SÖYLEŞİ | 'Yazar bunalımı yazmayalım artık, Gezi’yi yazalım'

SÖYLEŞİ | 'Yazar bunalımı yazmayalım artık, Gezi’yi yazalım'

Yazar ve çevirmen Fuat Sevimay’ın son romanı Benden’iz James Joyce geçtiğimiz aylarda İthaki etiketiyle okurla buluştu. Yazara, romana dair merak ettiklerimizi sorduk…

Dilek Yılmaz

 

Fuat hoş geldin, seninle en son İleri Haber için Finnegan Uyanması çıktığında konuşmuştuk, “Çevrilemeyecek hiçbir şey yoktur” demiştin. Bu romanda da gene bahsi geçtiği için sormak istiyorum, malum tartışma Türkçe’ye çevrilebildiği görüldükten sonra söndü mü?

Evet, dört yıl önceydi sanırım. Aslında şöyle söyleyeyim, biraz Nasreddin Hoca cevabı gibi, “çevrilebilir” diyenler de haklı, “hayır, çevrilemez” diyenler de haklı. O benim bakış açım, benim ve bir sürü insanın bakış açısı, James Joyce’un da bakış açısı. Her şey çevrilebilir, çeviriyi nasıl değerlendirdiğinize bağlı. O değerlendirmeyi, çeviri dediğimiz şey birebir olmalıdır; şu şablon, şu kurallar diye yapıyorsanız birileri de kalkıp çevrilemez diyebilir. Ben her iki görüşe de saygı duyuyorum ama evet, o görüşümün arkasındayım; çevrilebilir, evet çevrildi, Finnegan başka dillere de çevrilmeye devam ediyor. Her metin başka bir dile çevrilebilir, yeter ki o dilde okuyucuya anlatabileceğimiz, aktaracağımız bir şey olsun.

 

Yeni romana gelirsek, öncelikle yolu açık olsun. Özetlenmesi kolay bir metin değil. Okurun merakını bozmak da istemem ama kısaca bahsedecek olursak, merhum James Joyce beyefendiyi diriltip tam da Gezi zamanı İstanbul’unda çevirmenle yollarını kesiştirdiğin, zamanlar ve mekânlar arasında gezdirdiğin, çok kişili, çok göndermeli, bolca sürprizli, baş karakterler de dâhil birçok şeyin yer değiştirerek iç içe geçtiği, pek alışık olmadığımız yapıda bir roman. Okurun dikkatini isteyen bir roman. Senin yazdığına eminiz ama aslında bir tür çifte yazarlı roman gibi, Joyce’un da dâhil olmasıyla. Özellikle ilginç kılan bu kurgusuna dair neler söylemek istersin, roman fikrinin gelişiyle beraber.

Çok teşekkür ederim, aslında en çok yapmaya çalıştığım şeyden yakalayarak bu soruyu soruyorsun. Yazma fikrinin başında James Joyce ile ilgili çeviriler yaptım, Ulysses’i, Finnegan’ı çevirdim, Joyce’un neredeyse külliyatını çevirdim. Bu adamın metinleriyle ilgili açıklayıcı bir şey yapmak, yazdıklarıyla ilgili bir şey yapmak üstüme vazifeydi ama ben bunu hayal dünyasında yapmak istemiştim. Bir rehber, bir ansiklopedi vesaire gibi değil, gelsin kendi anlatsın gibi. Beraber de takılırız istemiştim.


 

'OKUR DAHA KİTAP BİTMEDEN SÖZÜ ELİNE ALIYOR'

Joyce o konuda hakkını epeyce iyi kullanmış metinde.

Evet, o Joyce’un becerisi. O anlamda kendimi hazır hissediyordum, malzemeyi biliyordum fakat bunu kurguya dönüştürürken tabii ki, elbette daha çok da Fuat Sevimay romanı olmasını istiyordum. Önceki romanlarımda da vardır, bu Kapalıçarşı’da da vardı, Anarşık’ta da vardı, teknik anlamda farklı bir şeyler yapmayı seviyorum. Benden’iz’e geldiğimizde, yine elimi kolaylaştıran bir şey, Ulysses’in şablonu vardı. Ulysses üzerine bir şablon oturtup yine on sekiz bölümde, orada olan birtakım şeyleri alıp romanı ilerlettim. Fakat bir yandan da hem mevzu zorlayıcı olduğu için hem de biraz daha belki ilginç kılmak için ve böyle şeyleri sevdiğim için kurguda bir hayli, ne diyeyim, enteresan işlere giriştim. Bugüne kadar da okurlardan çok güzel tepkiler geldi. Fakat bir yandan da belki birazcık zorlaştırıyordur, alışık olduğumuz gibi akan bir metin değil. Editörün dipnotları var, Ulysses gibi olması ama hiç Ulysses gibi olmaması var, ara başlıklar var. Bir metinde bir bölümün başında görürüz bir başlık ve ona istinaden okuruz, bunda ara başlıklar var. Okurun son sözü var, okur daha kitap bitmeden sözü eline alıyor, öyle olmasını çok arzu ettim. Roman üç dört kere bitiyor vesaire. Bunun yanına katacağımız belki başka şeyler de var. Belki en önemlisi, senin söylediğin çifte yazar meselesi. Sonuçta Joyce’un ana kahraman olduğu bir karakter olduğu için evet bu romanı Fuat yazdı ama Fuat bir yerden sonra çok da önemli değil, belki bir başkası da yazabilirdi. Joyce’a hâkim olduğum için ben Joyce’u yazdım. Ne bileyim, Dostoyevski çevirilerine çok hâkimim diyen bir çevirmen de böyle bir eser çıkartabilir, o anlamda bir başkası da yazabilir dedim fakat yine oradaki farklılık ya da yapmaya çalıştığım şeylerden birisi, Joyce’un metin boyunca telaffuz ettiği şeylerin çok ciddi kısmı, ne kadarıdır bilmiyorum ama metnin akışına uygun biçimde, Joyce’un ya kendi metinlerinde sarf ettiği cümleler ya onun hayatında, söyleşisinde, şurada burada, eşine dostuna sarf ettiği cümleler ya da Joyce hakkında sarf edilmiş cümleler. Buradan da bir çifte yazarlık meselesi var. Sanki bana el verdi ve beraber yazdık gibi bir durum var ama tabii ki bunu oluşturabilmek için de Joyce’un nerede ne diyeceğini çok iyi bilmek gerekiyordu. Bu da çevirinin, altı yedi yıllık Joyce’la hemhâl olmanın getirdiği bir durumdu. Öylece beraberce kotardık ve evet kurgu açısından birtakım yenilikler getirdiğini, belki bundan sonrası için de yazarlara fikir verecek; “evet ya, edebiyat buradan da kurulabilir” denilebilecek şeyler olduğunu söyleyebilirim romanda.

 

Biraz girmiş oldun aslında ama şunu sormak istiyorum; malum, okur da metin gibi biricik. Her birimiz aynı metinden farklı bir okuma deneyimiyle çıkıyoruz. Metnin esas derdine yüklediğimiz anlamlar arasında belirgin farklar oluşmayabilir ama nedir, kimi okur çok hikâyeye odaklıdır, ayrıntılarla uğraşmaz; kimi okur da her bir notu araştırır, iz sürer, metne hâkim olmak ister. Bu roman da Joyce’a dair öyle bir arzuyu tetikliyor. Her ne kadar Joyce’un hayatına ve de eserlerine dair açıklamalar için oldukça iyi bir numara bulunmuşsa da külliyata hâkim bir okurla hiç Joyce okumamış birinin bu metinden benzer hazzı alması sana göre mümkün mü? Farklı okuma tecrübesi olan okurlardan aldığın dönüşler bu konuda ne söylüyor?

Geçenlerde bir okur çok benzer bir şey sordu; “Hiç Joyce okumadım, romanlarınızı okudum, dilinizi seviyorum, sizce bu romanı okuyabilir miyim?” Malum biraz kalınca da bir şey. Ayrıca Joyce da biraz göz korkutan bir isim. Benim oradaki düşüncem samimiyetle şu, hiç Joyce okumamış hatta sonrasında da Joyce okuma niyeti olmayan birisi pekâlâ bu romanı okur. Bu romanı okumak için Joyce’a dair bir şey biliyor olmak asla şart değil. İstenirse zaten dipnotlarda, romanın içinde, ufak ufak serpiştirilmiş şekilde onlar var. Fakat sonrasında romanı okuyup da; “Yok ya, ben bu adamı merak etmedim”, derse bir okur, orada biraz hayal kırıklığına uğrarım. Çünkü bu konuda biraz itici olmaya çalışıyorum; okuyun, rafta durmasın Joyce. Romanın ana amaçlarından birisi de bu zaten. O anlamda, evet son sözü okura vermek istiyorum. Her okurun okuması farklı. Yine bu romandan sonra bir Joyce metni ile temas etsek bile onu istediğimiz yerden değerlendirmeye çalışacağız. Ben Dublinliler’deki öykülere sıkışık, bunalmış karakterlerin öyküsü diyeceğim, birisi de onu çok eğlenceli bulacak. Şurada sen başka bir şey fark edeceksin, ben başka bir şey bulacağım. Büyük yazarlara has durum bu zaten. Onu Joyce’da her zaman bulabiliriz. Benden’iz de buna kapı açan bir roman.


 

'ÇEVİRMEN TABİİ Kİ AZICIK FUAT AMA ASLINDA BÜTÜN ÇEVİRMENLER'

Baş kahraman kim, Joyce mu, çevirmen mi ya da başka biri mi?

Bildiğimiz anlamda, hani baş kahramandan genelde şunu anlarız ya, filmlerde de öyledir; en büyük hacmi kaplayan, en çok gördüğümüz ya da anlatılacak derde dair en çok sözü söyleyen kişidir. Buradan bakarsak, bilindik baş karakterler Joyce ve çevirmen. Joyce’un kim olduğu malum. Çevirmen tabii ki azıcık Fuat ama aslında bütün çevirmenler. Ben çok takdir ettiğim, çok sevdiğim, birçoğunu şahsen de tanıdığım çevirmenlere dair, çevirmenin karakteri olduğu roman bilmiyorum, belki tek tük vardır dünya edebiyatında. Bu anlamda çevirmenin ana karakterlerden biri olması, böyle bir şeye vesile olmak beni çok mutlu etti. Evet baş karakterler bilindik anlamıyla Joyce ve çevirmen ama bilindik anlamın dışına çıkarsak, zaten bu roman da bizi biraz o bilindik anlamın dışına çıkmaya zorlamak üzerine kuruldu, bana sorarsan Latife ve Sema asıl baş karakterler. Yani asıl mevzuyu götürenler onlar. Biz Joyce’u, çevirmeni İstanbul sokaklarında takılırken, türkü bara giderken, hamamda yıkanırken, oradan cenazeye giderken falan görüyoruz ama romanda okurun çok da başlarda fark etmeyeceği, sonradan yavaş yavaş, ya bir kadın var ortalıkta dolanan, kırmızı elbiseli bir kadın, henüz adı ortada yok ama bordo çantası var, zırt pırt bir yerlerde ortaya çıkıyor, Joyce ile temas kuruyor, bazen hiç temas kurmadan varlığını hissediyoruz. Sonlara doğru da varlığını hissetmenin ötesinde artık iyice tanıdığımız tanrı okur Sema var. Roman birkaç kez bitiyor, onu birkaç çerçeve diye de düşünebiliriz. Romanı bir Joyce romanı olarak okuyoruz ya da çoğu insan o niyetle alıyor. Ama sonra ortada bir çevirmen ve Joyce’u da aşan bir hikâye var, İstanbullu Joyce’a dair bir şey olduğunu görüyoruz. Fakat hepsinin sonrasında Sema'nın ortaya çıkmasıyla aslında bunun tamamen Sema'ya ya da bizleri temsil eden, her türlü okuru temsil eden Sema'ya dair bir roman olduğunu görüyoruz ve bütün o çantada dolaşan kitapların, okunan söylenen şeylerin, aslında Sema'nın Joyce okumasından devşirdiği birtakım şeyler olduğunu romanın sonlarına doğru görüyoruz. Bir de Latife var, Latife Joyce’un İstanbul'a geldiğinde aşık olduğu kadın. Latife şey gibi, Kapalıçarşı’yı okuyanlar hatırlar, orada da bir Latife vardı, o benim SSK'lı elemanım gibi. Seviyorum, adını seviyorum, Latife. Çünkü edebiyat bir şaka, edebiyat bir oyun, Oğuz Atay’ı da burada belki anmak lazım. O anlamıyla Latife benim çok sevdiğim bir karakter. Sema ile birlikte bence Latife de ana karakterlerden birisi. Dediğim gibi Joyce ve çevirmene göre metnin derdini anlatmak konusunda daha fazla görevi olan bir karakter, hacim olarak çok daha az yer almasına rağmen. Tıpkı Ulysses’te, Bloom ve Stefan Dedalus’un hep Dublin sokaklarındaki dolanmasını görmemize ve onları konuşmamıza rağmen, son sözü uzun uzadıya Molly’nin alması ve metnin derdini bir anlamda Molly’nin ortaya koyması gibi burada da Latife metnin derdini Kuzguncuk'taki bir yemekte, bir ayrılık anında çok ciddi bir şekilde ortaya koyuyor. O tarafı ile evet başta görülen karakterler yazar ve çevirmen ama bana göre en fazla Sema ve yanına da Latife’yi koyarım.


 

'ÇATIŞMA UNSURU YAZARIN BAYILDIĞI ŞEYDİR'

“Yazar kendi varlığını asgariye indirgeyip karakterlerinin kişisel alanlarını yaratmalarına imkân tanımalı”, diyor Joyce metinde. Okur olarak Sema’nın romana dâhil edilme sebebini soracaktım, biraz onu da yanıtlamış oldun. Şunu sorayım, Joyce’un tek derdi kendi yazdıklarının doğru anlaşılması değil anladığımız kadarıyla, başka dertleri de var sanki. Kendi dönemiyle kalkıp geldiği çağımız arasında nasıl farklar var, Joyce’un gözünden? Bugün temsilini Gezi’de başlatmanın özel bir anlamı var mı?

Gezi’de başlatmanın kesinlikle özel bir anlamı var, ona geleceğim. İlk kısımdan başlayayım. Yine roman taslak aşamasındayken ve kafamda dönerken, hani ne yapayım nereden anlatayım bu adamın meselesini derken, önce şeyi düşünüyordum, sen de biliyorsun ben çabuk yazan bir adamımdır. Bunu da, ya mevzuyu biliyorum, Joyce’u tanıyorum, kafamda taslak da oturdu, beş altı ayda hallederim diye düşünüyordum. İki yılı buldu, şundan dolayı buldu, oturup yazmaya başladığım zaman da aynı dediğin gibi; Joyce’un, benim metinlerim öyle değil arkadaş, zormuş, okunamıyormuş falan filan diyor birileri, hiç öyle değil diye kendi derdini anlatmasının yanında, Joyce buraya gelmişken metne dâhil olabilecek çok fazla çatışma unsuru gördüm. Çatışma unsuru yazarın bayıldığı şeydir. İki farklı dünya, ikisinin karşı karşıya olmasına gerek de yok, çatışma deyince genelde yanlış anlaşılır, sanki zıt noktalar gibi; bazen birbirini besleyen, bazen birbiri içinde dönüşen bir dolu mevzu vardı. Şunu da yapayım, bunu da yapayım dedikçe roman kabarmaya başladı ve ben çok hazzetmeye başladım. Şu çok doğru, 1900'lerin başında metinlerini kaleme almış ve o dünyaya tanıklık etmiş Joyce için 2000’lerin başındaki dünyaya tanıklık etmek çok farklı. Bazı şeyler onu çok mutlu ediyor, bazı konularda da müthiş hayal kırıklığı yaşıyor; bunlardan bir tane esprili olanı anayım, “Ya ben öldüm kraliçe hâlâ ayakta” diyor, Joyce’un da kraliçesi çünkü. Sosyal medyayı, Instagram'ı şunu bunu çok şaşkınlıkla izliyor, hatta anlamıyor, niye birbirinize sürekli konum atıyorsunuz falan gibi, o mevzuyu konu olarak anlıyor çünkü. Joyce’un kendi çağına ve bizim çağımıza dair gözlemlerinin işlenmeye çok verimli bir şey olduğunu düşündüm. Onun yanında az önce söylediğim gibi, yazar-çevirmen çatışması işlenmeye çok müsait bir şey ve neredeyse işlenmemiş bir şey, çünkü hep şunu düşünürüz biz, bir çevirmen bir yazarı ele aldı, o yazara hayran, oradan da çok beslenmiştir. Müthiş bir didişme vardır aslında yazarla çevirmen arasında, didişme derken kavga anlamında söylemiyorum ama bir anlamda, bazı noktalarda yorar çevirmeni yazar ve “Allah kahretsin nereden sana bulaştım adam ya da kadın” gelir. Sona doğru tekrar ferahlar, “o cümleyi niye buradan kuruyorsun”lar gelir falan, bu da işlenmeye çok müsait bir şeydi.


 

Çevirmenin ızdırabı metne yansımış.

Tabii, onu bilsinler. Hep “ne kadar beslemiştir seni”yi duyuyoruz ama bildiğiniz, bayağı ızdırap çekiyoruz biz. İnsanlar en azından bilsin ama çok seviyorum bir yandan da. Onunla birlikte şu da çok ilginçti bana göre, Avrupa'nın iki ucundaki, bana göre ikisi de tam Avrupa olmayan iki memleketin temsilcisi bir İrlandalı bir Türkiyeli adam var burada, her ikisi de hem oralı hem buralı gibi. Bu Avrupa'nın iki ucu meselesi mesela işlenmeye çok müsaitti. Bunun gibi başka bir sürü şey metne katıldığı zaman, bir şekilde kabardı ve düşündüğümden uzun sürdü ve iyi ki uzun sürdü, bu tarafı ile evet işlenmeye çok fazla malzeme sunan bir metin oldu. Gezi’ye geleceğim, Gezi de bunlardan birisiydi. Roman Gezi’de başlıyor, daha doğrusu Gezi’de başlamıyor. Joyce’u biz bir anda Galata Kulesi'nin tepesinde görüyoruz. Tepesinde görüp de onu yavaş yavaş ya Joyce bu galiba falan diye hissetmeye başladıktan sonra o günün 16 Haziran 2013 olduğunu, yani Gezi Direnişi başladıktan yaklaşık on beş gün falan sonra olduğunu öğreniyoruz. Neden Gezi? Bu arada Gezi romanı değil. Hem Gezi’ye, hem de memleketin başka hallerine dair göndermeler var ama ana derdi Gezi değil. Gezi’de başlamasını özellikle iki nedenle arzu ettim. Ben hep çifte yazarlıktan bahsediyorum ya, çifte yazarlık tek başına, “Ya ben Fuat olarak bunu yazdım, Joyce’tan da birtakım şeyler var”la sınırlı değil. Fuat olarak Gezi’de başlatmak istedim. Çünkü Gezi’nin halen edebiyata, sanata sirayet etmemesinden, çok da fazla işlenmemiş olmasından rahatsızım. Korku toplumunu yaşıyoruz maalesef fakat bir şeyler de yapılması lazım. Bunun edebiyata, tiyatroya, sinemaya, resme artık dâhil olmasının gerektiğine inanıyorum. O nedenle ben kenarından kıyısından bunu işlemek istedim. Joyce’a gelince, hayatı hep aykırı geçmiş bir adam, ben onu hep Beşiktaş Çarşı grubuna benzetiyorum, her şeye karşı. Bir şeyler değişsin diye karşı. Britanya tacına, katolik kiliseye, papalığa, öte yanda İrlanda milliyetçiliğine, edebi iktidarlara, şunlara bunlara karşı olan bir adam bir biçimde İstanbul'a gelmişse, bunun için en uygun aykırı zamanlardan birinin Gezi olduğunu düşündüm. Ulysses bir kulede başlar. Gezi günleri, bu adamlar da kuleye kaçsın falan dediğimde, bunlar kafamda dönmeye başladığında, tamam bu güzel bir başlangıç, buradan başla gerisi bir şekilde gelir dedim. Tamamı o dönemde geçmiyor tabii, bugüne kadar geliyor.


 

'MASA BAŞINDA BİR SOHBETTE SÖYLEDİĞİMİZ BİR ŞEYLER VARSA BUNU BİR ROMANDA DA DİLE GETİREBİLMELİYİZ' 

Çevirmenin Joyce’a bir tavsiye listesi var romanda. Doğrudan ya da dolaylı dokundurduğun çok yer, çok şey var. Bunlardan biri olarak; elitist edebiyat tayfasından, evvel metinlerden tırtıklayanlara, tekrarlı vurgulanan ahbap çavuş ilişkilerine, piyasaya düşmüş bir edebiyat bahsi var. Edebiyatı düştüğü yerden, piyasaysa o yer, ne kaldırır?

Şöyle, şimdi böyle bir roman, yani mevzusu bu olan roman, bir yazarın ve bir çevirmenin dolaştığı bir roman, bizim dertlerimizi de, edebiyata dâhil gördüğümüz şeyleri de dile getirmek açısından verimli ve uygun bir roman olacaktı. Kapalıçarşı’nın içine edebiyatla ilgili, yazarlıkla ilgili bir şeyleri sokuştursam sırıtırdı ama karakterleri yazar ve çevirmen olan ve edebi metinler üzerinden dönen bir roman; edebiyat dünyasına, sektöre, oradaki birtakım iktidar guruplarına, yazma derdine dair de bir şeyleri dile getirmek açısından çok elverişli idi, ben de onu kullanmak istedim açıkçası. Dostluğumuz var tanışıyoruz, sen çok iyi biliyorsun, o konularda biraz mahallenin delisi adamlardan biri olduğumu düşünüyorum. Bir şekilde bizim masa başında bir sohbette söylediğimiz bir şeyler varsa bunu bir romanda da dile getirebilmeliyiz. Aman orayı ürkütmeyeyim, bunu da şöyle yapmayayım falan olmaz ve ben de romanda lehte ve aleyhte edebiyata dair bir sürü şeyi çok hayırla ve hayranlıkla yad etmeye çalışıyorum, bazı şeyleri de eleştiriyorum. Eleştiri de demeyeyim, hani işte çevirmen gidip Joyce’a tavsiyelerde bulunuyor, daha Dublin’deki ilk gençlik günlerinde. O tavsiyeler de bizim yaratıcı yazarlık kurslarının birtakım maddeleri gibi. Bizim metne dair düşünmemiz lazım, yani o atölyeyi, sektörü, dergileri, iktidarları, “o yayıncıya öyle mi yanaşırım böyle mi”yi değil, edebiyat bunların dışında bir şeydir. Bunların konuşuluyor, tartışılıyor olması lazım. Ahmet lehte ifade eder, Mehmet de karşı çıkar, Ayşe ben edebiyatın böyle yürümesini doğru buluyorum der, Hatice de der ki, yok canım ne alaka. Bunların tartışılmıyor olması beni rahatsız ediyor. Yine Gezi için olduğu gibi serpiştirmeye çalıştım. Bu sefer çevirmene kıyak geçerek, içinde kalmasın, o da Joyce’a bir şeyler söylesin. Biraz da haddini aştırarak, ukalalık ettirerek. Arkadaşım şu an gençsin, bak ileride böyle bir roman yazacaksın, falan dedirttim. Başka yerlerde de edebi figürler, sadece o bölümlerde değil, metin içine giriyor çıkıyor. Konu müsait olduğu için. Bunun da ben bir şekilde edebiyatın mevzusu olması gerektiğini düşündüğüm için romana serpiştirdim. Son bir şey söylemek istiyorum bununla ilgili, kimseye had bildirmek ya da bir şey öğretmek değil amacım ama karakteri yazar olan bir dolu roman okuyoruz, öykü okuyoruz ve orada yazarlık bunalımı, yazar nasıl yazdı falan. Tamam isteyen yazsın ama meselemiz bununla mı sınırlı peki? Okurun sıkıntısı, sektörün sıkıntısı, edebiyatın sıkıntısı bunları niye konuşmuyoruz arkadaş, olumlu olumsuz. Hepimiz arka planda konuşuyoruz ama bunlar da yansımıyor. Aman etliye sütlüye bulaşmayayım, bir söyleşide dile getirmeyeyim, romana, öyküye zinhar hiçbir şekilde yedirmeyeyim ama yazar bunalımından bahsedeyim. Bıktım ben artık yazar bunalımından. Yazar bunalımı yazmayalım artık, Gezi’yi yazalım. Ben elimden geldiğince yazmaya çalıştım. Seven sevdiyse eyvallah, sevmeyen sevmediyse çok da umurumda değil.

 

Joyce’la yakın ilişkini sorsam, seçim mi kaderin bir cilvesi mi, nasıl başladı macera?

Şu an kafamda arabesk şarkılar çalıyor, kaderin bir oyunu şeklinde. Aslında ikisi de. Buna okurluk denir mi bilmiyorum ama tanışıklık çok erken, lise yıllarında Sanatçının Gençlik Portresi’ni okumuştuk ama o zaman ne benim yazmak, ne de aman Joyce çevireyim gibi bir niyetim vardı. Ders konusu olarak da herhalde sevmemişimdir, başka bir yazar olsa onu da sevmezdim. Başımızda kavak yellerinin uçuştuğu zamanlar. Fakat sonra yıllar geçip yazarlık, arkasından çevirmenlik, şu bu bulaşınca benim hayatta çevirdiğim ikinci metin Joyce’a dair daha önce Türkçe’ye çevrilmemiş bir metindi, arkasından gerisi geldi. O kader dediğimiz şey bir ortaklığa, birlikteliğe dönüştü. Bu kadar haşır neşir olmaktan dolayı çok yorulmuş olmakla birlikte bir yandan da çok memnunum ve birçok insana da şunu tavsiye ediyorum, ben burada Joyce’u anlatıyorum fakat bu sizin için Joyce değil de Kafka olabilir, sizin için Adalet Ağaoğlu olabilir, Oğuz Atay olabilir, Orhan Pamuk olabilir. Bir yazarı çevirmeye falan da gerek yok ama hakikaten sevdiğimiz bir yazarı bu kadar derinlemesine hissetmek, bana göre hayatta bize yön veren oldukça güzel bir meşgale. Ben bu tarafıyla Joyce’la olan o birliktelikten zaman zaman “ömrümü çürüttün be adam” diye kulağını çınlatmama rağmen çok memnunum, beni çok beslediğini düşünüyorum. Buna benzer bir ilişki ama Joyce’la olur ama başka bir yazarla olur, bence her okuru bir şekilde besler.

 

Bunu sadece okumuş olanlar anlayacak ama çevirmen sarmaşık olsa nereye sarılmak istediğini biliyor mu?

O enteresan, hani sorulur ya çokça, nasıl yazıyorsunuz bunları, nereden geliyor aklınıza falan. Bilmiyorum nereden, bir yerlerden geliyor. Sen de yazıyorsun, sana nereden geliyor bilmiyorum, hepimizin kafa yorduğu şeyler var. Mesela Joyce gibi, Kapalıçarşı da mekân olarak benim kafa yorduğum bir yerdi, ona dair bir şey yazdım. Bir başkası başka bir şeye kafa yorar onu yazar. Hakikaten onun adının ilham olduğunu zannetmiyorum ama anlık gelen, bilinçaltında hep hazırlandığımız, ama ne zaman geleceğini bilmediğimiz ve bir anda karşımıza çıkan öyküler, dertler ya da böyle minicik anlar oluyor ve zamanla onları da edebiyatın içine katıyoruz. Tarsus’taydım, romanın da karakterlerinden birisi olan sevgili Antik İsmail Abi’nin orada, söyleşiden sonra gece otelde yattım. Tarsus'u bilenler vardır, bir mahallesi böyle eski evlerdir, taş binalardır, o taş binalardan bir tanesi de otele çevrilmiş. Ben orada yatıyorum, fakat gece üçte uyandım, uykum bitti. Ne yapayım ne edeyim derken, şeyi biliyorum, Tarsus'ta çok güzel bir lokanta var, oraya işkembe içmeye gideceğim asıl dert bu. Kalktım öyle, biraz o ıssız sokaklarda dolaştım ve çok hoşuma gitti. Sonra çorbacıya gittim. Orada bir duvarda bir sarmaşık fark ettim. Şöyle bir his gelmişti, ya ben sarmaşık olsam nereye sarılırdım, bir ormanda bir ağaca mı sarılırdım, bir kentte bir yere mi sarılırdım yoksa böyle bir taş duvara mı sarılmak isterdim vesaire, imgesel bir şey. Bu sona hazırlayan sarmaşığın geçtiği minicik minicik başka yerler de var romanın içinde. Bu hakikaten hayata dair de cevaplanacak bir soru olabilir, edebiyata dair de. Ben okur olarak sarmaşık olsam, sarmaşık sarıldığı yerden de besleniyor ya, asalak diye tabir edenler vardır, pek sevmiyorum ben onu, “ben hangi yazardan beslenirdim”, “hangi yazarın özünü almak isterdim”in de cevabı olabilir. Ya da hayatımıza dair, ben kimlerle dost olmak isterdim, hangi meşgalenin içinde olmak isterdim gibi. Sarmaşık olsam nereye sarılırdım, bu Tarsus'a dair anlattığım, hiç aklımda olmayan ama “Evet ya, bu tatlı bir fikir ve bunu edebiyatın, romanın içinde bir yerde kullanabilirim” dediğim şey belki bizim de hayatımızdaki soru olabilir. Romanları onun için okuyoruz bence. Bir romanı ya da bir öyküyü okuduktan sonra, ben ne aldım ve ben nereye sarılıyorum sorusunun bir şekilde cevabının peşine düşüyor olmamız lazım. Galiba bu anekdottan çıkan bir şeydi.

Çok teşekkür ediyorum sorularımıza yanıt verdiğin, zaman ayırdığın için. Yüz yüze söyleşiler yapabileceğimiz günler de dilerim tez gelir.

Ben teşekkür ederim.


 

Benden’iz James Joyce, İthaki, 2020, 505 syf.

DAHA FAZLA