Sylvia Pankhurst, geleceği ‘görmek isteyeceğimiz bir yer haline getirmek’ için savaştı

Sylvia Pankhurst, geleceği ‘görmek isteyeceğimiz bir yer haline getirmek’ için savaştı

"Biz uluslararası solu yeniden inşa etmekle meşgulken, büyük yoksulluk, çekişme aynı zamanda artan kolektif çatışma zamanlarında, Sylvia Pankhurst'e olan borcumuzu kabul etmek için önemli bir zamandayız..."

Fotoğraf: 1918'de Kadınların Sosyal ve Politik Birliği'nin kurucusu Sylvia Pankhurst (Hulton Arşivi)

Yazar: Dana Mills

Çeviren: Elif Orak

İngiliz süfrajet Sylvia Pankhurst, kadınların oy kullanma hakkı için savaşan militan bir eylemciydi.  Bir sosyalist olarak, kadın hareketlerini tüm toplumdaki eşitlik mücadelesinden ayırmayı da reddetti.

Sylvia Pankhurst'ün “Natural Born Rebel” diğer bir adıyla “Doğuştan Asi” kitabı çağımız için okunması gereken hayati ve gerekli bir girişim, olağanüstü bir çalışmadır. Rachel Holmes, 20. yüzyılın siyasi devlerinden birinin kusursuz bir biyografisini yazdı. Siyasal isyancı, insan hakları savunucusu ve çağının ötesinde radikal bir feminist olan Pankhurst, çok önceden beri “İngiliz süfrajet” olarak kabul ediliyordu.

Her ne kadar genel oy hakkı için militan mücadelenin tam merkezinde yer alsa da (ve kendi hayatını ortaya koysa da); iki dünya savaşı arasında; faşizm, sömürgecilik ve bunlar karşısındaki aktivizmi bu mücadelenin önüne geçti. Sylvia'nın hayatının tüm bu bölümleri, geleceği görmek isteyeceğimiz bir yer haline getirmeyi amaçlayan bu eşsiz kadının bakış açısıyla, bu biyografide derinlemesine anlatılıyor.

1882'de doğan Estelle Sylvia Pankhurst, İngiltere'nin en ünlü süfrajetlerinden birinin, Emmeline Pankhurst'ün kızıydı. “Kırmızı Doktor” olarak bilinen avukat babası Richard ise arkadaşı John Stuart Mill ile birlikte 1870 Evli Kadınların Mülkiyet Yasası’nı tasarladı. Sylvia'nın iki kız kardeşi ve bir erkek kardeşi ile birlikte Pankhurstler, Holmes'a göre, Çartistlerden sonra bilinemeyen bir ölçekte kitlesel bir hareket yaratmaya yardımcı olan “İngiliz feminizminin ilk ailesi” oldu.

Çarenin her daim sosyalizm ya da barbarlık arasında olduğuyla ilgili Rosa Luxemburg'un ünlü deyişi Sylvia tarafından da keskin bir şekilde hissedildi (Rosa Luxemburg daha sonra Sylvia'nın yoldaşlarından biri olacaktı). Babası Richard, 1896'da genç Sylvia için ilham verici ve açıklayıcı bir deneyim olan Eleanor Marx'ın konuşmasını dinlemeye götürmüştü (Sosyalist feminizmin bir diğer öncüsü olan Eleanor Marx, Holmes'un önceki biyografisinin konusuydu). Sylvia'nın süfrajet hareketinde genç bir aktivist olarak eğitimi, baskının kadınları nasıl farklı şekilde etkilediği, daha sonraki zamanlarda faşizmin kadınlar üzerindeki etkileri ve emperyalizm ile sömürgeciliğin yerli kadınlara nasıl daha fazla şiddet getirdiği, ömür boyu bu konulara dikkatleri çekmesine sebep oldu.

Gençlik yılları boyunca Sylvia, 1903'te kurulan ve ailesinin salonundan idare edilen Kadınların Sosyal ve Politik Birliği (WPSU) “Aile Partisi”nin bir parçasıydı. Sloganı ise “Vaatler değil, eylemler” idi. Fakat ailedeki anlaşmazlıkların ortaya çıkması çok uzun sürmedi. Sylvia'nın ablası Christabel ve annesi, eğitimli orta sınıf kadınların öncülerinin oy kullanmada ilk sırada yer alması gerektiğini, ancak ondan sonra işçi sınıfı kadınlarının dertleri ve günlük sorunlarıyla ilgilenilmesini savundular.

Kadınların Sosyal ve Politik Birliği'nin sadece kadınların oy hakkı sorunuyla ilgilenmesini, cinsiyetin diğer tüm ayrıştırıcılardan daha fazla öne çıkması gerektiğini öne sürdüler. Buna karşılık Sylvia, babasının tüm kadınların ve işçi sınıfı erkeklerin oy kullanması konusundaki ısrarlı sosyalist dünya görüşünü benimsedi. Sonuç olarak da tüm mücadelenin eşitliği ve bütünlüğü konusundaki bitmez ısrarları yüzünden annesi ve ablası tarafından dışlandı.

Özellikle kadınlar için kabulün nadir olduğu zamanlarda, Kraliyet Koleji’nden iki burs kazanan yetenekli ve ileri görüşlü Sylvia, oy hakkı adına yapılan faal eylemlerden dolayı hapis cezasına çarptırılan süfrajetlere verilen “Kale Kapısı ve Ok” broşunu tasarladı. Kadın işçileri, kadın mahkûmları ve kadın haklarının izinde yürüyen kadınları resmetti. Walter Crane ve William Morris'in kamu sanatının miraslarından ilham alan Sylvia, enstalasyonlar ve duvar resimleri de dâhil olmak üzere büyük ölçekli kamu sanatında ustalaştı. Sanat ve mücadele Sylvia'ya göre birbiriyle bağlantılı ve iç içeydi. Holmes'a göreyse, gerek unvan gerek yaratılıştan sanatçı olan Sylvia'nın adalet mücadelesi, sanatının da gelişmesine yol açtı.

Sylvia ilk olarak 1906'da hapse girdi. Tam da militan mücadelenin zirve yaptığı 1913-14 yılları arasında diğer tüm süfrajetlerden daha fazla olarak on üç kez hapse girip çıktı. Militan süfrajetler genel olarak hapishanede işkence görürlerdi ancak Sylvia dirençliydi ve birden fazla tutuklanma ve salıverilmeye rağmen örgütlenmeye devam etme yeteneği onu kısa sürede İngiliz hükûmeti için daha büyük bir tehdit haline getirdi. Aynı zamanda süfrajetlerin karşı karşıya oldukları zorlukların farkına varmaya başladı.

DOĞUŞTAN ASİ, DÜNYA VATANDAŞI

1912'de Sylvia, Londra'nın doğu yakasına taşındı. Mayıs 1913'te Norah Smyth ve Amerikalı süfrajet Zelie Emerson ile birlikte bir refah sistemi için propagandanın yanı sıra oy hakkı kampanyası üzerinde çalıştığı Londra Doğu Yakası WPSU'yu kurdu. Holmes, savaş sonrasında Clement Attle hükûmetinin, İngiliz Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni kurmasında Sylvia'nın çalışmalarından ve yazılarından yararlanıldığını belirtiyor.

Kamuoyu, Birinci Dünya Savaşı konusundaki süfrajet ayrılığında bölündüğünde Sylvia, prensipli, uluslararası bir tavır aldı ve bir kez daha savaşı destekleyen annesi ve kız kardeşiyle fikir ayrılığı yaşadı. Onlara karşı çıkarak bu savaşın, Boer Savaşı ve bildiğimiz tüm savaşlar gibi maddi çıkarlar için yapıldığını ve insanlık için büyük ve utanç verici bir kayıp olduğunu savundu.

Sylvia'yı, içlerinde Clara Zetkin'in de olduğu, savaşa karşı çıkan zamanının bazı önde gelen radikallerine yakınlaştıran şey bu savaş karşıtı kampanyaya katılımıydı. Holmes şöyle devam ediyor: Sylvia, Birinci Dünya Savaşı’na bir sosyalist, tereddütlü bir militan ve süfrajet İşçi Partisi destekçisi olarak girdi fakat çıkışı solcu bir devrimci komünist olaraktı. Sylvia hayatının her alanında bir devrimciydi. İlk büyük aşkı, İşçi Parti'sinin ilk lideri olan Kir Hardie'ydi.

Bolşevik Devrimi'nin, Rusya'da patlak verdiği sıralarda Sylvia ona tüm desteğini sundu. Sylvia'nın gazetesi “Workers' Dreadnought”, Rus Devrimi’ni memnuniyetle karşıladı ve Kurucu Meclis’in ani dağılışına destek verdi. Bu sayede Lenin'in hayranlığını kazandı ve “yüz binlerce insanın yararını” temsil ettiği için övgüler aldı. Dahası Kasım 1917'de "Rus problemi bizim problemimizdir. Bu, insanların sosyalizmi anlayıp anlamadıkları ve isteyip istemedikleri ile ilgilidir. Bu sırada bizim canlı umutlarımız Rusya’nın Bolşevikleriyle birlikte, tüm toprakların özgürlüğe açılan kapıları onlarla birlikte açılsın!" şeklinde konuştu.

İngiltere'deki 1918 İşçi Partisi konferansında Rusya'daki müdahaleye karşı çıktı. İşçi Partisi savaş zamanından taviz vererek Bolşevik Devrimi’ne karşı düşmanlık sergiledi. Workers' Dreadnought'da yayımlanan 1920 tarihli “Komünist Partiye Yönelik” adlı makalesi, Lenin'in İngiliz Komünist Partisi’nin umutları hakkındaki dikkatini çekti. Sosyalist partileri birleştirmeyi reddetmesi ve devrimci eylemler sırasındaki parlamenter karşıtı çağrısı, Lenin'in öfkesini artırdı. Lenin, Sylvia'yı “aşırı solcu” ve “çocuksu bir arıza” olarak nitelendirdiği tartışmada Sylvia'ya cevap olarak “sol görüş çocuksuluğu” yazdı.

Sylvia, uluslararası sosyalizme olan bağlılığından asla vazgeçmedi. 1921'de isyana teşvik ile suçlandı ve savunmasında kendisi konuşarak “Beni öldürse bile kapitalizmle savaşacağım. Çevrenizdeki insanlar açlıktan ölürken, sizin gibi insanların konfor içinde yaşayıp iyi beslenmesi yanlıştır” dedi.

1920'ler Sylvia için birçok yönden devrimsel bir on yıldı. 1927'de kırk beş yaşındayken, İtalyan partneri Silvio Corro'dan olan ilk çocuğunu kucağına aldığındı hala evlenmemişti. Bu olay annesi ve kız kardeşi Christable ile tüm bağlarının kopmasına sebep oldu ki o sırada belirgin siyasi farklılıklardan dolayı ilişkileri hâlihazırda gergindi. Pankhurst'ün uluslararası mutabakatları arasında, İtalya'nın Etiyopya'daki saldırılarının ilk eleştirmenlerinden biriydi ve diğerlerinden çok önce faşizmin yükselişinin tehlikelerini gördü.

1993'te “Faşizm; tüm düşünce, parti, basın, kurum özgürlüğünü reddedip yok eder, işçileri sömürür ve köleleştirir” şeklinde etkili bir yazı ortaya koymuştur. Demokrasi mücadelesi içinde eğitim gören Sylvia, diğerleri bu süreçlerin farkına varmadan önce demokrasinin parçalanışını gördü. Direniş, her zamanki gibi, faşizm tarafından zarar görmüşlerin insanlığından ve dayanıklılığından geldi.

Sylvia, Etiyopya sanatını ve kültürünü inceledi. Sömürge karşıtı mücadelelere olan bağlılığı, siyah Etiyopya'yı, beyaz İngiltere'ye getirdiği için tarafından övgüler aldığı W.E.B. Du Bois ile yakın bir sohbete yol açtı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi mültecilerin, Nazi'den kaçmasına yardım etti.

Sylvia'nın uluslararası mutabakatları sadece siyasi örgütlenmede değil seyahatlerinde de yer buldu. 1912-1913 yıllarında ABD'deki seyahatleri, New York ve Chicago'daki göçmen topluluklarını ziyaret ettiğinde, ırklara ayrılmış Güney bölgesi ve bir Kızılderili Koleji, Sylvia üzerinde derin bir etki bıraktı. Sylvia da dâhil olmak üzere dünya genelindeki tüm devrimcilerde bir iz bırakan 1917 devriminden sonra, Sylvia kendisinin de kaydettiği gizli Sovyet Rusya yolculuğunu gerçekleştirdi.

Avrupa Kıtası boyunca seyahat etti ve orada ilerici refah koşullarını inceledi. Irkçılık ve emperyalizm karşıtlığına olan bağlılığı Sylvia'yı Doğu Afrika'ya getirdi ve burada Etiyopya'nın kültürel tarihini kayda geçirmek, zamanın aşağılayıcı, ırkçı anlatılarına karşı koymak için bir ilgi ve beceri uyandırdı. Daha sonraki hayatı Etiyopya'da geçti. 1935'te sürgün sırasında yakın bir muhatap olan Haile Selassie tarafından davet edildi. Sylvia, Etiyopya'daki en yüksek devlet onuruyla ödüllendirildi. Sylvia Etiyopya'da yetmiş sekiz yaşında öldüğünde, bir devlet cenaze töreni tahsis edildi.

Sylvia, hayatın ve tarihin ona sunduğu tüm zorlukların karşısında korkusuzdu. “Haklı olduğunu biliyorsan, bir kenara çekilemezsin” dedi ve siyasi mutabakatları, sarsılmaz bir ahlaki netlikle eşleştirildi. Kız kardeşi Adela 1933'te “Sylvia'nın gözlerinde, sosyalistliği bırakmak ahlaki bir suçla eş değerdi” şeklinde konuştu.

‘BİR KASIRGADA ARA BENİ’

Bu, Sylvia'nın olağanüstü hayatının tüm yönleriyle hayata geçirmeyi başaran Holmes'un biyografisinin başarısıdır. Detaylara olan dikkatiyle Holmes, okuyucuyu bu biyografi boyunca Sylvia'nın ailesinin feminist toplantılara ev sahipliği yaptığı Manchester oturma odasından Holloway Hapishanesi’ndeki ıssız hücresine, oradan işçi hareketinin kapitalizmle savaştığı Aşağı Doğu Yakası'nın tam göbeğine, Lenin'le Kremlin'de bir toplantıya, Sylvia'nın, ağaçlarının gölgesinin tadını çıkardığı, faşizmi yenmede bir siper olan bağımsız Etiyopya'ya beraberinde sürükleyip duruyor.

Tüm bu zaman boyunca Holmes'un kitabından edindiğimiz, yulaf lapasından nefret eden, korkunç bir aşçı ve Charlie Chaplin filmlerinin düşkünü olan gerçek bir insan ve insancıl Sylvia'ydı. Sevgi dolu bir eş ve anne, sadık bir dost ve birçok kişinin yoldaşıydı. Dünyayı girdiğinden daha iyi bir yer halinde bırakmaya kararlıydı.

Kendisi hakkında yazdığı nadir bir yazıda da belirttiği gibi basit bir hayatı olan alçak gönüllü bir kadındı.

“Kişisel emeller onun için geçici ve faniydi çünkü o bin yıl sonra çalışan ve çabalayan herkesin toz olacağının farkına varmıştı. İnsanlık kaderini yaşamaya devam edecekti.”

Tüm bu süre boyunca, henüz yakalanamamış adil bir dünya için ileri görüşlü bir fikri sürdürürken gerçekliği olduğu gibi görme yeteneği, Sylvia Pankhurst'ün izlediği tüm yollar tarafından taşınmıştır. Bu düşünce, yirmi birinci yüzyıl okuyucusu için bulaşıcıdır.

Dünya tam da küresel bir pandeminin ortasında bir karantinadan diğerine kayarken Sylvia'nın sarsılmaz benlik duygusunu, direncini, cesaretini ve herhangi bir eylem için kapasitesini okumak oldukça çarpıcı bir deneyim. Holmes'un kuvvetli olarak gösterdiği bu benlik duygusunu Sylvia, kendisini mücadeleye vererek sürdürdü. Durmadan savaştığı inanılmaz yoksulluk, yabancılaşma ve zorluklar; yeni bir iş birliği, güzellik, adalet ve barış dünyası yaratma arayışını asla dindiremedi.

Neoliberal ve kapitalist görüşlerin bize öz bakım ve refah için her bireye ayrı bir patika olarak odaklanmamızı söylediği 21. yüzyıl ruhunda, hepimizin paylaştığı dünyamızda birlik beraberlik için yaşanan her bir hayatın birbirimizi ve hepimizi nasıl yukarı taşıyabileceğini görmek çok önemli bir konudur. Holmes'un son yıllarında Sylvia'nın yanında olan Etiyopyalı bir adamın oldukça derin anlamlar içeren bir övgüsünden şu şekilde bir alıntı yapmıştır:

“Gece gündüz dinlemeden çalışır, tüm enerjisini ve parlak zihnini insanlara yardım etmek için kullanırdı. Beni asıl üzen şey ise, tamamlamak istediği o kadar çok şey vardı ki.”

Rachel Holmes'un Sylvia Pankhurst: Natural Born Rebel kitabı her sayfasından ışıldayan ve doğrudan okuyucusunun kalbine ulaşan doğrular ve dürüstlükle doludur. Biz uluslararası solu yeniden inşa etmekle meşgulken, büyük yoksulluk, çekişme aynı zamanda artan kolektif çatışma zamanlarında, Sylvia Pankhurst'e olan borcumuzu kabul etmek için önemli bir zamandayız. Herkes için adalet ve eşitlik dünyasında onun yaptıklarını devam ettiriyoruz, bir zamanlar vizyoner bir makalesinde de yazdığı gibi “Hedeflediğim şey, yarının çocukları için bir şans.”

Sylvia Pankhurst, WSPU'nun yeni Doğu Londra Federasyonu karargâhında çalışırken.11 Ekim 1912'de Bow Road, Londra. (Hulton Arşivi)

Kaynak: Jacobin

DAHA FAZLA