Sarı bela: Altın
Sermaye birikiminin hızlı şekilde çok uluslu belli şirketlerin elinde toplanması ve küreselleşmeye paralel olarak düzenlenen maden hukuku mevzuatı ile üretimin altyapısı ve çerçevesi belirlenmiş, oyunun kuralları şekillenmiştir.
27-01-2021 07:35

Maden Mühendisi Mehmet Torun
Değerli dostumuz, yoldaşımız Serdar Ömer Kaynak’ın anısına saygıyla…
Shakespeare, Atinalı Timon’un ağzından altına dair şöyle söylemiş:
Altın sarı, göz kamaştırıcı, değerli altın!
Bunun şu kadarı karayı ak, çirkini güzel, eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit eder,
...Ah tanrılar nedir bu? Niçin bu?
Rahiplerinizi, uşaklarınızı, yanınızdan kaçırır,
Çeker güçlü insanların yastıklarını başlarının altından.
Bu sarı köle: din de kurar, din de bozar, kutsar lanetliyi.
Hırsızlara yer, senatörlere kürsüde ün, şan, saygınlık kazandırır.
Haydi, git adı batası çamur!
Sen değil misin milleti birbirine düşüren”
Küreselleşme; içinde yaşadığımız döneme damgasını vuran kapitalizmin çok uluslu şirketler aracılığıyla dünya boyutunda kurduğu ekonomik egemenliğin son aşamasıdır. Gelişmiş ülkeler; mal, hizmet ve sermayeyi diğer ülkeler arasında olağanüstü bir hızla dolaştırarak, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisini, sanayisini ve çalışanlarını büyük çapta etkilemekte, politik ve toplumsal dengeleri bozarak, gelir dağılımını kötüleştirmektedir. Küreselleşme aynı zamanda tekellerin aşırı kara dayanan birikimi için savaş, gerginlik, kaynak ve değerlerin yağmalanması demektir. Durum böyle olunca da, Dünyada yaklaşık 2 milyar insan sağlığa uygun içme suyuna ulaşamıyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü'nün [FAO] verdiği rakamlara göre, her 5 saniyede 10 yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmekte.
Dünyada yaşayan insanların yarısı günde 2 dolardan az parayla geçinmekte, her gün 30 bine yakın insan açlıktan ölmektedir. Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası güçler aracılığıyla egemen kılınmaya çalışılan politikalar; yoksulluğa, eşitsizliklere, savaşlara, soykırımlara ve küresel felaketlere yol açmaktadır. Bu süreçte zengin ülkeler daha zenginleşmekte, yoksul ülkeler daha da yoksullaşmaktadır.
Dünya Bankası'nın verdiği rakamlara göre, 2018 yılında en büyük 500 özel şirket, Dünya Gayri Safi Yurt İçi Hasılasının [GSYH], dünya toplam gelirinin % 52,8'ini üretmiş. Bu, bir yılda üretilenin yarıdan fazlası... Shell ve Apple'ın yıllık cirosu 180 ülkenin bütçesinden büyük... Toyota'nın 2016 cirosu 254,6 milyar dolar. Bir perakende devi olan Walmart, dünya büyüklük sıralamasında Kanada'nın ardından onuncu sırada ve İspanya ve Avustralya ondan sonra geliyor... İlk 100'ün 69'u da şirket... Sadece 31'i devlet... Bu şirketlerin içerisinde altın ve değerli metal üreten şirketler de mevcut. BHP Billiton, Rio Tinto, Vale, Norilsk Nickel, Glencore, Anglo American, Newmont Goldcorp bunlardan bazıları.
Söz konusu şirketler, dünyanın dört bir tarafında buldukları değerli madenleri -bir şekilde- işlemekte ve artı değerleri ülkelerine taşırken geride tahrip edilmiş, zehirlenmiş bir coğrafya bırakmaktadır.
Altın, yüzyıllardır insanlığın ilgisini çeken bir maden olagelmiştir. Hava ve sudan etkilenmemesi, kolay işlenmesi, doğal renk ve parlaklığı gibi nedenlerle takıların, süs nesnelerinin ve kutsal objelerin temel hammaddesi olmuştur. Paranın değişim aracı olarak ortaya çıkması sonrasında para olarak kullanılmasıyla itibari değerinin sürekli artış gösterdiği bilinmektedir. Feodalizmin egemen olduğu dönemlerde kral hazinelerinde konak ve saraylarda sahne alan altın; kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç döneminde para piyasasının altına dayandırılması ile merkez bankalarının karanlık kasalarında hapsedilmiştir. Yenilip, içilmeyen doğal ortamda bozulmayan istenildiğinde kolaylıkla paraya dönüştürülen altın günümüzde de bir varlık belirtecidir. Altın; şahısların tasarruf aracı, şirketlerin sermayeleri olarak korunmakta ya da altın üretimi ile ilgili madencilik alanında faaliyet gösteren şirketlerin, uluslararası boyutlarda arama ve üretim yapan altın tekellerinin hisse senetlerinin borsada değer kazanması veya kaybetmesinin önemli bir aracı durumundadır.
Anadolu; tarihi dönemler içerisinde, üzerinde yaşayan toplulukların doğal kaynaklarını fark ettiği ve onları kullandığı ev sahibi bir coğrafyadır. Antik çağlardan itibaren altın (Sart antik kenti/Salihli/Manisa) üretimi yapıldığı bilinmektedir. Arama teknolojilerinin çok geliştiği günümüzde (uydu fotoğrafları, jeokimyasal yöntemler, jeolojik ve jeofizik yöntemler, derin sondajlar ve laboratuvar çalışmaları vb.) değerli mineralleri keşfetmek ve kaynaklara ulaşmak kolaylaşmıştır. Bu çalışmalar sonucunda Türkiye’de potansiyel olarak ciddi anlamda altın varlığı tespit edilmiştir. Arama çalışmaları devam etmekte olup, mevcut kaynakların artabileceği düşünülmektedir. Zamanında MTA’nın bulduğu zuhurlar incelenmeye devam edilmiş ve geliştirilmiş, şirketler kendi çabaları ile odaklandıkları bölgelerdeki zuhurları kendileri geliştirmiş yada kamu sektöründen geçen kimi kişilerin şirketlere taşıdığı bilgiler sayesinde bu zuhurlara ulaşarak, buralarda proje yürütüyor duruma gelmiş yada maden açmış/açma noktasına gelinmiştir. MTA raporunda; “Altın, dünya rezervleri içinde % 0.5 ten fazla (yaklaşık % 2) paya sahip olduğumuz madenler arasındadır. Bu durumda Türkiye altın madeni bakımından zengin bir ülke olarak görülmektedir” denilmekte ve MTA’nın raporlarında görünür+muhtemel rezerv toplamı 700 ton olarak verilmektedir. Ancak, günümüze kadar pek çok yerde özel şirketler tarafından arama çalışmaları yapıldığı göz önüne alındığında bu rakamın daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Nitekim; MTA’nın 2016 yılında hazırladığı “Türkiye ve Dünya’da Altın” isimli raporunun 16. sayfasında “Türkiye’nin bilinen ve envanteri yapılmış toplam altın rezervi 1.175 tondur.” denilmektedir. Bazı çevrelere göre potansiyel rezervin yaklaşık 5.000 ton olduğu dile getirilmektedir. Altın madeni bulunma olasılığı yüksek sahaların aranması ve işletilmesi için çoğu arama ruhsatı olmak üzere 100 civarında ruhsat alınmış olup çalışmalar yoğun olarak sürdürülmektedir.
Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, ülkenin her bölgesinde altın rezervleri mevcuttur. Arama çalışmalarının daha çok Karadeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bunların yanında; Samsun’da, Zonguldak’ta, Giresun’da, Artvin’de, Tunceli’de, Bilecik’te altın arama çalışmalarının yoğunlaştığı da bilinmektedir.
Altın fiyatlarındaki artış sonucu çok düşük tenörlü yatakların da ( bir tonda 1 gram gibi) ekonomik olması sonucu düne kadar önemli olmayan sahalar bugün rezerv kategorisine girmektedir. Bunların yanında devasa iş makinelerinin yapılması, patlatma teknolojileri, kırma-öğütme tesislerinin boyutları ve zenginleştirme teknolojileri sonucu çok büyük ölçekli üretimlerin yapılması da mümkün hale gelmiştir. Sermaye birikiminin hızlı şekilde çok uluslu belli şirketlerin elinde toplanması ve küreselleşmeye paralel olarak düzenlenen maden hukuku mevzuatı ile üretimin altyapısı ve çerçevesi belirlenmiş, oyunun kuralları şekillenmiştir.
Tüm bunların sonucunda, doğanın yıkımı-dönüşümü ve çevre tahribatı önlenemez ve geri döndürülemez şekilde gerçekleştirilmektedir.
Türkiye’de endüstriyel anlamda ilk altın üretimi 2001 yılında Bergama’da başlamıştır. Bu süreçte, yöre halkının bazı gerekçelerle işletmeye yönelik olarak yaptığı itiraz ve eylemler epeyce ses getirmiştir. Daha sonraki yıllarda altın madenciliği ülkenin pek çok noktasında yapılmaya başlanmıştır. Bugün itibarıyla 18 işletmede aktif olarak üretim yapılmaktadır.
Şirketlerin yapısı incelendiğinde büyük bir çoğunluğunun uluslararası şirketlerle ortaklık yaptıkları görülmektedir.
-Balıkesir/Sındırgı/Kızıltepe Altın Madeni, (Zenit Madencilik; Ariana Resources (İngiltere; Londra borsasına kayıtlı şirket)
-Artvin Salınbaş-Ardala Altın Projesi, Ariana Resources
İzmir Efemçukuru ve Uşak Kışladağ Altın Madenleri, Eldorado Gold’un (Kanada) iştiraki olan Tüprag şirketi
-Çanakkale Kirazlı-Ağı Dağı Altın Projesi, Alamos Gold (Kanada)
-Kayseri-Develi Öksüt Altın Madeni Projesi Öksüt Madencilik (Centarra Gold Inc. Şirketinin iştiraki),
-Erzincan-İliç Çöpler Altın Madeni Anagold Madencilik % 80 Alacer Gold (Avustralya)-% 20 Lidya Madencilik (Çalık Holding)
-Artvin-Hod Altın Madeni Projesi %70 Lidya Madencilik (Çalık holding)-% 30 Sandstorm (Kanada).
-Çanakkale-Halilağa Bakır-Altın Projesi, Cengiz Holding (Kanadalı Teck Madencilik ve Pilot Gold’un geliştirdiği bir yataktır)
-Çanakkale-Lapseki’de bulunan bugün Nurol Holding iştiraki olan TÜMAD Madencilik tarafından altın işletmesi yapılan maden de Chesser Resources tarafından bulunmuş ve geliştirilmiştir.
-Adana-Horzum yöresinde (Pınargözü ve Akyaka) Kurmel grubuna ait Akmetal ile Pasinex (Kanada) (%50-%50) ortaklığında bulunan Hozrum Madencilik, yüksek tenörlü çinko üretmektedir.
Bunların dışında pek çok projenin benzer ortaklıklarla yürütüldüğü bilinmektedir. Yukarıdaki projelere bakıldığında çok uluslu şirketlerin Türkiye’nin jeolojisi, maden yatakları, türleri ve cevherleşmelerine vakıf oldukları görülebilmektedir. 30 yılı aşkın süredir Türkiye’de bulunan bu şirketler madencilik sektörüne devlet desteği, sağlanan teşvikler, bürokrat, siyasetçi kadroları ve işbirlikçileri ile girmiştir. Bu durum, neoliberal ekonominin bir gereği gibi gösterilmektedir. Şirketler ürettikleri altın madenini, serbest piyasa mekanizması gereği istedikleri şekilde tasarruf edebilmektedir. Bu altınlar, genellikle yurt dışında kendi ülkelerinde değerlendirilmekte ve borsalarında işlem görmektedir. Ülkemize ekonomik olarak ciddi bir katkısı olmadığı gibi pek çok olumsuzluğu ( çevre kirliliği, doğanın bozulması, kaynak kaybı vb.) beraberinde getirmektedir. Son yıllarda Merkez Bankası, bu şirketlerden piyasa değeri üzerinden altın satın almakta ve stok etmektedir.
SONSÖZ
İnsan yaşamını sürdürebilmek için yer kabuğundan yararlanmak zorundadır. İnsan, yer kabuğu üzerinde tarım yaparak beslenmesini sağlar, yer kabuğu içerisindeki mineralleri çıkararak yaşamsal bir çok ürün elde eder ve alet, araç-gereç yapar. En yaşamsal olan ilaç ve tıbbi cihazlardan tutun, barınmak, örtünmek, ısınmak, bir yere ulaşmak ve daha birçok olanaklara sahip olmak için yer kabuğundaki mineralleri kullanma dışında başka bir seçeneği yoktur. Yer kabuğundaki mineralleri çıkarmak ve sanayinin kullanımına sunma işinin adı madenciliktir ve madencilik insan yaşamı için olmazsa olmaz koşuldur.
Tüm bu veriler ışığında; altın üretimi hakkında bazı soruları sormak ve yanıt beklemek bu ülkede yaşayan herkesin hakkıdır;
-Bu durum altın madenciliği için söz konusu mudur ?
-Altının insanlığın gelişimi ve toplumun refahına katkısı nedir ?
-Proseste siyanür kullanılıyor olması,
-Diğer madenlere göre çok daha büyük devasa çukurların kazılması,
-Bunun için çok daha fazla orman ve tarım arazisinin yok edilmesi,
-Kazılan kayacın siyanür bulaştırılarak bir başka alana yığılıyor olması,
-Oluşacak olan devasa çukurda asit-maden drenajının mümkün olamayacağı,
-Daha sonraları olabilecek deprem gibi doğa olayları sonunda çevresel bir felaket yaşanabileceği vb.,
teknik içerikli gibi görünen ancak tüm insanlığı etkileyen sorulara yanıt bulmak gerekmektedir.
ASIL SORU
Bütün bu olumsuzluklar ve riskler göze alınarak altın, neden ve kimler için üretiliyor?
İLGİLİ HABERLER
Muzaffer İlhan Erdost'u andık...
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalga dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.
05-03-2021 01:03

Hasan Çerçioğlu
Muzaffer Erdost’la Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda birlikte çalıştık. Onun için Muzaffer Erdost’u yakında tanırım. O bir yazardı, bir düşünürdü, bir edebiyatçıydı bir şairdi. Ama esas işi yayıncılık yapmaktı.
1961 Anayasası özgürlükçü bir ortam yaratmıştı. Bu özgürlükçü ortamda ülkemizde devrimci bir dalga yükselmiş, sol ve sosyalizmin kapısı açılmıştı. Muzaffer İlhan Erdost, önce Sol Yayınevi’ni, sonra Onur Yayınevi’ni kurmuştu. Bilimsel sosyalizmin yayınlarını bu yayın evinde basıyor dağıtıyordu. O günkü özgürlük ortamında aydınlar ve gençler arasında sol dalga hızla yayılıyordu. Ama yayınevinde kitaplar basılır basılmaz iktidar tarafından toplatılıyor yayınları yapanlar en ağır cezalara çarptırılıyordu.
1961 anayasası özgürlük ortamı yaratmıştı ama Türk Ceza Kanunun 141 ve 142. maddeleri, çeşitli suçlar hakkında hükümler koymuştu. Bunlardan birincisi, bir yandan komünist cemiyetler kurulmasını suç saymış, öte yandan, anarşizmi, diktatörlüğü, ırkçılığı ve millî duyguları yok etmeği ve zayıflatmayı amaç edinen cemiyetleri yasaklamıştı. 142. madde ise, birincisine paralel olarak, komünizm, anarşizm, diktatörlük, ırkçılık propagandalarını ve millî duyguları yok etmeğe ve zayıflatmaya yönelen propagandayı cezalandırıyordu. Bu koşullarda bağımsızlık, demokrasi ve sosyalim mücadelesi sürdürmek oldukça zordu. Sosyalizm demek işçi sınıfı iktidarı demekti. Emperyalizm ve egemen sınıflar ezilen emekçi sınıfların yani işçi sınıfının uyanmasına, ayağa kalkmasına, sosyalizm düşüncesine yönelmelerine, onların örgütlenmelerine tahammül edemiyor, buna fırsat vermiyordu. Bunu engellemek için en barbar yöntemleri kullanıyordu. Aydınları, yazarları, düşünürleri, gençleri komünizm propagandası suçlamasıyla topluyor, onlara ağır işkenceler yapıyordu. Buna paralel olarak dünyanın her yerinde aynı sistem devam ediyordu. İşte bu duruma direnmek, göğüs germek ve bedel ödemek gerekiyordu. Ülkemizde bu uğurda ödenen bedeller dünyada ödenen bedellerden daha az değildi. Aydınlarımız ve gençlerimiz nice bedeller ödediler. Kimi idam edildi, yüz binlerce aydınımız işkenceden geçirildi, kimileri sürgünde öldüler, kimileri de ölümcül durumdayken yurt dışında tedavi görmesi gerekirken onlara pasaport vermediler, göz göre göre ölümlerine sebep oldular.
12 Eylül işkencelerinden bedel ödeyenlerden biri de Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşlerdi. Mamak Askeri Cezaevi'nde bir astsubay, yanında dört askerle odaya giriyor, erlerden İbrahim, Erdost’lara görüşlerini soruyor “Sol” yanıtını alıyor. Bu yanıta başını sallıyor İbrahim Keskin. Bu baş sallayış sola, solculara duyulan bir nefretin bir öfkenin bir kinin bir intikamın baş sallamasıydı. Çünkü ağa babalarından böyle öğrenmiş, böyle talimat almışlardı. İki er önde, iki er yanlarında ellerinde çantalar çıkıyorlardı merdivenli odadan. Kapı çıkışı boşluğunda eşyalarını aramak bahanesiyle Erdost’lar, durduruluyor. Erler aralarında görev ve iş bölümü yapmışlar gibi, iki er İlhan’ın başına, iki er de Muzaffer’in başlarına indiriyorlar coplarını, tekme tokatlarla ve dipçiklerle girişiyorlar!… Başlarında Şükrü Bağ flim seyreder gibi izliyordu onları.
“On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu ”diyordu Şükrü Bağ. Onlara göre okumak öğrenmek, aydınlanmak hele solcu olmak zehirlenmekti. Karanlıkta kalmak bulanık sulardan avlanmak en iyisiydi.
İlhan daha eşyalarını toplarken erler Muzafferin kollarından çekip “Haydi, arabaya” diyorlar. Muzaffer tekme tokat ve coplardan kurtulmak için kapı çıkışına arkası yaklaştırılmış cezaevi arabasına bir an önce binmek istiyor. Bu arada arabanın arka basamakları içeri doğru eğrilmiş çekme halat kancasına basarak kendisini arabanın içine atıyor, iç bölümde sol yandaki sıraya oturuyor… Yine dışarıda tekme tokat sesleri duyuluyor. İlhan bir an önce içeri giriyor Muzafferin karşısına sağ köşeye geçip oturuyor. İki kardeş acı acı birbirlerine bakıp gülümsüyorlar… Bakışlarında acı vardı, hüzün vardı, çaresizlik vardı. Yanlarında dört asker paşalarından öyle emir almışlardı. İçeride dövdükleri yetmiyormuş gibi bu kez arabanın içinde iki er İlhan’a, iki er Muzaffer’e bir daha bir daha yanaşıp vuruyor, sanki öldürmek için emir almışlardı.
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalga dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.
“Uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya getirdiler bizi, dövdürmeyin komutan “ diyordu İlhan. Başçavuş durdurmadı dövenleri, emir üstüne emir yağdırdı. Emir alan dört er vur deyince öldüresiye dövüyorlardı İlhan ile Muzafferi...
“Ölüyoruz yeter artık dayanamıyoruz” diyordu İlhan. Kim dinlerdi İlhanın çığlıklarını… Çığlıklar Mamak’tan yükselip Çorum’dan, Maraş’tan, Sivas’tan, kopartılan çığlıklara karışıyordu. Aynı çığlıklar gökyüzünde salkım saçak olup tüm ülke sathına yayılıyordu.
Koğuş kapısına beş adım kala geride yeniden sesler duydular. Bu sesleri duyar duymaz hızlandılar, “Kaçma it oğlu kaçma” diyerek yine yetiştiler. Kapı boşluğunda yetiştiler, İlhanla Muzaffer’e… İlhan yüzükoyun yere düştü. Kaşını bir taşın kıyısına vurdu. Öyle kaldı. Yavaş ve güçlükle doğruldu. Sonra koğuşa zor girdiler. Kısa bir süre öyle kaldılar. Koğuşta ranzaya öyle uzattılar. İlhan’ın yüzü gözü kan içindeydi.
“Nefes alamıyorum” diyordu İlhan. Bu, İlhan’ın son sözüydü. İşte İlhanla Muzafferin Sol Yayınları yüzünden faşistler tarafından başlarına gelenler. İlhan’ı öldürdüler, Muzaffer yaralı olarak çıkabildi. Muzaffer yılmadı, direndi, göğüs gerdi, bilimsel sosyalizm yayınlarını yayınlamaktan geri kalmadı. İlhan’ın adını kendi adına ekledi. Muzaffer İlhan Erdost olarak adlandırdı kendini. Kitabevinin adını da İlhan İlhan Kitabevi olarak değiştirdi. Ölünceye dek bu adlarla yaşadı, hiç geri adım atmadı Muzaffer, sosyalizm yolunda klasikleri yayınladı ve mücadelesini sürdürdü. Marksizm, sosyalist klasikler en çok okunan kitaplar oldu. Türkiye ezilen halkların işçi sınıfının uyanmasından örgütlemesinden Muzaffer İlhan Erdost’un payı büyüktür. Onu hiçbir zaman unutmayacağız. Ruhu şad olsun.
Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
18-02-2021 01:56

Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.
Mehmet Torun yazdı | ‘Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’ 30. yılında
17-02-2021 10:11

Maden Mühendisi Mehmet Torun
İnsanlık tarihi; ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, zalimlerle mazlumların, haksızlarla haklıların, kötülerle iyilerin mücadelesinin tarihidir. Ezenler, zalimler, haksızlar, kötüler; zaman içinde geçici üstünlükler sağlamış olsalar da, sonunda kazanan hep insanlık olmuştur ve olacaktır. Çünkü insan varsa umut vardır, yaşam varsa mücadele vardır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan madencilik tarihi de aynı zamanda mücadeleler tarihidir.
Özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırmanın temellerinin atıldığı 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte “Serbest Piyasa Ekonomisi” uygulamalarına girişildi. Bu uygulamanın eksik yönlerini 12 Eylül iktidarının tamamlaması bekleniyordu. KİT’lerin ıslahıyla başlatılan uygulamalarla gelişen sürecin sonunda, sektörde üretilen değerlerin %80’ini gerçekleştiren madencilik KİT’leri de “devletin küçültülmesi” söylemi ve “özelleştirme–kapatma” dayatmaları ile karşı karşıya bırakıldı. Bağımsızlığın ve devletleştirmenin sembolü EKİ (TTK) “bir verip yedi alan” kurum konumuna düşürüldü. Kömürün nereden olsa alınacağı, stratejik bir maden olmadığı savunularak, “en zararlı KİT’ler” içinde yer alan TTK, özelleştirme ya da tasfiye girişimlerinin başlıca hedefi haline getirildi. Bu plan büyük ölçüde tuttu, TTK “hazineden geçinen bir asalak” olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
1980 askeri darbesi ile birlikte ülkenin üzerine çöken sessizlik sonrası; 1986 NETAŞ Grevi ve devamındaki, ‘'1989 Bahar eylemleri'’, dipten gelen büyük bir dalganın habercisidir; 1990 ise, kamu kesimi TİS görüşmelerinin yılıdır. GMİS kurultayında, uzayan TİS sürecinde daha fazla beklemenin anlamsız olduğu düşüncesiyle, madencilerin greve çıkmaları kararı alınır ve 30 Kasım sabahı, ilk grev pankartı Gelik İşletmesi’ne asılır. Üye tabanının tam desteğini alan Genel Başkan Şemsi Denizer, sadece madencilere değil, bütün sınıfa seslenerek genel grev çağrısında bulunur: “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin!...”
24 Şubat 1990’da tüm sivil toplum örgütlerinin katılımıyla yapılan büyük miting, daha sonra olacakların da habercisiydi. Maden işçisinin “onurlu ve insanca yaşam” isteyen haklı talebi, 1990 yılı boyunca direniş, toplantı, söyleşi, paneller ve tüm DKÖ’lerin ortak katılımıyla oluşan Temsilciler Kurulu tarafından, “Zonguldak’ın, Türkiye’nin kamburu olmadığı…“ tüm Türkiye’ye duyuruldu. Bu dayanışma, madencinin haklı ücret mücadelesinin yanı sıra, hükümetin gözden çıkarmaya kararlı olduğu TTK ve Zonguldak’ı yaşatma çabasıydı da... Bu nedenle, siyasi farklılıklar kalkmış; Zonguldak halkı birbiri ile kenetlenmişti. Yılların birikimiyle, bilinçli bir “tabanın sesi” hareketine de sahip olan GMİS üyesi 48 bin işçi, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine, 30 Kasım 1990’da greve başlamış, işveren de 4 Aralıkta lokavt ilan etmiştir. Zonguldak halkı da grevi aktif olarak desteklemiştir. Bu destekle, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyenler 100 bin kişiye ulaşmıştır. Sadece işçiler ve aileleri değil bir kent bir bütün olarak yürümektedir. Barikat ve tutuklamalarla engellenen ‘Ankara Yürüyüşü’, 08 Ocak 1991’de isteklerin yerine getirileceği sözü alınarak, Mengen barikatında bitirilmiştir. Grevin 57. gününde, 25 Ocak 1991’de “bir koyup üç alma” senaryolarının yazıldığı Körfez Savaşı nedeniyle, grevin 60 gün ertelenmesi kararı alınmış, 6 Şubat 1991’de ise TİS imzalanmıştır. Havzanın iki ay süren ilk grevine giden süreç böylece sonuçlanmış ve ‘Büyük Madenci Grevi’ olarak tanımlanmıştır.
Ülkemizin işçi sınıfı tarihi açısından, 15-16 Haziran Direnişi’nin ardından gelen en büyük mücadele deneyimlerinden biri, “89 Bahar Eylemleri” ve bu eylemlerin bir devamı olan “1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü”dür. Oya işler gibi örgütlenen 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının en önemli işçi direnişidir. Bu eylemler; ülkemizde demokratik ilerlemenin önünü açmış, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükselmesine neden olmuştur. Emek ve demokrasi mücadelesinde dünyadaki örneklerinin bir benzeri de ülkemizde madencilerin öncülüğünde bir kez daha gerçekleştirilmiş toplumsal, siyasi ve sosyal pek çok değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Sözümüzü saygıyla andığımız sevgili dostumuz, yoldaşımız, madencilerin abisi Serdar Ömer Kaynak’ın tespitleriyle bitirelim;
“Madencilerin bu mücadelesi asla bir yenilgi değildir ve gelinen nokta son kertedir. Buradan sonrasını yüklenecek olanlar sınıfın başka dinamikleridir. Bu dinamiklerin ne olduğunu anlayamayanlar ise, sınıf hareketinin çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Madencilerin şanlı mücadelesi, sınıfın yeni mücadelelerinde, direnişlerinde, eylemlerinde de etkisini göstermiştir. Türkiye’deki işçi eylemlerin çoğunda hedefin “Çankaya” olarak belirlenmesi, Ankara’ya yürümek istenmesi de hep madenci pratiğinin sonucudur. Tarih maddecidir. Madde ise asla kaybolmaz. Tarihte de hiçbir olay kaybolmaz, biçim değiştirip evrilir, dönüşür; doğrudan veya dolaylı da olsa, bir gün mutlaka etkisini gösterir; ya da birikir, ilerleyen süreç içinde yeni ve daha canlı gelişmelere hem gѐrminal, hem de gübre olur”.
Engin Deniz yazdı | Gare 'başarısı'
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
17-02-2021 01:18

Engin Deniz
Günlerce önceden AKP Genel Başkanı tarafından “…Size birçok güzellikler takdim edeceğim” denerek açıklanan Gare Operasyonu malum medya tarafından davulla zurnayla duyuruldu neredeyse. Ama daha sonra bunun bir rehine kurtarma operasyonu olduğunun anlaşılması pek garipsenmedi nedense!
Peki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bu rehine kurtarma operasyonuyla, Bahçeli’nin veciz sözüyle sorarsak, ne yapmak nereye varılmak istendi?
Türkiye İşçi Partisi tarafından yapılan açıklamada yer alan şu temel sorular haklı ve yerindedir:
-Kaçırılan kişilerin bulunduğu bölgeye neden operasyon yapılmıştır? Bu operasyonun neden olabileceği kayıplar gözetilmiş midir?
-Esir olan güvenlik görevlileri için 6 yıldır hiçbir girişimde bulunulmuş mudur?
-Aileler ve aracı olabilecek kişilerle bu süreçte iletişim kurulmuş mudur?
-Sorunun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözümü için tüm yollar tüketilmiş midir?
Başka sorular da sorulabilir. Asker indirmesinden önce bölgenin yoğun olarak bombalanması, arazi yapısı, mevsim şartları… Tüm muhalefet operasyonun başarısızlığını tartışıyor ama bu operasyonda gerçekten kesin bir başarı bekleniyor muydu gerçekten? Kırk yıllık savaşta devletin bu kadar tecrübesiz bu kadar öngörüsüz davranması biraz tuhaf değil mi?
Operasyonun amacı ister PKK’nin elindeki güvenlik görevlilerinin kurtarılması, ister ünlü bir PKK liderinin yakalanması olsun planlayanların risk analizi yapmadığını düşünmek biraz saflık olacaktır.
AKP iktidarı ne zaman sıkışsa, bir acil durum planı olarak kapağı açıp o kırmızı düğmeye basıyor hep. Muhalefetin istendiği zaman kilitlenmesini sağlayan bir Kürt düğmesinin olması büyük rahatlık tabii! Ne zaman konu Kürtler olsa muhalefet boncuk gibi diziliyorlar iktidarın arkasına. Bir ellerinde medya gücü diğer ellerinde yargı sopası; bir dönemdir soru sormak bile terörist yaftası yemek için yeterli zaten.
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
“Bu operasyon başarısız olmuştur” demeden önce biraz daha geri çekilip resme bir daha bakmak gerek belki. AKP Genel Başkanı bir süredir seçim çalışmalarına hız vermiş vaziyette. Kongreler, bilinen bilinmeyen görüşmeler… AKP ve MHP arasındaki ilişkilerinin karşılıklı çıkarlar zemininde sürekli yoklandığı ve kırılganlığın giderek arttığı artık sır değil. Makyajlı ekonomik verilerin bile gerçekleri gizlemeye yetmediği bir dönemde iktidarın Ay gösterip Anayasa’dan dem vurması ciddiye alınmasa da zaman kazanma girişimi olarak görülebilir belki.
Ama “devletlü sağ”ın bildiği her zaman işe yaramış bir yöntem daha vardı. Kırk yıldır kanayan bir yaranın biraz daha kanatılmasının ziyanı yoktu. Yoksullar mı? Nihayetinde yoksulun ölüsünün bir kez daha yüceltilmesinin sermayeye ne zararı olacaktı ki! Ve en iyi Kürt ölü Kürt’tür diyenlerin devamcılarının “en yüce yoksul ölü yoksuldur” demesi son derece tutarlıdır.
Ne var ki, bu kez operasyonun başarısızlığı üzerinden de olsa tartışmanın büyümesi inandırıcılıklarının giderek azaldığını gösteriyor. Bu iyi.
Eğer bu operasyon başarılı olsaydı ve PKK’nin elindeki esirler sağ salim alınabilseydi ya da kimilerinin iddia ettiği gibi tanınmış bir-iki PKK’li ele geçirilseydi Cumhur İttifakı toparlanabilir, belki de baskın bir seçimi bile göze alabilirlerdi.
Erdoğan’ın müjde verme heyecanı buna yorulabilir belki. Ama başarı olasılığı düşük bir operasyon olduğu Erdoğan’a söylenmiş midir? MHP ve etkilediği güvenlik bürokrasisinin büyüyen halk huzursuzluğu karşısında Kürt savaşını büyütmeyi bir çıkış yolu olarak seçmiş olması ihtimali de değerlendirilmelidir. Gare operasyonu Erdoğan’ı daha fazla risk almaya zorlayacak bir sürecin başlangıcı olamaz mı?
Eğer durum buysa HDP’nin kapatılması da dahil yeni gelişmeler, farklı provokasyonlar beklenebilir.
Dikkatli olunmalıdır!
Oktay Işıklar yazdı | Boğaziçi Direnişi bize ne anlatıyor?
13-02-2021 09:23

Oktay Işıklar
Tam 40 gündür Boğaziçi öğrencilerinin başını çektiği ama üniversitelerin sınırlarını aşarak toplumun geniş kesimlerine yayılan bir direnişe tanık oluyoruz. 500’ü aşkın gözaltı, onlarca ev hapsi ve tutuklamaya rağmen kırılamayan, etkisini ve gündem yaratma gücünü kaybetmeyen bir direniş…
Öğrenci hareketinin hiç beklenmeyen bir anda yükselmesiyle kitleselleşen bu direnişin, Türkiye’nin siyasi geleceği için bir sonun başlangıcı olduğu ve sosyalist hareket için de bir yeniden kuruluş imkanlarını barındırdığını söyleyebiliriz. Bu iki önemli iddianın altını doldurmak için 40 günlük direniş sürecinin gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
2021’in ilk günlerinde kendiliğinden bir patlama olarak ortaya çıkan bu hareket, kökünü üniversite öğrencilerinin derinleşen ekonomik krizin gençler üzerinde yarattığı geleceksizlik endişesinden ve OHAL’den beri süregelen demokratik ve sosyal hakların gasbedilmesinin yine gençlik üzerinde yarattığı siyasal özgürlük talebinden alıyor.
Bu hareketin ayak sesleri, 2020’nin başlarında irili ufaklı gerçekleşen üniversite eylemlerinde ve pandemiyle beraber başlayan gençliğin sosyal medya üzerinden harekete geçmesiyle duyulmaya başlamıştı. Tabii bu ayak seslerini, başta sosyalist hareket olmak üzere bütün bir toplumsal muhalefet güçleri duymakta çok eksik kalmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte bu kesimlerin şaşkınlık ve hareketsizlik halinin tam da bu kavrayış eksikliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Saray Rejimi’nin çeşitli hamlelerle toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini felç ettiği bir dönemde hem de birçok siyasi partinin 2023 seçimleri üzerinden anket hesabından başka bir siyaset üretememesine rağmen nasıl oldu da gün geçtikçe kitleselleşen, toplumun farklı kesimlerini harekete geçirmeyi başaran bir direniş hattı ortaya çıktı?
Bu soruya verilecek doğru cevap(lar), Saray Rejimi’ne karşı verilmesi gereken mücadele için yol gösterici olacaktır. Lafı hiç uzatmadan sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Boğaziçi Direnişi'nin başarısının temelinde dayanışma ağı siyaseti yatmaktadır. Geldiğimiz noktada Boğaziçi Dayanışması’nın yarattığı siyasi etki ve süreklilik toplumsal muhalefete yön verdiği gibi mücadelenin diğer üniversitelere taşınmasında da bir kaldıraç etkisi yaratmıştır. Mevcut dayanışma ağlarının güçlenmesinde, henüz kurulmamış olan üniversitelerde ise bu ağların kurulmasında ön açıcı bir etkisi olmuştur.
Peki nedir bu dayanışma ağlarının özelliği ve gücü nereden gelmektedir? Dayanışma ağı siyasetinin iki temel noktasını öne çıkartarak bu soruya cevap verebiliriz. Gezi’den öğrendiğimiz ve kadın hareketinden hala öğrenmekte olduğumuz şey; insanları mücadeleye özne olarak katma, dar bir öncülük tartışmasından çıkıp bireylerin bulundukları dayanışma ağlarındaki kolektif iradeye katkıları üzerinden şekillenen ve bunun sonucunda mücadelelerin geniş kesimlerce sahiplenilmesi… Dayanışma ağlarının itici gücü tam olarak buradan yani kitleleri etkin özneler olarak çağırması ve meşru bir temsiliyet ilişkisi yaratmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz özneleşme ve temsiliyet meselesi kritik önemde olsa da tek başına eksik ya da yetersiz kalma tehlikesi taşıyor. Bu noktada dayanışma ağlarının siyasi etkisini ortaya çıkaran bir ikili iktidar mantığı yani bulunduğu alanda mevcut iktidara karşı oluşturduğu karşı-hegemonya/karşı-iktidar gücü devreye giriyor. Yaratılan meşru temsiliyet çizgisini tamamlayan nitelikte bir siyasi hat bu karşı-iktidar mekanizmasının oluşabilmesine imkân sağlıyor. Somut duruma geri döndüğümüzde yasalardan ve yönetmeliklerden gücünü alan kayyum rektöre karşı öğrencilerin başını çektiği mücadelenin meşru karşı-iktidar organı olarak Boğaziçi Dayanışması bu denklemde yerini alıyor.
Son söz olarak bu mücadelenin nasıl kazanacağını, sadece kayyum rektör Melih Bulu’ya karşı bir mücadelenin sınırlarını çoktan aşmış olan ve Saray Rejimi’nin kurduğu korku imparatorluğunu dağıtacak potansiyeli taşıyan bu siyasi çizginin nasıl sürdürüleceğine dair birkaç şey söylenebilir. Boğaziçi Dayanışması’nın direnişin başından beri sunduğu perspektif bu sorunun yanıtı niteliğindedir. Ayağını okulun bileşenlerinin haklı mücadelesine ve temsiliyetine basarak mücadeleyi okul sınırlarının dışına taşımaya çalışan, bütün üniversite öğrencilerinin beraber mücadelesini savunan, toplumsal muhalefet güçleri ve demokrasi mücadelesi veren bütün kurumlarla mücadeleyi buluşturmaya çalışan bir siyasi perspektif… Bu perspektifin somut karşılıkları ve pratikleri başka bir yazının konusu olmakla birlikte, gücünü ayağını bastığı zeminden kopartan ya da mücadeleyi tamamen belirli sınırlarına (okul sınırları) hapsedecek bütün yaklaşımlar, bütün iyi niyetlerine rağmen mücadeleye zarar verecek nitelikte olacaktır. Unutulmamalıdır ki; “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”.
Baran Doğan yazdı | Boğaziçi direnişini kazanmanın yolu
Birlikte çıktığımız yolda yürüdüğümüz yolları ayırdılar. Ya yollarımız birbirini keser birbirimize barikat oluruz ya da yollarımız birleşir daha güçlü yürürüz. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi, ayrılıkla tükenmek mi?
07-02-2021 09:48

Baran Doğan
Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla birlikte “Boğaziçi Direnişi” başladı. Başta öğrenciler olmak üzere birçok insan bu atamaya karşı çıktı. İlk tepkinin geniş bir kesim tarafından yapılması, gündemde ciddi oranda yer bulması ve direnişin büyüme potansiyeli taşıması hükümeti endişelendirdi. Sadece baskı, şiddet ve tehditlerle bu direnişi durduramayacağını anlayınca klasik stratejilerini devreye soktular: “ ‘Tepki gösterenlerin çoğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri değil. Olay çıkarmaya çalışan dışarıdan gelmiş provokatör terör grupları bunlar, bunların derdi başka’ gibi söylemlerle eylemlerin meşruiyetine gölge düşürmek, destek verenlerle eylemciler arasına set örerek direnişin büyümesini engellemek.” Burada sorulması gereken ilk soru şuydu: “Bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunu mudur?”. Ama biz en baştan başlayalım:
NEDEN REKTÖR ATAMASINA KARŞI ÇIKILMALIDIR?
Hükümet tarafından üniversitelere atama yapılması; üniversitelerin, hâkim siyaset tarafından kontrol altına alınması ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bilim merkezi olan üniversitelerse siyasi hegemonya kurularak yönlendirilebilecek/yönetilebilecek kurumlar değildir, olmamalıdır. Üniversitelere verilen ödeneklerin oranını iktidara geldiği ilk günden itibaren her yıl azaltmış, fikir kulüpleri kapatmış, YÖK aracılığıyla öğrencilere sayısız soruşturma açmış, üniversitelere polis ordularıyla girmiş, kendisiyle aynı düşünceye sahip olmadığı için binlerce öğrenciye dava açmış, gözaltına aldırmış, tutuklatmış bir hükümet tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması kabul edilebilir değildir.
Bu gerileme süreci yeni bir gündem değildir. Tabloya biraz geriden baktığımızda iyi bir üniversite için on iki yıl çabaladıktan, emek verdikten sonra “sadece” iş sahibi olabilmek umuduyla üniversitelere gidildiğini biliyoruz. Üniversiteyi bitirenlerin de iş bulma ihtimalinin çok zor olduğunu, milyonlarca öğrencinin işsiz kalma korkusuyla yaşadığını, iş sahibi olsalar da şartların asgari yaşam sınırlarının altında ya da en fazla biraz üzerinde olabildiğini biliyoruz. Bu duruma yıllar içinde gelinmiştir ve bu durum var olan sistemin yarattığı sonuçların bir kısmıdır. Üniversitelerin işlevsiz sertifika kurumlarına dönüştürüldüğü, geleceğin elimizden alındığı bir yaşam biçiminde geleceğimizi yeniden kazanmak için Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı çıkmak -hatta elimizden alınanları da yeniden elde etmek- zorundayız.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNİN İÇİNDE KİMLER OLMALIDIR?
Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan bu atamaya, bilime, geleceğe sahip çıkmak isteyen herkes katılmalıdır. Bu sistemin sonucu olan durumlardan nasibini almış kim varsa çemberde yerini almalıdır. İşsiz kalan da çalışan da, konuşmasına izin verilmeyen de konuştuğu için tutuklanan da… Baskıya, şiddete maruz kalan, ezilen; sindirilmeye, susturulmaya çalışılan herkes var gücüyle karşı çıkmalıdır. Çünkü bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin sorunu değildir. Boğaziçi Direnişi geleceğimizi kaybetmenin ya da kazanmanın mücadelesidir.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNDE GERİYE KALAN
Melih Bulu’nun atanmasının sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunuymuş gibi davranılması, böyle bir algı yaratılması bu çemberin dışında kalan insanların hedef gösterilmesi anlamına gelmektedir. İstediğine terörist diyebilmenin çok kolaylaştığı ülkemizde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından parmakla gösterilerek terör örgütü üyesi olduğumuz iddia edildi. Ve bu talimatı alanlar birkaç gün içinde beş yüz elli civarında insanı gözaltına aldılar. Sonucunda içinde de olduğum yirmi dört kişiye ev hapsi verildi, sekiz arkadaşımız tutuklandı. Yasalarla hiçbir ilgisi olmadan talimatlarla işletilen bu süreç durdurulmazsa geriye doğru gitmeye, kaybetmeye devam ederiz.
NASIL KAZANIRIZ?
Eyleme verilecek desteği engellemek için yapılan bu oyunun farkında olmalı ve bu oyunu bozmak zorundayız. Başta Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olmak üzere herkes “Biz bu oyunu biliyoruz. Arkadaşlarımızı hedef göstererek yalan iddianamelerle ev hapsine mahkûm ettiniz, tutukladınız. Ama bunu durduracağız. O arkadaşlar neredeyse biz de oradaydık. Onlar bizim yaptığımızdan farklı bir şey yapmadılar. Hepsini geri alacağız. Size teslim etmeyeceğiz” demelidir. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi ayrılıkla tükenmek mi?