'Neden şimdi ve art arda röportajlar dizisi yapma gereği hissediyorlar?'

'Neden şimdi ve art arda röportajlar dizisi yapma gereği hissediyorlar?'

Son dönemde havuz medyasının her hafta tanınan bir isimle yaptığı, içinde mutlaka 'solu bir şekilde alt etme' çabası taşıyan röportajlar dizisini, AKP'nin kültürel alanda tesis etmeye çalıştığı iktidar mücadelesini Marmara Üniversitesi'nden ihraç edilen akademisyen Emre Tansu Keten'le konuştuk.

Nazlı Eda Piyade - @nazliieda_

AKP iktidarının toplumun çeşitli kesimlerine olan saldırılarını yıllardır konuşuyoruz, gözaltı ve tutuklamalar, saldırılar... Erdoğan devletin tüm kurumlarını Saray'a, Saray'da da eş- dost, akrabaya bağladığı bir dönemde saldırılarının bir kısmını da gündelik yaşama ayırıyor. Bu saldırılar izlenilen dizilerden okunacak kitapların içeriğinde kendi iktidar propagandasını yapmasının ötesinde köşe yazılarında, festival yasaklarında, doğrudan müdahale ettiği bir noktayı buluyor. Yıllardır bitmeyen 'mağduriyetleri' toplumun değerlerine uzak bir kültür- sanat olduğunu ifade etmekte herhangi bir beis görmezken yer yer buralarda da bir iktidar kurma çabasının olduğunu gizlemiyor.  Son dönemde yapılan havuz medyası röportajlarında 'karşı mahalleden' ün yapmış isimlere solu yerdirme çabası, iktidarına minik de olsa bir meşruiyet kazandırmaya çalışması da bunların bir parçası...

Biz de Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden, 'Barış bildirisi' imzacısı olduğu için KHK ile görevinden alınan Ar. Gör. Emre Tansu Keten'le, AKP'nin kültürel iktidar mücadelesini konuştuk. Keten, "AKP'liler de kendilerinden nitelikli bir eser gelemeyeceğini bildiği için bu alanı da zorbalıkla ele geçirmeye çalışıyor" derken "Neden şimdi ve art arda röportajlar dizisi yapma gereği hissediyorlar" sorusunun altını çiziyor.

'NEDEN ŞİMDİ  BELLİ İSİMLERLE AYNI SÖYLEŞİLER YAPILIYOR?'

Son dönemde saray davetleri, havuz medyasında çıkan röportajlar gibi bir dizi örnekte AKP'nin kendi sanatını ve sanatçısını yaratma çabası görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sabah gazetesi söyleşilerinden başlarsak, bu bir proje, kültürel iktidar mücadelesi diye bunu anlıyorlar. Söyleşiler kişinin sanatına dair birkaç yüzeysel soruyla başlıyor, sonrasında arada pat diye bir politik soru soruluyor. Zaten esas mesele bu politik soru, diğer sorular onun çevresine dizilmiş, çok da çalışılmamış sorular. Başlık ve spotlar da bu politik sorudan çıkarılıyor. Buraya söyleşi vermiş insanlar da birbirlerinden farklı, birebir aynı şekilde düşünüp, aynı şekilde yaşamayan insanlar. Belki bazılarının söyledikleri de çok aşırı şeyler değil, ‘bu mahallede’ de dillendirilen şeyler. Ancak, durup düşünmeleri gereken şey, neden şimdi, neden art arda belli isimlerle ve neden belli sorularla bu söyleşiler yapılıyor, olmalıydı.

Söyleşi verenler bir anda AKP cephesine geçmiş değil tabi, ancak küçük bir projenin parçası haline geldiler. Derya Köroğlu bunu fark edip, “sözlerim cımbızlandı” dediğinde ise, sayfalarını ona açan, onu övgüyle sunan gazete bir anda “Derya’nın tükenişi” başlığıyla ses kaydını yayımladı. Belki Sabah’ın bir gazete, söyleşiyi yapanın da bir gazeteci olmadığını anlamıştır.

'AKP'NİN KURDUĞU DÜZENDE KENDİNDEN OLMAYANLARIN RIZASINI KAZANMAK ÇOK ZOR'

AKP’nin kurduğu düzen hukuka, akla, ahlaka sahip olmayan bir düzen. Böyle bir düzeni meşrulaştırmak, kendinden olmayanların rızasını kazanmak çok zor. Bu söyleşiler bu açıdan düşünülebilir. Karşı cepheden ünlü bir sanatçının “Atatürkçüler dincileri ezdi” demesi meşruluk kazanma açısından önemli görünebilir, ancak böylesi sert bir kutuplaşma ortamında bir işe yarayacağını sanmıyorum.

AKP’nin sanatçıları meselesine gelirsek, bu da kültürel iktidar meselesinin söylemsel düzeyini açıklayan bir örnek. Ezeli ve ebedi bir yerli ve milli kültürden bahsedip, milletin irfan ve ahlakını övüp, sonra Şafak Sezer’i, Seda Sayan’ı, Kutsi’yi, Esra Erol’u bu yerli ve milli cepheye katmak çok saçma. Bunların hangisi Asım’ın Nesli’ne uygun ürünler üretiyor acaba? Hangisi Necip Fazıl’la, Mehmet Akif Ersoy’la aynı cephede yer alıyor? Kültürel alanı siyasal alan üzerinden şekillendirmeye çalışınca, bir kişinin, ne üretirse üretiyor olsun, sadece AKP’yi desteklemesi onu yerli ve milli yapabiliyor. Bu isimler, elitlik damgasından da, “gençlere ahlaksızlık yayıyorlar” suçlamasından da kaçabiliyorlar.

'KENDİLERİ DE BİLİYOR, O YÜZDEN ELİNDEKİ ZOR GÜCÜNÜ KULLANIYOR'

Antalya Film Festivali'ni de geride bıraktık. Geçtiğimiz yıl ‘Ulusal filmler’ kategorisinin yarışmadan çıkarılmasıyla çok sayıda sanatçı ve dernek boykot çağrısı yapmıştı. Bu yıl da değişen bir şey olmadı ve yine bir boykot çağrısı var. Zannediyorum AKP buralara da müdahale eder konuma geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

AKP’nin elindeki siyasi ve idari gücü kullanarak sanat ve kültür alanına yönelik yaptığı yaptırımlarından bir tanesi bu. Eğer buraları bir kültürel hegemonya alanı olarak görseydi ve kültürel bir mücadele verme niyeti olsaydı, zaten Antalya örneğinde olduğu gibi ‘kendi mahallesinin’ de önünü kesmezdi. Ulusal yarışmanın kaldırılması, ‘yerli ve milli’ sinemacıların da önünü kesiyor. Hiç mi İslamcı sinemacı yok, bunlar hiç mi bir şey üretmiyor? Kültürel hegemonya tam olarak böyle bir şey işte; oraya kendi filmlerini, kendi ürettiklerini gönderirsin. İnsanları bunları izlemeye zorlasın, tabii ki işinin niteliğiyle. Tam da Aydın Ünal’ın, Nuri Bilge Ceylan filmini izlemek zorunda kaldığını yazması gibi. Ama kendileri de biliyor bir şey gidemeyeceğini, o yüzden ellerindeki zor gücünü kullanıyorlar. Bu güç kimi yerde belediye başkanlığı eliyle oluyor, kimi yerde şehir tiyatrosu müdürlüğü eliyle, kimi yerde dekanlık eliyle. Kültürel alan dışından kültürel alanı şekillendirme derdindeler sadece.

Bir yazınızda bahsettiğiniz “Kültürel alan iktidar olunabilecek bir alan değil, hegemonya kurulabilecek bir alandır” derken aslında bunu mu anlatmaya çalışıyorsunuz?

Bu çok bilinen bir şey zaten. Siyasal alanda iktidar olabilirsiniz, kültürel alanda ise ancak hegemonya kurabilirsiniz. Zira devleti ele geçirdiğinizde zor aygıtlarını da geçirirsiniz. Kültürel alanda rıza üreterek bunu yapabilirsiniz.

'DEVLET GÜCÜNÜ KULLANARAK, TOPLUMU SESSİZLEŞTİREBİLİR, AMA KÜLTÜREL ALANDA İŞLER DEĞİŞİYOR'

Türkiye’ye baktığımızda da AKP, devlet gücünü, zor aygıtlarını kullanarak toplumu sessizleştirebilir, iktidarını elindeki zor aygıtlarıyla sürdürebilir, ama kültürel alanda işler değişiyor. AKP bunu ‘kültürel iktidar’ olarak kodluyor, ki bu onun açısından doğru da. Çünkü bu alanı bir iktidar mücadelesi alanı görüyor ve ona uygun bir kültür politikası geliştiriyor. Kültür alanı dediğimiz sadece sanat değil, akademi de, medya da buna dahil. AKP buralarda siyasi ve idari gücünü kullanıyor, akademisyenleri ihraç ediyor, gazeteleri satın alıyor, sinemacı ve edebiyatçıları damgalayıp desteksiz bırakıyor, filmleri sansürlüyor vs. Ancak buralara yaptığı müdahalelerin sonunda elinde kalan, kendi ideolojisinin hakim olduğu bir üniversite, bir medya, bir edebiyat ortamı, bir sinema değil. Üniversitesizleştirilmiş, medyasızlaştırılmış garip bürokratik ucubeler ile ağır saldırı ve sansür altında işini yapmaya çalışan nitelikli edebiyatçılar ve sinemacıların ayakta tuttuğu bir ortamla karşılaşıyoruz. AKP’nin kültürü devletle terbiye etme çabasının, kültürel çoraklaşmadan başka bir çıktısı olması zor.

Örneğin bugün Doğan Medya’nın ana akım kimliğiyle var olması ve iktidar tarafından bu şekilde kullanılması AKP için daha avantajlı bir durum olsa da buna bile tahammülü yok, orayı da alıyor. Ama en sonunda elinde kalan gazete olmuyor. Medyayı medyasızlaştırmış oluyor. Medya alanında bir hegemonya mücadelesi vermek yerine, bu alanı tamamen kötürümleştiriyor.

Aynı şey sanat için de geçerli?

Elbette. Örneğin Barış Akademisyenleri ihraç edildiğinde sinemacılar ve edebiyatçılar da dayanışma imzası toplamışlardı, bu imzacıların hepsi Kültür Bakanlığı tarafından ‘kara listeye’ alındı. Bu insanlara destek verilmeyeceği söylendi. Listeye baktığımızda, alanının en nitelikli insanlarını görüyoruz. Bu, aslında bu alanı susturmaya, insanların üretmesini engellemeye yönelik bir şey direkt olarak.

'HAYALİ BİR İKTİDARA KARŞI KÜLTÜREL HINÇ GÜDÜYORLAR'

Burada mesele sadece bu insanların bir bildiriye imza atmış olması değil. Aslında Barış için Akademisyenler için de bu böyle. İnsanlar sadece bir imza attıkları için atılmadılar, kara listeye alınmadılar. Bunun arkasında büyük bir kültürel hınç var. Sınıfsal, siyasal ve kültürel olarak birbirlerinden oldukça farklı birçok insanı kültürel iktidar dedikleri bir torbaya atarak, karşı cepheye koyuyorlar. Bu torbada Aydın Doğan da var, Yaşar Kemal de, Boyner de var, Ezhel de. Ve bu hayali iktidara karşı bir kültürel hınç politikası güdüyorlar. Bu bir yandan onlar için, belki de ellerinde son kalan, mağduriyet alanı işlevi görürken, diğer yandan, üzerinde yükseldikleri, kültürel bölünme düzlemine yakıt işlevi de görüyor. Bu kültürel hıncın en sıradan örneklerini görmek için, Ot, Kafa vs. dergilerine rakip olarak çıkarttıkları Cins ve Lacivert dergilerini okumak yeterli. Sadece bu hıncı aktarmak için kurulmuş yayınlar bunlar.

Bunun yanında AKP cenahından kısık sesli özeleştiriler de gelmiyor değil. Sayısı çok az da olsa, kültürel alanda neden başarılı ürünler ortaya koyamadıklarını, bu alana aktarılan devasa paranın neden karşılık bulamadığını, tabanın neden İslamcıların kültür ve sanat üretimine duyarsız olduğunu tartışan yazarlar var.

Örneğin Kültür Bakanlığı 2014 yılından beri kitap çıkartmak isteyen edebiyatçılara bir fon sağlıyor. Bu fonun çoğunlukla kimlere gittiği de açık. Ancak bugüne kadar bu fondan yararlanıp da, gündeme gelen, çok konuşulan bir eser ortaya çıkmadı. Ya da 70’lerde kurulup, sonrasında sona eren, ancak 2000’lerle birlikte yeniden ortaya çıkan Milli Sinemacılar’ın herhangi bir nitelikli eseriyle karşılaşmadık.

Peki muhafazakârların sanat üretemeyeceği konusuna nasıl bakıyorsunuz?

Aslında İslamcıların da bir ayağa kalkma dönemi var. İran İslam Devrimi’nin etkisiyle gelişen ve daha çok okunup yazılan bir dönem. Bu dönem 80’lerin sonu ile 90’ların başında meyvelerini veriyor asıl olarak. 90’larda birçok dergi çıkıyor, Vadi Yayınları örneğin, Batılı düşünürlerin kitaplarını çeviriyor, solda duran yayınevleriyle ilişkiler geliştiriyor. İslamcı yazarların sayısı artıyor. Ama bunun temel nedeni aslında o dönem sisteme muhalif olmaları, üretimlerinin kaynağı devlet dışında olmaktan geliyor.

AKP iktidarı ile birlikte, İslamcı hareketin yanı sıra bu alan da ehlileşiyor. İslamcı entelektüeller basit birer ideolog haline geliyorlar. Aslında bir siyasi iktidara organik olarak bağlıysanız, nitelikli ürünler üretmeniz çok zor. Tayfun Atay hocamızın dediği gibi kültürel üretim çatışma, aykırılık ve isyandan beslenir. Bir siyasi iktidarı, özellikle şu anki gibi bir tek adam rejimini destekleyip, ürünlerinizle kültürel alana yön vereceğinizi düşünebilmek trajik.

Bunda aslında kendilerini var ettikleri İslam'ın bir etkisi var diyebilir miyiz?

Tabii, muhafazakârların kültürel üretimi noktasında, İslâm’ın da bir etkisi var. Çatışma, aykırılık ve isyan, insanın verili düzende elde edemediği değerlere olan özleminin de bir çıktısıdır aynı zamanda. Ancak, insanın bütün değerlerini ve arzularını sıkı sıkıya belirleyen bir yapı, bunların dışında kalan her şeyi belli bir kalıp içerisinde yasaklar. Yavuz Çobanoğlu’nun dikkat çektiği gibi, toplumun değerlerini yüceltme, saygı duyma, onlarla barışık olma ve geçmişin sınırsız güzellenmesi nitelikleri nedeniyle İslâmcı sanat yaratıcı üretimden ziyade var olanın tekrarı olmak durumunda kalıyor. İslâmcı yayıncılığın güçlendiğini söylediğimiz 90’larda da, romanların çoğu, kahramanın yanlış yollarda kaybolup, sonrasında hidayete ermesi konusunu işliyordu. Buraya sıkışmışlardı. Belki de sıkışmak zorundaydılar.

DAHA FAZLA