Sinan Dervişoğlu yazdı | Sosyalistler ve Müslümanlar

Sinan Dervişoğlu yazdı | Sosyalistler ve Müslümanlar

Sinan Dervişoğlu 

Geçtiğimiz yazımızda (bkz. Sosyalistler ve Ülkeye Sahip Çıkmak) gericiliğin ülkemizdeki en önemli ideolojik payandalarından biri olan milliyetçiliği ele almış, bu konuda etkili bir ideolojik mücadelenin ana temellerine değinmiştik. Bu yazımızda ise gericiliğin öbür ideolojik silahını, dini ele alacağız.

DİNSEL DEĞERLERİN İKİ YÖNÜ

Kökü tarihin derinliklerine uzanan din olgusu, kısa ya da orta vadede ortadan kalkacak geçici bir olgu değildir. Geçmiş sosyalist toplum deneyleri (ve günümüzde Küba, Latin Amerika, Çin ve Vietnam deneyleri) göstermiştir ki, sosyalizm iktidara geldikten sonra dahi, uzun yıllar boyunca din olgusu varlığını koruyacaktır ve komünistler din olgusunu ele almak, dindar emekçilerle diyalog kurmanın yollarını bulmak ve geliştirmek zorundadır.

Öncelikle dini inancın yapısını inceleyelim: İslam dahil her dini inanç, bir dizi ahlaki ve insani değeri ve bu değerlere temel teşkil eden bir dizi tarihsel iddiayı ve argümanı içerir. Dinin ana konusu olan insani ve ahlaki değerler nelerdir? Bunlar bir yandan kadercilik, var olan durumu kabullenme, itaat, akıl yürütmeden ve sorgulamadan “iman etme” gibi unsurları içerir ve dinleri binlerce yıldır bir yönetim aracı olarak kullanan sömürücü sınıfların dayandıkları temeller bunlardır. Öte yandan her dinde şefkat, yardımlaşma, adalet, dürüstlük, mütevazilik, hemcinslerine saygı, hatta iyi bir insan olabilmek için dünya nimetlerinden vazgeçmek gibi insani tercihlerin oluşturduğu ahlaki unsurlar fazlasıyla mevcuttur. Bu ilkeleri yaşadığımız toplumun gerçekleriyle karşılaştırırsak şu şaşırtıcı sonuca varırız: Bu prensipler, sınıflı toplumların, özellikle de içinde yaşadığımız kapitalist toplumun gerçekleriyle taban tabana zıttır! Kapitalist toplumun gerçeği bencillik, bireycilik, gemisini kurtaran kaptan mantığı, böbürlenme, ihtişam düşkünlüğü, maddi zenginliğe duyulan açlık, fakirliğe kayıtsızlık ve insanı insanın kurdu yapan acımasız bir yaşam savaşıdır. Bu durum şu gerçeği olanca netliği ile karşımıza koymaktadır: Dinsel değerler, kapitalist toplumun şiddeti ve acımasızlığı ve toplumda sürmekte olan vahşi kasırga karşısında sıradan emekçilerin ruhlarında inşa ettikleri bir sığınak, yaşamlarına bir anlam verebilmek ve yaşam kavgasında ayakta kalabilmek için dayanmak zorunda oldukları saf, temiz bozulmamış değerleri yaşatmaya devam ettikleri bir korunaktır.

Bu resim karşımıza şu gerçeği çıkarmaktadır: Dini inancın sömürüye destek olan unsurları egemen sınıfların işine gelen ve onlar tarafından kullanılan esas yönü olabiliyorsa, ikinci yönü, yani kapitalizmle çelişen ahlaki inançları devrimciler tarafından niçin bir potansiyel olanak olarak ele alınmasın?  

DÜNYADA SOSYALİSTLER VE DİNDARLAR

Uluslararası sosyalist hareketin tarihi, bu konuda önemli başarıların örnekleriyle doludur. 1945 sonrasında Vatikan’ın “komünistlere oy verenlerin aforoz edileceği” tehdidine rağmen milyonlarca İtalyan Katolik, İtalyan KP’sine oy vermiş ve yüz binlercesi onun saflarını doldurmuştur. Bugün bile sosyal medyada Pazar ayininin bitiminde kilisede “Bella Ciao” çalan Katolik rahiplerin görüntüleri dolaşmaktadır. Yunan direniş ve İç Savaşı’nda dağlara çıkan komünist ELAS gerillalarını Yunan Ortodoks rahipler takdis etmiş, ayinlerde cemaatlerini “dağlarda savaşan yiğit evlatlarımıza desteklemeye” çağırmıştır. Latin Amerika’da 1960’larda rahip Camillo Torres ile başlayan, göğsünde haç, omuzunda kalaşnikof ile dağlarda diktatörlüğe karşı savaşan gerilla rahipler geleneği sol harekete devasa bir ivme katmış, bu ilerici Hristiyan damar Latin Amerika Solu’nun ayrılmaz bileşeni haline gelmiştir. 1980’lerde El Salvador kardinali Oscar Romero, zenginlere “kollarınızdaki altın bilezikleri fakirlerle paylaşmazsanız onlar bu bilezikleri kolunuzu keserek almaya mecbur olacaklar” diye seslenmiş, zulüm sürdüğü takdirde halka kalan tek meşru yolun “isyancı şiddet” (violencia insurreccional) olacağını savunmuş, sonunda ABD beslemesi kontracı katiller tarafından öldürülmüştür. Aynı Vatikan, yıllar sonra El Salvador halkının sevgilisi Romero’yu “Katolik Kilisesinin Azizi” ilan etmek zorunda kalmıştır.

“İyi ama İslam farklı” diyecek kadar önyargılı olanlar varsa, İslam dünyasındaki sol harekete göz attıklarında susmak zorunda kalacaklardır. 1960’larda SBKP ve ÇKP’den sonra dünyanın EN BÜYÜK komünist partisi, 1,5 milyon üyeye sahip Endonezya Komünist Partisi idi ve 1967’de yüzyılın en büyük politik soykırımına uğratılarak ezilen bu partinin saflarında yüz binlerce inançlı Müslüman mevcuttu. Lübnan’da KP üyesi Müslüman kadınlar başörtülerine orak çekiç işleterek meydanlarda yürümekte, Filistin’de aralarında inançlı Müslüman ve Hristiyanların bulunduğu FHKC taraftarları “Kızıl Bayrak Yukarı” marşını söyleyerek Batı Şeria’da miting yapmakta, Sudan’da, Mısır’da, Irak’ta on binlerce inançlı Müslüman, sosyalist ve komünist hareketlerin saflarında cesaretle mücadele etmektedir.

Türkiye’de bu konuda ne denli geride olduğumuz göz önüne alındığında, doğru soruyu sormanın tam zamanıdır:

BİZ HATAYI NEREDE YAPTIK?

1923’te cumhuriyeti kuran kadro, aydınlanmadan yana ve dinsel gericiliğe karşı cesur bir çıkış yapmış, bu çıkış (şimdi olduğu gibi) o günlerde de komünistler tarafından takdirle karşılanmıştır. Ancak 1920’lerde Türkiye Komünist Partisi çok önemli ve yerinde bir uyarı yapmıştır: 1924 tarihli MK raporunda söz konusu reform sürecinin “halk kitlelerinin en ufak bir katılımının olmadığı, toplumun üst kesimlerinde olup biten bir süreç olduğu” belirtilmiş, bunun “gerici kalkışmalar için elverişli bir zemin yaratabileceği” vurgulanmıştır. 1925 yılında Komintern’e verilen bir raporda Kemalistlerin “mevcut sosyal kuvvetleri hiçbir biçimde hesaba katmayan, sadece devletin kaba gücüne güvenen ve halk kitleleri arasında kendine müttefik sağlama kaygısı gütmeyen yaklaşımlarının memnuniyetsizliği artıracağı ve gericiliğe güç katacağı” ifade edilmiştir. 1926 yılında Komintern Yürütme Kurulu’na yollanan raporda ise şunlar söylenmektedir: “Kemalizm, çaresiz bir sınıf olan küçük köylülüğe Cumhuriyet’in olumluluklarını hissettirmek için hiçbir şey yapmadı. Kimi feodallere darbe indirdiyse de onların yerini başkaları aldıdenmektedir. Cumhuriyet reformlarının, geniş halk yığınlarının, özellikle de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Anadolu köylülüğünün ve kent yoksullarının desteğini almak ve kalplerini kazanmak için ekonomik veya ideolojik hiçbir çaba sarf edilmeden, salt idari-askeri yöntemlerle hayata geçirilmesi, böylece elde edilen istikrarı ise “devrimlerin başarıya ulaşması” olarak yorumlanması ciddi bir yanılgı olmuştur. Devletin vergi baskısı ile toprak sahiplerinin sömürüsünün çifte kıskacı altında ezilen, manevi alanda ise (kısa süreli ve trajik bir deney olan “Köy Enstitüleri” haricinde) kazanılmak için hiçbir çaba sarf edilmeyen kırsal kesimin geniş yığınları, uzun bir süre Cumhuriyet’in ruhundan uzak, ona yabancı ve sahipsiz bir kitle olarak kalmış doğal olarak dini inançlarına sarılmaya devam etmiş, 1950 sonrasında ise Demokrat Parti ve sonraki her türden sağcı gericiliğin at oynattığı bir toplumsal zemin haline gelmiştir.

Kemalizmin kendi sınıfsal-burjuva tercihleri sonucu oluşan bu çarpık durumu kabullenmek, bu “kamburu taşımak” sosyalistler açısından hiç de gerekli olmadığı halde, sol hareket bu çelişkiyi aşmak için gerekli etkin politikaları üretememiştir. Bu tespitleri yapan TKP dahi, yeni gelişen işçi sınıfının içinde cesur ve başarılı çalışmalar yapmasına rağmen “şehirli” kimliğinden sıyrılamamış, Anadolu’nun bu ezilen köylülüğünün içinde tek bir hücre dahi kurmamıştır.1960 sonrasında kitleselleşen sol hareket, muhtemelen kendisine zemin hazırlayan 27 Mayıs’ın ruhuyla uyum içinde, sürekli olarak “laik, modernist, cumhuriyetçi” kesim içinde kendine bir yaşam alanı yaratmış, kendini burada tanımlamış ve geliştirmiş, resmi ideolojinin o zamana kadar “ötekileştirdiği” dindar  emekçileri, (birinci TİP’in bu konudaki belli başarıları hariç) fiilen burjuva uşağı sağ partilere terk etmiştir. Ancak bugün artık “deniz bitmiştir”. Bir yandan bu inançlı kesimler Saray Rejimi’nin gittikçe çılgınlaşan yıkıcı projelerinin ardında sürüklenip ona meşruiyet kazandırmaktadır, öte yandan da bir zamanlar içinde yer aldığımız Kemalist ağırlıklı cumhuriyetçi “ekosistem” %50’den artık %30’lara inmiş durumdadır. Dolayısıyla çok daha önceleri başarmamız gereken iş, bugün bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmıştır: Müslüman emekçilerle diyalog kurmak; emek için, halkların kardeşliği için, kadın için ve doğa için verilen mücadelede onlarla birlikte örgütlenmek.

Bu noktada “AKP yakında gidici. Onlar gidince zaten siyasi İslam’ın da dinin de etkinliği büyük darbe yiyecek. Dolayısıyla bu çalışma çok da önemli değil” türü bir düşünce çıkabilir. Bu düşünce, şayet “konfor alanımızdan çıkmama” tembelliği değilse, en azından iyimser bir illüzyondur. Dini inançlar ne kadar darbe yerse yesin, İslami inanca bağlı milyonlarca emekçi var olmaya devam edecek, onlara yönelik etkin politikalar geliştirilmezse bu sefer AKP’nin (veya ANAP’ın, veya DYP’nin) yeni versiyonları onları “hazır bir kitle” olarak kullanmaya devam edecektir. Sosyalistler olarak onlarca yıldır sürdürdüğümüz bir boşluğu, bir ihmali sona erdirme görevi, hiçbir şekilde ertelenemez ve ertelenmemelidir. Hele ki Saray Rejimi kapitalizminin ülkemize dayattığı devasa sorunların, her türlü dinsel-felsefi-dünyevi inanç ayrımını yatay olarak bıçak gibi kestiği şu gerçekler karşısında:

- Ülkeye dayatılan ekonomik yıkım, milyonlarca emekçiyi sefalet koşullarına itmektedir. Müslümanı da, deisti de, ateisti de!

- İktidarın cesaretlendirdiği sapık erkek egemen politikalar binlerce kadınımızın canını aldı; her gün de almaya devam ediyor. Müslümanın da, deistin de, ateistin de!

- Gözü dönmüş kapitalizmin yaptığı doğa ve tarih tahribatı ile yok edilen bizim, hepimizin ülkesidir. Müslümanın da, deistin de, ateistin de!

- Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaş, hem Türk, hem Kürt binlerce gencimizi canından etti, etmeye de devam ediyor. Müslümanın da, deistin de, ateistin de!

- Öte yandan “cumhuriyetçi” TÜSİAD ile “Müslüman” MÜSİAD; “laik” Eczacıbaşı ile AKP’li Limak el ele patronlar olarak ülkeyi hep birlikte yağmalıyorlar. Müslümanı da, deisti de, ateisti de!

Bu denli yakıcı sorunlar karşısında, inanç bariyerlerini yıkıp ortak mücadeleyi örgütleyemez ve eski “ideolojik konfor alanlarımızın” içinde hayatımızı idame ettirmeye devam edersek, sosyalist hareket olarak tarih önünde sorumlu olacağımız açıktır.

‘ÇOK İYİ UŞAKLARSİNUZ DA, HA Pİ DE NAMAZ KILAYDİNUZ!’

Bu sözler, geçtiğimiz yıllarda Doğu Karadeniz’in bir ilçesinde belediye başkanı seçilen bir sosyalist yoldaşımıza, babasının kendi oğlu ve devrimci arkadaşları için söylediği sözlerdir. Karadenizli amcamızın söylediği bu sözler, kendi açısından bir özlemi ve aynı zamanda bir çaresizliği ifade etmektedir: Bir yandan devrimcilerin ne kadar dürüst, temiz, akıllı ve namuslu insanlar olduğunu görerek onlara hayranlığını belirtmekte, öte yandan bu gençlerin (kendisinin de bağlı olduğu) dini değerlere uzak kaldığı sürece, büyük çoğunluğu inançlı olan Anadolu halkı arasında hiçbir şanslarının olmadığı tespitini üzüntüyle dile getirmektedir. Bu “çaresizlik” nasıl aşılır?

Bu uçurum, elbette amcamızın özlediği gibi, (büyük kısmı ateist olan) sosyalistlerin “namaz kılmaya başlaması” ile çözülmez. Hiçbir samimi dini inancı olmayan sahtekâr burjuva politikacılarının sırf destek sağlamak için yaptığı bu tarz “takiyeler”, sadece bir ateistin kendi dünya görüşüne karşı değil, namazı inanarak kılan dürüst Müslümanlara karşı da bir saygısızlık olacaktır. O zaman yapılması gereken nedir? Bunu çözecek olan 2 yaklaşım vardır.

Birincisi, Saray Rejimi’nin yıkıcı politikalarından gitgide sıdkı sıyrılan dürüst dindar emekçileri, yani “namaz kılanları” daha fazla sayıda, emek ve özgürlük mücadelesi ekseninde sosyalist saflara kazanmak, dahası bu arkadaşları örgüt saflarında (hem içeriye, hem dışarıya karşı) görünür kılmaktır. Bu hiç de zor değildir, zira “İslam dini” adına bu kadar iğrençliğin yapılması, sadece toplumda deizmi ve ateizmi geliştirmekle kalmamakta, bizzat samimi ve dürüst Müslümanları da isyan ettirmekte, bu durum resmi muhalefetin pısırıklığıyla birleşince onları radikal çözümlere yöneltmektedir. Son dönemlerde, TİP’e dindar emekçilerden gitgide belirginleşen bir katılımı ve yönelmeyi sevinçle izlemekteyiz. Bu sürecin en önemli kazanımı, sosyalist örgütlerin bir “ateistler kulübü” olmadığını, emeğin, kadının, doğanın ve kardeşliğin savunulması için mücadele etmek isteyen herkese saflarımızın açık olduğunu göstermek ve önyargıların kırılmasını hızlandırmaktır. Lenin’in “Parti programını kabul eden ve onu için mücadele eden bir papaz dahi partimize üye olabilir” derken vurguladığı gerçek budur.

İSLAMI ÖĞRENMEK

Ancak bu bahsettiğimiz yönelim kendiliğinde bir gelişmedir ve bunu bilinçli ve yönetilen bir çabaya dönüştürmek gerektiği de açıktır. Ayrıca “Peki bu ‘ilk Müslümanları’ nasıl kazanacağız?” sorusu da cevap beklemektedir. Bu da bizi ikinci yaklaşıma götürmektedir:

Sosyalistler, dürüst dindar emekçileri kazanmak istiyorlarsa, onların dünyasını bilmek, tanımak, onların dinsel çerçevede tanımladıkları, ancak sosyalizmle de örtüşen pozitif insani değerlerini tek tek tespit ve teşhis etmek, bu değerleri ortak bir dil ile formüle etmek, bu değerler üzerinden onların dünyasıyla köprü kurmak ve bu değerlerin sosyalizmin çerçevesi içerisindeki yerini ve anlamını ve sosyalizmin bunları nasıl ete kemiğe büründüreceğini tanımlayarak bu kardeşlerimizin bizim dünyamıza geçişlerini kolaylaştırmak zorundadır. “Bu değerlerden hareketle bir insan sosyalizme varabilir mi?” sorusuna cevabı, tarihsel TKP üyesi değerli yazarımız Vedat Türkali vermektedir. Çocukluğundan itibaren koyu Müslüman bir ailede yetişen Türkali, otobiyografisinde şunları söylemektedir:

“Yaşadığım toplumu gerçek boyutları içinde kavramamda, yaşadığım bu koşulların payı olmuştur kuşkusuz; ancak kardeşçe bir dünya özlemimde, beni kuşatan ortamda soluduğum egemen kültür de en az o kadar etkili olmuştur diye düşünürüm. Temelinde ilkel komünal dayanışma, paylaşma duygularına dayalı, yoksulları birbirine bağlayan İslam kültürüydü bu” (“Komünist”, V. Türkali, s.14)

AKP’nin hırsız ve vurguncu Müslümanlarına karşı bu tür dürüst Müslümanları kazanmak, nereden bakarsak bakalım, İslamiyet’i bilmeyi, onun temel önermelerini ve tarihine aşina olmayı zorunlu kılar. Başta Kuran olmak üzere İslami metinlere ve kültüre aşina bir sosyalist, dindar emekçilerle kuracağı ilişkide (deyim yerindeyse) “maça 1-0 galip başlayacak”, İslami kültüre ilişkin bilgisi, ateist olduğu bilinse dahi muhataplarında (bu bilgiyi edinmek için harcadığı emek göz önüne alınarak) kaçınılmaz bir saygı yaratacak, kullanılacak dengeli bir üslup işin devamını getirecektir. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın 1957’deki meşhur Eyüp konuşması, bu çabanın en parlak örneklerinden biridir. Sosyalist militanlarımızın mevcut kültürel profili göz önüne alındığında bu zorlu bir hedeftir; ancak bunun başarılması, bu çalışmanın başarısını birkaç misli artıracaktır.

Öte yandan, dünya kamuoyunda “İslam” denince ilk akla gelen Taliban, IŞİD, Müslüman Kardeşler, FETÖ ve “benzerleri”, esas olarak CIA, MI6’in laboratuvarlarında üretilmiş yaratıklardan, birer “Frankenstein”dan başka bir şey değildir. Bunları üretip dünya çapında “İslam’ın temsilcisi” haline getiren emperyalist ağababaları, rahatça manipüle edebildikleri bu manzarayı keyifle seyretmektedir. Onların keyiflerini kursağında bırakmak, bu canavarları tarihten silmek tüm ilericilerin sorumluluğudur; ancak inançlı sosyalistler, hem birer sosyalist oldukları için hem de hala saygı duydukları İslami inancın bu denli kirletilmesi karşısında hissettikleri tepki dolayısıyla çifte motivasyon altındadır. Dolayısıyla bu yoldaşlarımız, kitleleri siyasi İslam sahtekarlığından kurtarma misyonunun ön saflarında, belki de en etkili unsurları olarak yer almak durumundadır.

SOSYALİSTLERİN VE DÜRÜST MÜSLÜMANLARIN BİLMESİ GEREKEN

Samimi ve namuslu Müslüman emekçilerin iç dünyalarında yürekten bağlı oldukları mukaddes değerleri, iyiliği, dayanışmayı, yardımlaşmayı ve kardeşliği topluma egemen kılacak, ruhlarındaki o “sığınağı” toplumun kendisi ve ana gerçeği haline getirecek tek güç sosyalizm mücadelesidir. Namazında niyazında olan, ömrü boyunca namusuyla çalışıp didinmiş işçileri, yıllarca toprakta çalışmaktan elleri çatlamış ama yoksulluktan kurtulamamış aksakallı dedeleri; tütünde, tekstilde, ev hizmetinde 12 saat çalışıp hayatını tüketmiş başı bağlı kız kardeşlerimizi mücadeleye kazandığımız gün, ülke toprağı gerçekten titremeye başlayacak; halkı sömüren akbabaların yıllardır iktidarlarını üzerine kurdukları zeminin önemli bir kısmı ayaklarının altından kaymış olacaktır. Sosyalizm mücadelesine büyük ivme kazandıracak olan bu hedefi yakınlaştırmak, bizlerin önümüzdeki dönemde en önemli görevlerinden biridir.

DAHA FAZLA