Nasıl ölünür?

Nasıl ölünür?

Ölüm kimi zaman bir bekleyiş, kimi zaman bir korku, kimi zaman da bir umut… Sonuç belli olsa da sonuca giden yollar farklı ve sınıfsal. Hayatlarımız sınıflı olduğu kadar ölümlerimiz de sınıflı…

Ekinalp Gülen

İnsan her canlı gibi kısmen özgür bir canlıdır. Yaşamının devamını sağlamak için bir takım gerekli eylemler gerçekleştirmelidir. Yemek yemeli, içmeli, nefes almalıdır. Bunlar insanoğlunun birinci dereceden ihtiyaçlarıdır. Giyinme, barınma, ulaşım gibi ihtiyaçlar her ne kadar sağlıklı bir ömür için gerekli olsa da ikinci dereceden ihtiyaç kabul edilir. Bu gibi kağıt üzerinde geçen bilgilerin çok ötesinde ihtiyaçlarımız da vardır. Bunlardan en önemlisi hatta belki nefes almak kadar önemli olan “anlamlandırma”dır. Günlük hayatta gördüklerimiz ile düşünce sistemi her zaman uyuşmaz ve bir takım pürüzler mutlaka çıkar. Halbuki insan dış dünya tecrübelerinden yola çıkarak kurar kafasındaki sistemi. Diyalektiğin “Hiçbir şey stabil kalmaz.” ilkesini hayatın her noktasında farkına varırız. İnsan mental olarak kurduğu sistemin sabit ve mutlak kalmasını ister, bu yüzden çıkan bu pürüzlere anlamlar yüklemeye başlar.

Bizler sosyal hayvanlarız. Sosyalliğe muhtacız. Sosyal hayatın peşinde getirdiği ve çok zor şekilde kısmen çözebildiğimiz sorunlar var. Bunlardan birisi ve büyük önem taşıyanı adalet konusudur. Yüzyıllar boyu adalet kavramını birçok medeniyet geliştirmeye çalışmıştır. Lakin her şeyde olduğu gibi adalet de sınıfsaldır. Tarih boyunca efendileri tarafından yargılanan mağdurlar bazılarının sistem karşısında daha eşit olduklarını görmüş ve kendini yiyip bitirmemek için bu “pürüzü” anlamlandırma çabasına girmişlerdir. Nitekim bunu yaparlarken din kavramı da ellerinden tutmuştur. Bu ortaya çıkan “pürüzü” düzeltecek güçleri olmadığından başka bir olgudan medet umup başka bir zamana emanet etmişlerdir. Bu kavramı tahmin etmesi elbette güç değil. Kendisi mutlak ve ilahi adaletin ta kendisi olan ölümden başkası değildir. Ölüm alt sınıfların yaşadığı adaletsizliği keskin kılıcıyla kimi zaman tanrının eliyle kimi zaman başkasının eliyle çözecektir. İnsanlar onca eziyete bir başka dünyanın varlığı ve ölümün net oluşu ile katlanabilmişlerdir. Ölüm, mutlak kurtuluş ve intikamdır. Peki gerçekten öyle midir?

Emile Zola da benim gibi ölümün bir çeşit adalet veyahut kurtuluş olduğuna inanmıyor. O yüzden baştan söylemem gerekir ki kitabı oldukça beğendim. Kitap asıl olarak insanlara ait her türlü şeyin sınıfsal olduğunu hatta ölümün dahi sınıfının olduğunu anlatmaya çalışmıyor adeta gösteriyor. Zola tarihin en büyük yazarlarından birisi olduğu için yazı tekniğinden ve yeteneklerinden bahsetmeye gerek olduğunu düşünmüyorum. Kısacık kitapta bu gibi derin bir konuyu olaylar yaratarak size sunabiliyor.  Zola daha çok Germinal, Nana, Meyhane gibi kitapları ile bilinse de bu kitabı her Zola okuyucusunun okuması gerektiğini düşünüyorum.

Kitap 5 ayrı sınıfa mensup karakterin ölümünü konu alan 5 ayrı hikaye aslında. Soylu sınıfı, büyük burjuva, küçük burjuva, işçi ve köylü…Her ne kadar dışardan bakıldığında 5 ayrı hikaye gibi görülse de Zola muhteşem bir şekilde sanki hepsini gizli halatlarla birbirine bağlamış gibi. Yazarın natüralizmin öncülerinden olduğunu bilmeseniz dahi kitabı okuduktan sonra bunu fark etmeniz işten bile değil. Mükemmel bir doğallık ve sadelik hakim tüm hikayelere. Hikayelerde somut koşulları (yaşam alanı, para, şöhret,vs) göz önünde bulundurursak birinciden sonuncuya doğru renk beyazdan siyaha yol alıyor. Soyut koşullarda ise durum tam tersi. Sınıf yükseldikçe plastik ilişkiler, içi boşaltılmış duygular hakim karakterlerin ölüm serüvenine. Sınıf düştükçe de sefalet, açlık ve imkansızlık tabii…

Halk arasında geçen “ölümün herkese eşit davrandığı” kavramını inceleyen Zola bu kalıplaşmış lafı tekrardan gözden geçirmemizi sağlıyor. Elbette ki ki herkes için yolun sonu aynı yere ulaşıyor. Fark; arabanın sürücü koltuğunda asıl karakterin olması, yolun ve yolcuların durumunun farklı olmasıdır. Yüksek sınıfın son günlerinde arkasında bırakacakları ile ilgili bir sorun yaşamıyor. Yaşadığı sorun ya mal varlığının dağıtımı ya da gerçek bir seveninin olmaması, sadece bir para kasası olarak görülmesinin getirdiği yalnızlık oluyor. Bolca romantik malzeme çıkabilecek bir konu yani anlaşıldığı üzere. Öbür yandan alt sınıflara ait insanların dramı ise çok farklı ve yoğun. Hikayede üst sınıfların imkanının onda biri alt sınıflarda olsaydı bu hikaye beş adet değil iki veya üç adet olurdu. Bu gerçek bile başlı başına üst ve alt sınıfların eşit koşullarda kıyaslanamayacağının göstergesi.

Hikayelerde sınıfsal inceleme yoğun olsa da insanın iç benliği de inceleniyor. İnsanın son dakikaya kadar yaşama isteğini görebiliyor, vazgeçmeyi ve kabullenme evrelerini hissedebiliyorsunuz. Ölüm ile baş başa kalmış gerek imkansızlıktan gerekse yalnızlıktan yakınan insanlar ve onların çevresinde onlar için endişelenen insanlar ile bize onlarla aynı havayı paylaştıran Zola çok kıymetli bir eser bırakmış arkasında.

İnsan bir kavramı ne kadar kutsallaştırırsa o kadar ondan uzaklaşır der Bakunin. Hesaplaşmayı, adaleti, haksızlıklara karşı dik durmayı, direnmeyi başkalarına veyahut başka bir zaman dilimine bırakmak bize ancak bugünleri ve bugünlerden beterini getirecektir. Sermaye sınıfı dişlerini etimize geçirmiş kana kana emeklerimizi ve haklarımızı sömürüyor. Bitkinlikten kolunu kaldıramayacak hale gelen bizlerin tek umudu yine bizleriz. Ancak ve ancak birleşirsek kan emici yılanın başını ezebilir ve adaleti ölüme kadar beklemek zorunda kalmadan özgür bir dünyaya merhaba diyebiliriz.

Künye: Nasıl Ölünür?, Emile Zola, Çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2019, 48 Sayfa.

DAHA FAZLA