Temel ihtiyacımız: Örgütçülük
"Sosyalistler, sosyalizmi anlatma refleksini esas olarak “kendi çevrelerinde” ve doğal olarak çok darlaşmış “sempatizan kitle” ile sınırlı tuttular."
Sinan Dervişoğlu
Türkiye İşçi Partisi (TİP) bulunduğumuz süreçte başarılı bir gelişme kaydetmektedir. TİP üyeleri ülkenin gündemindeki BÜTÜN sorunlara sadece anlamlı ve geçerli çözümler önermekle kalmamakta, aynı zamanda halkın taraf olduğu tüm eylemlerde yer almakta ve nerede olursa olsun bu mücadeleye güç katmaktadır. Orman yangınlarından Gezi davasına, asbestli gemiyi protestodan kayyum atmalarına, işçi direnişlerinden Boğaziçi eylemlerine, LBGTİ+ haklarında kadın cinayetlerine kadar toplumsal muhalefet cephesinin tüm eylemlerine TİP üyeleri aktif olarak atılmakta ve müdahaleleri giderek büyüyen bir ses getirmektedir. Parti, şimdiden 1930’larda Fransız KP’sinin kitleselleşme sürecindeki temel şiarı olan “halkın, kimsesizlerin avukatı olma” mantığını başarıyla hayat geçirmekte, gitgide toplumun gözünde belirginleşen bir varlık kazanmaktadır. Birkaç sene öncesine göre son derece iddialı bir rakam olan “10.000 üye” çıtasını hedef olarak koymuştur ve muhtemelen de yakında aşacaktır. Bunlar sevindirici gelişmelerdir.
Ancak Çin Komünist Partisi belgelerinde yer alan şu Çin atasözü, bizler için de bugün ciddi bir anlam ve önem taşımaktadır: “Başarı esnasında başarısızlığı, istikrar halinde kaosu, yükseliş halinde düşüşü düşünmek ve önceden tedbir almak şarttır”. Bir sosyaliste düşen görev, olumlu bir gidişat esnasında da eksikleri, “neyi yeterince iyi yapmadığımızı” düşünmek ve bunu düzelterek mükemmelliği yakalamaktır. Eylemcilik ve aktivizm seviyesindeki başarı seviyesine henüz ulaşmadığımız diğer bir alan örgütçülüktür. Yazımızın konusu da bu olacak.
ÖRGÜTÇÜLÜK NEDİR?
Önce tabiattan, gelişme çağında büyüyen ve serpilen bir insan vücudundan örnek verelim. Bu vücudun gelişip güçlenmesi için gerekli “girdi”ler malumdur: Hava, su, ve besin. Bunlar alınmazsa gelişme olmaz. Ancak bunları vücuda girmesi yeterli değildir. Vücut bu girdileri dönüştürerek bunlardan yeni dokular, vücudun ihtiyacına göre farklılaşan yeni parçalar üretir: Yeni kas dokuları, yeni kemik dokuları, yeni sinir, yağ vs. dokuları. Bunu sağlayan mekanizmaya “metabolizma” diyoruz. Metabolizma çalışmazsa, en zengin beslenme dahi vücutta beklenen gelişme ve serpilmeyi sağlayamaz.
İşte bu noktada, halka partiyi gösteren ve ona çağıran, ona ”girdi” teşkil eden eylemleri “beslenme”ye benzetirsek, örgütçülük de “metabolizma”ya karşılık düşmektedir. Eylemlerin yarattığı yönelimi, teveccühü, katılımı somut ve parti için faydalı, kalıcı, fonksiyonlu yeni “doku”lara, hem sayısı, hem de içeriği zenginleşen, farklılaşan ve güçlenen yeni organlara çevirmek yeteneği en temel ve hayati ihtiyacımızdır. Bu olmadan, büyük bir emek sarfederek ve risk alarak gerçekleşen propaganda eylemleri, yarısı boşa akan bir musluktan farklı olmayacaktır.
Somutlaştırmak gerekirse, TİP’in belirli ve ses getiren bir eyleminden sonra “bu eylem ertesinde bize 100 kişi üyelik için başvurdu” türü haberleri sık sık duyuyoruz. Bu son derece sevindiricidir. Ama bu olumlu gelişmeyi tamamlaması gereken olgu ise şu soruda yatmaktadır: “Bu 100 kişinin kaçına büyük veya küçük, kolay veya zor, geçici veya kalıcı birer görev verebildik? Kaçını sadece fikir ve gönül birliği ile değil, somut emek katkısıyla kendimize bağlamaya başladık? Kaçını parti içinde veya dışında somut ve işlevli organizasyonlara şu veya bu şekilde, bir iş temelinde bağlamayı başardık?” Hepimiz biliyoruz ki insan doğayı ve toplumu emek ile dönüştürür. Bir bireyi bir siyasi harekete bağlayan sadece fikirsel uyum ve sempati değil, yaptığı somut katkı, sarfettiği bilinçli politik emektir. Hiçbir emek sarfetmemiş, bu fırsat kendisine sunulmamış her bireyin, iş sadece “sevme ve sempati duyma” seviyesinde kaldığı sürece bağının zayıflaması, hatta “geldiği gibi gitmesi” oldukça muhtemeldir. Örgütçülük, bunu engelleyecek ve partinin kasını, kemiğini, iç organlarını güçlendirmeyi sağlayacak tek ve temel beceridir.
ÖRGÜTÇÜLÜĞÜN İKİ BOYUTU
Bu noktada örgütçülüğün, yani örgüt kurma ve güçlendirme becerisinin iki boyutuna değinelim:
1) Sadece partinin genel etkisi üzerinden değil, bizzat kişilerle direkt temas yoluyla insan kazanma becerisi. Daha genel tanımıyla, muhatabımızın aklında ve kalbinde mücadelemiz yararına mevzi kazanmak yeteneği. Buna “dışa yönelik örgütçülük” diyoruz.
2) Kazanılan insanlara yetenekleri, enerjileri, fedakârlık seviyelerine göre birer işlev kazandırmak, onları tüm yönleriyle partiye ve sosyalizm mücadelesine maksimum derecede faydalı kılma becerisi. Buna da “içe yönelik örgütçülük” diyelim.
Önce “dışa yönelik örgütçülüğü” ele alalım. Tarih bilindiği gibi düz ve lineer olarak gelişmez; başka bir deyişle “bulunduğumuz an, 20, 30, 40 yıl öncesinden daima daha iyi ve ileridir” görüşü her zaman doğru değildir. Sosyalist hareketimizin dışa yönelik örgütçülük yeteneği, hala 1970’lerin oldukça gerisindedir. 70’li yıllarda devrimciler, etraflarındaki her bireye, lokale giren her yeni “surat”a, doğal çevrelerindeki her ilişkiye, tabiri caizse “bala yapışan sinek” gibi asılırlar, devrim ve sosyalizmi anlatmak, ikna etmek ve kazanmak için tüm enerjilerini kullanırlardı. 20 dakikalık bir dolmuş yolculuğunda bile, şoförü önce tartıp, sonra lafı evirip çevirip sırasıyla zamlar, faşist cinayetler ve devrimcilerin mücadelesi hakkında yoğun propagandaya girişen, onu kazanmasa bile kafasında “iz bırakmak” için ısrar eden devrimcilere rastlamak mümkündü. Lokale gelen yeni bir kişiye önce örgüt propagandasına girişildiğinde, onun (meğerse!) güç birliği için gelen XX örgütünün bir yöneticisi veya kemik kadrosu olduğu anlaşıldığında bile bozuntuya verilmez, bu sefer o örgüte karşı bizim tezlerimizin haklılığı konusunda dostça polemiğe girişilirdi. Bu girişkenliğin arkasında elbette sosyalizmin dünya çapındaki gücü ve ülkemizdeki mücadelenin kitleselliğinin yarattığı devasa bir öz güven, inanç ve kararlılık vardı.
1980 sonrasında doğal olarak “sosyalizmi anlatmak” riskli ve tehlikeli hale getirildi. İnsanlar susmayı ve kendini belli etmemeyi öğrendiler. 90’lardan sonra mücadele yükselince dahi, bir şeyler hep eksik kaldı. Sosyalistler, sosyalizmi anlatma refleksini esas olarak “kendi çevrelerinde” ve doğal olarak çok darlaşmış “sempatizan kitle” ile sınırlı tuttular. Sıradan vatandaşlara sosyalizmi anlatma refleksi ve cesareti uzun süre çok düşük kaldı, yükselmeye başladığı bu günlerde dahi 70’lerin gerisindedir. Bu tutukluğun ardında elbette ülke ve dünyadaki gelişmelerin, sosyalist sistemin çöküşünün ve ülkede sosyalistlerin marjinalliği aşamamış olmasının rolü belirleyici oldu.
SOLU GETTOLAŞMADAN KURTARMAK
Bugün bu refleks gelişmektedir; ancak yeterli olmaktan uzaktır. Burada en büyük tehlike solun “gettolaşma”sıdır. Eylemlere katılan (bunu da çoğunlukla iktidarın izin verdiği sınırlı sayıda alanda yapan), bununla “görevini yapmış olmanın” tatmin ve mutluğunu yaşayan, geçmişte (ve her geçen gün bir yenisi eklenen) kaybettiğimiz yoldaşların anısını kendine asli varlık sebebi haline getiren, ve okuduğu Marksist eserlerdeki zenginliğe ve mantıksal tutarlılığa duyduğu hayranlıkla kendine bir dünya kuran ve bu dünya içine hapsolan devrimcilerin sayısı ülke genelinde hiç de az değildir. Bu dünya, burjuvazinin baskılarıyla bize empoze ettiği, ve bizim kendi ellerimizle inşa etiğimiz bir gettodur ve son derece tehlikeli olup bir an önce yıkılması gereklidir. Yıkmanın tek yolu ise dışarıya, yeni insanlara, sıradan emekçilere açılmak, onlarla bire bir temas kurmak, onlardan bir şeyler öğrenmek, yani dışa yönelik örgütçülüğü geliştirmek ve temel değer haline getirmektir. Bu beceriyi geliştirmenin ise 2 temel aracı vardır: Sosyalleşme ve politik donanımı güçlendirme.
“Sosyalist” ve “sosyalleşme” kelimeleri arasındaki kök benzerliği açıktır: Bir sosyalist öncelikle “sosyal” olmak, yani çevresiyle rahat ve güvenli ilişki kurabilmek zorundadır. Asosyal, içine kapanık, ancak kararlı ve inançlı bir yoldaşımızın da elbette yapabileceği “özel görevler” vardır; ancak konumuz bu değildir. Partiyi büyütmek, güçlendirmek isteyen her yoldaş yeni insanlarla ilişki kurma konusundaki becerisini geliştirmeli, doğru ve etkili bir diyalog kurma konusunda kendisine güvenli olmalıdır. Bu kadar basit bir gerçeği vurgulamamızın sebebi ise şudur: İnsanlara yaklaşmaktan bizi alıkoymaya devam eden “getto” refleksleri tümüyle yok olmuş değildir. Yönelmemiz gereken şahısta fark ettiğimiz özellikler çoğu zaman bizi içimize kapanmaya itmektedir: “O şahıs XX örgütünden, onunla konuşulmaz”, “O kişi Kemalist, bizi dinlemez”, “O vatandaş orucunda, namazında, onunla ne konuşacağım?”, “Görmüyor musun, o şahsın eşyalarında Türk bayrağı var. Resmen milliyetçi!” Sosyalist kadroların sayısının azlığı, önümüzdeki görevlerin ise büyüklüğü göz önüne alındığında, bir kadronun önüne gelen herkese aynı anda “yoğunlaşması” elbette rasyonel olmayabilir, kolay hedeflere öncelik vermek daha anlamlı olabilir, ancak bir sosyalistin HERKESE söyleyecek bir sözü, etkin şekilde aktaracağı bir iddiası olmalıdır. Bu noktada aşağıdaki resim oldukça anlamlıdır:
Bu resimde bizim sevgili Sinan Cemgil’imiz, Varto depreminde bir köylüyle sohbet etmektedir. Sohbet edilen köylü, kesinlikle dindar (muhtemelen hacı) ve gene muhtemelen hiçbir eğitimi olmayan bir köylü büyüğümüz, amcamız, kardeşimizdir. Sinan Cemgil ise ODTÜ öğrencisi, birkaç dil bilen, yüksek derecede kültürlü genç bir aydındır ve her açıdan (yaş, kültür, sosyal statü) bu ikisi “farklı dünyaların insanlarıdır”. Ne konuştuklarını elbette bilemeyiz, ancak köylü kardeşimizin yüzündeki ifadeden bu sohbetin ne kadar hoş, başarılı, ve mutlu edici bir sohbet olduğu ortadadır. ODTÜ’lü Sinan, okuma yazma bildiği bile şüpheli bir köylü kardeşimizle başarılı bir diyalog kurabilmiş, onun aklında ve kalbinde mevzi kazanmayı başarmıştır. Tek başına bu resim, farklılıklar yüzünden insanlardan uzak duran sosyalist kadrolar için yeterince öğretici bir örnek olmalıdır. Sinan’ın anısını onurlandırmak, sadece Nurhak’ı anmaktan değil, onun (çok başarılı olduğunu bildiğimiz) bu yönünü bugün kendi mücadelemizde canlandırmak ve yeniden üretmekten geçer.
Farklı biriyle başarılı bir diyalog kurmanın ikinci önkoşulu, elbette politik donanımdır. Bizim herkese söyleyeceğimiz bir sözümüz vardır ve sağlıklı bir eğitimle her sosyalist bu konuda etkin hale gelebilir. Başka bir örgütteki kadroya, TİP’in çizgisi ve kapsayıcı, kucaklayıcı üslubu anlatılabilir ve bu kadroya sosyalizm için şu anda yaptığı katkının TİP bünyesinde çok daha etkili ve güçlü olacağı anlatılabilir. Bir kemaliste, M.Kemal’e ülkenin bir değeri olarak saygı duyduğumuz, ancak onun sosyalistlere uyguladığı baskının sadece bize değil, bizzat ülkeye ve halka zaman içinde giderek büyüyen bir zarar verdiği, hiç kimsenin kutsalına saldırmadan ve kalbini kırmadan anlatılabilir. Bir milliyetçiye, o çok önem verdiği “Türk halkının gururu”nu kimlerin 70 yıldır ayaklar altına aldığı, patronlar ve çıkarcılar var oldukça bu gururu asla yaşayamayacağımız, ancak yoksullara ve emekçilere sahip çıkan bir politikayla ülke olarak bir gurur yaşayabileceğimiz aktarılabilir. Dürüst bir Müslümana, bu topraklardaki 1000 yıllık İslam hümanizmasının bazı değerleri, sadelik, tevazu, insani dayanışma, ve adalet gibi unsurları hatırlatarak bugün “islam” adına politika yapanların nasıl bir sahtekarlar çetesi olduğu rahatça vurgulanabilir. Cumhuriyetin pozitif değerlerine sahip çıkmak nasıl bizi Kemalist yapmazsa, Anadolu İslam’ının Haci Bektaş-ı Veli’den Yunus Emre’ye kadar hümanist, dayanışmacı ve adaletçi değerlerine sahip çıkmak da bizi “islamcı” yapmaz. Bütün mesele sosyalist kadroların kendilerini tüm bu alanlarda eğitmeleri, “söyleyecek sözleri”ni hazır tutmaları ve bunu dengeli, saygılı bir üslupla aktarabilmeleridir; ve bu hiç de zor değildir.
Dışa yönelik örgütçülükte başarıyı sağlayacak ve bu iki öğeyi tamamlayacak olan, elbette ki “süreklilik ve ısrar” olacaktır. İlk teması doğru kurduktan sonra o birimde (mahalle, fabrika..) emekçilerle tüm somut mücadeleleri içinde bir arada olmak, doğru çözümleri önermek, ve güven ilişkisini bu süreç içinde adım adım örerek yaymak her kitlesel başarının ardında yatan temel öğelerdir. Yerel politikaların ne denli önemli olduğunu ve nasıl örülmesi gerektiğini “Tüm Emekçilerin Partisi Olmak İçin” başlıklı yazımızda ayrıntılı incelediğimiz için burada sadece anarak geçiyoruz.
İÇE YÖNELİK ÖRGÜTÇÜLÜK: KENDİNİ HİSSETİREN BİR ZORUNLULUK
Yukarda tanımadığımız içe yönelik örgütçülüğü irdelemeden önce, TİP’in son iki yılda karşı karşıya kaldığı özgün durumu ele alalım. Mecliste vekillerin kamuoyuna yansıyan cesur ve dürüst çıkışları kamuoyunda ciddi bir etki yaratmış, ve sıradan vatandaşlarda TİP’e bir yönelim oluşmuştur. Bu yönelim, son 20 yıldır geleneksel sol-sosyalist söylem ve eylem içinde şekillenen ana kadro yapısı için bir anlamda sürpriz teşkil etmiştir. Sürprizdir, çünkü bu “gelen” üyelerin çoğu somut ve yüz yüze bir siyasi emekle, yukardaki deyimle “dışa yönelik örgütçülükle” kazanılmamış, birden bir olanak olarak kadroların gündemine düşmüştür. Öte yandan bu “yeni gelenler”in çoğu sıradan, çoluk çocuk sahibi vatandaşlardır; aralarında gönül bağını belirtmekten öteye gitmeyen ve asla gitmeyecek olan az bir kesim dışında, hepsi “bir şeyler yapmak” istemektedir; ancak burada bir sorun karşımıza çıkmaktadır. Kadroların geleneksel olarak alıştığı eylem ve çalışma biçimleri olan miting, protesto, direniş, sokak eylemi, lokalde toplanma, anma, birlikte eğitim yapma gibi faaliyetler bu yeni gelenlerin büyük kısmına hitap etmemektedir ve bunların önemli bir kısmı âtıl kalmaktadır. Burada kadroların bir kısmına hâkim olan düşünce tarzı şudur: “Yapacak çok iş, peşinden koşulacak çok eylem ve aktivite vardır. Zamanımız sınırlıdır ve bu zamanı, fazla verimli olmayacak, zamanının ancak %10-20’sini verebilecek insanların peşinde ve onları takip ederek geçirmek yerine, enerjimizi asıl gündemimizi oluşturan günlük belli faaliyetlere yöneltmek daha rasyoneldir”,
Bu düşünce tarzı makul gözükebilir. Ancak başka bir açıdan baktığımızda olayın farklı bir boyutu ortaya çıkmaktadır: Düşünelim:
1) 1923-50 arası Kemalizmin antikomünist baskısı
2) 1950-80 arası aralıklı baskıcı sağ parti iktidarları,
3) 1980 sonrası 12 Eylül’ün faşist vahşeti,
4) 2002 sonrası İslami baskı ve terör dönemlerini yaşayan bir ülkede, Türkiye’de,
5) Üstelik dünyada sosyalizmin yıkıldığı ve yeni bir sosyalist odağın doğmadığı koşullarda,
insanlar “sosyalistim, komünistim” diyen bir partiye kendileriyle hiçbir birebir temas kurulmadan, kendi bireysel kararlarıyla ve yığın halinde gelmektedir.! Bunun ne büyük bir şans ve olanak olduğunu görmemek ve bundan sonuna kadar yararlanmamak açıkçası affedilir bir durum değildir. Bu açıdan, yukardaki “pratik” açıklamanın ne ölçüde “zaman kullanma rasyonalitesi”nin sonucu, ne ölçüde de aslında daha 10 sene öncesine kadar içinde olduğumuz ve yeni yeni çıkmaya başladığımız “getto” mantığının bir kalıntısı olduğunu hepimiz kendimize dürüstçe sormalıyız.
Bu kendiliğinden gelen unsurlar 2 açıdan bize birer olanak sunmaktadır.
Birincisi kendimizi politik açıdan geliştirme olanağıdır. Bu gelen emekçilerin hemen hem hepsi mevcut burjuva ideolojilerinin şu veya bu derecede etkisini taşımaktadır (Kürtlere karşı soğukluk, Atatürk hayranlığı, Suriyeli düşmanlığı..) Bu çarpıklıklarla mücadelede tecrübe kazanmak ve güçlenmek için en ideal ortam önce bu yeni yoldaşlarımızla işe başlamaktır. Bu yanlışları bizim ayağımıza gelip de üye olan emekçilerde büyük ölçüde gideremezsek, bizim dışımızda durmaya devam eden diğer milyonlarca emekçide nasıl gidereceğimiz şüphelidir.
İkincisi ise eylem, mücadele, aksiyon, çalışma şekillerimizi zenginleştirme, geleneksel rutinlerimizin yanına yeni ve etkin çalışma kanalları açma olanağıdır. Bizim “klasik” (ve kesinlikle zorunlu, vazgeçilemez) eylem biçimlerimize taşıyamadığımız, ancak “bir şeyler yapmak” isteyen her arkadaşımızın emeğinden yararlanmak için yeni biçimler bulmak üzere yaratıcılığımızı, yani örgütçülüğümüzü geliştirmemiz gerekmektedir. Uç bir örnek vermek gerekirse, 80 yaşında, anneanne olan bir üyemizi düşünelim. Bu üyemiz, Gezi’de sapanla taş atan yaşlı kadın kardeşlerimizin aksine erkek egemen toplumun ömür boyu ev kadınlığına mahkûm ettiği bir kardeşimiz dahi olabilir ve onu dolayısıyla bizim eylemlerimizin hiçbirine katma olanağı yoktur. Ama o yoldaşımızdan dahi bir yemek (börek, pasta, çörek..vs) hazırlamasını isteyip, o yemeği bir grev ziyaretinde kendi elleriyle direnişçi işçilere dağıtmasını sağlarsak, o yaşlı yoldaşımızı, o annemizi sadece sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirmekle kalmayız, hayatına da Parti olarak unutamayacağı bir anlam katmış, ve Parti ile arasında güçlü bir bağ kurmuş oluruz. 50 yaşının üstüne birer doktor, mühendis, veya serbest meslek sahibi olan üyelerimiz de (muhtemelen geçmişte devrimci eylemlerde aktif olup artık siyasi aktiviteyi ikinci plana koymuş arkadaşlarımızdır) bizim rutin eylemlerimize katılmayabilir. Ancak onlarla farklı boyutlarda, oda çalışmalarında bir araya gelebilir, kendi mesleki ilişki ağlarıyla tanışabilir, uzmanlıklarından mahalli dernek ve meclislerde (bedava sağlık kontrolü, bedava hukuki destek…) yararlanabiliriz. Bunu başarmak için birinci ihtiyacımız, günlük çalışmanın seli içinde bir an kafamızı kaldırıp konu üzerinde yoğunlaşmaktır.
YOLDAŞ PHİLBY VE DÜŞÜNSEL YOĞUNLAŞMA
Kim Philby adını çoğumuz duymuştur. Asil ve zengin bir İngiliz ailesinden gelen, ancak 1930’larda arkadaşlarıyla birlikte komünizmi seçen, KP’ye giren bazılarından farklı olarak “canavarın beynine”, yani İngiliz İstihbarat servisi MI6’ya girmeyi seçen ve burada emperyalizme ciddi zararlar veren bir kahramanımızdır. Philby 2.Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’ya kritik bilgiler aktarmış, Soğuk Savaş’ta Çekoslovakya’daki ABD destekli kalkışmayı ve Arnavutluk’a yapılacak çıkartma hareketini önceden haber verip engelletmiş, sosyalist ülkelerdeki Batı yanlısı casusluk şebekelerini çökertilmesini sağlamıştır. MI6’da bir sızma olduğu fark edilince sızmayı bulma görev kendisine verilmiş, o da çemberin giderek daraldığını hissedince ustaca bir hamleyle SSCB’ye kaçmış, ömrünün sonuna kadar orada yaşamıştır. Kim Philby 20.yüzyılda komünist hareket olarak emperyalizme attığımız en büyük “gollerden” biridir.
Onu zikretmemizin sebebi ufak, ama bizler için önemli bir detaydır. Ömrünün son yıllarında kendisiyle röportaja gelen bir İngiliz gazeteci, bir dizi sorudan sonra ona İngiliz İstihbarat dünyasının bir diğer ikonu olan “James Bond” karakteri hakkında ne düşündüğünü sorar. Philby gülerek şu cevabı verir:
“Çok ve fazlasıyla hareketli (Bond filmlerindeki bol aksiyon hatıramızdadır – SD) . Gerçek bir casus bazen 1 gün boyunca hiçbir şey yapmaz, evine kapanır ve 24 saat sadece derinlemesine düşünür”
Bu vurgu üzerine her yoldaş biraz durmalıdır. Sosyalist kadrolar elbette birer “casus” ya da istihbarat görevlisi değildir; günlük mücadelemiz de devrimci istihbarat (espiyonaj) dünyası kadar karmaşık, girift, riskli ve çetrefilli olmaktan uzaktır. Ancak (Philby’nin vurguladığı) olgu, düşünsel yoğunlaşmanın ve derinleşmenin sadece makale yazmak ya da teorik çalışma için değil, bizzat pratik başarı için de ne denli gerekli ve zorunlu olduğudur. Dolayısıyla pratikte başarıyı yakalamak, bizlerin (onu deyimiyle) “James Bond”vari işlerimizden geri düşmeden, biraz daha fazla “Philby’vari” işlerden, yani örgüt düşünmekten, örgütü güçlendirmek için kafa patlatmaktan geçmektedir.
Kim Philby’nin anısını onurlandırmak için SSCB’nin bastırdığı posta pulu
Bu konuda TİP çok ciddi ve geniş bir olanak sunmaktadır. Türkiye’de ilk defa bir sosyalist parti, çok sayıda (belki de 61-71 TİP’inden de daha fazla) mücadele alanında oldukça yetkin, bir kısmı akademisyen olan kadrolar eliyle somut çalışmalar, politikalar üretmekte, çözüm geliştirmekte ve yeni eylem alanları açmaktadır. Saymak gerekirse TİP Emek, Ekonomi - Enerji - Vergi – Tarım, Kadın, Gençlik, Ekoloji - Kent - Yerel yönetimler, Eğitim-Sağlık, Hukuk-Adalet, Kültür-Sanat, Bilim-Teknoloji, Dış Politika - Savunma – Göç, Engelliler, LGBTİ+, Çocuk, Spor, Kürt ve Alevi sorunlarında etkin ve işlevli organlar oluşturmuş durumdadır. Bu büyük olanak, bizi içe yönelik örgütçülüğü güçlendirmenin ikinci koşulu olan “örgüt içi etkin iletişim”e götürmektedir
Hem üyelerle hem de parti dışı emekçilerle temasta olan her kadro, bu geniş spektrumlu çalışmayı takip etmeli, bu alanlardaki çalışmanın mahiyetini anlamalı, özümsemeli ve buradaki talep ve ihtiyaçlar doğrultusunda elindeki kaynakları kullanmak, faydalı kılmak için çaba sarfetmelidir. Tüm ilçe komitelerimiz ve birimlerimizde bu büroların faaliyet planları ve raporları okunmalı, tartışılmalı ve bu doğrultuda kimlerle ne yapılabileceği konusunda kafa yorulmalıdır. Bu konuda asgari, ancak düzenli bir çabayla bile parti içinde ve dışında çok daha geniş bir potansiyeli mücadele için harekete geçirmek ve faydalı kılmak işten bile değildir.
İletişimin ikinci boyutu ise eldeki olanakları doğru yere iletmektir. Örneğin turizm alanında önemli ilişki ve olanaklara sahip bir üyeyi bir ilçenin değerlendirmesi mümkün olmayabilir. Yapılması gereken, partinin bütünü seviyesinde faydalı olabilecek kaynak ve olanakları merkez organlarına iletmek ve o seviyede yararlanılmasını sağlamaktır.
TİTO ADI NEREDEN GELİR?
Örgütçülüğe ayırdığımız bu yazıyı, hareketimizin tarihinden bir diğer figürü anarak bitirelim. Yugoslav Halk Kurtuluş Savaşının ve sosyalist devriminin önderi olan Tito’yu herkes tanır; ancak onun adının nereden geldiği pek bilinmez. Asıl adı Josip Broz’dur ve Hırvatistan’lı bir metal işçisi, bir tornacıdır. Oldukça etkin çalıştığı Komünist Entenasyonal’de ise kod adı Valter’dir. Yüksek düzeyde yetenekli bir örgütçü olan Tito, adını, önderlik ettiği halk kurtuluş savaşında sık sık kullandığı (Slav dilinde) “Tı” (sen) “To” (bu) vurgusuyla, yani “sen bunu yapacaksın, sen de bunu yapacaksın” şeklinde etrafına yağdırdığı ve zaman içinde kendisiyle özdeşleşen komuttan almıştır. Sonradan diğer sosyalist ülkelerle çıkan sorunlar ne olursa olsun, Yugoslav devrimi bugün bizlere (ve eski Yugoslavya halklarının hala büyük bir kısmına) gurur veren bir başarıdır. Sadece işgalci Nazi ordularını değil, aynı zamanda (yıllar sonra ne yazık ki emperyalizmin dirilteceği) Hırvat faşisti Ustaşa’ları ve Sırp şoveni Çetnik’leri tepeleyerek, 3 ayrı dinden, Ortodoks, Katolik ve Müslüman halkları devrimin sembolü olan Kızıl Yıldız’ın altında birleştirmeyi başaran, Avrupa’daki diğer direniş hareketlerinden farklı olarak gerilla savaşı çerçevesini aşıp düzenli orduya dönüşen, SS tümenlerini bozguna uğratan, bu süreçte 1 milyon ölü veren Yugoslav halkının bu başarısı bugün, tüm diğer 20.yüzyıl devrimleri gibi bizlere ilham vermeyi sürdürmektedir.
Yugoslav devrimi, elbette ki öncelikle Yugoslav işçi sınıfının, emekçi halklarının ve Yugoslav komünistlerinin başarısıdır, ancak bu başarının ardında (her başarıda olduğu gibi) her kademede verilmiş yüzlerce, binlerce, “Tı To” komutunun, başarılı bir örgütçülüğün, yani 1) herkesin emeğinden yararlanan ve herkese iş veren, ve 2) doğru kişiye doğru işi veren büyük bir emeğin bulunduğu unutulmamalıdır.
Mareşal Tito, Yugoslav Halk Kurtuluş Savaşında
İnancımızın ve heyecanımızın ateşlediği, sosyalizm biliminin de yolunu aydınlattığı bizim devrimimizin, Türkiye Sosyalist Devriminin de yolu, başarılı bir örgütçülüğün döşeyeceği binlerce taşla örülecek ve zafere ulaşacaktır.
Bunu unutmayalım.
- Hacıbektaş Belediyesi dergah bahçesini satmıştı: TİP’li yönetim iptal için harekete geçti
- TİP’li vekiller, 3 ildeki maden projelerini Meclis gündemine taşıdı
- Erkan Baş’tan ‘yumuşama’ çıkışı: ‘Hakkımız olanı almak için kimseden özür dilemeyeceğiz’
- Erkan Baş: 104 yıl önce halk ‘bitti’ dedi ve bitti, şimdi de son sözü emekçi halk söyleyecek!
- Antalya’daki geri gönderme merkezinde ‘işkence’ iddiaları Meclis gündeminde