'Sanatçı, toplumun ifade edecek kelime bulamadığı çıkmazının dili olmalı'

'Sanatçı, toplumun ifade edecek kelime bulamadığı çıkmazının dili olmalı'

Sibel Öz ile son kitabı “Oyuncu – Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit”, sinema, edebiyat ve dahası üstüne konuştuk.

Dilek Yılmaz

Sibel Öz’ün kaleme aldığı Oyuncu -Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit kitabı geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. En Çok Seni Bekledim (2006); Serçeler Ölürse (2012) ve Yokuş Yukarı İstanbul (2015) adlı öykü kitaplarından ve çeşitli dergi ve basın mecralarında yayımlanan yazılarından tanıdığımız Öz, aynı zamanda 2013 yılından bu yana Notabene Yayınevinde edebiyat editörlüğü görevini sürdürüyor.

Başlarken zihninde nasıl bir izlek vardı? Tez aşamasındayken konu sinemadan yola çıkıp Adile Naşit’e mi geldi, çıkış noktan en başından Adile Naşit miydi?

Marmara İletişim benim ikinci üniversitem, elektronikçiyim aslında. Kitap çalışmasından sonra bütün yüksek lisansı belki de bu kitap için okumuş olduğumu düşündüm garip bir şekilde. İlk başlarda kafamda başka bir konu vardı. Otuz kırk sayfa da yazdım hapishane filmlerinde isyan ve iktidar olgusunun yeniden üretilmesi üstüne. Sonra da kendi kedime dedim ki “Bu senin için kolay bir alan, kendi alanındasın, daha sinemanın içinden bir şey yapmalısın.” Zaten sürekli çalıştığımız bir alanda tez çalışması yapmak bana kolaycılık gibi geldi. Sürekli bu alanda bir şeyler yapıyoruz, yazıyoruz, tartışıyoruz, çalışmalar yaptık ama ben bu kadar zaman okumuşken daha sinemanın kalbinden bir şey yapmak istedim, ihtiyaç olan bir şey yapmak istedim açıkçası. Arkasında bir sürü şey var: Zaman var, yaş var… Bir daha böyle bir şeye zaman ayırabilir miyim, çok bilmiyorum. Ciddi bir boşluğu doldurmaya hizmet etsin, böyle bir karşılığı olsun istedim. Konuyu belirlediğimde hocamla konuştum, Marmara İletişimin emektar üç dört hocasından biridir Zeynep Çetin Erus, bahsettiğimde çok heyecanlandık ikimiz de ama çok korktum aklıma gelen bu şeyden. Onun da nedeni, Adile Naşit’e duyduğumuz derin sevgi, adeta kutsallaştırmadan kaynaklı. İyi bir şey yapmaya çalışırken eksik bir şey yapmaktan, bir şeylere halel getirmekten korktum.

Halel gelmediği gibi, oldukça kapsamlı, okuru ve Adile Naşitseverleri mutlu eden bir çalışma olmuş. Üç günde kitaba ikinci baskıyı yaptıran okurun coşkulu karşılaması da bunu teyit ediyor sanırım.

Başlangıçta beni çok korkuttu açıkçası. Sonra da şunu düşündüm, biz onu hiç unutmadık, hep çok derinden sevdik, hatırladığımızda hem gülümsedik hem burnumuz sızladı. O sıradan biri değildi. Bir taraftan değişik özellikleri var: Çoklu etnik kimliği var, yan rollerde oynaması var, Naşit ailesinin geleneksel ve modern tiyatro tarihimizdeki yeri var… Adile Naşit etrafında hem klişeler hem de bir gizem vardır, Adile Naşit’in bilinmeyen yönleri falan diye öne çıkartılır. Bir şey vardı, tanımlanması gerekir diye düşündüm. Nereye gideceğimi de bilmiyordum, biraz sezgiyle ilerledim.

'SİYASİ BİR ÇIKIŞSIZLIK YAŞIYORUZ'

Kitap araştırma-inceleme dizisi içinde yer alıyor. Sana göre türü nedir?

Bu çalışmaya biyografi kitabı yazayım derdiyle girişmedim, öyle olsa herkes hakkında yazılabilirdi. Aslında bu bir sinema kitabı. Ben diğer sinema kitaplarının içerisinde bir yerde olmasını da çok istedim. Bu bir sinema kitabı olmakla birlikte Adile Naşit’in ve Naşit ailesinin hayat hikâyesi de var. Ben zaten bir taraftan öykücüyüm, yaşam öyküsü beni kesinlikle ilgilendiriyor. Hocalarım da benim öykücü kimliğimden dolayı en geniş şekilde müsaade etti, çok da fazla karışmadılar. Akademik çalışmada sinema tarihi açısından onun kim olduğu sorusuna yanıt bulmak beni ilgilendiriyordu. Bunun bir nostalji kitabı olmayacağı ortadaydı, öyle olsaydı girişmezdim de. Çok da zaman aldı, hem tez sürecinde hem tez bittikten sonra kitaplaşması sürecinde. Konuya hemen karar vermedim. Tezin kabulü, kitaplaşması, sonra hemen yayınevine göndermedim, adeta kabul edilmesin istedim ama kısa sürede cevap geldi. Biraz hocamın teşviki, biraz arkadaşlarımın zorlaması… Yoksa ben bunu yastığımın altında çok uzun süre saklardım gibi geliyor; sırf o saygıdan, kutsallaştırmadan. Neticede bitti. Ben biraz da sessiz sedasız yaptım yüksek lisansı. Aslında biraz da zorlayarak okudum, lisansı dereceyle bitirmeme rağmen yüksek lisans mülakatında elendim, sonraki sene tekrar başvurdum ve öyle girdim. Geçen sene de doktoraya başvurdum, yüksek lisansı onur derecesiyle bitirmeme rağmen mülakatta elendim, muhtemelen bana sıfır vermişlerdir ama yine başvuracağım. Bizim, o kapının ardında olduğumuzu bilmeleri gerektiğini düşünüyorum çünkü. O kapıdan geçmeyebiliriz, geçirmeyebilirler ama her baktıklarında orada olduğumuzu bilmeleri gerekir. Kitabın ardında böyle bir macera var. Akademiye yirmi dört saatini ayıran hocalarımızın yüzü suyu hürmetine çıktı bu kitaplar, çıkıyor. Onlar olmasaydı çok zordu, bitmezdi, kalırdı bir yerde. Öyle bir manevi tarafı da var.  Ha doktora yapmayı da ne için istiyorum, belki bu çalışmalar için yapılır, yoksa niye yapılsın?

Okurun teveccühü bir yana; hayalindeki kitabı mı yazdın, almak isteyip dahil edemediğin herhangi bir şey kaldı mı?

Ben derdimi anlatabildiğimi düşünüyorum. Okurların tepkilerinden, onların da o derdi anladıklarını düşünüyorum. Büyük bir kısmı, “Seviyorduk, daha çok sevdik,” dedi. Bu beni çok mutlu etti. Başladıktan sonra araştırma o kadar değişik yerlere sürükledi ki çalışmanın o kısımlarından çok hoşnutum. Bana yeni bir dünya açtı. Yıllar sonra sinema okumak zaten yeni bir yola girmeme vesile olmuştu. Edebiyat, resim, tiyatro nasıl farklı dünyalarsa sinema da insanın ömrünü yatırabileceği bir dünyaymış. Kitaba gelirsek daha farklı bir kapsam düşünmedim. Yıldız meselesi belki apayrı bir kitap olabilirdi. Ancak ben bağlamından kopuk bir biyografik yaklaşım istemiyordum, yayınevi de buna anlayış gösterdi. Yazmak istediğim her şeyi yazdım mı, yazdım. Sinema literatürüne bir kavram sokmuş olduk, anti-yıldız. Yabancı kaynaklarda, dünyada anti-yıldız meselesini çok araştırdım, pek bir şey bulamadım. Yıldız meselesinde bulduğum bazı eleştiriler üzerinden anti-yıldız tartışmasına ulaşmak istedim. Umarım bu kitap başka çalışmalara da vesile olur.

Araştırmanın sürüklediği yerlerden bahsetmeni istesem...

Öncelikle konu beni eski İstanbul’a sürükledi bir yanıyla. Zaten İstanbul âşığıyım. Vazgeçemeyeceğim şeylerden biridir. Eski İstanbul’la yüzleşmek, tuluat tiyatrosu, Şehzadebaşı... Biz Boğaz çocuğuyuz ama karşı tarafta da eski İstanbul’un kalbi atmış bir zamanlar ve yıldızı sönmüş. O süreçlere çok da şahit olmadık, anamız babamız da o dünyadan çok haberdar insanlar değillerdi. Direklerarası beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Şimdi mesela tası tarağı toplayıp çok uzun bir zaman kütüphaneye kapanasım var Direklerarası meselesiyle ilgili olarak.

'EDEBİYAT SAYIKLAMAMALI'

Direklerarası gibi birkaç kitaplık malzemenin olduğu üç bölümden oluşuyor kitap. Bunların herhangi birinin devamı gelir mi ya da buna benzer yeni çalışmalar gündemde mi?

O kısım çok daha uzundu ama kitabın dengesini çok bozmamak için kısalttık. Mesela Kıbrıs filmleri meselesi de çok daha uzundu; onu da kısalttık, konuyu kaydırmamak adına. Ama şimdi böyle çalışmalar yapasım var. Kuram meselesi zaten benim için anavatan gibiydi. Yirmi yıllık öykücüyüm, on yıllık editörüm ama kuram alanı aslında benim için yeni bir alan değildi. Biz zaten yazı-çizi meselesine ya da araştırma meselesine kuramdan girdik. İçeride on yıl araştırdık, son üç-dört yılında öykü yazmaya girişmiştim ben. Kuram benim açımdan yeni bir alan denemez o yüzden. Siyasi bir çıkışsızlık yaşıyoruz, toplumsal mücadelenin geri çekilmesi süreci de sonlanmış değil. Sanırım bir çıkış arayışından dolayı da böyle kurama dört elle sarılma gibi bir durum söz konusu. Mesela başka kitaplar da var yayına hazırlamış olduğumuz, onları şimdi söylemeyeyim, yine böyle yaklaşım kitapları.

Edebiyatla yan yana yürüyecek çalışmalar olarak mı düşünelim?

Yani ne olup bittiğine dair; etrafımızda ne oluyor, neyi tartışmalıyız, nasıl bakmalıyız, doğru yerde miyiz, o açıdan sanki bu zor süreçte beni rahatlatıyormuş gibi. Tabi ben edebiyata dönerim dönmesine de kimliksiz bir edebiyat da bana boş geliyor, yönsüz, dertsiz… Kendi öykülerim için de bunu düşünüyorum, derdi var mı, var biliyorum ama onlar bile bana şu anda yetersiz geliyor. Her yerde söylüyorum, edebiyatçılar başka bir yerden bakmalı, edebiyat sayıklamamalı.

'ANTİ-YILDIZ KAVRAMI SEYİRCİ OLARAK BİZLERİN ADİLE NAŞİT’E KARŞI HİSSETTİKLERİNİN KAVRAMLAŞTIRILMASINDA YARDIMCI OLDU'

Araştırma aşamasında ne tür güçlüklerle karşılaştın?

Adile Naşit 1987’de aramızdan ayrılıyor. Türkiye dijital sürece doksanların sonu, iki binlerin başında geçmiş. Aslında çok yakın tarih olmasına rağmen, Naşit ailesiyle ilgili bölük pörçük bazı bilgiler olmasına rağmen bunlar dijital ortama çok fazla aktarılmamış. Öyle olunca da ciddi bir bilgi kirliliği, yorumların yorumlanması gibi dertler var. Aslında Naşit ailesiyle ilgili de ciddi bir boşluk olduğunu düşündüğüm için hayat hikâyesini aldım. Yeşilçam’ın en popüler olduğu yıllarda, soydan sanatçı bir değerin aslında popülerleşmekle birlikte nasıl kalıp rollere hapsedildiğini; seyircinin ona sanatı, yeteneği ve birikimi ölçüsünde önemli bir paye biçtiğini ama aynı zamanda o sınırlı kalıplardan bakmaktan çok da kurtulamadığını görüyoruz. Popüler kültür alanına girmek istememiş ama Arzu Film ekolüyle popülerleşmiş, seyircinin gönlünde taht kurmuş; bir taraftan tiyatro, bir taraftan sinemada var olmuş böyle bir kişiliği hangi kavramla tanımlamak lazımdı? O, sinema endüstrisinin ölçütlerine göre yıldız değildi. Anti-yıldız kavramı seyirci olarak bizlerin ona karşı hissettiklerinin kavramlaştırılmasında yardımcı oldu bence. Tiyatrodaki Adile Naşit gerçeği de resmen kazı çalışması yapılarak açığa çıkartılmak zorunda. Çünkü ben tiyatroda Adile Naşit’in sinemadaki Adile Naşit’ten çok daha özgür olduğuna inanıyorum.

Tam bu noktada sormak isterim, bu anlamda Adile Naşit’e yakın başka örnekler var mı sinemamızda?

Adile Naşit’e bu konuda yakın bir örnek olarak Yılmaz Güney’den bahsedilebilir, Çirkin Kral. Müthiş politik mücadelesini bir tarafa koyarsak. Oradaki çirkin meselesi tabi bir sembol. Neden? Kavruk bir insan, yoksul bir insan, emekçi bir insan, Kürt. Yani bu ülkede beyaz Türk, sünnî ve burjuva kavramlarının dışındaki bütün sıfatları temsil ediyor, kuşkusuz mücadele yanı da var. Bu sıfatları taşımak yetiyor mu? Tabi ki yetmiyor.  Bu sıfatları taşımakla birlikte üst sınıflara öykünen, o yönlü bir sınıf intiharı yapabilmek için çırpınan bir sürü insan da var. Yine kitapta Tuncel Kurtiz örneği var. Adile Naşit onlardan farklı olarak kadın olmanın zorluklarını da yaşıyor. Kadın olmasıyla da onlardan ayrılıyor tabi. Zaten sahneye adım atmasıyla birlikte “Bu bücür boyun ve çarpık bacaklarınla asla yıldız olamazsın.” deniyor. Yine ilk eşi Ziya Keskiner’in “Bu tipinle başarılı olmayı pek bekleme.” demeye getirmesi gibi. Bunlar tabi onun kadın olarak da yıldızlık meselesinde yürüyeceği alternatif yolun taşlarını döşemiş aslında. Fizik olarak babasına benzeyen bir insan ama Naşit Bey’i komik kılan fiziksel özellikler Adile Naşit için tamamen dezavantaj olmuş. Aslında Adile Naşit de komik. Komik derken, bu kelimeyi çok katmanlı olarak kullanıyoruz. Perdenin asla kapanmaması gerektiğine inanan, seyirciye acayip bir saygıyla bağlı, meslekî disiplin taşıyan, hayatını hiç boş alan bırakmayacak şekilde tiyatroya ve sinemaya yatırmış bir insan. Bir arkadaşımızın deyimiyle, onu “meddah aktris” olarak tanımlamak mümkün.

'GÜLDÜRÜDE KADIN ÖZNE OLARAK YOK'

Kadın ve komik olmanın ekstra zorluklarını Adile Naşit nasıl göğüslemiş?

Örneğin Naşit Bey o yoldan çok daha rahat yürüyerek yetenekleriyle sivrilebilmiş fakat Adile Naşit için bu çok geçerli değil. Zaten Adile Özcan aslında. Bir konfeksiyon atölyesinde çalışırken ciddi bir çabayla, sanırım Muammer Karaca’nın karşısına çıkınca yanından Naşit soyadıyla ayrılıyor. Babasının isminden yararlanmak istiyor ama bu gerçekten hiç kolay olmuyor. Ona, on dört yaşında verilen rol yaşlı bir kadın rolü, 25 yaşında Gülriz Sururi’nin annesini canlandırıyor fiziksel özelliklerinden ötürü. Bu annelik meselesi çok ilginç. Kitap şunu önermiyor; bugün bir sürü popüler dergide, market dergilerinde çok yayınlandı Adile Naşitli, Münir Özkullu kapaklar her türlü gider diye ama kitap şunu söylüyor özünde: Adile Naşit Hafize Anne değildi. Mizah da epey erkek bu ülkede, hiciv de erkek, taşlama da erkek. Kadın sayısının azlığından değil, bir sürü engelle karşılaştıklarındandır muhtemelen. Ayşen Gruda örneği var mesela. Adile Naşit’in dostu, akranı, komşusu. O da bence aynı sorunlarla karşılaştı. Onu tabi çok daha olgun bir yaşta yitirdik. Adile Naşit yaşasaydı konuşurdu belki, vakti olmadı; öte yandan Ayşe Gruda feminist olarak öldü. Kavuk meselesinde onun bazı belirlemelerine rastladım, kavuğun devrinde size dönük bir şey olabilir mi babında soruyorlar, “Bekliyoruz bakalım.” diyor ama beklediğiyle kalıyor. Kavuk konusu önemli. Kadına devri söz konusu olmamış hiç. Naşit Bey’in kavuğu olduğu söylendiği halde Adile Naşit’e devredilmedi. Rasim Öztekin’den de kime devredileceğini merak ediyorum. Bu isimlerin ardılları da var bizi güldüren genç, yaşlı. Güldürüde kadın var ama nasıl var, müstehcenlik düzeyinde hâlâ güldürünün baş malzemesi, özne olarak yok, alışılmadık şekilde yok. 

Etnik kökenin zorlukları da var Adile Naşit için tüm bu süreçte, adından vazgeçmeye kadar. Anti-yıldızlığına etkilerini nasıl değerlendirirsin?

Sinemanın gayrimüslimlere ya da farklı etnik kökenden gelenlere biçtiği bir rol var. Modernleşme, Batılılaşma sinemada hep gayrimüslim kişiler üzerinden tartışılmış. İşte nedir, esas kız köyden gelir, farklı bir sınıfsal zemine bir sevda öyküsüyle atlar, orada adab-ı muaşeret kurallarını mutlaka bir Ermeni’den, bir madamdan, beyden öğrenir. Ama sonunda galip çıkan biz oluruz; özgünlüğümüz, yerelliğimiz ve geriliğimizle. Yani nedir, biz bize benzeriz ve bizim bir mukavemetimiz var, biz Batılılaşmayı aslında tümden kabul etmiyoruz. Evet, cumhuriyetin yüzünü batıya dönme gibi bir yönelimi var ama bir de biz varız ve biz olarak kalmakta ısrarcıyız. Adile Naşit 1947’de “Yara” filmiyle sinemayla buluşuyor ama bu süreçte rol aldığı filmlerin aralarında birkaç yıl var. Ertem Eğilmez’e kadar pek keşfetmemiş herhangi bir yönetmen Naşit’i, oraya kadar da neredeyse hep madam olmuş. Şu çok ilginç; mesela farklı etnik kökenden gelenlerden kırık bir şiveyle konuşmalarının beklenmesi, alay edercesine. Onları Rumca, Ermenice konuştursak bunu anlayacağım, anadilleri olduğu için, ama onları aksanlı konuşturup buradan mizah malzemesi çıkarmak çok tuhaf. Bu tabi sadece Yeşilçam’a özgü değil. Tuluat tiyatrosunda da herhangi bir aksaklıkla dalga geçilir; örneğin köyde de böyledir, adam topaldır, medeni dünyadaki gibi görmezden gelinmez, lakabı çolak olur. Ermeni olmak ya da Rum olmak âraz olarak görüldüğü için sevimsiz, gereksiz ama ne yapalım denmiş, en büyük hoşgörümüz bu oluyor. Şimdi orada ona o rolü vererek dalga geçeceğimiz Ermeni’yi de bir Ermeni’ye canlandırtıyoruz, bu daha büyük zalimlik gibi geldi bana. Bir Türk canlandırsa belki bir mesafe koyuyorsun. O rolleri özellikle onlara vermek ayrı bir egemen ulus baskısı gibi geliyor bana. Bir tek Kıbrıs filmlerinde böyle yapmamışız.

Adile Naşit’in özellikle soyağacını çıkartmaya çalışmadım ama araştırma sürecinde gördüm ki Türk bir baba hatta saraylı bir baba ve Rum bir anneden, anneannenin anne tarafından bir Ermenilik de var. Adile Naşit 1976’da Altın Portakal alıyor. Popüler olduğu yıllar 1975 ve sonrası. 1974’te de malum Kıbrıs Meselesi var. Çocukluğumuzdan çok iyi hatırlıyoruz, ne yazık ki o filmlerin hepsine maruz kaldık. Kıbrıs’la ilgili yirmi iki filmin hiçbiri Kıbrıs’ta çekilmiyor, hiçbirinde Kıbrıslılar oynamıyor. Hatta birinde Yılmaz Güney bile rol almış. Yeşilçam’ın militarizmle en kötü sınavını verdiği ve en militarize olduğu dönem. Adile Naşit diye halka mal olmuş biri var ve tam o dönem Kıbrıs Meselesi gündemde. O zamanlar Rumluğun konuşulmasındansa Ermeniliğin konuşulması çok daha zararsız. Türk hâkim sınıfların yaklaşımı şu şekilde, Ermenilere dönük de sevimsiz, gereksiz olduğu yönünde bir algı var ama zararsız, en azından isyan etmemiş bir halk. Dolayısıyla şunu öne çıkartmak gerekir; Adile Naşit Türk’tür, Rum’dur, Ermeni’dirden  ziyade Adile Naşit tam olarak biz. Bize bu kadar çok benzediği, bizden biri olduğu için de bu kadar sevildi. Türkiye’nin ortak kesişeni oldu; sağcısıyla, solcusuyla, genciyle, yaşlısıyla kuşakları birleştirmesinin önemli bir nedeni de bu olsa gerek diye düşünüyorum.

'HÂLÂ KÜTÜPHANELERE MECBURUZ'

Özellikle dijital çağ evveline dair malzemelere ulaşmak üzere nasıl bir yöntem izledin, nerelerden faydalandın? Belki takip edecek çalışmalar için de yol gösterici olur.

Yani şunu düşünüyorum hâlâ, kütüphaneler olmadan bu iş olmaz. Atatürk Kütüphanesini kullanmaya çalıştım daha çok. Editörlük çok yoğun bir iş. Öyle bir iş ki okuduklarımı seçebilme şansına sahip değilim. Adeta önümüze ne gelirse okumak zorundayız. Bürokrasisiz bir editörlük yapmaya çalışıyoruz, daha ne kadar can dayanır bilmiyorum. Bundan dolayı istediğim kadar kütüphanelere kapanma şansım olmadı. Ancak bu çalışmadan benim çıkardığım sonuç, hâlâ kütüphanelere mecburuz. Oysa kütüphanelerle bağımız azalmış durumda. Bu ülkede ciddi arşiv çalışmaları yapılmak zorunda. Arşiv ve geçmiş yazılı verilerin dijital ortama taşınması çalışmaları yapılmalı. Bunların hepsi iş. Bireysel değil sadece, kurumsal da bir sorun. Bu çalışmada Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivlerinden de çok yararlandım.  Bu konuda bu kadar boşluklar olduğunun ben de farkında değildim. 1994’te içeri girip 2004’te çıkmış biriyim. İçeri girdiğimizde cep telefonu yoktu. Sadece bizim açımızdan değil; bizim kuşak ve öncesi, birden ansiklopedilerden cep telefonuna geçti. Sosyal medyadan bilgilenir hale geldik. Bu kitap sinema tarihi alanındaki yeni çalışmalara ham malzeme bile olursa bu beni mutlu eder.

 

'ŞU ANDA BİZ İKİYÜZLÜ TOPLUMUN ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİĞİNİN HİKÂYESİNİ YAZABİLİRİZ'

Kitaptan alıntıyla, bir ulusun toplumsal tarihinin sinema yıldızlarıyla yazılabileceği bahsi bugün örneğin bizim için de geçerli midir, şu anda toplumsal tarihin bakılarak yazılabileceği yıldız ya da anti-yıldızlarımız var mı bizim? Bugünler yeni Adile Naşit’ler çıkarabilir mi?

Mümkün ama bu bugün o kadar kolay değil, bu kadar derin travmatik olaylar yaşarken. Bugünün anti-yıldızı olmak, halkın bu kadar sevgisini kazanacak bir yerde olmak zor. Sosyal medyada da mikro şöhretler var, makro şöhretler var. “Herkes bir gün bir anlığına da olsa şöhret olmayı tadacaktır.” gibi ama bugün yıldız olmak o kadar kolay değil. Mutlaka itirazlar olmalı; sanatçı, toplumun ifade edecek kelime bulamadığı çıkmazının dili olmalı. Şimdi bakıyoruz, Adile Naşit’in akranlarından da yaşayanlar var ama onlar da toplum gibi sessiz, birçoğu. Ses çıkarana ne kadar sahip çıkıyoruz o da ayrı ama ben öyle çok köklü itirazlar görmüyorum. Bangır bangır siyasi analiz yapmaktan da bahsetmiyorum. Politika sadece ajitasyon, propaganda değil. Bu arada onu da küçümsemeyelim. Soruya gelecek olursak, şu anda biz ikiyüzlü toplumun öğrenilmiş çaresizliğinin hikâyesini yazabiliriz gibi geliyor bana. İtirazlarıyla yalnız bırakılan bir toplumun, yüzyıllardır ezim ezim ezilen bir toplumun, bir ulusun tarihini de bazı sanatçılar üzerinden yazabiliriz. Şu anda politik olarak başı dertte olduğu için sürgünde olan sanatçılar da var. Ama dediğim gibi anti-yıldız ya da yıldız meselesinde toplumun bugününe damga vurmak o kadar kolay değil bugün. Sokaktaki insan şaşkın olabilir, akıl tutulmasına uğrayabilir ama sanatçının ya da aydının pek böyle bir lüksü yok.

Sinema ve edebiyatın insanla ilişkisi bu çağda nerede benzeşip nerede ayrılıyor sana göre?

Baktığımızda sinema yedinci sanat, edebiyatsa insanlık tarihi kadar eski. Mağara duvarlarına kazınanlar edebiyat. Sümer tabletlerinde imge denen şey var. İnsanlık ya da dinler tarihi şiirle yaşıt. Sinema ve edebiyatın insanla ilişki kurma biçimi çok farklı. Sinema ayrı bir dünya yaratıyor, gerçeklik algısını yeniden oluşturuyor. Aynı zamanda işi kitlelerle, hitap ettiği özne de farklı. Edebiyat tekil insana hitap ediyor. Bir insan yazıyor ve bir insana sesleniyor aslında. Kitlesel kelimesi önemli, tüketim çağıyla birlikte algılanmalı. Edebiyatın üstündeki baskıları kitlesel tüketim unsurlarının yarattığı baskıyla alakalı düşünmek gerekiyor. Bugün kitap ürün değil, meta. Daha fazla tutundurmak için etrafında taktiklerin uygulandığı, pazar araştırmalarının yapıldığı, reklama ciddi paraların akıtıldığı bir sektör yayıncılık sektörü.

'OKUR DA YAZAR GİBİ KENDİ PROJESİNDE'

“Yıldızın özel yaşamı bireysel değil, kolektif yaşanır; bu nedenle sürekli görülmek gösterilmek zorundadır.” Her alan sinema gibi yıldızlar yaratma çabasında. Edebiyat da bundan nasibini alıyor sanki. Editörler için bunun zorlukları var mı?

Yeni bir şey değil aslında ama yakın zamanda ortaya çıkan şey, yazar artık fenomene dönüşmüş durumda. Önceden metin ön plandaydı, biz yazarın dünyasına nüfuz ettikten sonra onu kişi olarak merak ederdik. Şimdi önce yazarı merak ediyoruz, kitabı yaratılan imajla bağdaştırmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla popüler kültürle edebiyat arasındaki sınırlar geçirgenleşmeye başladı. Örneğin; ünlü bir instagram fenomeni, yirmi yaşındaki bir youtuber hemen kitap yazıyor ya da yazdırıyor ama üzerinde kendi ismi oluyor. Bu arada gölge yazarlık da oldukça yayılmış durumda. Bu insanlar ne kitap yazacak durumda ne vakti ne donanımı var. Ama bakıyorsun, hepsinin kitapları var. Fenomen olan hemen kitabı olsun istiyor. Dolayısıyla burada hangisi edebiyattır, hangisi üründür, hangisi metadır, bu işler oldukça karışmış durumda. Edebiyatçılar üzerinde de ciddi bir baskı var. Bütün edebiyatçılar sosyal medyayı kullanmak zorunda kılınıyor. Çoğunluk açısından denklem şu, görünmezsen yoksun. Bundan ben çoğu edebiyatçının şikâyetçi olduğunu düşünüyorum, bunu en iyi şekilde değerlendirenler de dahil.  Ama ne yazık ki bu memnuniyetsizlik de bu konudaki derdimize çare olmuyor. Sosyal medyada görünen okuru gözeterek bazı metinler yazılıyor. Editör olarak ne düşünüyorum, tabi bizim de önümüze böyle dosyalar geliyor; saf edebiyat gayesiyle yazanlarla hemen yazar olayım, ünlü olayım derdinde olanları kolaylıkla fark edebiliyoruz. Bu tür dosyaları basan yayınevlerinin sayısında da acayip bir artış var. Hatta şöyle uygulamalar olduğunu duyuyoruz, dosyanı gönderirsin ve basılır. Ne gönderirsen basarım diyerek kâra ortak ediyor yazarı. Değerlendirme ölçütü yok. Bunlar inanılmaz şeyler tabi. Fakat bu böyle gitmeyecek bence. Çok fazla reklam baskısı altındayız. Bu arada eleştiri kayboldu. Eleştirinin yerini ya tanıtım ya parayla yazdırılan metinler aldı. Bunlar çok moral bozucu ama ben saf edebiyatın her zaman sıyrıldığı ve önümüzdeki dönemde de sıyrılacağını düşünüyorum. Sapla samanın karışamayacağı ortada. Kitabın öne çıkması lazım. Bu görünür olma baskısıyla davranan yazarlarımızın okura ulaşması gerçekten zor çünkü okur da yazar gibi kendi projesinde. Eğer kitabımız bir tüketim nesnesi değilse çok da fazla o kitleye meyletmemek lazım. Aslında kitleye meyletmemek lazım, orada bir sorun var.  

Devletin “Taksim’e çıkarmam.” inadı ve polis şiddetine kadınların geçit vermediği 8 Mart’ı geride bıraktık. Türkiye’de ve dünyada kadın hareketinin durumunu nasıl görüyorsun?

2020 8 Mart’ı ne yazık ki geçen senelere oranla çok daha fazla terörize edilmeye çalışılan koşullarda geçti. Ama bence bu ülkeye nefes aldırabilen en önemli etkinlik 8 Mart. Orada kadınların bütün ülkeye verdiği bir seneye yetecek coşku var, özgürlük düşüncesi var. Umuyorum ki 2021 yılı 8 Mart’ına kadar bu aptalca baskı koşullarını geride bırakırız. Kadınların özgürce konuşacağı, özgürce sokağa çıkabileceği, özgürce yaşayacağı günlerin mücadelemizle gelmesini diliyorum.

KÜNYE: Oyuncu – Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit, Sibel Öz, İletişim Yayınları, 2020, 256 Sayfa.

 

 

 

 

DAHA FAZLA