‘Taksi Şoförü’ ve ‘Darmadağın’ filmlerindeki travma sonrası stres bozukluğu imgeleri

‘Taksi Şoförü’ ve ‘Darmadağın’ filmlerindeki travma sonrası stres bozukluğu imgeleri

"Vincent veya Travis için daha iyi bir gelecek var mıdır? Eğer varsa, bunu destekleyebilecek herhangi bir kanıt var mıdır? Ya da her ikisi de savaşın döngüsel şiddetiyle tekrar tekrar ve sonsuza kadar onların başına bela olan travma sonrası stres bozukluğu içinde sıkışmaya mı mahkumdur?"

Yazar: C.H. Newell

Çeviren: Yaren Kardelen Budun

Travma sonrası stres bozukluğu -kısaltması TSSB- 1946 tarihli John Huston belgeseli “Let There Be Light” kadar eski bir film konusu olmuştur. Irak’ın işgalinden beri, yaygın kullanılan bir kavramdır.

Bu kavrama dair yapılmış en orijinal filmlerden biri Martin Scorsese’nin 1976 tarihli klasiği “Taksi Şoförü” filmidir. Robert De Niro’nun unutulmaz bir şekilde canlandırdığı Vietnam gazisi Travis Bickle’ın New York’ta geçen kırgın yolculuğunun hikayesidir. Paul Scrader tarafından yazılan Taksi Şoförü, film sonunda şiddete sebep olan yalnızlık ve sosyal izolasyon kavramlarını inceliyor.

40 yıl sonra, senarist ve yönetmen Alice Winocour, benzer bir konuyu “Darmadağın” filminde ele aldı. Winocour’un odak noktası Travis’e nazaran daha az askeri geçmişe sahip çağdaş bir karakterdir. Matthias Schoenaerts’in canlandırdığı Vincent karakteri, izleyicinin görsel ve işitsel olarak onunla birlikte yaşadığı travma sonrası stres bozukluğundan mustariptir.

Scorsese’nin filmi kesinlikle daha kanlı olmasına rağmen özellikle şiddet yönüyle ele alındığında, her iki film de tematik açıdan birbirine benzerdir. Onları muhteşem şekilde farklı kılan şey ise, her iki yönetmenin de konuyu kendi nesillerine hitap edecek şekilde sunuyor olmasıdır.

Scorsese ve Schrader Vietnam Savaşı’nın gazilerin ahlaki değerlerini nasıl etkilediğine odaklanmışken; Winocour, tüm yaşamları hem ekonomik hem de psikolojik olarak sonsuza dek askerlik göreviyle şekillenen birçok genç erkeğin, Irak İşgali sonrası duygularını ele alıyor.

RUHSAL BOZUKLUĞUN ANLATISI

De Niro’nun karakteri Travis Bickle, ünlü doğaçlama repliği “Benimle mi konuşuyorsun?” (Orijinal dilinde “Are you talkin’ to me?”) sahnesi sebebiyle ikonik bir karakterdir. Bu sahnede Bickle, kollarının altından silah çıkarabilmek için kendi yaptığı bir mekanizmayı savurarak aynayla karşı karşıya gelir. Bir yandan eğer buna ilk izlenim olarak bakacak olursanız, replikleri söyleyiş şeklinden erkekliğini ön plana çıkaran bir adam gibi maçoluk sezilir.

Diğer yandan, psikolojik dayanağı düşüşe geçmekte olan dengesiz bir adama tanık oluyoruz. Bickle aslında gerçekten yapmak istediği şeyi yapmak adına kendisini gazlıyor: şiddetli olmak. Schrader’in senaryosu, ahlakımızın doğasıyla ilgili özellikle de bazı durumlarda şiddetin kabul edilebilir olup olmadığı gibi gri bölgelerin bulunduğu sınırlar hakkında birkaç soru soruyor. Tasvir olsa bile, çoğunlukla Scorsese’nin filmi yönetişine bağlı olarak, senaryonun anlatım gücü ve Travis’in iyi yazılmış karakteri burada ruhsal bozukluğun keşfini sağlayan şeydir.

Örneğin, Travis Vietnam Savaşı’ndaki askerliğinin ardından travma sonrası stres bozukluğundan mustariptir bu yüzden de New York’a döndüğünde, insanlarla bağlantı kurma özlemini yatıştırmanın bir yolunu arar. Aynı zamanda çaresiz bir şekilde, zihnini “öldürme” düşüncesinden kurtarmaya çalışır. Tüm acımasız ihtişamıyla onun bu sinir bozucu yolculuğuna tanık oluyoruz.

Travis’in bir kadınla ilişki kurmaya çalışmasının tuhaf mücadelesi, onun antisosyal davranışlarının ilk işaretidir. Sanki çok normal bir şeymiş gibi, kadını müstehcen bir filme götürür. Bu, onun şaibeli ahlakın içerisine tekrar tekrar düşüşünün başlangıcıdır.

En büyük soru ise Travis’in kaotik bir silah oyunu kasırgasını serbest bırakmasından sonra açığa çıkıyor: Bickle’ın tek seferde iki tarafı keskin kılıcıyla reşit olmayan küçük bir kızın fuhşuna suç ortağı olan kötü adamları öldürmesini ve yalnızca öldürme tutkusuna sahip olmasını kabullenebilir miyiz? Bu soru bizi iki arada bir derede bırakıyor.

Elbette, Harvey Keitel’in karakteri ve final sahnesinde öldürülen diğer karakterler aşağılık insanlardır. Ancak Travis önceki sahnelerde bir siyasetçiyi de öldürmek istemişti. Eğer kendi yolundan gitmiş olsaydı, yüksek ihtimalle hapiste olacaktı ve kötü adamları öldüremeyecekti.  Yani, özünde, toplumun alt kesimindeki suçluları öldürmesi, daha önce şiddet dürtülerini gerçekleştirememesinin bir ürünüdür.

Vietnam’da askerlik yaptıkları sırada birçok vahşete sebebiyet veren askerler, My Lai Katliamı da kanıtlandıktan sonra, ahlakları bozulmuş şekilde eve geri döndüler. Askeri yaşamları ve vatandaş olarak geçirdikleri sivil yaşamları artık birbirinden ayrı hissetmiyorlardı. Savaş sırasında yaşadıkları deneyimler, zihinlerinde şiddete eğilim ihtiyacı doğurdu.

Travis karakteri, bu yeni şiddetli davranışlarını antisosyal davranışlarından başka bir şeye yönlendirememesi nedeniyle travma sonrası stres bozukluğunun somut bir örneği olmuştur. Karakterin asıl ikilemi ise film sonuna kadar ona “kahraman” unvanı takıp takamayacağınızdır. 

Tam zıttı olarak, “Darmadağın” filmindeki Vincent karakteri, kesin surette bir kahramandır ve bu filmde incelediğimiz şey; onun şiddeti değil, kendisini deliliğe yenik düşmekten alıkoymaya çalıştığı zihinsel süreçtir.

TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞUNDAN MANZARALAR

Bickle gibi, Alice Winocour’un filmi “Darmadağın’ın” ana karakteri de zihnini sürekli dolu tutmaya çalışan Vincent adındaki bir askerdir. Travis, taksi şoförüdür ve müstehcen filmler izlemeye gider, Vincent ise tam aksine zenginler için özel güvenlik olarak sözleşmeli işlerde çalışır. Şiddet eğilimli bir adam değildir.

Ancak bununla birlikte, küresel toplumun askerlik hizmetini nasıl gördüğünün 11 Eylül Saldırıları sonrasında, Vincent gibi bir adam aslında olduğu konuma sıkışmış durumdadır. Askerlikten başka hiçbir yeteneği olmayan TSSB’den mustarip biri gibi görünür. Travis’in New York’ta gezindiği 1970’lerin aksine, ekonomik fırsatlar her zaman elde edilecek kadar kolay değildir.

Bugünlerde eskisi gibi sokakta yürürken bile iş bulamazsınız. Bu yüzden, Vincent filmin ilk sahnesinde zayıf olan zihinsel ve fiziksel durumunu tasvir etse de nispeten tehlikeli bir iş kolunda çalışmaya devam eder. Sonuç olarak, işi onun durumunu yalnızca daha da kötüleştirmeye sebep olur, görüntü ve sesler aracılığıyla bu durumu canlı bir şekilde temsil eder.

Bazı sahneler sırasında Winocour, duyduklarınızın müziğin bir parçası olup olmadığını veya Vincent’ın TSSB’sinin işitsel bir temsili olup olmadığını anlamak için bir anlığına size meydan okuyor.  Tıpkı güvenlik görevlisi olarak çalışacağı partiyi ilk kez incelediğinde ve elektronik bas davuluna kısaca vurduğunda, ses hoparlörlerden geliyor gibi duyuluyor. Ancak gerçekte, bu ses aslında Vincent’ın kalp atış sesidir. Sakinleştikten sonra ses durur ve sahnenin doğal gürültüsünün arasına geri döneriz. Bu yüzden Winocour, Matthias Schoenaerts’in kaliteli oyunculuğuna tamamen güvenmek yerine, bizi Vincent’ın dünyasına tamamen dahil ediyor, sanki olayları doğrudan onun aracılığıyla deneyimliyormuşuz gibi hissettiriyor.

Aynı sahnede, tıpkı diğerleri gibi çekim bulanıklaşıyor. Net olarak gördüğümüz tek şey Vincent, bu yüzden seslerle birlikte onu görsel olarak da deneyimliyoruz. Daha sonra Vincent ve koruduğu bir kadın saldırıya uğradığında, ses ve görüntü yine onun bakış açısıyla sunuluyor: Bir araba penceresi aniden kafasının yanında parçalanıyor, daha sonra uzaktaki seslere ve Vincent’ın odaklanmış görünümüne dalmadan önce ekrandaki her şey donuklaşıyor ve bulanıklaşıyor.

Bununla ilgili ilginç olan şey; Winocour’un bizi Vincent’ın ruh haline götürmesi, aynı zamanda aynı işitsel ve görsel estetiği kullanmasıdır, çünkü sadece TSSB’sini değil, genel olarak her şeyi onun bakış açısından duyar ve görürüz. Bu, karaktere olan bağlılığımızı güçlendirir.

Vincent karakteri, Schrader’ın Travis Bickle’ı yazdığı gibi izole ve çılgın bir karakter değildir. Winocour’un Vincent’ı işitsel ve görsel tekniklerle tasvir etmesi bize duygularına doğrudan bir yol çiziyor. Bu nedenle, “Darmadağın” filmini ana hikayesinin bir parçası haline geliyoruz. Yani, sonunda izleyici, Vincent’ın hayali olup olmadığına ya da gerçeklik hakkında bir kavrayışa sahip olup olmadığına asla tam olarak karar veremez.

“Taksi Şoförü” filminin son sahnelerine oldukça benzer olarak, “Darmadağın” filminde kapanış jeneriğinin girmesinden hemen önce, Vincent’ın daha önce ne olduğuna dair algımızı karıştıran bir durumda olduğuna tanık oluyoruz. Korumakla görevlendirildiği kadını başarıyla kurtarmış olsa da TSSB ile olan mücadelesi görünüşe göre hiçbir zaman sona ermedi.

O zaman son sahnenin sanrısının bir kanıtı olduğuna inanıyorsanız, filmin senaryosunu tekrar düşünmek neredeyse korkutucu olacaktır, çünkü Vincent etkili bir şekilde bir kahramana dönüşürken, hala kendi topraklarında bir asker olabilirken, sonsuza dek TSSB ile şekillendirdiği bir dünyada sıkışıp kalır. 

SONUÇ

Bazı sahneler dışında, “Taksi Şoförü” ve “Darmadağın” aynı DNA’ya sahiptir. Scorsese’nin filminin Winocour’u etkilediğine şüphe yok. Buna rağmen, aynı konulara yaklaşımları ve ana karakterlerinin çeşitli mücadelelerini temsil etme biçimleri çok farklıdır. “Taksi Şoförü” filminin başlangıcından itibaren Travis’in ve onun çarpık düşüncelerinin tamamen farkındayız. Schrader’ın senaryosu, Travis’in Vietnam’dan sonra yaşadığı travma sonrası stres bozukluğunu açmanın bir yolu olarak seslendirme yoluyla cömert bir iç monolog yığını içeriyor. Bir şeyler görüp görmediğine dair hiçbir soru yok.  Tecrübelerinin yoğunluğu hikâyeyi travma sonrası stres bozukluğunun gerçek ve şiddetli sonuçlarını hedef alır. Buna karşılık, “Darmadağın”, Vincent’ı ve TSSB ile olan mücadelesini temsil etmek için bir araya gelen ses ve görüntülerle ana karakterle bir olma hissi hemen başlar. Her şeyden önce, her film kendi neslinin bir ürünüdür. Travis, şiddetin geri döndüğü ve askerlerin artık doğruyu yanlıştan ayırt edemediği bir dönemi temsil ediyor. Bu arada Vincent, 21. yüzyılda savaştan eve dönen kaç askerin ciddi tıbbi yan etkilerle kendi başlarına bırakıldığının çağdaş bir temsili olarak hareket ediyor. Yine de çarpıcı farklılıklarına rağmen, her iki film de bu hasarlı karakterlerin son hallerinin bilinmediği bir belirsizlik notuyla sona eriyor. Bize cevaplar hiçbir şekilde verilmiyor. Ne Scorsese ne de Winocour cevapları saklıyormuş gibi davranıyorlar. Bildiğimiz tek şey, “Taksi Şoförü” filmi meselelerini anlatı yoluyla ele alırken “Darmadağın” filmi tüm estetik cephaneliğini inandırıcı bir biçimde açıklayarak, Vietnam Savaşı’nın ve 11 Eylül sonrası askeri dünyanın TSSB ile bu iki sinematik tasvirini nasıl şekillendirdiğine dair derinlemesine bir araştırma elde ediyoruz.

Bu iki filmi ve sonlarını kıyasladıktan sonra, Vincent veya Travis için daha iyi bir gelecek var mıdır? Eğer varsa, bunu destekleyebilecek herhangi bir kanıt var mıdır? Ya da her ikisi de savaşın döngüsel şiddetiyle tekrar tekrar ve sonsuza kadar onların başına bela olan travma sonrası stres bozukluğu içinde sıkışmaya mı mahkumdur?

Kaynak: Film Inquiry

DAHA FAZLA