sendikalarının onu destekleyeceğini biliyordu ve haklıydı. İşinde çalışmaya beş yıldan fazla bir süre devam etmişti.
Minneapolis bu “en iyi uygulamaların” çoğunun denedi, fakat 20 yıldan fazla bir sürede 17 şiddet suçu bulunmasına rağmen Derek Chauvin’i engelleyemedi. Bu da tüm dünyanın Derek Chauvin’i, George Floyd’un boynuna neredeyse 9 dakika boyunca diziyle baskı uygulayarak nefes alışını kesmesini izlemesiyle sonuçlandı.
Neden hala aynı reformların işe yarayacağını düşünüyoruz? Taleplerimizi değiştirmemiz gerek artık. Polis şiddetini azaltmanın en iyi yolu polisin gücünü, yani; bütçelerini kesmek ve sayılarını azaltmaktır.
Fakat beni yanlış anlamayın. Halklarımızı şiddet görmeye terk etmiyoruz. Tek isteğimiz polis merkezlerini kapatmak değil, onları kullanılmayan bir hale getirmek istiyoruz.
Polis merkezlerine aktarılan milyonları; sağlık hizmetleri, barınma, eğitim ve iyi işlere sağlamaya yönlendirmeliyiz. Eğer bunu yaparsak, ilk etapta polise olan ihtiyacımız azalacaktır.
Toplumumuzda şiddeti engelleyecek başka yollar bulabiliriz. Eğitimli “toplum bakımı çalışanları”, biri yardıma ihtiyaç duyduğunda akıl sağlığı kontrollerini yapabilirler. Kasabalar, insanları hapse atmak yerine onarıcı adalet yöntemleri kullanabilir.
Peki ya tecavüzler? Mevcut yaklaşımımız hala aynı. Aslında çoğu tecavüzcü mahkeme salonunun içini bile görmemiştir. Cinsel suistimale maruz kalan insanların üçte ikisi hiç kimseye şikâyette bulunmuyor. Polis raporlarında bulunanlar ise çoğunlukla bir çözüme ulaşmıyor. Ek olarak polislerin kendisi cinsel istismar suçunu büyük ölçüde işlemekteler. 2010 yılındaki bir çalışma, cinsel suistimalin; polis şiddetinin en çok rapor edilen ikinci türü olduğu sonucuna vardı. 2015 yılında Buffalo News; her beş yılda bir, bir polisin cinsel suistimalden yakalandığı aktardı.
İnsanlar, özellikle beyazlar, polissiz bir dünya hayal ettiklerinde; bizimki kadar şiddetli, sadece hukuki yaptırımı olmayan bir toplumu tasvir ediyorlar ve ürperiyorlar. Bir toplum olarak, beynimiz öylesine yıkanmış bir halde ki problemlerimizi polisleri çağırarak ve insanları hapishaneye kapatarak çözüyoruz. Çoğu kişi şiddete çözüm olarak hapishaneler ve polisler dışında herhangi bir şeyi hayal edemiyor.
Ancak benim gibi hapishaneleri ve polisliği ortadan kaldırmak isteyen kişiler; bireysellik yerine iş birliği ve kendini korumak yerine ortak yardımlaşma üzerine kurulu farklı bir toplum vizyonuna sahipler. Barınmada, yiyecekte ve eğitimde harcayacak milyonlarca ekstra dolarımız olsaydı ülkemiz nasıl olurdu? Toplumdaki bu değişim bir anda gerçekleşemez, fakat protestolar; çoğu insanın farklı bir güvenlik ve adalet vizyonunu kucaklamaya hazır olduğunu gösteriyor.
Sokaklar sakinleştiğinde ve insanlar tekrardan daha fazla siyahi polise ihtiyacımız olduğunu ya da daha fazla sivil inceleme kurulları oluşturmamızı önerdiğinde, umarım bu çabaların hiçbir zaman başarıya ulaşmadığını hatırlarız.
Kaynak: The New York Times
25 yıllık küresel karbon emisyonunun üçte birinden dünyanın en zengin yüzde 5’i sorumlu
“Aşırı tüketimi azaltmak zorundayız, bunun için en iyi başlangıç da karbon emisyonları haddini çok aşan kirletici üst tabakanın aşırı tüketimini azaltmak olur.”
14-04-2021 15:50

Yazar: Brett Wilkins
Çeviren: Umut Devrim Çelik
Dünya liderleri Kasım ayında İskoçya’da yapılacak olan BM İklim Konferansına hazırlanırken, Cambridge Sürdürülebilirlik Komisyonu’nun yayınladığı yeni bir rapor 1990-2015 arası küresel karbon emisyon artışının en az ⅓’inden dünyanın en zengin %5’inin sorumlu olduğunu ortaya koydu.
Yaşam Tarzımızı Değiştirmek: Davranış Değişimi ve İklim Krizi başlıklı rapor, mutlak küresel emisyon artışının neredeyse yarısının en zengin %10’dan kaynaklandığını, sadece en zengin %5’in emisyon artışının %37’sinden sorumlu olduğunu keşfetti.
Raporun giriş bölümünde “Birleşik Krallık’ın COP26’ya (26. BM İklim Konferansı) ev sahipliği yapacağı yılda, hükümetin Britanya’da çevreyi en çok kirletenlerin bazılarını vergi indirimleriyle ödüllendirmeye devam ettiği bir dönemde, komisyonun bu raporu mevcut yöntemin neden Birleşik Krallık’ın iklim hedeflerine ulaşmak için uygun olmadığını gösteriyor,” diye belirtiliyor.
Raporun yazarları Birleşik Krallık politikacılarını bu “kirletici üst tabakaya” odaklanarak zenginleri daha sürdürülebilir davranışlara yöneltmeye, bir yandan da “daha yoksul hanelere ucuz, düşük karbonlu alternatifler” sağlamaya çağırdı.
Rapor, Birleşik Krallık’ın küresel ısıtmayı sanayi öncesi seviyelere kıyasla 1.5°C seviyesine indirgeme hedefine ulaşmak adına bu “kirletici üst tabakanın” yaşam tarzlarında “belirgin” değişiklikler yapmaları gerektiğini ortaya koydu. Söz konusu iklim hedefi, Paris iklim anlaşmasının tercih edilen hedefine dayanarak belirlenmişti.
Et tüketimini ve yiyecek atıklarını azaltma, elektrikli araçlara ve güneş enerjisine yönelme gibi daha önceki önerilerini vurgulamanın yanında, komisyon raporu politikacılara aşağıdaki adımları öneriyor:
- Sık uçuş vergisi uygulayın,
- Arazi araçları ve benzeri aşırı kirletici araçların satışı ve reklamına dair yasaklar getirin,
- Birleşik Krallık’ın evler ve elektrikli araçlara yönelik yeşil yardımları kesme hamlesini geri çekin,
- Elektrikli toplu taşımayı ve ortak enerji planlarını destekleyerek adil geçiş süreçleri sağlayın.
Raporun başyazarı Sussex Üniversitesi profesörü Peter Newell, BBC’ye verdiği demeçte “Aşırı tüketimi azaltmak zorundayız, bunun için en iyi başlangıç da karbon emisyonları haddini çok aşan kirletici üst tabakanın aşırı tüketimini azaltmak olur,” diye belirtti
“Bunlar en çok uçan, en büyük araçları en çok kullanan, en büyük evlerde yaşayıp bunları ısıtmaya çok rahat para ayırabilen, bu yüzden de yalıtımlı olup olmadıklarını umursamama eğilimli insanlar,” diyor Newell. “Ayrıca isteseler düzgün yalıtıma ve güneş panellerine de rahatlıkla para ayırabilecek insanlar.”
Newell’a göre zenginler “daha az uçup daha az otomobil kullanmalı. Elektrikli bir arazi aracınız bile olsa enerji sistemi ve daha en başta otomobili yaparken ortaya çıkan emisyon açısından bir yük olacaktır.”
“Çok uçan zenginler emisyonlarını ağaçlandırma planları ya da havadan karbon toplama projeleriyle telafi edebileceklerini sanabilir. Ancak bu planlar oldukça tartışmalıdır ve hiçbiri zaman içinde kanıtlanmamıştır.”
Rapor son olarak “hepimiz bir yolculuktayız ve son durağımız belirsiz. Nereye gitmek istediğimiz ve nasıl gideceğimize dair, farklı teorilere ve çeşitli değerlere dayanan ve birbiriyle çelişen pek çok yol haritası var,” diyor.
“Daha önce olumlu değişimler sağlamış olmamız umut verici, evimiz dediğimiz bu gezegende farklı ama iyi yaşamak için gerekenleri yapma isteğine dair de en azından bir takım olumlu işaretler mevcut,” diye belirtiliyor.
Rapor, Eylül 2020 tarihli bir Oxfam araştırmasına uyuyor. Araştırma, dünya nüfusunun en zengin %1’inin, en yoksul %50’nin toplamının iki katından daha fazla karbondioksit emisyonuna yol açtığını göstermişti.
Kaynak: Common Dreams
Yuri Gagarin ve uzay mirası
Yuri Gecesi şerefine, uzaya giden ilk insan Yuri Gagarin hakkında daha fazla bilgi edinin!
12-04-2021 22:13

Çeviren: Dicle Yılmaz
Bu makale, her yıl 12 Nisan'da dünya çapında kutlanan “Yuri Gecesi”nin şerefine yazılmıştır.
Uzay uçuşu tarihindeki en ilham verici figürlerden biri Yuri Gagarin'dir. Rus Sovyet pilotu ve kozmonot olan Gagarin, uzaya giden ilk insandır. 12 Nisan'da Vostok uzay aracıyla Dünya'nın yörüngesinde bir tur dönmesiyle tarihe geçmiştir.
HAYATININ İLK YILLARI VE GENÇLİĞİ
Yuri Gagarin, 1934'te Rusya'nın Klushino adlı küçük bir köyünde dünyaya geldi. Ailesi bir çiftlikte çalışıyordu ve iki erkek bir de kız kardeşi vardı. Ancak bu dönem, II. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insanın Nazi işgalinden etkilendiği talihsiz bir dönemdi. Gagarin ve ailesinin de onlardan farkı yoktu. 1941'de, Yuri yaklaşık 7 yaşındayken bir Nazi subayı ailesinin evini ellerinden aldı. Yuri ve ailesi, yaklaşık iki yıl boyunca evlerinin arka bahçesindeki küçük, çamurdan bir kulübede yaşamak zorunda bırakıldı. Savaş sona erdikten sonra ailesiyle 1946'da yakınlardaki Gzhatsk kasabasına taşındı.
Yuri, 16 yaşında akşam derslerine girerken aynı zamanda Moskova yakınlarındaki bir çelik fabrikasında dökümcü olarak çıraklık yapmaya başladı. Bir yıl sonra hem çıraklık hem de akşam dersleri aldığı okuldan mezun oldu ve ardından Saratov Endüstri Teknik Okulu'na eğitim almak üzere seçildi. Oradaki boş zamanlarında Yuri, Sovyet Hava Üssü öğrencisi olarak hafta sonları eğitim aldı ve bir uçuş kulübünde uçak kullanmayı öğrendi.
1955'te Teknik Okuldan mezun olduktan sonra Yuri, Sovyet Ordusu tarafından askere alındı ve Orenburg'daki Birinci Chkalov Hava Kuvvetleri Pilot Okuluna gönderildi. Bu okulda Yuri, 1957'de MiG-15 savaş uçağını tek başına kullanırdı. Mezun olduktan sonra Kasım 1957'de Sovyet Hava Kuvvetlerinde Teğmen oldu. Yuri Gagarin iki yıl sonra, 1959'da 25 yaşındayken Kıdemli Teğmenliğe yükseldi.
UZAYA GİDEN İLK İNSAN
1960 yılında Yuri ve diğer 19 pilot, kapsamlı bir araştırma ve seçim sürecinin ardından Sovyet uzay programı için seçildi. Bu 20 pilotluk gruptan Yuri ve diğer beş pilot seçkin Sochi Six eğitim grubuna alındı. Sonrasında Yuri, Vostok uzay aracının ilk fırlatılışı için kozmonot olarak seçildi.
Vostok 1, Yuri komutasında12 Nisan 1961 06:07 UTC’de Kazakistan'dan uzaya fırlatıldı. Uzay aracı 108 dakika boyunca yörüngede döndü, ardından Dünya'ya geri döndü. Yuri Gagarin artık uzaydaki ilk insan ve aynı zamanda Dünya'nın yörüngesine giren ilk insan olmuştu. Vostok'un Dünya'ya yeniden girişini yavaşlatacak motoru olmadığı için Yuri, iniş alanının 7 km yukarısında aracı terketti ve Dünya'ya paraşütle indi.
UZAY YOLCULUĞU SONRASI
Uzaya yaptığı yolculuğun ardından Yuri Gagarin sadece Sovyet Uzay Programı’nda değil, dünya çapında da ünlü bir kahraman haline geldi. Yuri’ye 'Sovyetler Birliği Kahramanı' unvanı verildi ve dünyada uzaya insan gönderen ilk devlet olan Sovyetler Birliği'ni tanıtmak için yoğun bir programla yurtdışında seyahat etti.
Yuri, uçuşundan bir yıl sonra, 1962'de Sovyetler Birliği Vekili oldu ve Genç Komünist Birliği Merkez Komitesine seçildi. Sovyet Hava Kuvvetleri'ne Teğmen olarak atandı. Daha sonra 1963'te, 29 yaşındayken Albaylığa terfi edildi.
Yuri, sonraki birkaç yılı hem bir kozmonot tesisinde yeniden kullanılabilir bir uzay aracı tasarımları üzerinde çalışarak hem de ona tayin edilen çeşitli görevler ve tanıtım etkinlikleri ile ilgilenerek geçirdi. Ne yazık ki, 27 Mart 1968'de, uzaya giden ilk insan 34 yaşında, henüz gençken bir eğitmenle talim uçuşu yaptığı sırada uçak kazasında yaşamını yitirdi.
Yuri Gagarin, günümüzde de milyonları motive etmeye devam eden, ilham verici bir mirası geride bıraktı. Yuri Gagarin’in uzaya giden ilk insan olması ve onunla aynı yolu izleyen insanlara ilham kaynağı ve dönüm noktası olmasının şerefine, Yuri Gecesi dünya çapında her yıl 12 Nisan’da kutlanır.
Kaynak: UC Science
‘Dünyayı değiştirmek için dünyadayım’: Käthe Kollwitz’in sanatı ve yaşamı
"Yirminci yüzyılın en iyi kadın sanatçılarından birinin yaşamının ve çalışmalarının uluslararası sosyalizmin demokratik, eşitlikçi davasıyla ayrılmaz biçimde bağlantılı olması tesadüf olamaz."
12-04-2021 01:00

Yazar: Joanne Laurier
Çeviren: Selin Yegin
Massachusetts eyâletinde yer alan Worcester Sanat Müzesi’nde şu anda gösterimde olan bir litografi sergisi, Avrupalı ustaların (Goya, Delacroix ve diğerleri) ve on dokuzuncu yüzyıl litograflarının (Daumier ve Whistler) eserlerinin yanı sıra daha modern sanatçıları da içermektedir. Bu son kategoride yer alan bir parça, Alman sanatçı Käthe Kollwitz’in (1867-1945) 1909 yılına ait, Mavi Şallı Kadın adını verdiği eseridir.
Dalgın fakat yakıcı bakışları olan orta yaşlı bir kadının bu kasvetli litografı, Kollwitz’in hayatı boyunca eserlerinde tasvir ettiği emekçi kesimlerin birçok özelliğini yansıtıyor. Eser, işçi sınıfının toplumsal kurban olarak rolüne vurgu yapan daha yaygın yaklaşımdan kaçınan sanatçının, işçi sınıfını toplumsal dönüştürücüler ve olayların öznesi olarak tasvir etme konusundaki kararlılığını gösteriyor.
Kollwitz’in eserindeki özne aşağı doğru bakmaktadır. Kadının bakışları derin ve yalnız, ancak yoğunluğu şimdinin ötesine uzanmakta. Onun kaygıları ve belki de uzaktaki umutları, genel insanî duruma değinir. Kadın, toplum tarafından hırpalanmış olsa da yenilmiş değildir. Herkes, ona vurulan her darbe için gelecekteki hesaplaşmanın planlı ve kusursuz olacağını hisseder. Litograf sakindir ama yine de duygusal ve derinde hissedilen bir etki taşımaktadır. Kollwitz, tasvir ettiği karakterin gücü ve her ne kadar baskılansa da zekâsı konusunda ısrar etmiştir.
Mavi Şallı Kadın, nüfusun geniş kitlelerinin karşı karşıya olduğu koşullara sanatsal bir ifade vermeye kendini adayan yaratıcısının muazzam teknik becerilerini sergilemektedir. Kollwitz’in yaşamı ve kariyeri, başka pek çok sanatçı gibi, Alman işçi sınıfının artan öz farkındalığıyla, sosyalist emelleriyle ve onun tüm güçlü ve zayıf yönleriyle birlikte siyasi örgütlenmesiyle iç içeydi.
Käthe Kollwitz, Doğu Prusya’nın Königsberg kentinde 1867 yılında dünyaya geldi. Kendisi, sosyal ve ahlaki idealizm merkezli eleştirel düşüncenin serpildiği bir atmosferde büyüdü. 1848 Devrimi’nin teşvik ettiği sosyalizm ruhuna Kollwitz’in ailesinde saygı duyulmasının yanı sıra babası Karl Schmidt de Marx ve Engels’in etkisiyle kurulan Almanya Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) katılmıştı. Kollwitz’i Goethe ile tanıştıran büyük abisi Konrad Schmidt de SPD’nin önde gelen üyelerinden biri oldu. (Sonraki yıllarda Kollwitz, muhtemelen kendisi için koyduğu bir hedefi işaret ederek şöyle dedi: “Goethe’nin hayatıyla ilgili en dikkat çekici şeylerden biri, onun her şeyi öğrenme ve her konuda görüş belirtme çabasıdır.”) Kendisi daha çocukken babası, kadın oluşu gibi “talihsiz” bir gerçeğe rağmen, onun sanat alanında bir kariyerinin olacağının alnında yazılı olduğunu hissetmişti.
Kollwitz, 1891’de abisinin çocukluk arkadaşı olan ve Berlin’in bir işçi mahallesinde bir tür sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti uygulayan Dr. Karl Kollwitz ile evlendi. I. Dünya Savaşı’nın, oğlu Peter’ı elinden alması, Kollwitz’in sanatının kaçınılmaz duygusallığını ve savaş karşıtı karakterini artırdı. Kendisi daha sonrasında Rus devriminden büyük ilham aldı. Hitler 1933’te iktidara geldiğinde Kollwitz, Berlin Sanat Akademisi’nden kovuldu ve eserleri Alman müzelerinden kaldırılıp yok edildi. Sosyalist ve komünistlerle bağlantısından dolayı kin ve artan kısıtlamalarla karşılaştı ancak hiçbir zaman tutuklanmadı. Kollwitz; 1945’te, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde hayata veda etti.
LİTOGRAFİ
İlk zamanlarda Kollwitz, resmin aksine grafik sanatlarına bir iletişim aracı olarak ilgi duyuyordu. Çalışmalarının orta derecede fiyatlandırılmasının ve yaygın olarak erişilebilir olmasının son derece önemli olduğunu hissediyordu. Kollwitz, sanat için sanat anlayışını reddederek sanatın bir iletişim aracı olması gerektiğine tutkuyla inanıyordu.
Dokumacıların İsyanı adını verdiği bir dizi baskı, 1898’deki Büyük Berlin Sanat Sergisi’nde büyük sansasyon yarattığında tanınmış bir sanatçı konumuna geldi. Altı baskıdan oluşan ve Silezyalı işçilerin 1844’deki ayaklanmasını tasvir eden Dokumacılar; yoksulluk, ölüm, komplo, öfkeli dokumacılar alayı, ev sahibinin evine saldırılması ve askerlerin tüfekleriyle gelen ölümün dramatik bir yaklaşımını yansıtmaktadır.
“Bu, sınıf bilincine ulaşmış sanatın bir işaretiydi. Neredeyse ilk kez, işçinin durumu ve pozisyonunu iyileştirmek için verdiği çağlar boyu süren mücadele, resimlerde sempatik bir konuma geldi… Millet’in köylüyle yaptığı şeyi Kollwitz de işçiyle yaptı. Bir yaşam biçimi düşündü ve insanî bir dünya öngördü.” (Carl Zigrosser tarafından seçilen ve tanıtılan Prints and Drawings of Käthe Kollwitz) Bu seri ona, çalışmalarını “sefil” bir sanat olarak nitelendirip azarlayan ve altın madalya ödülünü veto etmek için müdahale eden Kaiser’in öfkesini kazandırdı.
Kollwitz’in ikinci baskı dizisi 1902-1908 arası üzerinde çalıştığı Köylü Savaşı idi. On altıncı yüzyıl köylü ayaklanmasının bir yorumu olan seri, Dokumacıların İsyanı’nda olduğu gibi, yoksulların dayanılmaz yaşam koşullarına (bu durumda kırsal kesim yoksulları) vurgu yaptı. Seride alışılmadık olan şey yedi baskının dördünde de ana karakterin kadın olmasıdır. Kadının evrensel anne, koruyucu ve savaşçı olarak sesini duyurma arzusu, çalışmalarında giderek daha eksiksiz bir ifade bulmaya başladı. Serideki ikinci baskı olan Tecavüz, batı sanatında cinsel şiddetin kadın kurbanını duygudaşlıkla tasvir eden en eski resimlerden biridir.
I. DÜNYA SAVAŞI
I. Dünya Savaşı, Sosyal Demokrasi’nin ihaneti (Kollwitz’in değerlendirmesinden bağımsız), oğlunun o savaşa kurban gitmesi, 1917’deki Rus Devrimi ve başarıya ulaşamayan 1918-1919 Alman devrimi gibi devasa olayların etkisi, Kollwitz’i sanatın amacını ve tekniğin bir sanat eserindeki anlamla olan ilişkisini yeniden değerlendirmeye zorladı. Savaş ve sosyal devrim zamanlarında sanata getirilen yeni gereksinimlerle birlikte daha önceki çalışmalarında tutkuyla kullandığı oyma gibi birçok yöntemin yersiz gözüktüğüne karar verdi.
Kollwitz 1919’da günlüğüne şunları yazdı: “Litografi artık bana kullanabileceğim tek teknik gibi geliyor. Bu bir teknik bile sayılmaz, o kadar basit ki. Sadece temel unsurları önemli.”
1919’da Kollwitz, Rosa Luxemburg ile birlikte devrimci Spartaküs Birliği’nin liderliğini yapmış olan Karl Liebknecht’in cenazesini anmak için sanatıyla görev aldı. Liebknecht ve Luxemburg, emperyalist savaşa karşı çıktıkları ve sosyalist enternasyonalizmi savundukları için, 1919’da SPD’nin sağ kanadına önderlik edenlerin suç ortaklığıyla, gerici askerler tarafından öldürüldüler.
Karl Liebknecht’in Cenazesi, Kollwitz’in Liebknecht cinayetinin işçi sınıfında neden olduğu ruhsal çöküşleri yakaladığı sarsıcı bir parçadır. Ahşap gravür, ölen liderin cesedi etrafında hüzünlü bir şekilde kalabalık oluşturan ve ciddiyetle saygılarını sunan işçileri gösterir. Kollwitz, bu durumu natüralizm ve sembolizmin bir kombinasyonuyla birlikte resmediyor ve nüfusun duygusal ruh halini bir Hristiyan Ağıtı tarzında ortaya çıkarıyor.
Liebknecht anıtı hakkındaki yazıda Kollwitz, kendi içsel sanatsal sürecinden bir şey ortaya çıkarmaktadır: “Bir sanatçı olarak her türlü şeyden duygusal içeriği elde etmek, bir şeylerin beni etkilemesine izin vermek ve daha sonra o şeylere dıştan bir şekil vermek benim hakkım. Bu yüzden de işçi sınıfının Liebknecht’e vedasını tasvir etme ve hatta Liebknecht’in politik olarak peşinden gitmeden eseri işçilere adama hakkına sahibim. Yoksa bu böyle değil midir?”
Savaşın acımasız sonuçları hakkındaki düşüncelerinin bir kısmı, 1923’te, kadının bir eş ve anne olarak 1914-1918 yıllarında gerçekleşen küresel katliama verdiği tepkiyi tasvir eden Savaş ismindeki yedi ahşap gravürden oluşan bir seri halini aldı. Serideki en popüler eser Gönüllüler, Azrail’den başkası olmayan bir lideri takip eden dört kişilik bir grubu göstermektedir. 1916’da Kollwitz şunları yazdı: “Savaşın saçmalığına ikna olduğumu düşündüğümde, kendime hangi yasayla yaşamak gerektiğini soruyorum tekrar… Asla hepsini tam olarak anlayamayacağım. Ancak, oğullarımızın, Peter’ımızın [Kollwitz’in oğlu], iki yıl önce temiz kalpleriyle savaşa gittiği ve Almanya için ölmeye hazır olduğu çok bariz. Neredeyse hepsi hayatlarını kaybetti. Almanya’da ve Almanya’nın düşmanları arasında milyonlarcası öldü… Eğer savaşı yalnızca bir delilik olarak görürsem, sana ihanet mi etmiş olurum Peter?”
Kendi kariyeri boyunca bir annenin ölmüş çocuğunu kucakladığı yürek parçalayıcı, savaş karşıtı temaları birçok farklı yolla yeniden ele almıştır.
Kollwitz’in yirminci yüzyılda Alman ve uluslararası sosyalizmin değişimi hakkındaki görüşleri tam olarak bilinmemektedir. Kendisi politikacı değildi, tam tersi büyük bir dürüstlük ve ciddiyet sanatçısıydı. Ancak, kendisinin genel görüşleri onun eylemlerinden öğrenilebilir.
1924 yılında Kollwitz, Sovyetler Birliği’nde yer alan, Alman sanatını içeren bir sergide yer aldı ve 1927’de, Ekim Devrimi’nin 10. yılı nedeniyle o zamanlar Stalinizasyon sürecinin içinde olan SSCB’yi ziyaret etmek için davet edildi. Dikkat çekici “aydınlanma komiseri” Lunacharsky, An Exhibition of the Revolutionary Art of the West adlı makalesinde Kollwitz’in çalışmalarını ele alarak şunları yazdı: “Gerçekten takdire şayan ‘mum boyalı bu öncü,’ ileri yaşlarına rağmen kendi tarzını yeniden değiştirdi. Bu, sanatsal anlamda sıradışı realizm olarak tanımlanabilecek şekilde başladı fakat şimdi Kollwitz’in gelişiminin sonuna doğru, salt afiş tekniğiyle gittikçe daha baskın hale geliyor. Kendisi ani bir etkiyi hedeflemektedir bu sayede de ilk bakışta kişinin kalbi sıkışır ve sözcükler boğazına dizilir…”
“Gerçekçilikten farklı olarak onun sanatı, gereksiz ayrıntılarda kendini kaybetmesine asla izin vermediği ve ani bir etki yaratma amacının gerektirdiğinden fazlasını barındırmayan bir sanattır. Diğer yandan, amaç ne olursa olsun, Kollwitz, onu mümkün olan en ileri görsel canlılıkla ifade eder.”
Bir grup Rus sanatçının teşvik etmesiyle Kollwitz, 1932’de Dayanışma: Aviamarş* adlı bir afiş yaptı. Sanatçı, “Rusya’ya karşı olan emperyalist bir savaşla ilgili tutumumu net bir şekilde ifade etmek için, ‘Sovyetler Birliği’ni koruyoruz (Aviamarş)’ yazısıyla bu taş baskıyı çizdim” şeklinde açıklama yapmıştır.
Kariyerinin ikinci yarısında Kollwitz, Savaş, Bir Daha Asla! gibi ünlü savaş karşıtı afişlerini tasarladı. Ayrıca, bitmesi 17 yıl alan oğlu Peter’ın anıtını da tamamladı ve son bir litograf serisinde ölüm teması üzerine yoğunlaştı.
1941 yılında hayatının sonuna doğru Kollwitz, işçi sınıfına olan sanatsal ve estetik bağlılığının kaynağını anılarında şu şekilde özetledi: “Bundan sonra işçilerin hayatının tasvirine karar verirken asıl amacım o dünyadan seçilen motiflerin basit ve kayıtsız şartsız güzel olarak algıladığım şey olmasıydı… Burjuvaziden insanlar benim için hiç de çekici değillerdi. Burjuva hayatı tamamen gelenekçi geliyordu bana. Öte yandan proletaryanın harika bir tarzı vardı.
Ancak çok sonrasında, proleter yaşamın derinliklerindeki trajediyle ve zorlukla, büyük ölçüde eşim aracılığıyla tanıştığımda, eşime yardım istemek için gelen kadınlarla tanıştığımda, proletaryanın kaderini tüm gücüyle birlikte gerçekten anladım.”
Yine başka bir dünyanın raydan çıkmış dehşetiyle karşı karşıya kalan Kollwitz, buhranlı bir dönemde yaşamasına rağmen, dönemin diğer sanatçılarından ayrı olarak hiçbir zaman yanlış yola sapmadığını ve umutsuzluğa yenik düşmediğini gösterdi. Ölümünden bir yıl önce, 1944 yılında günlüğüne yazdığı bir yazıda kendisi şunları söyler: “Her savaş yeni bir savaşın çağrısıdır, ta ki her şey paramparça olana kadar… İşte bu yüzden bu deliliğe tüm kalbimle radikal bir son vermek istiyorum ve işte bu yüzden tek umudum dünya çapında bir sosyalizmde…”
Yaratılacak duygusal etki yoluyla eylem çağrısı yapmak için kullandığı politik sanatında Kollwitz, amaçları araçların önüne koyan bir sanatçı olarak tekniğe fazlasıyla kafa yordu. Bu nedenle, 1920’den ölümüne kadar olan süreçte adeta yalnızca litografiye geri döndü. Bu seçim zorluk çekmeden gerçekleşmedi çünkü zaman zaman “sanatının nesnesiyle koruması gereken eleştirel mesafeyi kaybediyor, bu da onların duygusallığın kıyısında tehlikeli bir şekilde dolaşmalarına izin veriyor” gibi görünüyordu (Kollwitz Reconsidered, Elizabeth Prelinger).
Kollwitz’in son çalışmalarının en iyileri, tarzının akışkanlığının tutumlu bir görselliğe, duygusallıktan yoksun ama sempatik imgelere dönüştüğü eserlerdir.
TARAFSIZ SANAT VS TARAFLI SANAT
Soyut sanatın popülerleştiği bir dönemde Kollwitz, insanlığın yüzleştiği büyük soruları tasvir etme dürtüsündeki temsili formlara sadıktı. Sanatçı, 1920 yılında şunları kaleme aldı: “Çizdiğimde ve çizdiğim korkmuş çocukla birlikte ağladığımda, taşıdığım yükü gerçekten hissettim. Savunucu olmanın getirdiği sorumluluktan vazgeçmek gibi bir lüksüm olmadığını hissettim. İnsanların acılarını, dağ gibi birikmiş asla bitmeyen acıları dile getirmek benim görevim.”
İnsanlığın ıstırabının derinliklerini kayıt altına alma amacıyla Kollwitz, 1916’da “Tarafsız bir atölye sanatı başarısız ve dayanıksızdır çünkü canlı kökler oluşturmayan herhangi bir şey neden var olsun ki?” dedi ve 1922’de de “Tarafsız sanatın kendi içinde bir amaç içermediği binlerce kez söylenebilir. Çalışabildiğim sürece sanatımla bir etki yaratmak isterim” şeklinde beyanda bulundu.
Kollwitz’in “tarafsız sanat” eleştirisi belirli bir tarihsel bağlamda anlaşılmalıdır. Marksistler, tabiri caizse, taraflı sanatı “tarafsız sanata” tercih etmeyi değil, aksine belirli tarihi anlarda birini veya diğerini meydana getiren sosyal ve düşünsel şartları anlamayı kendi görevleri olarak görürler.
Rus Marksist Plekhanov, “sanat için sanat” görüşünü, dış dünyayı kökten dönüştürmeye yönelik önceki başarısızlıklar ile bağlantılı bir hayal kırıklığı ile ilişkilendirdi. Tarafsız kökleri olan bu ruh hali, sanatçının kendi faaliyetinin içsel işleyişinde ve tamamen biçimsel tarafında artan bir saplantıyla birleştiğinde içe dönüş gösterme eğilimindedir.
Plekhanov, bu soruyu detaylandırarak şunları yazar: “Belirli bir ülkenin sanatçıları bir dönem ‘dünyevi ajitasyon ve çekişme’den uzak dururken ve bir başka dönemde çekişme ve ajitasyona özlem duyuyorlarsa, bu birisinin onlara farklı dönemlerde farklı ‘görevler’ buyurduğu için değil, belli sosyal koşullarda bir düşünce tarzı ve diğer durumlarda başka bir düşünce tarzı tarafından hükmedildikleri için…”
“Sanatçılar ve sanatla yakından ilgilenen insanlar sosyal çevreleriyle ümitsizce uyumsuz olduklarında sanat için sanat inancı doğar. Sözde faydacı sanat görüşü, başka bir deyişle, yaşam olguları üzerindeki yargıların önemini kendi eserlerine uygulama eğilimi ve sosyal çekişmede yer almak için ona daima eşlik eden neşeli şevk, toplumun önemli bir kesimiyle yaratıcı sanata az çok ilgisi olan insanlar arasında karşılıklı sempatinin olduğu her yerde ortaya çıkar ve yayılır.”
Kollwitz, toplumun önemli bir kesimine, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarındaki sosyalist işçi sınıfı hareketlerine sempati duyan bir sanatçıydı ve bu genel ortamda destek ve entelektüel dayanak noktaları buldu. Örneğin, kendisi günlüğüne şunları yazdı: “Savaşa karşı uluslararası bir toplumla çalıştığımı fark ettiğim böyle anlarda içten bir tatmin duygusuyla doluyorum.”
Bu yoğun sanatsal ve psikolojik bağlılığı, “proletaryanın kaderinin tüm gücüyle kavranmış olmak” olarak ifade etti.
Ne tür bir kaynaktan böyle bir duyarlılık ortaya çıkar? İnsanların acı çekmesine duyduğu nefret ve bu duruma karşı olan duyarlılığı nasıl açıklanabilir?
ALMAN SOSYAL DEMOKRASİSİ
Kollwitz, uluslararası işçi sınıfı için eşik atlatıcı bir deneyim olan 1871’deki Paris Komünü’nden dört yıl önce dünyaya geldi. On dokuzuncu yüzyılın son on yılları, Almanya’daki SPD önderliğinde işçi sınıfının devrimci öz farkındalığının muazzam bir şekilde büyümesiyle tanımlanabilir. Bismarck rejimi, SPD’yi bastırmak için 1878 ile 1890 yılları arasında sosyalist karşıtı yasaları yürürlüğe koydu. Bu yasalar en sonunda başarısız oldu ve 1890’dan sonraki dönem, bastırılmış enerji ve faaliyetin patlak vermesine tanık oldu.
The Alternative Culture: Socialist Labor in Imperial Germany eserinde Vernon Lidtke, SPD’nin çok çeşitli kültürel ve eğitsel faaliyetlerinin bir resmini ortaya koyar. Birçok çelişkisine rağmen bu faaliyetler, sanatçılar da dâhil olmak üzere en kıdemli işçiler ve entelektüellerin fikirlerinde ve hayatlarında geniş kapsamlı etkiye sahip oldu. Kollwitz doğrudan katılımcı olsa da olmasa da bu onun entelektüel ve sanatsal gelişimi için önemli bir temel oldu. Bu tarihi bir kenara bırakırsak, onun çalışmalarını tam olarak anlamak mümkün değildir.
1891 yılında SPD, Berlin İşçi Eğitim Okulu’nu kurdu. Kollwitz’in kardeşi Konrad Schmidt, 1898-1899 arası oranın öğretim kadrosundaydı. 1906’da SPD, bir sürü teorik ve tarihi meselenin tartışıldığı, Franz Mehring ve Rosa Luxemburg’un eğitmen olarak belirgin bir şekilde öne çıktıkları Parti Okulu’nu kurdu.
Kültürel hayatla daha doğrudan ilişkide olarak Lidtke, “Sosyal Demokrat partiye ve bağımsız sendikalara bağlı gönüllü derneklerin (Vereine) giderek büyüyen geniş ağına” işaret ediyor. “Esas olarak bu dernekler sayesinde Sosyal Demokratlar ve örgütlü işçiler, işçi hareketinin Alman toplumundaki ayırt edici profilinin büyük bir kısmını oluşturan sosyal ve kültürel ortamı yarattılar.”
Lidtke jimnastik kulüplerinden, şarkı söyleme topluluklarından doğa bilimci gruplara ve işçilerin tiyatroyla alakalı topluluklarına kadar en az 20 farklı dernek türünün birçok çeşitteki faaliyetlerini anlatır. Örneğin 1892’de, işçilerin şarkı söylediği 319 toplulukta 9150 üyeyi temsil eden 14 bölgesel dernekten delegeler, ulusal kongreleri için Berlin’de bir araya geldiler.
Lidtke, 1910-1913 arası doğrudan SPD tarafından organize edilmiş sanatsal programları da listeler. Örneğin, 1909-1910 sezonunda parti; Goethe, Schiller, Heine ve diğerlerinin eserlerinin sergilendiği 97 şiir akşamı düzenledi. 1912-1913 müzikal sezonunda Beethoven, Handel, Liszt, Mendelssohn, Mozart, Wagner ve diğerlerinin müziklerini sunan, 84 bin 513 insanın katılımıyla gerçekleştirilmiş 159 konser yer aldı. İşçi kütüphanelerinde de büyük bir genişleme gerçekleşti. Tarihte hiçbir zaman bastırılan bir sınıf kendi kendini yetiştirme ve kendi kendini aydınlatmayı sistemli bir şekilde organize etmemişti. Lidtke’nin atıf yaptığı etkinliklerin sayısı dahi oldukça etkileyici.
İşçi sınıfının kültürel yükselişine SPD tarafından yapılan vurgu, 1916’da Rosa Luxemburg tarafından Franz Mehring’e, Mehring’in 70. yaş günü vesilesiyle yazılan mektupta şöyle belirtildi: “On yıllardır hareketimizde kimsenin asla dolduramayacağı özel bir yer edindiniz. Tüm görkemiyle gerçek kültürün temsilcisisiniz. Marx ve Engels’in belirttiği gibi, eğer Alman proletaryası klasik Alman felsefesinin tarihî varisi ise, o halde bu vasiyeti uygulayan da sizsiniz demektir. Burjuvazinin bir zamanlar ihtişamlı olan kültüründen kalan değerli her şeyi kurtardınız ve onu bize, sosyal olarak mirastan mahrum bırakılanların topluluğuna siz getirdiniz. Kitaplarınız ve makaleleriniz sayesinde Alman proletaryası yalnızca Alman felsefesi ile değil, klasik Alman edebiyatıyla da yalnızca Kant ve Hegel ile değil, Lessing, Schiller ve Goethe ile de yakın temasa geçti.”
Öyle ya da böyle, Kollwitz’in çabalarının bu sosyalist kültürle ilişkili bir şekilde görülmesi gerekir.
Alman Sosyal Demokrasisi ve İkinci Enternasyonal’in çöküşü bu davaya büyük darbe vurdu. Ama bu, genel olarak bunalım ve umutsuzluk doğurmadı. Sınıf bilincine ulaşmış milyonlarca işçi bu olayları sosyalizme, tüm yaşamlarına yol gösteren ilkelere ve örgütlerinin politikasına ihanet olarak değerlendirdiler. 1914’ün ihanetleri 1917’de Ekim Devrimi ile “yanıtlandı”.
Bu olaylar Kollwitz’i de yara almadan bırakmadı. Nisan 1917’de oğlu Hans’a yazdığı bir mektupta, bu karışıklıkların sonuçlarını ve onlardan alınan dersleri şunları diyerek ele alır: “Sevgili Hans’ım! Biliyorsun ki savaşın başında hepiniz şunları söylemiştiniz: Sosyal Demokrasi başarısız oldu. Biz de enternasyonalizm fikrinin hemen bir kenara bırakılması gerektiğini söylemiştik, ancak milli olan her şeyin arkasında uluslararası ruh var olmaya devam eder. Daha sonra bu fikrim neredeyse tamamen yok oldu; şimdi ise yeniden canlandı. Milli ruhun bugünkü haliyle gelişmesi çıkmaza götürür. Ulusun hayatını koruyan, ancak uluslararasındaki ölümcül rekabeti ortadan kaldıran bir çözümün bulunması acil bir ihtiyaç. Rusya’daki Sosyal Demokratlar gerçeğin dilini konuşuyorlar. İşte bu enternasyonalizmdir. Tanrı biliyor ya, vatanlarını seviyorlar.”
“Bana öyle geliyor ki, dünyanın geçirdiği bütün sarsıntıların arkasında yeni bir yaratım hâlihazırda yapılıyor. Ve ölen aziz milyonlar, insanlığı olduğundan daha yukarı çıkarmak için kanlarını döktüler.”
Käthe Kollwitz, hayatının sanatsal misyonunun diğerlerini insanlığın durumuna karşı uyarmak ve duyarlı hale getirmek olduğunu fark etti. Empati için muazzam bir kapasiteye sahip olan ve bilinçli olarak seçilmiş sade fakat derinlikli bir biçim kullanan Kollwitz, sosyalist görüşlerini çeşitli biçimlerde açık bir şekilde belirtti: Tarihsel kurgular, işçilerin güncel durumları, savaş karşıtı şiddetli ajitasyon. Kendisi, 1915’te günlüğüne şunları yazar: “Yeteneğimi içtenlikle en iyi şekilde göstermeden ve içime yerleştirilen tohumun son küçük dalının da büyüdüğünü görmeden ölmek istemiyorum.”
Yirminci yüzyılın en iyi kadın sanatçılarından birinin yaşamının ve çalışmalarının uluslararası sosyalizmin demokratik, eşitlikçi davasıyla ayrılmaz biçimde bağlantılı olması tesadüf olamaz.
*Sovyet Hava Kuvvetleri marşı
Kaynak: https://www.wsws.org/en/articles/2005/07/koll-j26.html
Amerikan gazeteciliğini sonsuza kadar değiştiren kadın
"Kariyeri boyunca canlılığını sürdüren yürekliliğini ve cesaretini ortaya çıkardı; yolsuzlukların halka ifşa olmasına yardım etti. O dönemki büyük sosyal reformdan sorumluydu..."
12-04-2021 00:46

Yazar: M. Nithursan
Çeviren: Kübra Aslanhan
Altı yaşında babasını kaybetmesinin ardından saldırgan, gözü pek ve özgüvenli biri hâline geldi. Çok küçük yaşlarda, kadınlara karşı yapılan eşitsizliğin bilincindeydi. Ancak bunun kendi gerçekliği olmasına izin vermedi. Amerika’da gazeteciliği sonsuza kadar değiştirdi.
Elizabeth Jane Cochran, kariyerine “Orphan girl” (Yetim kız) mahlasıyla Pittsburg Dispatch gazetesinde başladı. Gazetenin editörü, saldırıya uğrayan emekçi kadınlar hakkındaki bir köşe yazısına verdiği öfkeli cevabın ardından onu işe aldı. Daha sonra mahlasını “Nellie Bly” olarak değiştirdi.
Çalışma hayatı boyunca, çoğu zaman büyük bir risk alarak çeşitli toplumsal sorunlara ve yolsuzluğa dikkat çekti.
Kariyerinin dönüm noktası, New York’a gittiğinde gerçekleşti. Gazetenin sahibi Joseph Pulitzer’in kendisi için bazı riskli görevler ayarlamasıyla New York World gazetesindeki pozisyonunu sağlama aldı.
İlk hikâyesi, Blackwell Adası’ndaki (şimdilerde Roosevelt Adası) New York City Lunatic Asylum’daki yolsuzluğu rapor etmekti. Pulitzer, Bly’a akıl hastanesine girmesi için deli rolü yapmasını tavsiye etti. Bly, “Beni nasıl çıkaracaklar?” diye ona sorduğunda “Önce içeri gir” cevabını verdi.
Bly, “Nellie Brown” adlı Kübalı bir göçmen kılığında bir pansiyona taşındı ve bir delinin yapacağı şeyleri yaptı: Bağırdı, söylendi ve diğerlerinin dikkatini çekti. Polise haber verildi ve doktorlar onun delirdiğini onayladı. Blackwell Adası’ndaki koğuşlara götürüldü.
Bly, orada birçok zalimliği gözlemledi. Birçoğu, sağlıklı olmasına rağmen akıl hastanesine kabul edilmişti. Bazıları, yakın zamanda gelen, yasal sistemin kapanına kısılmış ve iletişim kuramayan göçmenlerken bazıları ise fakir olduğu için oradaydı. Bly’a burası bir talihsizler ambarı gibi gelmişti.
1000 hasta için inşa edilmiş hastanede, sadece 16 doktor, acımasız, kötü eğitimli personel ve 1600 hasta vardı. Beslenme ve hijyen koşulları korkunçtu. Ve hiçbir kadına deli olmadığını ispatlama şansı verilmemişti. Bununla ilgili şöyle yazdı Bly:
“Bunu, masumiyetini kanıtlaması için her fırsatın verildiği bir suçluyla karşılaştırın.”
10 gün sonra gazetenin avukatı sayesinde akıl hastanesinden çıktı. Deneyimleri ve gözlemleri, 1887 yılının ekim ayında iki parça halinde yayımlandı. Bu durum yalnızca halkı şoke etmekle kalmadı, psikiyatri servislerinde yatan hastalar için ödeneklerin artmasına ve koşullarının iyileştirilmesine de neden olan büyük jüri soruşturmasını tetikledi.
Bu, Amerikan gazeteciliğinin ilk casusluk araştırmasıdır.
Nellie Bly üne kavuşmaya başlamıştı. New York World gazetesi, Bly’ın adını reklam amaçlı kullanmaya başladı. Örneğin; bir kutu fabrikasındaki düşük ücretle çalışan emekçi kadınlar hakkında “Nellie Bly, beyaz köle olmanın nasıl hissettirdiğini anlatıyor” başlığının kullanılması gibi.
Kariyeri boyunca canlılığını sürdüren yürekliliğini ve cesaretini ortaya çıkardı; yolsuzlukların halka ifşa olmasına yardım etti. O dönemki büyük sosyal reformdan sorumluydu.
1889 yılında Nellie, en ünlü romanı Seksen Günde Devri Alem’inde Phileas Fogg’un kurgusal rekorundan daha kısa bir sürede dünyayı gezmek için Jules Verne’e meydan okudu ve bunu başardı. Seyahatini tam 72 günde tamamladı.
1922 yılının ocak ayında, New York’ta zatürreden öldüğünde 57 yaşındaydı. Ölümünü takip eden on yılda, araştırmacı gazetecilik ve muhabirlik büyük ölçüde değişti. Bly’ın bu ısrarı ile öncülüğü, haberler ve bunu bildiren insanlar için yeni alanlar açtı.
Kaynak: Medium
Engels, Marx ve Marksizme ne kattı?
"Diğerleri bir şekilde Marx’ın çevresinden ayrıldı. Engels yapmadı..."
12-04-2021 00:35

Yazar: Terrell Carver
Çeviren: Ceren Berk
Friedrich Engels, Karl Marx’ın bağışçısı veya entelektüel mirasının koruyucusundan çok daha fazlasıydı. Engels ve Marx 1840'larda iki genç adam olarak tanıştıklarında, “Marksizm” haline gelen temel kavramlardan bazılarını ilk kez dile getiren, çoktan başarılı bir politik yazardı.
Bir ay öncesinde yirmi iki yaşına bastıktan sonra Friedrich Engels, 1842 Aralık ayında gözlem yeteneğini Manchester'a taşıdı. Engels, Kasım ayında Barmen'den Londra'ya giderken, Rheinische Zeitung'un gazete bürosunda durarak henüz editör olan Herr Karl Marx ile görüştü.
Marx’ın editörlüğe gelmesi bir nevi hükmen olmuştu ve kesinlikle deneyimden dolayı değildi. Bu noktada Engels, gazeteye Marx’tan iki kat daha fazla makale yazmıştı, ayrıca Marx’ın farklı yerlerde yayınlanmış sadece bir iki makalesi vardı.
Yıllar sonra bu görüşmeye değinen Engels, Marx'ın fazlasıyla felsefi olan Berlinli Genç Hegelcileri onaylamadığı da düşünülünce görüşmenin özellikle Marx açısından soğuk geçtiğini söyledi. Ancak anılarında Engels, diğer editörlere ya da aslında o sırada Marx hakkında ne hissettiğine dair hiçbir şey söylemiyor. Ancak Engels’in “özgür düşünen” ve özgürlükçü siyasi ilerlemenin saflarında açık ara daha başarılı bir yazar ve yayıncı olduğu aşikârdı.
Ve dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüne nefes kesici bir maceraya atılan oydu. Engels daha önce İngiltere'de bulunmuştu, İngilizcesi akıcıydı ve Alman eyaletlerinden, Britanya imparatorluğunun daha geniş dünyasına doğru yola çıktı. Bu, o zamanlar Marx'ın hayal gücünün oldukça ötesindeydi.
İNGİLİZ BAKIŞ AÇISI
İngiltere'den gelmekte olan haberler zaten Almanca konuşan halkın ilgisini çekiyordu. Daha doğrusu, yönetici üst tabaka gibi asıl çıkarınız her türlü toplumsal değişimi ve siyasi yeniliği uzak tutmak olmadığı sürece bu haberler güncel ve siyasi açıdan ilgi çekici olurdu. Aksi durumda ise İngiltere’den ne kadar az haber gelirse o kadar iyiydi.
Engels, özgürlükçü moderniteye dair haberlerle Rheinische Zeitung’daki kariyerine devam etmekle görevlendirilmişti. Gazetenin adı altında gösterilen temalar siyaset, ticaret ve endüstriydi. Fikirlere ilgi duyan insanlar için fikir âlemindeki kaynaklardan dikkatle yazmak Engels'in usta olduğu bir siyasi iletişim biçimiydi.
Özgürlükçü bir gazete için Engels gibi bir serbest yazar büyük bir armağandı ve elbette oldukça ucuza çalışıyordu, hatta neredeyse bedavaya. Ticaret ve sanayi ile finanse edilmesinin yanı sıra bir metropolde çalışıyordu. Bu arka plan ve onunki gibi bir bilgiyle böyle bir yerde yaşıyor olması, yazılarına benzersiz bir boyut katmasını sağlıyordu. Siyaseti ilerici ve özgürlükçüydü, ancak göründüğü kadarıyla ütopyacı ve hayalci değildi.
Alman devletlerinde dönemin gazeteciliği için -ki bu işadamı editörlerin dönemiydi-, bu modernleştirme perspektifinden yazabilen biri gerçekten değerliydi. Ayrıca seyahat yazıları, belki de çatışmalı toplumsal değişim siyasetiyle pek ilgilenmeyen okuyucular için bile kesinlikle eğlenceli olabilir ve şüphesiz gazete satmaya yardımı dokunur. İngiltere'ye kadar seyahat etmek nadir bir durumdu ve göçmenlerin deneyimlerini gösterişli gazetecilik olarak yayınlaması çok daha nadirdi.
Engels'in ilk raporu "İngilizlerin İç Krizlere Bakışı", okuyucuları için İngiliz siyasetini deneyimsel bir perspektiften, özellikle İngiliz "yönetici sınıfları, ister orta sınıfı ister aristokrasisi” ile olan deneyimleri üzerinden inceliyordu. Bu tür ayrıcalıklı alanlarla hiçbir bağlantısı olmadığı için, aristokrasiyle ilgili deneyimleri minimal ve kulaktan dolma olurdu. Ama ona göre orta sınıflar açıkça ticari ve belli ki ilgi çekiciydi ve bu ideal tiplemeyi okuyucuları için “pratik İngiliz” olarak tekilleştiriyordu.
Bu tipik işadamı, siyaseti "aritmetik hatta ticari bir mesele" olarak görüyor. Engels'in görüşüne göre, fikirlerin daha geniş dünyasına ve hatta "ülkenin istikrarsız durumuna" karşı bu kayıtsızlık, onun deyimiyle "İngiliz hayatının koşuşturmacasının ortasında" tuhaf görünen sakin pişkinliğin ve özgüvenin temelini oluşturur.
Açıkça görüldüğü üzere Engels, İngiliz ticari anlayışını özellikle Alman eyaletlerindeki gerici ortaçağcılıklara kıyasla etkileyici bir sosyal güç ve bürokratikleşen Prusya otoriterliğinden oldukça farklı bir unsur olarak görüyordu. Bu ikisinin bağlamında, modernizasyon değişiklikleri, eğer varsa, anayasal olmayan monarşik ve Hristiyan din devleti içerisinde dikkatle belirlenmeli ve kontrol edilmeliydi.
İngiliz yaşamında ve özellikle büyük şehirlerin sokaklarında siyasi bir patlama yaratan Çartizm bir “yasal ilerleme” ve genel eşit oy hakkı hareketiydi, sansür yoluyla düzenlendiği şekliyle makale, Engels'in yasal ilerleme konusundaki ironilerini açıklamıyor. Engels için buradaki temel çelişki, genel (erkek) oy hakkı için kitlesel ajitasyon ile mevcut statükodan faydalanan orta sınıf ve aristokrasi arasındaki çelişkidir.
1832'den itibaren –iktidardakiler “ister Whig ister Tory olsun”– bütün kontrol zar zor reforme edilmiş ve dolayısıyla temsil gücü çok yüksek olmayan, küçük, ayrıcalıklı (erkek) bir seçmen kitlesi ve akranlıktan gelen bir parlamentonun elindeydi. Çözümsel bir şekilde yazan Engels, on yıllık bir Çartist ajitasyonla desteklenen evrensel (erkek) oy hakkının bu kayıtsızlığa son vereceğini ve "kaçınılmaz olarak bir devrimle sonuçlanacağını" söylüyordu.
KARA TURİZM (HÜZÜN TURİZMİ)
Hemen hemen iki yıl sonra, henüz yirmi dört yaşına bastığı dönemde Engels, kendi adı altında yayınlanacak tam boy bir kitaba girişti. Sansür ve siyasi koşulların bazen Prusya'dakinden daha kolay olduğu Saksonya Krallığı'ndaki Leipzig'de bir yayıncı ile sözleşme imzaladı.
Kitap uzunluğundaki cilt, İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu (Die Lage der arbeitenden Klasse in England - “The Condition of the Working Class in England”) “kişisel gözlemlere göre” alt başlığıyla yayınlanmıştır ancak yazar, "özgün kaynaklardan" yazdığını da ekler.
Engels, el yazmasını 1845 baharında bitirdi ve yayıncılara göndererek, Prusya'daki neo-ortaçağ baskısının tehditlerinden ve hayal kırıklıklarından kaçmak için oradan kaçan edebi radikallerin bulunduğu bir gruba katılmak üzere Brüksel'e gitti. Kitap yaz aylarında çıktı.
Engels, Büyük Britanya'nın emekçilerine hitap ederken, kitabını onların "acılarının ve mücadelelerinin" bir resmi olarak sundu, böylelikle onun “Alman Yurttaşları” durumlarının “gerçekçi bir resmine” sahip olacaktı. Niyetinin ciddiyeti, söylediği üzere, bugün okuyucuların kabul edeceği söylemsel bir uygulama olan "resmi ve gayri-resmi belgeleri" kullanmasında görülebilir.
Ancak “konuya ilişkin soyut bilgilerden” daha fazlasını istediğini de yazıyor, ilk ağızdan şöyle diyor:
…sizi kendi evlerinizde görmek, gündelik yaşamınızda gözlemlemek, koşullarınız, yakınlarınız üzerine sizinle söyleşmek, sizi ezenlerin toplumsal ve siyasal gücüne karşı verdiğiniz savaşıma tanık olmak istedim.
Engels, bu deneyimsel bilginin politik olarak da tam tersi bir işleve sahip olduğunu anlatır. İşçi sınıfı okurunun sahip olamayacağı, mülk sahibi zenginler arasında akşam yemeği partileri, porto şarabı ve şampanya deneyimlerine atıfta bulunarak, "orta sınıfları izlemek için geniş fırsattan" yararlanarak sonucunu kanıtlamayı amaçlıyor: "Siz [İngiliz işçiler] haklısınız, onlardan hiçbir destek beklememek konusunda kesinlikle haklısınız." Bunu, rahat sınıfların ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran retorik sorulardan oluşan bir tirat izliyor.
Açık niyeti, günün haberlerinin ve yansımalarının ötesine, çok daha sinoptik ve metodolojik terimlerle belirtmek gerekirse, eklektik bir şeye geçmekti. Almanca okuyanlar için kitabın türü “karanlık turizm” ile uyumlu bir şey, yani okuyucuyu şok edici bir yere götüren seyahat yazısı. Ve Engels'in dediği gibi, İngilizce okuyanlar için bu bir uyanma çağrısıdır. İngilizlerin durumu devletin dönüştürücü bir siyasi eylemini gerektiren ulusal bir rezalet olarak görmesi gerektiğini açıkça belirtiyor.
‘HERKESİN HERKESE KARŞI SAVAŞI’
Tarihsel açılış bölümleri mutlaka İngiliz tarihi ve manzara coğrafyası üzerine yayınlanmış kaynaklardan yazılır, ardından okuyucu özellikle Londra ve Manchester olmak üzere “Büyük Kentlere” gider. Kişisel gözlemin ikna edici bir şekilde kendini bulduğu yer burasıdır.
Gözlemci yazar bir yandan dev rıhtımlar, binlerce taşıt, sayısız gemi, yüzlerce vapur ile bize Londra limanının bir panoramasını sunuyor. “…insan aklını başına toplayamaz, İngiliz toprağına ayak basmadan önce İngiltere'nin yüceliğinin harikaları içinde yiter gider.” Fakat ne kadar yüce?
Burada Londralılar “insani doğalarının en iyi özelliklerini feda etmeye zorlanmıştır”, özel çıkarlarının duygusuz bir yalıtımı içinde, utanmaz ve bilinçli bir şekilde birbirlerine gaddar bir ilgisizlikle yaklaşırlar. “Tek anlaşmaları zımnidir; herkes kendi tarafındaki kaldırımda kalmalıdır.”
Bu çok açıkça gözlemseldir. Deneysel bir şekilde devam eder, “insanlar birbirlerini yalnızca yararlı nesneler gibi görüyorlar.” Buradaki ek yorum ise soyut bir şekilde felsefidir: İnsanlık “atomlara ayrılmıştır, her birinin de kendi ayrı prensibi vardır”, ortada “toplumsal savaş, herkesin herkese karşı savaşımı mevcuttur” ve “güçlü, güçsüzü ayağının altında ezer.” Elbette bunlar, felsefi referanslar veya felsefe yapmaktan ziyade, en azından özgürlükçü çevrelerde sıradan sözlerdi. Ama o zaman asıl konu buydu - hazır anlaşılırlık ve etkili ikna.
Mesaj şuydu, sınıf ve rütbe fark etmeksizin, “tüm insanlar aynı özellikte, aynı yetenekte, mutlulukta aynı çıkarı olan insanlar.” Alman devletlerinin hiyerarşik ortaçağcılığına karşı, bu, kışkırtıcı bir eşitleme kavramı ve “doğum” ve “rütbe”nin ve dolayısıyla tüm toplumsal “düzenin” ortadan kaldırılmasıdır.
Bazen gözlem ve alıntı birlikte çalışır. Engels, Londra'nın West End bölgesindeki Portman Meydanı'nı "çok saygın" olarak tanımlıyor ama rapor adına, bir adli tıp görevlisinin yerleşim bölgelerinde zengin ve sefillerin yakınlığını gösteren soruşturmasını ele alıyor.
ÖRTBAS EDİLEN SEFALET
Engels ve okuyucuları Güney Lancashire'ın "merkez şehri", İngiliz üretiminin "klasik toprağı" Manchester'ı çevreleyen kasabalara vardıklarında anlatıdaki gözlemsel ayrıntılar açık hale geliyor. Bizi Stockport'a götüren Engels, "Bu bölgedeki başka herhangi bir kasabada konut olarak kullanılan bu kadar çok kiler gördüğümü hatırlamıyorum" diyor. Devamında, Ashton-under-Lyne'da, "Kır evlerinin kötüleştiği, ev köşelerindeki tuğlaların artık sağlam olmadığı ve yerinden oynadığı, duvarlarda çatlakların olduğu ve içinde tebeşir badana tutmayacağı sokaklar" gördüğünü söylüyor.
Bu tartışmalarda Engels, Manchester Old Town'daki düzensiz, mantıksız, planlanmamış gelişim kalıplarını gösteren kendi çizgi çizimlerini ekler. Düzenli hatlarda inşa edilen binalar arasında havasız “avlular” inşası; amaca yönelik arka arkaya inşa edilmiş konutlar; kalitesiz tuğla işçiliğinin bile maliyet düşürücü yöntemleri, ilçeler, arter benzeri caddeler, kanallar, nehirler ve demiryolları hakkında kendi ayrıntılı rehber haritası.
Ama hepsi sefalet değil. Bunun aksine, "aralarında muhteşem villa benzeri evlerin bulunduğu güzel geniş bahçeleri" görmek için tura çıkıyoruz. Bunlar genellikle Elizabeth dönemine benzetilen, yani Tudor taklidi bir tarzda inşa edilir. Engels, "Anglikan Kilisesi Apostolik Roma Katolizmi için neyse bu da Gotik mimari için tam olarak odur" diyor. Engels'i özellikle ilgilendiren ve onun gözlemsel duyarlılığının aradığı şey iki yüzlülüktür. Bu sefer, sadece konuşma veya tavırda değil, yapılı çevrede:
Kasaba, bir insanın içinde yıllarca yaşayabileceği ve bir işçi mahallesiyle ve hatta işçilerle temas kurmadan her gün girip çıkabileceği tuhaf bir şekilde inşa edilmiştir.
İşçi mahalleleri ya “orta sınıfa ayrılmış” bölümlerden “keskin bir şekilde ayrılmış” ya da üst sınıf konutlar ve dükkânlar arasında gizlenmiş durumda. "Üst ve orta burjuvazi" işçi sınıfı mahallelerinin "kuşağı" dışında "normal sokaklarda" veya "havadar tepelerde" yaşıyor. Dükkânlarla kaplı Omnibus rotaları sefaleti gözden uzak tutuyor:
Ve düzenlemenin en güzel yanı şudur ki, bu para aristokrasisinin üyeleri, tüm emekçi bölgelerin ortasından iş yerlerine en kısa yoldan gidebilirler.
Bunu, "sağa sola gizlenen korkunç sefaletin ortasında olduklarını hiç görmeden" yapabilirler.
SANAYİ ÇAĞI
Analitik olarak, bu anlatımla ilgili çarpıcı olan şey, Engels'in okuyucunun "burada dehşet ve öfke uyandıran her şeyin yakın zamanda ortaya çıktığını ve endüstriyel çağa ait olduğunu" anlamasını sağlamasıdır. Kitap, o dönemde Alman basınının dikkatini çekti ve kötü şöhret kazandı, ama aynı zamanda çok daha geniş bir bölgenin ve doğuya doğru Çarlık Rusya'sının da dikkatini çekti. Bu kadar uzak bir yere ve sanayileşme gibi muğlak bir konuya dair yabancı dilde bir eserin incelemeleri, dönemin son derece katı ancak hayal gücünden mahrum sansürünü aşabilirdi.
Metinde toplumu başka bir şekilde organize etmeye yönelik bir şema mevcut değildir, yazarın böylesine dönüştürücü bir vizyona en çok yaklaştığı şey, emek hareketleri, Çartizm ve sosyalizm hakkındaki uzun bölümdür. Engels'e göre Çartistler, evrensel (erkek) oy hakkı ve parlamento reformu için olan hareketlerinin esasen sınıf karakterine kayıtsızdırlar. Böylelikle ve Engels'in görüşüne göre, endüstriyel güvencesizliğin ve işçi sınıfının ıstırabının ortaya koyduğu "bıçak çatal" sorununu kaçıracaklardı.
Politik bir eleştirmen olarak, sosyalistlerin ilkelerinde dogmatik olduklarını ve bu nedenle endüstriyel gelişmenin ilerici karakterini ve işçi sınıfının yoksullaşmasını gözden kaçırdıklarını açıklıyor. Gerçek “proleter sosyalizm” Çartizm'den geçmelidir, diyor, "Burjuva unsurlarından arındırılmalı", böylece bir "birliğe" ulaşmalı.
Neredeyse hiç kimse, İngiliz ya da Alman, Engels'in endüstriyel modernite eleştirisine gerçekten bağlanamıyordu. Bunun nedeni, o zamanlar kolayca anlaşılabilir bir tür olan dini veya ütopik vizyonları hiçbir yerde açıklamamasıydı. Demokrasinin liberalleştirilmesinin ilerici reform yoluyla modern yoksulluğu çözeceğini de varsaymıyordu. Böylece, devrimci ihanete tehlikeli bir ölçüde yaklaşıyordu.
Yazıları, kendisinin olmasa bile, gözlemin insani dokunuşunu, coğrafyacının fiziksel üretim ve dağıtım sistemlerine genel bakışıyla ve politik iktisatçıların toplumu işçi sınıfı üreticilerine ve orta sınıf tüketicilere ayrıştırmasıyla dengeler. Sınıf bilincine sahip kentsel coğrafya bir dereceye kadar onun icadıdır ancak bunun için nadiren övgü alıyor.
ÖZEL MÜLKİYET KANUNLARI
İngiliz sosyal koşullarının gerçeklerini daha fazla aydınlatmak yerine, Engels'in sonraki hedefi İngiliz (daha doğrusu Britanya, İskoçları da içerecek şekilde) ekonomi politiğini özetlemekti. O zamanlar, bir Fransız ve İngiliz ulusal ekonomik devlet politikası bilimi olan ekonomi politikası, Alman entelektüel çevrelerinde bilinmeyen bir şey değildi, ancak henüz alım sürecindeydi.
Konuyla ilgili başlıca otorite, bir Alman gümrük birliğini veya Zollverein'i, dolayısıyla ulusal bir devlet çerçevesi içinde serbest ticareti destekleyen liberal fikirli bir siyasi yazar olan Friedrich List'di. Politik Ekonomi Eleştirisinin Ana Hatları’nda Engels, List’in Politik Ekonominin Ulusal Sistemi’nden önce konu, sonra felsefi eleştiri açısından sadece iki şekilde de olsa üstü kapalı bir şekilde bahsetti.
Başlıktaki "eleştiri", bu tanıdık Cermen yaklaşımına işaret ediyordu. Elbette, Engels'in başlığının söylemediği şey, bunun komünist bir eleştiri olduğuydu. "Ana hatlar" yazısı, açıkça komünist bir yayına dâhil edilmek üzere bir deneme olarak kaleme alındı. Engels'in "Anahatlar"daki açılış atışı yalnızca komünizmin veya sosyalizmin açık bir ifadesi değildi, muhtemelen Manchester'da sosyalist ajitatörlerden ve örgütleyicilerden duyduğu dersleri yansıtıyordu, aynı zamanda List’in ulus-devlet merkezli merkantilizmi savunmasına yönelik doğrudan bir vuruştu:
Politik ekonomi… tüccarların karşılıklı kıskançlık ve açgözlülüğünden doğan… gelişmiş bir lisanslı dolandırıcılık sistemi olarak ortaya çıktı… Milletler kıskançlık ve güvensizlikle komşularına bakarak… paragözler gibi karşı karşıya geldi.
Adam Smith'in Ulusların Zenginliği kitabına dayanan modern "serbest ticaret sistemi" - Engels'in analitik ve eleştirel becerileriyle - ikiyüzlü, tutarsız ve ahlaksız olarak “kendini ortaya koyuyor”. “Tıpkı teolojinin ya kör bir inanca gerilemesi ya da özgür felsefeye doğru ilerlemesi gerektiği gibi serbest ticaret de bir yandan tekellerin restorasyonunu, diğer yandan özel mülkiyetin kaldırılmasını sağlamalıdır” diye yazıyor Engels. Dahası, şu sonuca varıyor; bu modern iktisatçılar kendi zamanına yaklaştıkça, “dürüstlükten daha da uzaklaşır” ve yanıltmacalara daha çok yönelirler.
“Liberal ekonominin yaptığı tek olumlu ilerleme" diyor, "özel mülkiyet yasalarının ayrıntılandırılmasıdır.” Bunlar tam olarak çözülmemiş ve açıkça ifade edilmemiştir, eleştirisi de bundan kaynaklanmaktadır. "Zenginliğe giden en kısa yolun hangisi olduğuna karar verme sorununda" politik iktisatçıların "kendilerince haklı olduklarını" söylüyor. Onların yapmadıkları ve onun yapmayı vaat ettiği şey ise "serbest ticaret sisteminin getirdiği çelişkiyi ortaya çıkarmaktır".
Engels, politik iktisatçıların üreticilerden çok tüketicilerin bakış açısıyla yazdıklarını açıklayarak bunun ön izlemesini yapıyor. Bu bakış açısından, “ticareti, bireyler arasında olduğu gibi milletler arasında da bir dostluk ve birlik bağı ilan ettiler". Ancak bu "sahte hayırseverliğin" aksine, ekonomi politiğin özel mülkiyet üzerine kurulu dayanakları, sanayileşmenin gerçekleri arasında tekrar ağırlıklarını koyarlar; Malthusçu nüfus teorisi ve fabrika sisteminin “modern köleliği”.
SİSİ DAĞITMAK
"Anahatlar"daki proje, ekonomi politik teorilerinin altında yatan gizlilik, iki yüzlü kişisel çıkar ve ahlakçı ihraç sisini ortadan kaldırmaktır. Engels bunu yapmak için "temel kategorileri" inceliyor - "haklı" oldukları kadar "çelişkililer de" diyor. Yine de okuyucuları için ve -onun öngörüsüne göre- insanlık için önemliler.
Kısa ve öz bir şekilde, önceden bu bilimi çerçeveye oturtmak için kullanılan terimleri reddediyor: ulusal servet (merkantilizmde de görüldüğü şekilde), ulusal ekonomi (List’in liberal ama yine de milliyetçi ekonomisinde olduğu gibi), hatta politik ya da kamu ekonomisi. Hızlı bir özetle tüm çalışma alanını “özel ekonomi” olarak yeniden adlandırıyor çünkü "halka açık bağlantıları yalnızca özel mülkiyet için var".
"Anahatlar" daha sonra okuyucuyu kategori-kategori bu modern politik-ekonomik araştırmaya götürür; ticaret, değer, kira, sermaye, ücretler. Engels, profesyonel olarak, "işleyen iki üretim unsurumuzun" olduğu sonucuna varır. Bunlar, "insanın fiziksel ve zihinsel olarak yeniden aktif olduğu doğa ve insan"dır. İnsan etkinliği ise "emek ve sermayeye bölünür". Özel mülkiyet, "bu unsurların her birini" parçalara ayırır.
Başka bir deyişle, şu sonuca varıyor: "Özel mülkiyet herkesi kendi kaba yalnızlığı içinde izole ettiği" ve "yine de, herkes komşusuyla aynı menfaatlere sahip olduğu için, bir toprak sahibi bir diğeriyle, bir kapitalist diğeriyle, bir işçi diğeriyle düşmanca karşı karşıya kalır." Dolayısıyla, "bu özdeş çıkarlar uyuşmazlığında" "insanlığın şimdiye kadarki durumunun ahlaksızlığı tamamlanmıştır." Ve tamamlanmış haliyle bu, rekabettir. Rekabet zıttının, yani özel mülkiyet yoluyla kurulan tekelin varlığını öne sürer, çünkü sadece bu temelden var olabilir. “Bu nedenle küçük tekellere saldırıp da temel tekeli el değmeden bırakmak ne kadar da zavallı bir yetersizliktir!”
Bundan sonra Engels talep, arz ve fiyatları ele alıyor. Bu tanımlayıcı açıklama ve ahlaki eleştiri, Bremen ve Manchester'daki ticari deneyimlerinden kaynaklanıyor ve bugün o kadar da tuhaf gelmiyor: “Spekülatör her zaman felaketlere bel bağlar … elindeki her şeyi kullanır,” yıkımı ve felaketi bile. Bu nedenle “ahlaksızlığın doruk noktası Borsa üzerine spekülasyondur” çünkü burada “insanlık hesaplar yapan ya da kumar oynayan bir spekülatörün hırsını tatmin edecek bir araca indirgenir.” Kendi çıkarını kovalayan iki yüzlülüklere darbe vurmaktan hiç çekinmeyen Engels, dürüst ve “saygıdeğer” tüccarın da borsadaki kumardan daha öne çıkmasına da izin vermeyin der, zira o da “borsa ve hisselerin spekülatörleri kadar kötüdür”.
Dönemin ekonomi politiği gibi, Engels de rekabetçi meta üretim sisteminin periyodik olarak aşırı üretim ve yetersiz tüketim krizlerine yol açacağını yazar. Bu durumda, bazı insanlar satılmamış, stoklanmış mallar ve yetersiz üretim kapasitesi içinde açlık çekecekler, diğerleri ise kıtlıktan yararlanarak zenginleşecek veya servetlerini koruyacaklar.
Bu insanlık dışı durumun, Malthusçuların önerdiği gibi çalışan ve tüketen nüfusu azaltmak için tasarlanmış politikalarla çözülmeyeceğini yazıyor. Bu fikirler, o zamanlar yoksulluğu tedavi edecek mucize ilaç gibiydi, bu yüzden Engels'in okuyucu kitlesini konu olarak da ilgilendiriyordu. Ancak Engels'in metninde daha çağdaş çekiciliği olan nüanslar da var:
- Eğer en yüksek faaliyet aşamasına getirilmezse, hiçbir sermaye bir başkasının rekabetine dayanamaz.
- Verimliliğini sürekli artırmıyorsa hiçbir toprak parçası karlı bir şekilde ekilemez.
- Eğer tüm enerjisini emeğe adamazsa hiçbir işçi rakiplerine karşı kendini koruyamaz.
- Rekabet mücadelesine giren hiç kimse bunun üstesinden gelemez.
Vardığı sonuç ise, bu insanlık dışı rekabet alanında hayatta kalmanın "gerçekten insani olan her amacı" yendiğidir.
Engels daha sonra okuyucularına mevcut İngiliz fabrika sistemi üzerinden bir tur ve onun gelişiminin tarihsel bir anlatımını vadediyor, belli ki Alman okurlarını kaderleriyle ilgili önceden uyarmayı amaçlıyordu.
Yıllar boyunca yaptığı yorumlardan da anlaşılacağı üzere, hâlihazırda mevcut koşullar içinde ortaya çıkacak sosyal felaketleri önceden tahmin etmeyi ve önlemeyi hedefliyordu.
ENGELS'TEN SONRA MARX – MARX'TAN SONRA ENGELS
Karl Marx kendinden geçmişti. Ekonomik kategorilerle ilgili sunumunu yakından takip ederek, hemen Engels'in eleştirisinin bir "özetini" hazırladı. Engels, Manchester'daki görevinden Barmen'deki aile karargâhına dönerken Paris'ten geçtiğinde, eski Rheinische Zeitung kolektifini yeniden ziyaret etmek için tekrar aradı. Görünüşe göre Marx, orada geçen konuşmalarda ikisi arasında bir iş birliği önermek için inisiyatif kullandı.
Planı, bu genç Hegelci çevrelerde ona göre yeterince radikal olmayan "eleştirel eleştirmenler"e tartışmacı bir saldırı yapmaktı. Siyasi kafa karışıklıkları, felsefi kafa karışıklıklarından ve Ludwig Feuerbach'ın din eleştirisini ateizmin mantıklı ve tamamen siyasi sonucuna götürmedeki başarısızlıklarından kaynaklanıyordu. Engels, üç bölümle başladı, ardından ayrı yazarlar arasında bölünmüş olan dördüncü bir bölüm geldi.
Sonrasında Engels yokken, Barmen'e eve döndükten sonra, Marx’ın becerikli kalemi, planlanan kitapçığın geri kalanıyla birlikte kaçtı ve onu çok uzun bir kitap haline getirdi. Yazışmalarda Engels, bundan etkilenmektense şikâyet etti. Bununla birlikte, itibar ve deneyim açısından kesinlikle haklı olduğu gibi, başyazar olduğu başlık sayfasından da açıkça anlaşılıyor. Marx fazlasıyla gerideydi, çoğunlukla sadece kendi gazetesinde gerçek manada yayınlanmış ve hepsi oldukça kısa birkaç düzine makale, bir bildiri kadar uzun bir şeyi bile yoktu.
Derlenmiş eserlerin modern baskıları bu dönemi Marx’ın ölümünden sonra yayımlanan el yazması materyalleri içeren eser listesinde yer almaktadır, bu nedenle karşıtlık daha az açıktır. Ve bu baskılar, Kutsal Aile'yi bir “Marx ve Engels” kitabı olarak sunarak genellikle başyazarlık durumunu gizler. Bu küçük tahrifat, teleolojik olarak ortaklıklarının birincil ve süregelen karakterine dair daha sonra ortaya çıkacak bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. Engels bu dönem bu yaklaşımdan tamamen bihaberdi, zira geri kalan herkes de öyleydi.
Ancak genç Friedrich'in, yayınlar ve itibar açısından çok daha az başarılı olmasına rağmen daha baskın olan bir aklın gölgesinde "kaybolduğuna" dair bir işaretimiz zaten var. 22 Şubat - 7 Mart 1845 tarihli bir mektupta Marx'a yazan Engels, Barmen'den şöyle haykırıyor: "Eleştirel Eleştiri hala gelmedi!" Bu, birlikte yazmadıkları ancak, birlikte yayınlamayı kabul ettikleri kitapçıktı. İkisi de ayrı ayrı bölümler yazarak ortak katkıda bulunuyordu.
“Yeni başlık, Die heilige Familie (Kutsal Aile) büyük ihtimalle beni hayli dindar ve şimdiden gergin ebeveynimle karşı karşıya getirecek, ancak sen elbette bunu bilemezdin”, diye devam ediyor Engels. Bu açıklama gereğinden fazla hürmetkâr görünüyor. Ne de olsa Marx, kendi aile çevresinin bazı aydınlanmış üyeleri bu tür küfürleri eğlenceli bir şekilde önemsiz bulsa bile, baskıcı bir Hristiyan devletinde ve ilinde ortak yazarı için ailevi sonuçlarının ne olacağını kesinlikle bilebilir veya tahmin edebilirdi.
Engels daha sonra, "Duyurudan benim adımı öne koyduğunuzu görüyorum" diyor. Bu yine, aşırı hürmetkâr ve sahte görünüyor. Marx için mantık ortadaydı. "Neden?" Engels soruyor. "Ben neredeyse hiçbir şey yapmadım ve tarzınızı herkes tanıyabilir." Marx gerçekten de projeyi kapıp kaçmıştı, Engels ise ona bunu yapma ve liderlik etme yetkisi veriyordu.
Diğerleri bir şekilde Marx’ın çevresinden ayrıldı. Engels yapmadı.
Aufwiedersehen dem Jüngling. Marx'tan önce Engels'e veda.
Kaynak: https://www.jacobinmag.com/2020/11/friedrich-engels-before-marx