Psikolojinin kökenleri

Psikolojinin kökenleri

"Psikolojinin ilk yıllarında ortaya çıkan teorilerin bazıları şu an basit, zamanı geçmiş ya da yanlış görülse de bunlar psikoloji alanını şekillendirmiş ve insan zihni ve davranışını anlamamıza büyük katkılar sağlamıştır."

Yazar: Kendra Cherry

Çeviren: Muhammed Eroğul

Günümüzde psikoloji, disiplininin zengin ve çeşitli tarihini yansıtırken, psikolojinin kökenleri; alanının çağdaş kavramlarından önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Psikolojiyi tam olarak anlayabilmek için kökenlerini ve tarihini araştırmaya zamanınızı ayırmanız gerekmektedir. Psikoloji nasıl oluştu? Ne zaman ortaya çıktı? Psikolojinin ayrı bir bilim olarak değerlendirilmesini sağlayan kişiler kimlerdi?

PSİKOLOJİNİN TARİHİNİ NEDEN ARAŞTIRMALIYIZ?

Modern psikoloji birçok önemli konuyla ilgilenmekte; sinirsel seviyeden kültürel seviyeye kadar olan insan davranışına ve zihinsel sürecine göz atmaktadır. Psikologlar, ölümden önce başlayan ve ölüme kadar devam eden insan problemlerini incelemektedir. Psikolojinin tarihini anlayarak bu başlıkların nasıl ele alındığını ve bu zamana kadar neler öğrendiğimizi daha iyi anlayabilirsiniz.

Psikoloji, ortaya çıktığından beri birçok soruya maruz kalmıştır. Psikolojinin nasıl tanımlanması gerektiğine dair ilk soru, fizyoloji ve felsefeden ayrı bir bilim olarak ele alınmasını sağlamıştır.

Psikologların tarih boyunca karşılaştığı diğer soruların birkaçı ise şu yönde olmuştur:

-Psikoloji gerçekten bir bilim midir?

-Psikologlar; kamu politikasını, eğitimi ve diğer insan davranışlarını etkilemek için araştırma yöntemini kullanmalılar mı?

-Psikoloji gözlemlenebilir davranışlar üzerine mi yoksa iç zihinsel süreç üzerine mi yoğunlaşmalı?

-Psikoloji çalışmak için hangi araştırma yöntemleri kullanılmalıdır?

-Psikoloji, hangi başlıklar ve problemlerle ilgilenmelidir?

FELSEFE VE FİZYOLOJİNİN GEÇMİŞİ

Psikoloji 1800’lerin sonuna kadar ayrı bir disiplin olarak kabul edilmezken, tarihteki ilk bulguları Antik Yunan zamanına kadar uzanabilmektedir. 17. yüzyılda, Fransız filozof Rene Descartes zihin ve bedenin insan deneyimini oluşturmak için etkileşime giren iki varlık olduğunu söyleyen düalizm (ikicilik) fikrini ortaya atmıştır. Doğanın ve yetiştirilmenin göreceli katkıları gibi psikologlar tarafından bugün hala tartışılan birçok konunun kökeni bu eski felsefi akımlara dayanmaktadır.

Peki fizyolojiyi felsefeden ayıran şey nedir? İlk filozoflar gözlem ve mantık gibi yöntemler kullanırken, günümüz psikologları insan düşünceleri ve davranışları hakkında çalışmalar yapıp sonuç almak için bilimsel yöntemler uygulamaktadır. Fizyoloji ayrıca, psikolojinin ayrı bir disiplin olarak kabul edilmesine katkıda bulunmuştur. Beyin ve davranış üzerindeki ilk fizyolojik araştırma, psikoloji üzerinde bilimsel yöntemlerin insan düşüncelerine ve davranışlarına uygulanmasına katkı sağlayan önemli bir etkiye sahiptir.

PSİKOLOJİ AYRI BİR DİSİPLİN OLARAK ORTAYA ÇIKIYOR

1800’lerin ortasında, Wilhelm Wundt adındaki Alman bir fizyolog, tepki sürelerini araştırmada bilimsel araştırma yöntemlerini kullanmaktaydı. 1873’te yayınladığı “Psikolojik Fizyolojinin İlkeleri” adlı kitabında, fizyoloji bilimi ve insan düşüncesi ile davranışı arasındaki önemli bağlantılarının çoğunun ana hatlarını çizdi.

Daha sonra 1879’da Leipzig Üniversitesi’nde dünyanın ilk psikoloji laboratuvarını açtı. Bu olay genellikle ayrı ve farklı bir bilimsel disiplin olarak psikolojinin resmi başlangıcı olarak kabul edilir.

Wundt, psikolojiyi insan bilinci üzerindeki araştırma olarak kabul ediyordu ve iç zihinsel süreçleri incelemek için deneysel yöntemler uygulamaya çalıştı. İntrospeksiyon (iç gözlem) olarak bilinen bir süreci kullanması günümüzde ne güvenilir ne de bilimsel olarak görülürken, psikoloji alanındaki ilk çalışması gelecekteki deneysel yöntemlere zemin hazırlamaya yardımcı olmuştur.

Yaklaşık 17 bin öğrenci Wundt’ın psikoloji derslerine katılmıştır ve yüzlercesi psikoloji alanında derece yapmakla uğraşıp Wundt’ın psikoloji laboratuvarında çalışmalar yapmıştır. Psikoloji ilerledikçe Wundt’ın etkisinin azalmasına rağmen, psikolojiye olan katkıları tartışmaya açık değildir.

PSİKOLOJİNİN İLK DÜŞÜNCE EKOLÜ: STRÜKTÜRALİZM (YAPISALCILIK)

Wundt’ın en ünlü öğrencilerinden biri olan Edward B. Titchener, psikolojinin ilk büyük “düşünce ekolünü” kurmayı hedefliyordu. Yapısalcılara göre, insan bilinci daha küçük parçalara bölünebilirdi. İç gözlem olarak bilinen bir yöntemi kullanarak eğitimli denekler, en temel duyum ve algılara karşı tepkilerini yok etmeye çalışacaklardı.

Yapısalcılık; bilimsel araştırmalardaki vurgusuyla öne çıkmasına rağmen yöntemleri güvenilmez, sınırlayıcı ve özneldir. Titchener 1927’de vefat ettiğinde, yapısalcılık da onunla toprağa gömüldü.

WILLIAM JAMES’İN FONKSİYONALİZMİ (İŞLEVSELCİLİK)

Psikoloji, Amerika’da 1800’lerin başından ve sonuna doğru bir parlama yaşamıştır. William James bu dönemde ortaya çıkan önemli Amerikalı psikologlardan biriydi ve onu Amerika’da “psikolojinin babası” yapan “Psikolojinin İlkeleri” adlı ders kitabını yayımlamıştır.

Kitabı, kısa sürede psikolojide standart bir yazı haline geldi ve fikirleri işlevselcilik olarak bilinen yeni bir düşünce ekolünün temeli olarak iş gördü. İşlevselciliğin odak noktası, davranışın insanların çevrelerinde yaşamalarına yardımcı olmak için temelde nasıl çalıştığı ile ilgiliydi. İşlevselciler, insan zihni ve davranışı üzerinde çalışmak için doğrudan gözlemleme gibi yöntemler kullanıyorlardı.

Bu ilk düşünce ekollerinin ikisi de insan bilincine yoğunlaşmıştı fakat bakış açıları tamamen farklıydı. Yapısalcılar, zihinsel süreçleri en küçük parçalara ayırmaya çalışırken, işlevselciler bilincin sürekli ve değişen bir süreç olarak var olduğuna inanıyorlardı.

İşlevselcilik hızla diğer düşünce ekolünün önüne perde çekerken, psikologları ve insan düşüncesi ile davranışı teorilerini etkilemeye devam edecekti.

PSİKANALİZİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bu noktaya kadar, psikolojinin bilinçli insan deneyimi üzerindeki yerinden bahsedildi. Avusturyalı bir doktor olan Sigmund Freud psikolojinin yönünü bilinç dışı zihnin önemini vurgulayan bir “kişilik teorisi” önererek önemli ölçüde değiştirdi.

Freud’un histeri (sinir bozukluğu) ve diğer rahatsızlıklardan muzdarip hastalarla yaptığı klinik çalışma, erken yaştaki çocukluk deneyimleri ve bilinç dışı dürtülerin yetişkinlikte kişiliği ve davranışı etkilediği sonucuna ulaştırdı.

“Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı kitabında Freud, bilinç dışı düşüncelerin ve dürtülerin nasıl ifade edildiğinden bahsetmektedir, ki bunlar çoğunlukla Freudyen Sürçme olarak bilinen dil sürçmeleri ve rüyalar yoluyla gerçekleşmektedir. Freud’a göre psikolojik bozukluklar bu tür bilinç dışı çatışmaların aşırı veya dengesiz bir hale gelmesinin sonucudur.

Sigmund Freud tarafından öne sürülen psikanalitik teorisi 20. yüzyıl düşünce biçimi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir ve sanat, edebiyat ve popüler kültürün yanı sıra birçok psikoloji dalını etkilemiştir. Freud’un düşüncelerinin çoğuna bugün şüpheyle bakılmasına rağmen psikolojiye olan katkısı tartışmaya açık değildir.

BEHAVİORİZMİN (DAVRANIŞÇILIK) YÜKSELİŞİ

Psikoloji, davranışçılık olarak bilinen yeni bir düşünce ekolünün yükselişe geçmesiyle 20. yüzyılın başları boyunca önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. Davranışçılık, önceki bakış açılarından çok farklıydı ve hem bilinçli hem de bilinç dışı zihin üzerindeki önemi reddetmekteydi. Bunun yerine davranışçılık gözlemlenebilir davranışa odaklanarak psikolojiyi daha bilimsel bir disiplin hâline getirmeye çalışmıştır.

Davranışçılık, ilk olarak Ivan Pavlov adlı bir Rus fizyoloğun çalışmasıyla başladı. Pavlov’un köpeklerin sindirim sistemi üzerindeki araştırması, davranışların koşullandırma yoluyla öğrenilebileceğini öneren “koşullu öğrenme” sürecinin keşfini sağlamıştır.

Pavlov, bu öğrenme sürecinin çevresel uyarma ve doğal bir uyarma arasında bağlantı kurmak için kullanılabileceğini göstermiştir.

John B. Watson adındaki Amerikalı bir psikolog kısa sürede davranışçılığa kendini adayan en önemli kişilerden biri olmuştur. Watson, 1913 tarihli “Psychology as the Behaviorist Views It” adlı makalesinde bu yeni düşünce ekolünün temel ilkelerini ele almıştır ve daha sonra 1927’te yayımlanan “Behaviorism” adlı kitabında bir tanım sunarak şu sözleri yazmıştır:

“Davranışçılık insan psikolojisinin ana konusunun insanlığın davranışı olduğunu kabul eder. Davranışçılık, bilincin ne kesin ne de elverişli bir kavram olduğunu iddia eder. Her zaman bir deneyselci olarak eğitilmiş davranışçı, bilincin varlığına olan inancın; batıl inançların ve büyünün yoğunlukta olduğu eski zamanlara dayandığını kabul eder.”

Davranışçılık önemli etkiler bırakmış ve bu düşünce ekolü 50 yıl boyunca hüküm sürmüştür. B.F. Skinner adlı bir psikolog, davranışçı bakış açısını; cezalandırma ve pekiştirmenin davranış üzerindeki etkisini gösteren “edimsel koşullandırma” kavramıyla ilerletmiştir.

Davranışçılık, psikolojide zirvedeki rolünü kaybetmesine rağmen, davranışsal psikolojinin temel ilkeleri günümüzde hala kullanılmaktadır.

Davranış analizi, davranış değişikliği ve token ekonomisi gibi tedavi edici teknikler çoğunlukla çocukların yeni yetenekler öğrenmesine ve uyumsuz davranışların üstesinden gelmesine yardım etmek için uygulanır. Buna karşın koşullandırma ise ebeveynlikten eğitime kadar birçok durumda kullanılabilir.

PSİKOLOJİDE ÜÇÜNCÜ GÜÇ

Davranışçılık ve psikanaliz 20. yüzyılın ortalarına kadar hüküm sürerken, yüzyılın ikinci yarısında hümanist (insancıl) psikoloji olarak bilinen yeni bir düşünce ekolü ortaya çıktı. Psikolojide çoğunlukla “üçüncü güç” olarak ifade edildiği için, bu teorik bakış açısı bilinçli deneyimleri vurguluyordu.

Amerikalı psikolog Carl Rogers bu düşünce ekolünün kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Psikanalistler bilinçsiz dürtülere ve davranışçılar çevresel faktörlere odaklanırken, Rogers özgür irade ve kendi kendini yönetme gücüne güçlü bir şekilde inanmaktaydı.

Abraham Maslow adındaki psikolog da insancıl psikolojiye ünlü “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisiyle katkı sağlamıştır. Bu teori, insanların giderek karmaşıklaşan ihtiyaçlar tarafından motive edildiğini öne sürmekteydi. En temel ihtiyaçlar giderildiğinde, insanlar daha üst ihtiyaçların peşinden gitmeye motive oluyordu.

BİLİŞSEL PSİKOLOJİ

1950’ler ve 1960’larda bilişsel devrim olarak bilinen bir akım psikolojinin yerini almaya başladı. Bu süre boyunca bilişsel psikoloji, psikoloji çalışmalarına üstün bir yaklaşımla psikanalizin ve davranışçılığın yerine geçmeye başladı. Psikologlar hala gözlemlenebilir davranışla ilgileniyorlardı, fakat zihnin içinde neler döndüğünü de merak etmiyor değillerdi.

O zamandan beri bilişsel psikoloji, araştırmacılar algı, hafıza, karar verme, sorun çözme, zekâ ve dil gibi şeyleri çalışmaya devam ettiği için psikolojinin baskın bir alanı olarak hayatta kalmıştır. Manyetik rezonans görüntüleme (MR) ve tomografi gibi beyin görüntüleme araçlarının tanıtılması araştırmacıların insan beynini daha yakından ve beynin daha derin noktalarını incelemesine yardımcı olmuştur.

PSİKOLOJİ İLERLEMEYE DEVAM EDİYOR

Psikoloji tarihinin bu kısa özetinde gördüğünüz üzere, Wundt’ın laboratuvar kurmasıyla resmiyete kavuşmasından beri bu disiplinde önemli ölçüde değişim ve büyüme gözlemlenmiştir. Hikâye tabii ki burada son bulmuyor.

Psikoloji 1960’tan beri evrimleşmeye devam etti ve yeni fikirlerle bakış açıları ortaya çıktı. Psikolojideki son araştırmalar, davranış üzerindeki biyolojik etkilerden sosyal ve kültürel etkenlerin önemine, insan deneyimlerinin birçok yönüyle ilgilenmeye devam etmektedir.

Psikologların çoğunluğu günümüzde kendilerini tek düşünce ekolü ile ifade etmezler. Bunun yerine, genellikle çeşitli teorik geçmişlerden gelen fikirlerden yararlanarak belirli bir uzmanlık alanına veya bakış açılarına odaklanırlar. Bu seçici yaklaşım, gelecek yıllarda psikolojiyi şekillendirmeye devam edecek yeni fikirlerin ve teorilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

PSİKOLOJİ TARİHİNDE KADINLAR

Herhangi bir psikoloji yazısı okuduğunuzda böyle yazıların neredeyse tamamen erkeklerin katkıları ve teorileri sayesinde yazılmış olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Bunun sebebi kadınların psikoloji alanındaki ilgisizlikleri değil, kadınların o zamanlarda akademik eğitim ve uygulamalardan dışlanmasıdır.

Çalışmaları bazen görmezden gelinse de psikolojiye önemli katkılarda bulunan kadınlar vardır.

Öne çıkan kadın psikologlardan bazıları:

Okulu kadın olduğu için diplomasını vermeyi reddetse de Harvard’ta doktorasını yapmış Mary Whiton Calkins; William James, Josiah Royce ve Hugo Munsterberg gibi zamanın önemli düşünürleriyle beraber çalışmıştır. Karşılaştığı zorluklara rağmen, Amerika Psikoloji Birliği’nin ilk kadın başkanı olmuştur.

Psikanaliz alanına önemli katkılar yapmış olan Anna Freud, birçok koruma mekanizmasını açıklamış ve çocuk psikanalizinin kurucusu olarak bilinmektedir. Erik Erikson dahil olmak üzere diğer psikologlar üzerinde etki bırakmıştır.

Gelişim psikoloğu olan Mary Ainsworth bağlanma anlayışımıza önemli katkılarda bulunmuştur. Çocuklar ve bakıcıları arasındaki bağları incelemek için “Garip Durum” değerlendirmesi olarak bilinen bir teknik geliştirmiştir.

YAZARDAN TAVSİYE

Psikolojinin nasıl bir bilim olduğunu anlamak için, gelişimini etkileyen tarihsel olaylarının bazılarını öğrenmek gerekir.

Psikolojinin ilk yıllarında ortaya çıkan teorilerin bazıları şu an basit, zamanı geçmiş ya da yanlış görülse de bunlar psikoloji alanını şekillendirmiş ve insan zihni ve davranışını anlamamıza büyük katkılar sağlamıştır.

Kaynak: verywellmind

DAHA FAZLA