Post Kemalist anlayışın eleştirisi

Post Kemalist anlayışın eleştirisi

Tek parti dönemini eleştirerek bugünü düzeltmek, bugünü eleştirebilmek için tek parti dönemindeki öncülleri ortaya çıkarmak, yani tarihçiliğe açıkça faydacı bir tutumla yaklaşmak, post Kemalist paradigmanın ayırt edici özelliklerinden biridir.

Ufuk Akkuş

1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde emperyalist ülkelere karşı verilen ulusal bağımsızlık savaşı sonucunda, Türkiye’de saltanat düzeni yıkılarak burjuva devrimi gerçekleşmiştir. Osmanlı düzeninden radikal bir kopuşu sağlayan yeni düzenin yasal ve toplumsal temelleri batı kaynaklı referanslara göre şekillenmiştir. Halkın devlet yönetimine katılımı anlamına gelen Cumhuriyetin değerlerinin benimsetilme ve yaygınlaştırma çabaları kuruluştan itibaren sancılı bir süreç izlemiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca değişik muhalif akımlar tarafından eleştirilen ve “Kemalizm” diye nitelenen Atatürkçü düşünce dünyası 12 Eylül darbesinden sonra daha şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Günümüzde yaşanan pek çok siyasi, kültürel ve toplumsal sorunun nedeni ve kökeni Kemalist paradigmaya bağlanmıştır. Post-Kemalist diye adlandırılan akım Kemalist otoriterlik olarak niteledikleri yönetim tarzının sadece Cumhuriyet döneminde değil 2000’li yıllara kadar vesayetini sürdürdüğünü iddia etmişlerdir.

İlker Aytürk ve Berk Esen, “Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar” adlı derleme çalışmasında Post-Kemalizm bakış açısını değişik açılardan eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutuyorlar.   

Aytürk ve Esen’e göre; post-Kemalist grupların ortak noktası, 1980’lerde askerlerin temsil ettiği güçlü ve ceberut devletin kültürünün kökenlerinin tek parti dönemine gittiği düşüncesidir. Post- Kemalist anlayışın argümanına göre; demokrasiye ulaşmak için tek parti döneminin masaya yatırılarak incelenmesi ama mutlaka bilimsel ve tarafsız gözle değil, kutsallığından, dokunulmazlığından soyundurarak yanlışlarına, ayıplarına, günahlarına vurgu yapacak şekilde didik didik edilmesi gerekliydi. Ancak bu şekilde tarihin bugün üzerinde tekeli kırılabilir ve Türkiye demokratikleşebilirdi. Yazarlar, post-Kemalist çalışmaların genellikle; Türkiye’nin karşılaştığı sorunların kökenini sadece 1908-1945 arası politikalarıyla açıkladıklarını, Kemalizmi özcü bir şekilde tanımlayan bir çizgiye savrulduklarını ve son 15 yılda Türkiye siyasetini gözler önüne serecek bir külliyat üretemediklerini öne sürerler. Ayrıca, Kemalist fikirlerin etkinliğini uzun zamandır yitirmesine rağmen Kemalizme atfedilen sorunların çoğunun bu otoriter rejimde de varlığını sürdürmesinin, post-Kemalist paradigmanın yeniden sorgulanması ihtiyacını gündeme getirdiğini vurgularlar

Kitapta yer alan makaleler; disiplinler ve temalar olarak iki başlıkta toplanmış olup, ilk bölümde post-Kemalist paradigmanın akademik disiplinleri nasıl şekillendirdiğinin yanı sıra, kadın meselesine post-Kemalistlerin bakışı, uluslar arası ilişkiler disiplininde Türk dış politikasının temel parametreleri  ile post-Kemalistlerin Türk dış politikasını değerlendirmeleri ve post-Kemalist cenahta büyük etkisi olan Mete Tunçay’ın modernite, laiklik ve milliyetçilik konusunda dile getirdiği ve post-Kemalistler tarafından tekrarlanacak olan görüşlerinin yer aldığı “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931)” kitabı detaylı bir eleştiriye tabii tutuluyor. Aydınlar, akademisyenler, basın mensupları ve iş insanlarının Cumhuriyet, devlet ve Kemalizm eleştirilerinin post-Kemalist paradigmanın oluşumundaki yeri inceleniyor. Kültür politikalarına yöneltilen eleştirilerin değerlendirilmesi, post-Kemalistlerin en çok hedefine koyduğu laiklik politikaları hakkında yapılan çalışmalar, yine ilgili yazında ana referans noktası haline gelen bürokratik vesayet eleştirileri konusundaki çalışmalar, post-Kemalist anlayışın Türkiye’de İslamcılık ve İslâmi hareketler üzerine yürütülen çalışmalara olan etkileri, post-Kemalist yazında merkez-çevre yarılmasının siyasi gelişmeleri açıklamada, siyasi partileri edilgen aktörler görmenin sakıncaları üzerine görüşler değerlendiriliyor.

Aytürk ve Esen, post-Kemalizmin Türkiye’nin demokrasi sorunlarına ve vesayet meselesine konulmuş yanlış bir teşhis olduğunu savunuyorlar. Post-Kemalist yaklaşımın en büyük hatasının Kemalizmi ve ondan önce İttihatçılığı doğuran şartları hafifsemek, bu fikirleri sahiplenen toplumsal grupları nereden, niçin ve nasıl çıktığını araştırmamak olduğunu söyleyen yazarlar şu veciz soruyu soruyorlar: “Bu memleket 1908’den önce Atina demokrasisi ile mi idare ediliyordu?” Yakın tarihimizdeki vesayet sorunu Kemalist askeri bürokratik ile başlamamıştır ve bu elitlerin tasfiyesi ile de sonlanacak değildir.

Post-Kemalizm söylemi, 1930’lar 1940’lar Türkiye’sindeki tek parti uygulamaları ile özdeşleştirilmeye çalışılan bir ideolojik tutum olarak ortaya çıkmıştır. Kemalizmin farklı etnik kimliklerin bütünleştirilmesi projesi olmayıp bir asimilasyon projesi olduğu iddia edilmeye başlanmıştır. Buna karşılık, farklı etnik kimlikleri, farklı tarikat, cemaat ve mezhepleri de bir arada barındıracak temelde birlik içeren İslamcılık akımı alternatif demokratik ve liberal almaşık olarak takdim edilmeye başlanmıştır. 1981’den itibaren post-Kemalistler üzerine muazzam bir etkisi olan Mete Tunçay’ın “Tek Parti” kitabında da Kemalizm, tepeden inme, jakoben bir modernleşme akımı olarak tanımlanmıştır. Aytürk, Tunçay’ın tek parti döneminin laiklik uygulamasını eleştirdiğini ve muğlak ifadelerle tek parti dönemindeki Türk milliyetçiliğini ırkçılığa yaklaştırdığını iddia etmektedir. Aytürk, söz konusu post-Kemalist yaklaşımı eleştirirken “haklı güvenlik endişesi” argümanına dayanır. Gerek modernleşme hedefinde, gerekse de laiklik politikasında öne çıkardığı konu güvenlik meselesidir. Aytürk’e göre;  tek parti döneminde almış oldukları makro düzeyde her siyasi kararda bu endişenin izleri görülür. Kemalistlerin kurumsallaşmış organize dine bakışı ve din devlet ilişkilerinde katı bir laikliği benimsemelerinde de aynı güvenlik endişesi vardır. Kemalistler, din adına konuşan ulemanın en azından son iki yüzyıldır frene basan, süreci yavaşlatan, pazarlık eden rolünden rahatsızdı. Gözlerinin önünde benzer bir modernleşme modeli ile 1913’te iktidara gelip bir yıl içinde büyük harbe yakalanan ve bu yüzden de reform projelerini uygulamaya sokamayan İttihatçılar vardı.  

Türkiye’de kadın çalışmaları alanında post-Kemalizmin izni süren makalede kadın özgürleşmesi sorunsalı ele alınmıştır. Kemalist modernist paradigma; kadınların konumunda sağladığı kazanımlar açısından resmi anlatı doğrultusunda, Kemalist modernleşme ve reformları savunarak kadın sorununu geleneksel-modern ikiliği çerçevesinde değerlendirir. Bu paradigma, özellikle 1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle kadınların din ve patriarkal baskıdan kurtarıldığı ve kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasıyla erkeklerle eşit haklara sahip kişi olarak yasal statü kazandırıldığı vurgulanır. Kemalist modernleşme tarihini feminist açıdan ele alan anlayış ise; resmi tarih yazımının geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemindeki kadın hareketini görmezden geldiğini öne sürerek, kadınların hakları için mücadele etmediklerine ve kadın haklarının Kemalist kadrolar tarafından verildiğine yönelik anlatıyı eleştirirler. Bu paradigma değişikliği Berrin Koyuncu Lorasdağı’na göre; Kemalist modernist paradigmada olduğu gibi kadın konusunu kalkınma/modernleşme ekseninde ele alan çalışmalar yerine, kadını özne/birey ve kadın sorununun kökenini siyasal, ekonomik, istihdam alanlarındaki yapısal nedenlerin yanı sıra kadına yönelik şiddet, taciz, kadının cinselliği ev içi emek gibi meseleler etrafında toplumsal cinsiyet, patriarka gibi kavramlarla, özel alanında siyasallaştırılarak tartışılmasıyla kendini gösterir. Eleştirel yaklaşım; post-Kemalist yazının İslamcı kadınların Kemalist modernleşmenin laiklik anlayışı nedeniyle özgürleşemedikleri ve kendi alternatif modernleşmelerini gerçekleştirip kamusal alanda özne/birey olma ve özgürleşme potansiyeline sahip oldukları iddiasının gözden geçirilmesini önerir. Kamusal alanda güvenli bir biçimde bulunmanın teminatı olan başörtüsü, aynı zamanda başörtülü kadınların ev içindeki ilişkilerinde eşitsizliği örtmeye devam edecektir. 1990’larda demokratik hak talebi olarak ortaya konan başörtüsü özgürlüğünü özneleri olan kadınların bugün eş statüsünde pasifleştirildiğini ve demokrasiye katkı sunma potansiyellerinin gerçekleştirmediklerini söylemek mümkündür. 2010’larda hem eril iktidar ilişkilerini hem de baskın ailecilik anlayışını sorgulamada sınırlı kaldıkları görülür. Özellikle AKP’nin 2011 yılından itibaren anti-feminist ve aile odaklı kadın anlayışı ile yerli ve milli kadın hakları söylemi altında İslamcı kadınların özne olma iddialarının gölgelendiği ve İslamcı kadın hareketinin cılızlaştığı söylenebilir. Lorasdağı bu argümanlardan sonra son derece yerinde bir soru soruyor: “Bu durumda Kemalist modernleşme sürecinde kadınların araçsallaştırıldığı argümanı gibi İslamcı hareketin başörtüsü mağduriyetini araçsallaştırdığı ve iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra bu kadınların yaşadığı diğer mağduriyetleri (şiddet, istihdam vb.) görmezden geldiği iddia edilebilir mi? Lorasdağı’nın önerisi; kadınların özgürleşmesi için, Türkiye’de kadın kimlik politikasının din, etnik farklılık etkisinden ziyade, kadınların mağdur olduğu şiddet, temsil, istihdam, yoksulluk gibi meselelerde ortak platform etrafında hareket etmeleri yönündedir.

İlker Aytürk ve Berk Esen “Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar” adlı derleme kitapta, son dönemlerde akademik yazına ve siyasete egemen olan post-Kemalist anlayışın; liberal söylem, kültürel yapı, laiklik, vesayet, tek parti dönemi, siyasi partiler, siyaset bilimi, dış politika, kadın çalışmaları gibi tarihin ve toplumsal yapının değişik veçheleri üzerine görüş ve analizlerinin detaylı eleştirisini gözler önüne seriyorlar.

Künye:, Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar, İlker Aytürk-Berk Esen, İletişim Yayınları, 2022, 487 sayfa.

DAHA FAZLA