Sanki her 'normal' normalmiş gibi...
Herkes normalini yaşıyorken, yaşayacakken, yaşarken; yanı başımızda kabus gibi anormal hayat yaşayan dilencilerin, hayat kadınlarının, uyuşturucu bağımlılarının, ev kaçkınlarının, tinerci çocukların, sokak insanlarının romanı...
Ümit Cingöz
Mine Söğüt'ün son romanı Başkalarının Tanrısı... 157 sayfa 48 bölüm... Kahramanları da içinde.
Sarsıcı, normal hayatlarımızı dürtücü, başka türlü, başka başka yaşayan başkalarının hayatlarını düşündürücü...
"Kimin kim olduğuna önem veren bu dünyanın kimseye önem vermemesi üzerine düşünmeye başladığımız anda her şeyin altüst olacağını bildiğimizden olsa gerek hiçbirimiz gerçekten kim olduğumuzun peşine düşmüyoruz." (s.17)
Hayata, aşka, doğuma, ölüme, insanlara, Tanrı'ya, şiire, mutluluğa, mutsuzluğa dair gerçek sorular sormak, gerçek yanıtlar aramak bu devirde ve bu romanda delilerin, sarhoşların, normal hayatı görmemek için kendilerini uyuşturmuşların, feleğin her türlü sillesini yemişlerin harcı gibi...
Kimsenin vakti yok az durup incelikleri anlamaya, kabus gibi en gerçek hayatlarının farkına varmaya...
"Zaman şimdide durmuş, hep aynı şey ve başka bir sürü aynı şey aynı anda olup duruyor." (s.23)
Herkes, her sabah evlerinden fırlayıp hayatlarında kalmak için işlerine fırlarken bazı deliler, şair ruhlular, adalet arayan hafızasızlar, çöpteyken kendine aile bulan bebekler; sokakta, parklarda bir başlarına kalmış ölümü, doğumu, adaleti, evsizliği, duvarlı evi olmayı düşünüyor olabilir.
Herkes normalini yaşıyorken, yaşayacakken, yaşarken; yanı başımızda kabus gibi anormal hayat yaşayan dilencilerin, hayat kadınlarının, uyuşturucu bağımlılarının, ev kaçkınlarının, tinerci çocukların, sokak insanlarının romanı...
Sonu rüya gibi bitse de başkalarının her gün katlandığı gerçek kabus hayatların romanı Başkalarının Tanrısı.
"... yap denileni yapmayan ve yapma denilen her şeyi yapmak üzere olan kimse yok ortada." (s.25)
Roman kahramanları, aşırı normal, aşırı hepimiz, aşırı ailemiz gibi evini, karısını, çocuğunu bir gün birdenbire terk edip sokakta yaşayan şair Musa ve sokakta birlikte yaşamaya başladığı kişiler, aşık olduğu şerefsiz adam kendini başkalarına satamasın diye kendi bacaklarını keserek SSK'den olmasa da kendi kafasından emekli olup dilencilikle, çöpten bulduklarıyla yaşamını devam ettiren Efsun Abla, hafızasını kaybetmiş şarapçı Adnan Abi, çöpten buldukları ve nüfuslarına almayı başardıkları Matruşka bebek, uyuşturucu bağımlısı Hülya...
Üşümekle, ısınmak; donmakla, çözülmek; var olmakla, yok olmak arasında bir yerde hepsi. Kâh terk edilmiş bir kahvedeler kâh parkta, kâh sokakta... Kâh çöpten bir şeyler buluyorlar yemek için, kâh dilendikleri parayla doyuruyorlar karınlarını.
Kırların Hatçe, Köpek Ahmet, Ölü Komiser... Hayalle gerçek, geçmişle şimdi, şimdi ile gelecek arasında...
Sanki bizler bizi, başkalarını biliyoruz gibi. Hiçbiri bilmiyor aslında kimin kim olduğunu. "Kimiz biz? Neden buradayız? Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hiçbirimiz hiç bir şey bilmiyoruz."
"Sırtlarında kırbaç izleri, ayak tabanlarında, ellerinde yaralar. At gibi vururlarmış sakatlanan köleleri. Kölelerin kalbi inşa ettikleri kente hep derin bir nefretle dolarmış. O yüzden bu dünyada mutlu şehir yoktur Musa." (s.35)
Şiir nedir? Kutsal kelimelerdir şiir, mırıldanma, aramama, benzetmeme, uydurmama, hatırlamama, her şeyi kaybetme... Denizde, havada, seste, kuş sesinde, martı kanadında, çerde, çöpte, yelde, tozda, kentlerin uğultusunda, bir delinin not defterinde belki…
" Geçmişin devamlı elimden kayıp gittiği ve geleceğin de olamayacak hayaller yalanında devamlı eriyip bittiği bir hayatı terk ettiğim anda varlığını iliklerime kadar hissettiğim o muhteşem zaman." (s. 24)
Mahalleyi, kenti, anneyi, babayı, sevgiliyi, iyi şeyleri hep yıkıyorlar, yaşadıkları, birbirinin hayatına dahil oldukları kahveyle birlikte. Daha ne kadar yıkılabilirlerdi ki oysa? Şairin kendini öldürme hayalleri, Adnan Abi'nin hafızasının saltanatı... Bir tek Matruşka bebeğin gülücükleri hariç. İnsanların geçmişi, geleceği, hayalleri dahil. Mahalle ne ki? Önemli olan insanın kendini yıkıp yıkıp yeniden kurması...
"Üzerimize yıkılan bu şehre inat, biz kendimizi yıkıp yıkıp yeniden kuralım." (s.57)
Şehirlerin tükürüğü insanlar, işgaller, savaşlar, göçler, göçmenler, çocuklar, saraylar...
Zamanın tükürüğü imparatorluklar, imparatorlar, hainler, kahramanlar, casuslar, komutanlar, sultanlar, padişahlar, azizler...
Önceden tek tek kaybolmuşlardı, kahveleri de yıkılınca hep birlikte kaybolacaklar ve Matruşka bebek anadilinden önce kaybolmayı öğrenecek.
Yıkımlar, yıkımlar, yıkımlar... Binalar, pencereleri, mahalleler, ülkeler... Dünya en başa toz bulutuna dönüyor belki de... Şair yokluklarına sahip çıkacak; Hülya varlıklarının yokluklarını küçümseyecek yine... Yıkımlar hassasiyet göstermeyecek hiçbir şeye, anılara, geçmişe, yaşanmışlıklara, kahveden ayrılıp kalacak yer arayacaklar, şehir gediklerle dolu, onlara mı yer yok?
Parkta geceleyin birbirlerine sokularak, birbirlerini kollayarak, gündüzleri sokaklarda dilenerek yaşamaya çalışacaklar, Hülya kendini satarak, Efsun Abla dilenerek... Tek kaygıları Matruşka bebeği hayattan koruyamamak... Çember oluşturup dünyaya sırtlarını dönerek Matruşka'yı o sıcaklarında sakladıklarını düşünecekler bir müddet. Kendilerini hayattan korumuşlar, koruyorlar gibi.
Park olmazsa köprüleri ve altlarını düşünüyorlar, sonra geçtikleri, yıktıkları, kurdukları köprüleri, görülenlerini, görülmeyenlerini, bilinenlerini, bilinmeyenlerini; kalabalık köprüleri, ıssız köprüleri, tek kişilik, iki kişilik, çok kişilik köprüleri... Gerçek gerçeklerden ziyade birbirlerinin gerçeklerinin peşinde hepsi Adnan Abi, Efsun Abla, Hülya... Varla yok, hayatla söylence arasında Kırların Hatçe, Köpek Ahmet, Ölü Komiser... Sorgu ama kabus gibi... Hayatla rüya; geçmişle şimdi; Ölü Komiser ile karısı, Köpek Ahmet ve Şair Musa arasında...
"Aslında sadece şehir değil herkes bize tepeden bakıyor. Çünkü sürünüyoruz. Ama bundan şikayetçi değiliz. Biz de onlara aşağıdan bakıyoruz. Hayatı kimselerin bakmaya tenezzül etmediği yerden, dipten, en derinden görüp anlıyoruz." (s.85)
"Önemli olan insanın kendisinden başkasına bakmayı bilmesi. O zaman biz de bir başkası olduğumuzu anlarız... Sen kendini ne kadar anladıysan, başkalarını da o kadar anlarsın. Kendi aklının sınırlarını aşamazsın. Kim olduğunu anlamak istediğin her insanda, kendinde ne kadar anladıysan o kadarını anlarsın. Yok, illa başkalarını anlayacağım diyorsan, önce kendini unutacaksın! Kendini!"(s.87)
"Dille duygular arasında karmakarışık bir ip var gerili. Üzerinde yürürken düşmemek çok zor."(s.87)
Ömür boyu, ömür boyu, ömür boyu... Hem boyla ölçülmezmiş ki ömür dediğimiz şey. Ömrümüzün sadece boyu yokmuş akıllım eni de varmış, hacmi de... Enli, boylu, derinlikli, geçmişli, geleceklili, başı, kıçı olurmuş ömürlerin.
Görmek nedir? Varlar ama insanlar görmüyorlar, duymuyorlar, bakmıyorlar, bakıp yüzleşmiyorlar kendileriyle, sistemle, insanla, kendiyle, başkalarıyla... Kimileri unutmakla lanetli hayatta, kimleri unutmamakla... Kendini bile...
Efsun Abla ölülerini gömemiyor; dramlarını, acılarını da... Bunlar bu dünyadan büyük, zamandan büyük, mahalleden, insanlardan...
"Sen bizi şiirle sınıyorsun şair. Ama biz seni gerçeklerle sınıyoruz. Senin işin bizimkinden daha zor. Şiire sığınır insan ama gerçeklerden kaçar."(s.120)
"Ne doğumumuz ne ölümümüz ne de doğumla ölüm arasında can çekişerek sürdürdüğümüz hayatlar bize ait. Başkalarının isteklerinden doğuyor, başkalarının istediği gibi yaşıyor ve başkalarının yüzünden ölüyoruz. Bizim sandığımız hayat bizim değil, bizim sandığımız beden bizim değil."(s.126)
"Kendi günahlarını temizlemek için bize para verenlerin tanrısı..." (s.127)
Kış gelir. Parkta kalamazlar artık. Şair bulduğu sandığı metruk binaya doğru yola çıkar, Diğerleri de peşinde. Başkaları hep başkaları gibi. Hepsi yorgun, yokuşlar çok dik, bavulları çok ağır, şehir büyük, hayat acımasız... Başkaları, başkalarının tanrısıyla hep... Onları kimse görmüyor, başkalarının tanrısı dahil...
KÜNYE: Başkalarının Tanrısı, Mine Söğüt, Can Yayınları, 160 sayfa.