Ormanın unutulmuş şarkısı

Ormanın unutulmuş şarkısı

“Ormandan Gece Gelen, insanın unuttuğu doğanın şarkısını bize hatırlatan, kapsamlı, göndermeleri ve açılımları bol olan gerçeküstü öğeleri de barından bir ezgi roman.”

Mehmet Fırat Pürselim

Özgür Çırak’ın 2020 Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne layık görülen öykü kitabı Sıcacık Bir Ev’den sonraki verimi Ormandan Gece Gelen oldu. Edebiyat dünyasına Kemal Tahir ve Tarık Buğra hakkındaki biyografik romanlarla giriş yapan yazar, öykü türünden sonra bu sefer de novellayla karşımıza çıkıyor. Ormandan Gece Gelen aslında özete gelmeyen ve her okurun kendine göre anlayıp algılayacağı edebi lezzeti yüksek yapıtlardan. Katlettiğimiz doğaya yapılan bir güzelleme olarak okumak mümkün. Yaşar Kemal’in tabiatı modern anlatıya uygun biçimde kişileştirdiği büyük romanının postmodern sürdürücüsü Faruk Duman’ın anlatımına benzer bir dili yakalayan Çırak’ın metninin minimalist bakış açısıyla yazıldığını söyleyebiliriz. 

Yazarın bir arkadaşının askerlik anısına edebiyatın sihirli değneğinin değmesi sonucunda gerçeküstü biçimde yeniden yorumlanması ve kurgulanması hali Ormandan Gece Gelen. Kitap, aşçı Cem’in yamağı Harun’un aniden askere gitme hikâyesiyle açılıyor. İlk bölümün anlatıcısı ikame kardeşken ana hikâye tanrı anlatıcı üzerinden akıyor. “Ben bir ikameydim, kuru sandalyede oturmaktan ağrıyan sırtın arkasına konulan minder, oyuk dişe yapılan dolgu, soğuk gelen kapının altındaki boşluğa serilen bezdim, doğumumla annemin kucağı ısınacak, bebe kokusuyla sakinleyecek, memeleri başka bir ağzın içine dolacak, çocuk büyüdükçe yarasına iyi gelecektim ama annenim aklı yanına sözünü, gülüşünü alıp uzak diyarlara gitti.” Harun sürekli ezildiği aile işinden ayrılarak kendi ayakları üzerinde durmaya çalıştığı sırada amcalarının tescilini bozdurmalarıyla kendini bir anda askeriyenin mutfağında patates soyarken bulur. 

Ana hikâye tezkereci aşçı Cem’in Tatar Çölü okumasıyla açılır. Teğmen Dorogoların kalesinden farklı olarak Cemlerin askerlik yaptığı karakol çölün değil ormanın kıyısına kurulmuştur. Sarı ya da yeşil ne fark eder ki? Her ikisi de çöle bakar ve düşmanı bekler. Düşmanın gelip gelmemesi hatta gerçekten olup olmaması önemli değildir, önemli olan varlığıdır. Unutulmamalıdır ki, düşman bir devletin olmazsa olmazıdır. Sonrasında hikâyeye karakolun Allah’ı Olgun Astsubay dâhil olur. “Öyle çok sert biri değil, ama Allah işte tatlı bir Allah. Cehennemi yok ama cennet de vadetmiyor. Arada bir yerdeyiz.” Zaten ana kahraman karacayı vurup yavrularından ayırıp karakolun mutfağının zeminine atan da bu tatlı sert Allah’tır. “(Karaca) … kaçmak ne kelime, meydan okur gibi baktı. Durdu da durdu. Başını dikeltti. Merak ettik ne zaman korkup da kaçacak diye. Bir süre izledik, arabanın motorunu istop ettik. Vallahi kaçsın diye bekledik, öyle taş gibi o da bizi bekledi… Güvendiği bir şey vardı. O korkmayınca sen korkuyorsun. Korku insana her şeyi yaptırır Cem. Sonra işte çat çat… İlk defa karakola vurularak öldürülmüş bir karaca geliyordu. Vurulmak insanlar için, hayvanlar boğazlanır.” 

Karacanın derisi yüzülür, içi boşaltılır, ayakları kırılır, kafası kopartılır, dili kesilir ve etinin dinlenmesi için dondurucudaki çengele asılır. Askeriyedeki her şey gibi ölü karaca da zimmetlenir. Etinden gram eksilse hesap sorulacak kişi elbette aşçı olan Cem’dir. Harun’la Tayfun’un gece nöbetleri sırasında analarının peşine düşen karaca yavrularının birer karaltı gibi karakola ulaşmalarıyla hikâyenin gerçeküstü boyutuna geçiş yapılır. Yavrularına son bir kez daha süt vermek isteyen karacanın analığı ölüme baskın gelir ve yeniden vücut bulur. Ama artık karkas etten ibarettir. Bir tek kesik kafasını yanına alıp karakolun duvarından sıçrayarak ormanda kaybolur. Lojmanındaki âlemi gece nöbetindeki karaltı vukuatının bildirilmesiyle kesilen Olgun Astsubay, gecenin karanlığına birkaç el ateş ettirir. Kimsenin tatmin olmaması üzerine, birliğiyle birlikte ne olduklarını bilmedikleri düşman karaltıların peşine düşer. 

Harun korkup yan çizince Cem tek başına bir et yığınından ibaret karacanın ardı sıra ormana dalar. Başta amacı firari karacayı yakalayıp hesap sormak olsa da sonrasında onunla birleşince içine adeta ormanın ruhu karışır ve üç yavrusunu son kez görmek isteyen karacayla birlikte onları aramaya koyulur. İlk gençliğinde kurbanlık danayla birleşmiş olan Cem’in karacayla bütünleşmesi fiziki ve ruhani olarak bambaşka biçimde gerçekleşir: “Karacanın etlerinde müthiş bir iştah var. Başka bir eti içine katmak, onunla löp olmak istiyor… Hayvanın kabuğu soyulmuş, bereketli eti Cem’e dokunduğu yerden cıvıyor, bataklık gibi işliyor. Cem’i yutmayı kafasına koyuyor. Karacadan iplik iplik sökülen etler, dokular, sümüksü yapılar Cem’e kol atıyor, parmak kadar bir bölgeyi yama yapar gibi örüyor kendine katıyor. Santim santim yamıyor kendine. Cem, Cem’e ait değil. Karaca da karacaya ait değil şu saatten sonra. Yara gibi kaynıyorlar birbirlerine.” Yavrularla vuslat gerçekleştikten sonra karacanın canı çekiliyor, çürümeye duran leşe dönüyor. Ondan geriye Cem kalıyor ve yavrular artık tek başlarına olduklarının bilinciyle kaçışıyor. Cem, yaşananlardan sonra kardeşi bellediği karacanın bedenini ormanın içinde börtü böceğe yem yapmamak için bir kez daha sırtlanıyor…

İnsanlar doğaya yabancılaştıkça, doğadan koptukça doğanın sesini ön plana çıkartan daha fazla yapıt okumaya başladık. Ormandan Gece Gelen, bize doğanın sadece sesini değil şarkısını da taşıyan, tam da ağacın, otun, kuşun, börtü böceğin, karacanın içinden yazılmış bir kitap. Okur da kahramanla birlikte karacanın etini etinde, titreyişlerini teninde hissediyor, şarkısına eşlik ediyor. İnsan yaşadığı her yerde ardında kocaman çöp yığınları bırakırken, doğada her şey geride sadece ruhunu bırakarak dönüşür. Toprak yuva olduğu ota, ot besin olduğu karacaya, karaca yem olduğu kurda, kurt güçsüz düşüp ölünce toprağa, toprak… Bu döngü sürerken, her canlı dönüştüğünün bir parçasını da içinde taşır. Vahşi hayat modern insanın doğayı yok etmek için uydurduğu bir mit olup asıl vahşi olan karşısındakini yok etmeye endekslenmiş kapitalizmdir. Doğada insan dışında hiçbir canlı ötekini yok etmeye çalışmaz, çünkü bilir ki kendi yaşamı da bir başka türe bağlıdır, onu yok ederse kendi sonunu da hazırlar. 

Geçenlerde dünyada ilkel kalan son kabilelerden Himbalarla ilgili bir belgesel izledim. Avcı toplayıcı bu kabilenin üyeleri çıplak ayakla dağda bayırla kilometrelerce yürüyerek doğadan ihtiyacı olan otları topluyordu. Otları sadece şifa niyetine ihtiyaçları kadar birkaç tutam topluyorlar ve asla köklerine zarar vermiyorlardı. Çünkü onlar biliyordu ki, doğayı yok etmezlerse doğa cömerttir ve ihtiyaçları olanı döngüsel olarak sağlamaya devam edecektir. Ormandan Gece Gelen’de duyduğumuz şarkıyı da gene Himbalar üzerinden anlatayım. Kabilenin kadınları anne olmaya hazır hissettiklerinde bir ağacın altına oturarak dünyaya getirmek istedikleri çocuklarının kendileriyle iletişim kurmasını beklerler. Annenin çocuğun söylediği şarkıyı içinde duyduğu gün, çocuğun doğum günü kabul edilir. Anne çocuğundan duyduğu şarkıyı eşine de öğrettikten sonra hamile kalır. Anne hamileliği süresince şarkıyı kabilenin ileri gelenlerine de öğretir, çünkü bu şarkı hayatı boyunca çocuğa eşlik eder. Şöyle ki, doğduğunda bu şarkıyla karşılandığı gibi düşüp bir yerini kanattığında da aynı ezgilerle avutulur. Ergenliğe geçerken, evlenirken, iyi avdan dolayı ödüllendirilirken de kabilenin ileri gelenleri ve yakınları el çırparak, dans ederek bir ağızdan aynı şarkıyı söyler. Büyüyüp çok kötü bir şey yaptığında kabilesi onu dışlamak yerine köy meydanına çağırıp çembere alır ve hep bir ağızdan söyleyerek ona şarkısını hatırlatır. Bu aslında sen, annene ağacın altında şarkı söyleyen o masum çocuksun diyerek içindeki gerçek kimliğini ortaya çıkartmaya yarar. 

Descartes doğanın insanın kontrolünün altına alınması gerektiğini düşünür, hayvanların makineleşmiş canlılar olduğunu ve acı çekmediklerini iddia eder. Felsefi alt yapısı oluştuktan sonra Sanayi Devrimi ile birlikte sosyal ve ekonomik olarak gerçeklik sağlanır ve insan doğaya adeta yok edilmesi gereken bir düşman gibi saldırır. İş makinelerinin, fabrika çarklarının, kampanaların, ağaç kesen baltaların, taş kıran kazmaların gürültüsü kulakları öylesine sağır eder ki, doğanın şarkısını artık duyamayız bile. Gözünü bürüyen para hırsı kulaklarını sağır eder ve zamanla insanlık şarkısını unutur. İşte Ormandan Gece Gelen, unuttuğu o şarkıyı hatırlatan ve insanı çepeçevre kucaklayan bir çember. “Ormanın karnında taşıdığı, yalnız gece ortaya çıkan yaşam karacaya tanıdık, Cem’e yabancıydı misal. Ama Cem bir yandan da sanki bu ormanda doğmuş, bir karacanın rahminden çıkmış, bu yaşına kadar toprağa yatıp düz çeneleriyle otları yiyip pınarların suyunu içmiş gibi de tanıdık buluyor. İnsana dair ne varsa karacayla kesişen yerinden ifrazat olup akıyor.” 

KÜNYE: Ormandan Gece Gelen, Özgür Çırak, Nota Bene Yayınları, 2021, 93 Sayfa.

DAHA FAZLA