Siperlerde isyan

Siperlerde isyan

Çeviren: Berna Kartal

Yazar: Jana Tsoneva

Bolşevikler Rusya’yı Birinci Dünya Savaşı’ndan çektikten bir yıl sonra, Bulgaristan’daki devrimci askerler de hükümetlerini aynı yolu izlemeye zorladı.

Birinci Dünya Savaşı ilk modern, sanayileşmiş katliam ve hem savaşa katılanların hem de sivillerin meşru hedefler olarak görüldüğü ilk “topyekûn savaştı”. Büyük imparatorluklar arasındaki çelişkileri kıran bu emperyalist savaşın Avrupa siyasetinin yeniden şekillenmesinde büyük bir etkisi olmuştur. Savaş hem derin travmalar hem de yeni başlangıçlar yaratmıştır.

Bu durum, sosyalist hareket içinde bile geçerliydi. 1914’te savaşın patlak vermesi Avrupa Sosyal Demokrasisi içinde artan gerilimleri de göz önüne sermiş, bazıları milliyetçi coşkuya katılırken, başkaları ise buna şiddetle karşı çıkmıştı. Bolşeviklerin lideri Vladimir Lenin, sosyalistleri siyasi fırsatı değerlendirmeye ve emperyalist çatışmaları devrimci bir iç savaşa dönüştürmeye çağırmıştı. 

Rusya’da, 1917’nin Şubat ve Ekim devrimleri tam olarak bunu gerçekleştirmiştir Ancak, Bulgar Çarlığında yaşanan olaylar ise daha az bilinmektedir. Büyük çoğunlukla tarıma dayalı, gelişmekte olan bir devlet olan Bulgaristan’ın yöneticileri, büyük devletler arasındaki büyük çatışmaya katılarak, kendi toprak arzularını karşılamak için savaşı kullanmaya çalışmışlardır. Fakat, sonuç, toplumsal gerilimlerin patlaması olmuştur.

CEPHEDEKİ İSYAN

1912 ve 1913’teki iki yorucu Balkan savaşından yeni çıktıkları için, 1914’te savaşın patlak vermesiyle oluşan üçüncü bir savaş ihtimali Bulgar halkı arasında pek rağbet görmedi. Üç liberal partinin oluşturduğu bir koalisyonla yönetilen hükümet, Bulgarlara, savaş seferberliği planlarının yalnızca olası bir dış saldırı ihtimali için hazırlıktan ibaret olduğuna dair güvence verdi. Bu esnada hem İtilaf hem de İttifak Devletleri, Makedonya, Romanya ve kuzey Yunanistan’da toprak vaatleri ile Bulgaristan’ı kendi taraflarında savaşmaya ikna etmeye çalıştı. Bulgaristan, 24 Ağustos 1915’te İttifak Devletlerine katılmak için bir antlaşma imzaladı ve iki ay sonra Sırbistan’a savaş ilan etmeden önce topyekûn seferberlik ilan etti. 600 bin kişi askere çağrıldı ancak savaşın zirvesinde neredeyse 900 bin kişi — toplam nüfusun beşte biri — askere alınmıştı.

Ayaklanmalar ve daha üstü kapalı başkaldırı biçimleri savaşa daha başlangıcından beri eşlik etti. 1918 sonbaharında, siperlerdeki savaş karşıtı gerginlikler ve aralıklı ayaklanmalar topyekûn bir isyanla sonuçlandı. Karar anı, Bulgar ordusunun İngiliz, Fransız ve Sırp kuvvetleri tarafından ezildiği ve düzensiz bir şekilde geri çekilmeye zorlandığı 14-15 Eylül'deki Dobro Pole Savaşı ile geldi. Çoğunluğu köylü olan birçok asker köylerine döndü. Bununla birlikte, yaklaşık 15 bin kişi, monarşiyi devirmek ve Bulgaristan'ın yıkıcı savaş serüvenlerinin sorumlularını cezalandırmak için devrimci çağrılardan güç alarak başkent Sofya'ya tehlikeli bir yolculuğa çıktı. "Düşmanımız siperlerin ötesinde değil,” diyorlardı;  “Gerçek düşmanımız Sofya'da. Geri gidin!"

İlk durakları, devam etmeden önce ordu karargahını işgal ettikleri Köstendil şehriydi. Bir sonraki durakları olan Radomir şehrine ulaştıklarında, paniğe kapılan Çar, savaşa karşı çıktıkları için hapse atılan Bulgar Halk Çiftçi Birliği’nin liderleri Aleksandar Stamboliyski ve Rayko Daskalov’u serbest bıraktı. Stamboliyski ve Daskalov, köylü askerler arasında saygı duyulan kişilerdi ve Çar onların birlikleri sakinleştireceklerini umuyordu. Aksine, bu ikili ayaklanmaya katılarak, liderleri haline geldiler.

DAR BİR YAKLAŞIM

Başlangıçta, Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin, 1903’te partiyle ilişkisini kesen ve sonrasında Bulgaristan Komünist Partisi haline gelen solcu Marksist bir akım olan “Dar Sosyalistler” adlı kesimi, ayaklanmayı desteklemeyi veya önderlik etmeyi reddetmişti. Grubun resmi görüşleri tarafsızdı. Stamboliyski, hapisten çıktığı gün parti lideri ve Bulgar sosyalizminin kurucusu olan Dimitar Blagoev’e gitmiş ve onu “şehir ordusunu, proletaryayı ayağa kaldırmaya” teşvik ederek, “Köylü ordusunu biz kontrol ediyoruz ve birlikte yönetimi devirebiliriz.” demişti. Blagoev, Çiftçi Birliğinin politikasının kendi partisinin politikasıyla uyuşmazlığını öne sürerek bunu reddetti. Dar Sosyalistler, toprakları kollektifleştirme programlarına güvenmeyen Çiftçileri “köylü sosyalizmi”nin partisi olarak küçümsüyordu. Stamboliyski, Blagoev’e Çiftçi Birliğinin küçük ölçekli çiftliklerin kamulaştırılması dışında tüm Dar Sosyalist planını kabul edeceğinin sözünü verdi, ancak Blagoev reddetti. Blagoev, ayaklanmayı, sıkı bir şekilde örgütlenmiş ve ideolojik olarak kuvvetlenmiş bir proleter partinin desteğine layık olmayan “ilkel köylü kitlesinin” spontane bir patlaması olarak gördü.

Bu oldukça kafa karıştırıcı bir karardı. Kendi ordusu bile ona düşman olmuşken, iktidarı devirmek için bundan daha uygun bir zaman olamazdı. Dahası, Dar Sosyalistlerin Rabotnicheski Vestnik gazetesi siperlerde en çok okunan gazeteydi. Ordu komutanlığı, gazeteyi sansürlemek ve askerler arasındaki etkisini sınırlamak için elinden geleni yapmış, ancak başarısız olmuştu. Rusya'nın Ekim Devrimi esnasında zirve yaptığı zamanlarda, gazetenin tirajı 25 bini aşmış ve bunların yarısından fazlası cepheye gitmişti. Böylece, Dar Sosyalistler askerlerin radikalleşmesine yardımcı olmuş, ancak siyasi sorumluluk üstlenmeyi ve onlara katılmayı reddetmişti.

Lenin, Bulgaristan’da gerçekleşen olayların yakın takipçisiydi. Ayaklanmayı destekliyordu ve “bu küçük köylü cumhuriyeti”ni Altıncı Tüm-Rusya Sovyetleri Kongresine verdiği büyük bir konuşmada kutlamıştı. Ayaklanmadan, Ekim Devriminin uluslararasılaşmasının ilk örneklerinden biri olarak bahsetmiş ve artık “Alman-Avusturya emperyalizmi altındaki çoğu ülke alev alev yanmaktadır (Bulgaristan, Avusturya ve Macaristan). Devrimin Bulgaristan’dan Sırbistan’a yayıldığını biliyoruz. Bu tür işçi-köylü devrimlerinin nasıl Avusturya’dan geçip Almanya’ya ulaştığını biliyoruz. Birden fazla ülke, işçilerin devriminin alevleri içerisinde kuşatıldı. Bu açıdan, çabalarımız ve fedakarlıklarımız haklı çıkmıştır.” şeklinde konuşmuştu. Beklenildiği üzere, Bulgar ordu komutanlığı, Lenin’in ayaklanmayı “Bolşevizm”in bir örneği olarak nitelendirmesiyle hemfikirdi.

Daskalov, 27 Eylül 1918’de Radomir’de bir Bulgar Cumhuriyeti ilan etti. Ertesi gün, hükümet güçlerinin Sofya’ya dönen sakat ve yaralı askerlerle dolu bir treni katletmesine öfkelenen cumhuriyet ordusu, başkentten yalnızca birkaç kilometre uzaklıkta bulunan Vladaya köyüne girdi. Direnişçi ordusu, burada hükümet birliklerini yenerek Sofya’ya girdi. Hükümet güçlerinden sayıca çok üstün olmalarına rağmen (hükümet güçleri savaş halindeki monarşinin savunmasına koşan birkaç yüz Bulgardan ve bir Alman tümeninden oluşuyordu) ne yazık ki askerler yenilmiş ve sonra tekrar yenilerek, nihayetinde dağıldıkları Radomir’e kadar geri püskürtülmüştü. Askeri yenilgi yalnızca birkaç gün içerisinde gerçekleşti ancak hükümetin ülkeyi “sakinleştirmek” için bir aydan uzun bir süreye ihtiyacı oldu.

Blagoev, hatasını yıllar sonra kabul edecekti. Devlet sosyalizmi döneminde parti çizgisindeki bir değişiklik, ayaklanmanın resmi tarih kayıtlarına yansıyacaktı. Tarihçiler ayaklanmayı “benimsemiş”, ancak basit bir bakış açısıyla onu Ekim fikirlerinin uluslararasılaşması olarak tasvir etmişlerdir. Rusya'daki Bolşevik ayaklanması kesinlikle birçok Bulgar devrimciye ilham vermiş olsa da katılımcıların yazılarına ve hatıralarına bir göz gezdirince, askerlerin cephede yoksun bırakılmasına ve sömürülmesine dayanan ve herhangi bir “Bolşevik” kışkırtmasından bağımsız olarak meydana gelen bir ayaklanma olduğu görünür.

SİPERLERDE SINIF ÇATIŞMASI

Ayaklanma, aslında savaşla bağlantılı olan Bulgar iç sorunlarından da kaynaklanıyordu. Çatışma yoğunlaştıkça hem cephede hem de yurtta sıradan insanların karşı karşıya olduğu zaten patlamaya hazır olan durum ve dayanılmaz koşullar da artmıştı. 1918 yılının Ağustos ayının başlarında Başbakan Aleksandar Malinov, Çara, Bulgar ordusunun 877 bin 392 askerine karşılık yalnızca 50-60.000 üniforma ve 20.000 çift ayakkabısı olduğunu bildirmiştir. Başkomutandan gelen bir telgrafta, cephe hattından ayrılan askerlerin botlarını gelen birliklere ödünç vermek zorunda kaldığı vakalardan söz edilmektedir. Birçok asker siperlerde çıplak ayakla savaşmıştır.

Gıda tedariği de bundan daha iyi bir durumda değildi. Devletin mal varlığa el koyma komisyonlarının kırsal bölgelerdeki her şeyi almasına rağmen, çoğu gıda maddesi ya Almanya'ya ihraç edildiğinden ya da karaborsada dolaştırıldığından, ordunun gıda tayınları düzenli olarak kesilmişti. Bir asker, standart beyaz ekmeğin nasıl yavaş yavaş mısır koçanından yapılan ekmeğe dönüştüğünü anlatmıştır. Protesto amacıyla açlık grevleri patlak vermiş ve bir bölük buna karşı farklı bir yaklaşım benimsemişti: Süt ineklerini kesmiş ve eti eşit olarak paylaşmışlardı.

Halk içindeki ajitasyonlara ek olarak, askerler kötüleşen durumu belgelerle de göstermiş ve mektuplar, broşürler ve hatta elle yazılan Pravda adlı bir gazete ile devrimci ruh halini yaymıştır, ki bu siperde devrimci propagandanın yayıldığı bir çeşit “kamusal alanın” varlığını öne sürmektedir. Ordu komutanlığı onları aktif olarak sansürlediği, en “kışkırtıcı” olanlarına el koyduğu ve arşivlediği için bu belgeler bugün elimizde bulunuyor.

Normalde, “grev” sözcüğünü iş yeri durumlarıyla bağdaştırırız, fakat askerler savaştaki yerlerini tam olarak bu şekilde görüyorlardı. O dönem askerler tarafından üretilen ajitatif materyaller çoğunlukla “grev” ve “iş bırakma” çağrıları içermektedir. Bir ordu bölüğü, üstleri yanlarından geçip asla gerçekleşmeyen bir selamlama beklerken, silahlarını yere bırakarak ve tembelce sigaralarını içerek bu çağrıyı dinlemiştir. Olayı bildiren bir telgraf, aynı askerlerin Rabotnicheski Vestnik’in kopyalarını ellerinde tutarken ajitatif bir fotoğraf çektiklerini bildirmektedir. Bundan daha az barışçıl başkaldırma türleri de bulunmaktaydı: İsyanlar sırasında subayları vurmak yaygın bir davranıştı.

Askerler yalnızca erzaklarının kalitesi ve miktarına karşı değil, ayrıca daha fazla maaş ve izin için de ayaklandılar. Savaş başladığında, can kaybını, firarları ve ordunun çöken savaşma yeteneğini telafi etmek için izin ve dinlenme süresi kısaltılmıştı. Savaş, tam anlamıyla, çalışma süresi hakkındaki mücadelelerle bağlantılı hale gelmişti. O zamanlardan bir not, askerlerin sıkıntılarını şöyle göstermektedir: “Subayların ve çavuşların aldığı maaşlara bakın. Sırf bizim burada oturmamızı izlemek için bölük lideri 200 leva, çavuşlar 400 leva kazanıyor.” Bu sırada, askerler ayda 16 leva gibi yetersiz bir ödemeyle geçinmeye çalışıyordu ve bu da birçoğunu ailelerinden borç alıp onlara nakit olarak göndermelerini istemeye zorluyordu.

“Siperlerde çalışmak zorunda kalan bizler değil miyiz? Ama en düşük kaliteli yiyecek, ayakkabılar ve giysilerle didiniyoruz. Birinci kalite yiyecekler ve maaşlarla kendilerini doyuranlar bu yükü asla bilemeyecekler. Savaş yalnızca bizim gibi basit asker-işçilere vuruyor.”

Bir broşür şöyle sormaktadır: “Yoldaşlar, rezil bir bölük subayının, üç hizmetçisi onun ihtiyaçlarını karşılarken 700 leva kazanması, kendini sıcak tutması ve siperleri koklamamış dahi olması adil midir?” Başka bir tanesi kabaca “İyi maaş alan devleti korusun. Halk hep köledir.” diye belirtiyor. Diğer bir broşür ise devrimci çağrısını sömürgeleştirilmiş öznelerle sembolik bir kimlikle bitiriyor: “Bizim gibi siyahi köleler çok yaşasın! Geri gidin!”

Askerler savaşın yönünü (generallerin “ileri” çağrılarını “geri gidin” ile yanıtlayarak) değiştirmiştir ama aynı zamanda çatışmanın hatlarını da yeniden çizmişlerdir. Gerçek düşman siperlerin ötesinde değil, kendi arkalarındadır: bunlar kendi üstleri ve Sofya’daki monarşik burjuva rejimidir. Çatışmayı mazeretsiz sınıf çerçevelerine yerleştirmeye ilaveten, bir askerin yazısı milliyetçi Büyük Bulgaristan gündemini ifşa edip reddetmiştir:

“Bizi, uyurken gördükleri ve asla uyanmayacağımızı düşündükleri için yalnızca aptallar sınıfının saflarından seçtiler. Herkesin bizim kimseyi özgürlüğüne kavuşturmadığımızı, aksine geçtiğimiz her yerde insanları esir aldığımızı ve katliamlara sebep olduğumuzu bilmesi gerekiyor. Neden bazıları, biz ölürken kanımızın üzerinden geçinip zengin olsun? [İşgal altındaki topraklarda] biz ne yapıyoruz?”

İsmi meçhul bir askerin Mayıs 1918 tarihli broşürü, askerleri şu şekilde ayaklanmaya çağırmıştır:

“Çocuklarımız ve kadınlarımız ölesiye çalıştırılıyor ve biz aptallar gibi burada duruyoruz ve muhtemelen savaşın hiç uğruna bitmesi için üç yıl daha bekleyeceğiz. Eğer uyumaya devam edersek, Almanlar bizim gıdalarımızı bize pahalıya satarken, biz Almanya’nın yanında çıplak, yalınayak ve aç bir şekilde savaşmaya devam edeceğiz.”

Askerleri devletin acımasız taleplerinden, cinsel istismardan ve açlıktan şikâyet eden ailelerinden gelen haberlerden daha çok öfkelendiren bir şey yoktu. Savaşın sonuna doğru ülke genelinde günlük bir olay haline gelen kadınların ekmek için ve el koyma karşıtı isyanları, askerleri doğrudan eyleme geçmeye teşvik etmişti. Cephedeki ve yurttaki isyanlar sürekli olarak birbirine karıştı. Örneğin bir asker, devletin taleplerini bir bölük isyanının nedeni olarak anlatıyor: “köy muhtarımız…” bu noktada subay sözünü kesiyor ve şöyle diyor: “dinle, savaş böyle bir şey…bazıları fakirleşir ve diğerleri zenginleşir!” “Evet, efendim,” diye cevap veriyor asker “biz de başından beri bunu diyoruz.” Buradaki ironi, elbette ki subay bu düzeni savunurken, askerin bunu kınamasıdır.

Gerçekten de Bulgar sermayesinin savaştan çıkar sağladığı görüşü hiçbir şekilde yalnızca bir askerin öznel bakış açısı değildi. 1878’de Bulgar devletinin kurulması ile Birinci Dünya Savaşının çıkması arasındaki zamanda ülkede 190 anonim şirket faaliyet gösteriyordu. Savaş esnasında 151 şirket daha kayda geçmiş ve bu şirketlerin toplam sermayeleri yedi kat büyümüştür. Bu sırada, yalnızca 1918 yılında 182 bin insan kıtlık ve hastalıklardan ölmüştür. Bu rakam Bulgaristan’ın Birinci Dünya Savaşındaki toplam ölü sayısından (115 bin) daha fazladır.

PARÇALANMIŞ BİR ORDU

“Geçmişteki umut kıvılcımını” yeniden hayata getirmek, hiçbir şekilde ulusal birleşme adına gerçekleştirilen zulümlere göz yummakla karıştırılmamalıdır. Aksine, bu durum sınıfsal karşıtlığın, milliyetçiğin temel araçlarından ve kaynaklarından biri olan ordunun kendisini bile parçalayabileceğini göstermektedir.

Bulgaristan’ın silahlı kuvvetlerini alt üst eden artan başkaldırı ve açık isyanlar, ordunun yalnızca yönetici sınıflar tarafından sınıf çatışmasını bastırmak ve dağıtmak için kullandığı bir araç olmadığını gösteriyor. Daha ziyade, kendisi de aynı mücadelenin bir alanıdır. Bu sebeple, Rusya’daki 1917 Ekim devriminin (ana kanalı gazete olarak) inkâr edilemez bir etkisi olurken, ayaklanmanın köklerinin, savaş nedeniyle askerlerin hayatlarının bariz bir şekilde bozulmasından kaynaklandığı daha iyi anlaşılabilir. Rus Devrimi, askerlere haklı öfkeyi, tutarlı ideolojik çerçeveleri ve hatta siyasi yönü aşılamış, ancak tek başına isyanın nedeni olmamıştır.

Ayaklanma, monarşiden kurtulmayı başaramamıştır. Fakat, en acil hedefine ulaşmıştır: Bulgaristan’ın savaşa katılımını sona erdirmek. Çağdaş tarih revizyonizmi, yalnızca seçkinlerin uzlaştırıcı etkilerinden bahsetmektedir, ancak gerçekte hükümeti bir ateşkes imzalamaya ve ayrı bir barış aramaya zorlayan şey asker kitlelerinin ayaklanmasıdır. Dobro Pole savaşı esnasında kontrol edilemeyen firar dalgalarına karşı baskıyı artırmaya çalışan hükümet yetkilileri ve generaller arasındaki yazışmalar, yönetici sınıfın savaşı sonlandırmak için pek bir niyeti olmadığını kanıtlamaktadır.

Bulgaristan’ın savaştan ani çekilmesinin daha büyük bir önemi de vardır: İttifak Devletlerini şaşırtarak ve kafalarını karıştırarak, kaçınılmaz yenilgilerini hızlandırmaya yardımcı olmuştur. Bulgaristan’ın kendi Ekim Devrimi olmamıştır. Ancak Rusya’daki olaylar gibi, bu ayaklanma da Avrupa’yı harap eden katliamın sonunu hızlandırmıştır.

 

Kaynak: Jacobin

DAHA FAZLA