Sendika uzmanı Şafak: Sınıfın seçimlerdeki tercihinde ekonomik kriz etkili oldu

Sendika uzmanı Şafak: Sınıfın seçimlerdeki tercihinde ekonomik kriz etkili oldu

Sendika uzmanı Can Şafak, seçimlerden sonra oluşan tabloyu İleri Haber'e değerlendirdi.

Özgür Yılmaz - @ozguryilmaz344

23 Haziran'da tekrarlanan İstanbul seçimleriyle birlikte yerel seçim süreci sona erdi. 

"Büyük Grev 1977", "Kuruluş Yıllarında Haydarpaşa Sendikası", "Ereğli 1965 -1980 Çelik İşçileri" ve "Maden-İş Tarihine Tanıklıklar" kitaplarının yazarı  Sendika uzmanı Can Şafak, yerel seçimlerden sonra ülkenin siyasal durumunu, ekonomik kriz ve işçi sınıfının durumunu İleri Haber'e değerlendirdi. Şafak, işçilerin seçim tavrına iilişkin ise "İşçi sınıfının ağırlıklı olarak iktidar bloku karşısında yer alan Millet İttifakı’na destek verdiği anlaşılıyor" değerlendirmesinde bulundu.

'SINIFIN TERİCİNDE EKONOMİK GİDİŞAT ASIL ETKEN'

Öncelikle seçim sonrasına dair çok fazla değerlendirme oldu. Ancak biz bir de sınıf açısından değerlendirmek istedik. Sizce işçi sınıfının seçim sürecinde ve sonrasında tavrı ne oldu?

Ben işçi sınıfının yerel seçimlerdeki tercihinde ya da tutumunda ekonomik gidişatın asıl erken olduğunu düşünüyorum. Gerek dövizdeki hareketler gerek enflasyon oranları -ki, açıklanan oranların gerçeği yansıttığını iddia eden kimse kalmadı- açlık ve yoksulluk sınırı ile reel ücretler arasındaki giderek artan uçurum, seçimlerden epeyce önce işçi sınıfı için hayatı zaten iyiden iyiye zorlaştırmıştı. İktidarın uyguladığı neo-liberal politikalar sonucu dev gibi fabrikalar kapatılmış, tarım bitmişti. İşsizlik büyük boyutlara ulaşmıştı. Bütün bu dönem boyunca çok büyük bir ekonomik krizin kapıda olduğu yazılıp çizildi. Seçimlerin hemen sonrasında da şekere, çaya, elektriğe gelen zamlar bu öngörüleri doğrular mahiyette.

'KÜRT SEÇMEN DIŞINDAKİ DİĞER KATMANLARIN TERCİHİNİ BELİRLEYEN MUTFAKTAKİ YANGIN OLDU'

Çeşitli seçmen grupları için siyasi analizler yapılıyor ama stratejik/siyasi bir duruş sergileyen Kürt seçmen dışındaki diğer sınıf ve katmanların ve bu arada işçi sınıfının tercihini belirleyen faktör, mutfaktaki yangın oldu. İşçi ve sendika özgürlüklerinin sürekli olarak ihlali, fiilen uygulanan grev yasağı rejimi, adalet duygusunun zedelenmesi gibi faktörler de buna eklenince, yaşanan krizden en fazla etkilenen toplum kesimlerinin başında gelen işçi sınıfının ağırlıklı olarak iktidar bloku karşısında yer alan Millet İttifakı’na destek verdiği anlaşılıyor. Büyük metropollerin tamamındaki sandık sonuçları bunu gösteriyor. Bu noktada, yenilenen İstanbul seçimleri için belki biraz farklı bir değerlendirme yapmak gerekir. 23 Haziran’da İstanbul’da ortaya çıkan fark, son 25 yıl içinde yapılan seçimlerin hiçbirinde görülmemiş bir fark. Bu fark, son seçimde toplum kesimlerinin ve işçi sınıfının tavrında adalet duygusunun da çok önemli bir faktör olduğunu düşündürüyor.

'ÇOK UZUN SÜREDİR İŞÇİ SINIFININ SINIF KİMLİĞİYLE BİR SİYASİ DURUŞ SERGİLEDİĞİNİ SÖYLEMEK MÜMKÜN DEĞİL'

Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz en çok da işçi sınıfını etkiliyor. Yüksek enflasyon, işsizlik, tabana yayılan vergiler gibi birçok ekonomik nokta sınıfı daha da zor duruma sürüklüyor. Son dönem artan direnişlerde de bu faktör ön plana çıkıyor. Peki sizce, direnişler hep bu temayla mı gidecek? Siyasal iktidara yönelen bir tepkisellik bekliyor musunuz?

Direnişlerde ekonomik faktörün ağırlık kazanması yeni değil aslında. Yeni kuşak, 12 Eylül öncesini yaşamamış kuşaklar siyasi eylem ve direnişleri neredeyse hiç görmedi, hiç bilmiyor diyebilirim. Siyasallaşan grevler, işçi eylemleri ve direnişler denildiğinde elbette 1961 Saraçhanebaşı Mitingi, 1963 Kavel grevi, 1969 ve 1970 yıllarında sendika seçme özgürlüğü adına örgütlenen önemli direnişler, Demir Döküm, Singer, Horoz Çivi, Derby işgali, Adana’da Bossa direnişi… 1970’te örgütlenen 15-16 Haziran Direnişi, 1976 DGM Direnişi akla geliyor. 12 Eylül sonrasında kısa süren bir kabarma dönemi var. 1989 Bahar Eylemleri, 1991 Büyük Madenci Yürüyüşü akla geliyor. Yakın zamanda kitleselliğiyle siyasi karakter de taşıyan kimi direnişler yaşandı, Tekel Direnişi hemen akla geliyor. Ama çok uzun süredir işçi sınıfının, sınıf kimliğiyle bir siyasi duruş sergilediğini söylemek mümkün değil. Bunun nedeni, sendikaların sınıf siyasetinin dışında kalmış olmaları.Sendika hareketini kuşatan siyaset dışı anlayış. Üstelik bugün sendika hareketi işçi sınıfının çok küçük bir kesimini temsil ediyor.İşçilerin çoğu, sendikasız ve kuralsızlığın kural olduğu taşeron firmalarda çalışıyorlar. Sendikalar bu büyük kitleyle kucaklaşamıyor. Esasen bu yönde çok kayda değer bir çaba içinde de değiller. Sendikalar, bir ikisini dışında tutarsak diyeceğim ama ikincisi var mı?.. daha çok kurumsallaşmış firmalardaki çekirdek işgücünü bünyelerinde toplayan ve rutin biçimde toplu sözleşme yapan kuruluşlar durumunda. Burada, kimi istisnalara ve özellikle son birkaç dönem MESS sözleşmelerine de vurgu yapmak gerekir elbette.

'DİRENİŞLER ASIL OLARAK KENDİLİĞİNDEN EYLEMLER OLARAK ORTAYA ÇIKIYOR'

Böyle olunca direnişlerin asıl olarak kendiliğinden eylemler olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Burada belirleyici olan, siyasi bir öngörü ya da bir sınıf bakışı değil, ekonomik gerçekler Ekonomik faktör derken, işten çıkarmaları da bunun içinde görmek lazım. Neo-liberal politikalara, sözgelimi işçi sınıfına en fazla zarar veren, verecek olan özelleştirme politikalarına karşı daha baştan çok etkili bir tavır, kitle gösterileri örgütlenmiyor ama ne zaman ki fabrikalar satılıyor ve kapatılıyor, işsiz kalan kitleler sokağa çıkıyorlar.  

'SINIFIN MUHAFAZAKARLAŞTIĞI TESPİTİNE KATILIYORUM'

Sınıfa dair yapılan tespitlerden biri de, AKP’ye oy verdiği ya da muhafazakar olduğuydu. Siz bu tespite katılıyor musunuz? Şayet durum böyleyse sınıfın siyasallaşmasına dair herhangi bir değişiklik tespiti yapılabilir mi? Eğer değilse, neler söylenebilir?

Toplumun giderek muhafazakârlaştığı bilinen ya da kabul edilen bir olgu. İşçi sınıfı da bu toplumun bir parçası ve işçi sınıfının da giderek daha muhafazakârlaştığı tespitine katılıyorum. Ayrıca buna, yani muhafazakârlaşmaya yatkın olduğunu da düşünüyorum. Bu konuda yapılmış kimi anketler, araştırmalar da var. Bunlar da bu tespiti açık biçimde doğruluyor. Ayrıca son seçimlerde işçi sınıfının siyasal tercihinde esaslı bir değişiklik olduğunu da düşünmüyorum. Bunun için zaman -ve emek- gerekir.

'SINIF SENDİKACILIĞINDAN EKONOMİZME GEÇİŞ DÖNEMİ'

Bu noktada, Türkiye’de ‘90’ların başlarından itibaren yaşananların dünya ölçeğinde bir karşılığı olduğunu da söylemek lazım. Bütün bu dönem boyunca işçi sınıfı siyaseti açısından yaşananlar, değişim, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, reel sosyalizmin çözülmesiyle de çok yakından ilişkili bence. ‘90’lardan sonra etkisi artan liberal politikalarla birlikte sendika hareketi içinde, “çağdaş sendikacılık” arayışının, “hepimiz aynı gemideyiz” söyleminin hâkim olduğu bir dönem yaşadık. Küreselleşmeden, tek başına işçi sınıfının aşamayacağı dev gerçeklerinden söz edildi. Bu sınıf sendikacılığından ekonomizme geçiş dönemiydi diye düşünüyorum. Bu geçişi sağlayan ve hızlandıranlar arasında geçmişte sınıf sendikacılığı içinde yer almış kadrolar da vardı. Sonrasında, Milenyum’dan başlayan ve ideolojisini, evrensel sosyalist dayanışmasını, siyasi örgütlerini, “kutup yıldızını” kaybeden sınıfın muhafazakârlaşmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. 20. Yüzyıl’da kalan sendika-siyaset ya da sendika-parti bağları bir daha kurulamadı. Bütün problemli yanlarına rağmen sendika hareketi üzerindeki siyasi denetim, sendikalara yön ve politika çizen bir faktördü. Bu durumda sendikaların ve işçilerin ana akım siyasi partilere yönelmeleri kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Bugün sınıf siyaseti, 20. Yüzyıl kalıplarını aşamamanın güçlüğünü yaşıyor bana kalırsa. Sol siyasetin işçi sınıfı içinde karşılık bulamamasının önemli bir nedeni de bu.

'SENDİKA SINIF BAĞININ KOPARILMIŞ OLMASI SENDİKALAŞMANIN DÜŞÜKLÜĞÜNÜN BİR NEDENİ'

Her şeye rağmen, sendikalaşma oranının oldukça düşük olduğu bir tablo var önümüzde. Sınıfın örgütlenmesine dair bizi neler bekliyor? Yoksa bir örgüt formu olarak sendikalar artık eskisi kadar ilgi görmüyor mu?

Sendikalaşma oranının düşüklüğü bir olgu ve bunun üzerinde düşünülmesi gereken nedenleri var. Sendika-sınıf siyaseti bağının koparılmış olması bu nedenlerden biri. Bu bağ, biraz önce sözünü ettiğim eski kalıplarla kurulamıyor, kurulamadı. Aynı tutuculuk sendikalarda da var. Sendikalar yeni koşullara uygun örgütlenmelere yönelmiyorlar. Var olan durumu kabullenmiş görünüyorlar ve hayat da akıp gidiyor. Sendikalar ağırlıklı olarak çekirdek işgücünü bünyelerinde tutan ve adeta “kutsal” bir “işkolu sendikacılığı” ilkesinden şaşmayan hantal yapılara dönüştü. Oysa günümüzde işyerlerinin küçülmesi, üretimin parçalanarak birçok bölümünün tel örgü dışına kayması yani çok kesif bir biçimde yaşanan taşeronlaşma ve bunun getirdiği vahşi, kuralsız çalışma koşulları ve ilişkileri karşısında eski dönemlerin büyük ölçekli, merkezi/bürokratik sendika yapıları çaresiz kalıyor. Sendikacıların, işçi ve sendika özgürlükleri konusunda bir vizyonu da yok, ki bunu sendika yasalarının çıkarılmasından önce hükümete iletilen sendika önerilerinden de görebiliyoruz. Hâlâ işkollarının devlet tarafından belirlenmesini istiyorlar, devlet tarafından yetkilendirilmeyi savunuyorlar. İşkolu sendikacılığını savunuyorlar. Açıkçası, sendika özgürlüğüne sendikacının muhayyilesi yetmiyor. Sendikalar arasında gerçekten mücadeleci olanları da var, onları bu yönüyle ayrı tutmak gerekiyor. Fakat gene de sendikaların tamamının statükocu olduğunu kabul etmek zorundayız. Ne görmüşlerse, ne öğrenmişlerse onu sürdürüyorlar.

20.Yüzyıl’ın ithal ikameci iktisat politikalarına, dev sanayi şirketlerine dayanan endüstri ilişkileri dönüştü. Böyle olunca da tek tip işkolu sendikacılığı, sendika hareketini işkolu sendikalarında örgütlenmeye yatkın bir küçük işçi katmanıyla sınırlandırdı. İşkolu sendikacılığını da yadsımadan, her tip işçi sendikasının kurulup faaliyet gösterebileceği “sendika çokluğu” ilkesinin bu noktada ufuk açıcı olabileceğini düşünüyorum. Benzer şekilde tek tip ve işkolu sendikacılığıyla ironik biçimde benimsenen “işyeri düzeyinde toplu pazarlık” sürecinin de dönüştürülmesi, “çok düzeyli toplu pazarlık” anlayışı geldiğimiz noktada önem kazanıyor. Bu çerçevede yürütülecek girişimlerin meşruluğu yanında yasal dayanakları da var üstelik. Burada, kurulan ya da kurulacak olan sendikalar için uluslararası sözleşmeler önemli bir dayanak olabilir. Anayasa’nın 90. maddesi, usulüne göre onaylanmış uluslararası sözleşmeleri iç hukuktan üstün görmekte ve iç hukukla çatışması durumunda uluslararası sözleşmelerin doğrudan uygulanmasına imkân vermektedir. Ne var ki, kimi sınırlı sayıda örneklere rağmen bu imkân kullanılmış değildir, kullanılmamaktadır.

'KRİZİN YÜKÜ ÇALIŞANLARA YÜKLENMEK İSTENİYOR'

Son olarak, ülkenin içinden geçtiği ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlardaki krizlerle birlikte, Saray’ın sınıfa dönük saldırısının daha da arttığını görüyoruz. Kıdem tazminatına yönelik saldırı bunun bir örneğiydi. Önümüzdeki dönem Türkiye’de sınıfın gündemleri neler olacaktır ve bu gündemleri toplumsallaştırmak adına ne gibi yollar izlenebilir?

Hep söylendiği gibi iktidar, ekonomik krizin yükünü çalışan kesimlere yüklemek istiyor. Bu her zaman da böyle olmuştur. Krizin boyutları düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde sınıfın gündemi de az çok beliriyor zaten. İşçiler ve sendikalar da kıdem tazminatı gibi göz ardı edilemez önemdeki kazanımları söz konusu olduğundaelbette kayıtsız kalmıyorlar. Türk-İş bile kıdem tazminatına yönelik bir saldırıyı genel grev nedeni sayacağını genel kurul kararına bağlamıştı. Belki kıdem tazminatı gibi işçilerin tamamını ilgilendiren bir meselede iktidar, oy kaygısıyla geri adım atabilir. Ama genel olarak işçi hak ve özgürlüklerinin korunması -ve geliştirilmesi- tarihten de gördüğümüz gibi çok etkili ve siyasi nitelik taşıyan kitle eylemleriyle mümkün olabiliyor.

Ama akla şu soru geliyor: Bugün sendikalar böylesi kitle eylemlerini örgütleyip yönetebilecek yeteneğe sahip mi? Gerçekten de işçi hak ve özgürlüklerine yönelik genel bir saldırıya karşı verilecek mücadele, öncelikle siyasal nitelikte bir mücadele olmalıdır. Sendika beyanları ve bildirileriyle yetinmeyen, kitlesel ve açık siyasi talepler ortaya koyan bir mücadeleden, siyasi eylemlerden söz ediyorum.

Sendikaların siyasi eylemleri, birkaç hamle sonrasını gören ve işçi sınıfını müdahaleye yönelten eylemler olarak görebiliriz. Elbette nicelik olarak da kritik bir işçi kitlesininiçine katabilen eylemlerdir bunlar.Türk-İş’e bakarsak… ‘90’larda Türk-İş’in kamu toplu pazarlığı buna örnek verilebilir. Türk-İş kamuda toplu pazarlık sürecini bütün işkollarında birleştirmiş ve süreç doğası gereği, kendiliğinden iktidara muhalif bir siyasi çizgiye oturmuştu. Bugün artık bundan da söz etmek mümkün değil. Ayrıca, sendikaların siyasi eylemleri, örgütlenen süreçlerdir. Kavel grevi, Maden-İş tarafından örgütlenmiş ve sendika yasalarının çıkarılmasını hızlandırmıştı, 15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının DİSK’in fiilen kapatılmasına yol açacak bir yasa değişikliğine karşı örgütlenmiş ve son derece etkili sonuçlar yaratmıştı. DGM Direnişi, Faşizme İhtar Eylemi de yine siyasi bir vizyonla örgütlenmiş sınıf müdahaleleriydi.

'BUGÜN SENDİKA HAREKETİ ANCAK KENDİLİĞİNDEN İŞÇİ EYLEMLERİNE SAHİP ÇIKABİLİYOR'

Bugün, böyle bir siyasi vizyon ve kadrolardan yoksun olan sendika hareketi, ancak kendiliğinden işçi eylemlerine sahip çıkabiliyor… sahip çıkarsa tabii.Zaten, 2000’li yıllardaki işçi direnişlerinde baskın yan, aşağıdan başlamış olmalarıdır. Kuşkusuz kendiliğinden eylemlerin de ayrı ve büyüleyici bir yanı var, zaman zaman çok önemli sonuçlar yaratabiliyorlar.Gerek moral bakımdan gerekse kazanımlar bakımından. Ama büyük güçlükleri de var. Öte yandan, bir siyasi vizyonun eksikliği, en modern ve değiştirici/dönüştürücü sınıf olan işçi sınıfını kendi içine de kapatıyor. Gezi bunun en dikkat çekici örneklerinden biridir.

Sözün özü, kazanımların korunabilmesi ve bu yönde bir sınıf tavrının ortaya konması, sınıfın gündeminin şekillendirilerek kitlesel ve etkili bir siyasi duruşun örgütlenmesine bağlıdır.