Mutlaka Okumanız Gereken 10 Sinema Kitabı
Sinema Kolektifi'nin sinema severler için hazırladığı, mutlaka okumanız gereken 10 sinema kitabını sizlerle paylaşıyoruz.
02-09-2018 12:53

Sinema Kolektifi bir sinemaseverin kitaplığında mutlaka bulunması gereken kitaplardan oluşan bir liste yayımladı.
Seçki, ağırlıklı olarak yönetmen sineması ve sinema tarihi üzerine yapılan eserlerden oluşmakta.
Sinema kuramı ve teknikleri üzerine yazılmış kitapları da ayrı bir liste halinde paylaşabileceklerini duyurdu.
1-Türk Sinema Tarihi – Giovanni Scognamillo / Kabalcı Yayınevi
1895’te doğuşundan bu yana sinema dünyanın her yerinde insanları büyüleyen, mesaj veren, ağlatan bir sanat, tiyatronun yanında insanlığa ikinci bir ayna oldu. İşte Scognamillo da sinemanın Türkiye’deki tarihine eğilerek, korunmamış, sahip çıkılmamış, kişisel çabalarla yaşatılmaya çalışılmış bir tarihi okurun / seyircinin gözleri önüne seriyor.
1896’daki ilk sinema gösterilerinden başlayarak, 1990’lara, günümüze kadar gelen belgeler ve görsel malzemeyle destekli, titiz bir arşiv çalışmasına dayanan bir ‘antoloji’ var okuyucunun elinde. Türk sineması üç dönemde ele alınıyor: 1896-1959 arası hazırlık dönemi, 1960-1986 arası siyasal ve toplumsal çalkantıların sineması ve 1987-1997 arası yani entellektüel filmlerin, Türk sineması diriliyor mu sorusunun gündeme geldiği döneme kadar. Scognamillo’nun çalışmasını gerçek bir tarih kitabına yaklaştıran en önemli özelliği ise nesnelliği. Yazar, her dönemin ticari ve sanatsal ürünlerini, olumlu ve olumsuz örneklerini yanyana getiren bir yaklaşımla ülke sinemasının bütününe bakıyor. Sonuçta Türk Sineması Tarihi, sinemanın bugününü anlamak için geçmişi ele alan, geçmişten koparmadan değerlendiren ‘hakiki’ bir antoloji oluyor.
Scognamillo kimi zaman sözü dönemin sinemayla ilgilenen yazarlarına bırakarak, okuyucuya gerçek izlenimler de sunuyor. Türk sinemasının, ilk sinematograf’tan günümüze kadar gelişiminin izlendiği bu ‘tarih’ kitabında aynı zamanda bir ülkenin panaromasını bulacaksınız. Her sinema / tarih meraklısının her okuyucu / seyircinin kütüphanesinde bulunması gereken önemli bir çalışma.
2-Işıkla Karanlık Arasında – Lütfi Ö. Akad / İletişim yayınları
“Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir.”
Işıkla Karanlık Arasında Türkiye sinemasının “ustasız ustası” Lütfi Ö. Akad’ın anıları, aynı zamanda sinemaya duyulan tutkunun kitabı… Akad’ın yapım yönetmenliği ile adım attığı sinema dünyasında yavaş yavaş sinemanın büyüsüne kapılışı, ilk filmi, “görerek – duyarak – okuyarak” değil deneyerek öğrenme süreci, Türkiye’nin dört bir yanında kurulan setler, oyuncu seçimleri, Halide Edip Adıvar, Orhan Kemal, Vedat Türkali, Yaşar Kemal, Selim İleri gibi edebiyatçılarla yürütülen senaryo çalışmaları, ülke sinemasının ahvali, genç sinemacılara verilen usta bir el ve bir yandan devam eden hayat…
Akad, sadece geçtiği bu yolları anlatmakla kalmıyor, yarattığı özgün sinema dilini de tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Sadri Alışık’tan Hülya Koçyiğit’e, Türkan Şoray’dan İzzet Günay’a, Yılmaz Güney’den Fatma Girik’e Türkiye sinemasının usta oyuncularının beyaz perdeyle yeni yeni tanıştıkları ana şahit olurken, bir sinemanın doğuşuna doğrudan tanık olacaksınız.
Işıkla Karanlık Arasında sinemaseverler için bir başucu kitabı niteliğinde…
3-Çağını Sorgulayan Sinema – Ali Gevgilili / Bağlam Yayınları
Başlangıcından bu yana Sinema sanatının gelişim Öyküsü ve tüm dönemlerin en Güzel filmleri
Sinema, yirminci yüzyılın sanatı…
Daha yüzyıl başlamadan teknolojik bir buluş olarak ortaya çıkan sinemadan, birkaç on yıl içinde yepyeni bir yaratıcılar kuşağı, sanatların insan yığınlarına en geniş ölçüde ulaşanını yarattılar.
Ali Gevgilili, Çağını Sorgulayan Sinema’da sessiz ve sesli sinema dönemlerinde sinema sanatının varoluş öyküsünü anlatıyor. Yapıtın ilk bölümünde sinemanın öncü dev yönetmenlerinin, amacı insanı ve toplumu anlatmak olan sinemaya neleri, nasıl getirdikleri sergileniyor. Tüm dönemlerin en güzel filmleri seçilen yapıtlarla onların büyük yönetmenlerinin birer birer çözümlemeleri yapılıyor.
Yapıtın ikinci bölümünde ise, bu kez tarih yabancılaşma, devrim, faşizm, sosyal devlet, kültür emperyalizmi ya da çağdaş insanın durumu gibi temel sorunlar üstünde, en seçkin çağdaş filmler aracılığıyla sosyal bilimler açısından genel değerlendirmelere yöneliniyor.
İlk ve ikinci bölümler böylece Çağını Sorgulayan Sinema üstünde odaklaşan bir sinema sosyolojisi araştırmasında bütünleşiyor…
4-Sinema ve Devrim – James Roy Mabean / Kabalcı Yayınevi
“Popüler sinemanın dışında kalan, kalmak isteyen, “derdi olan” filmciler, oyuncular, devrimci örgütler muhatabımız. Godard adıyla maruf sinemacının kayıp diye yaftalanan, ama Gorin ve Dziga Vertov Grubuyla belki de en verimli, keşiflere ve deneylere açık on yılının öyküsü bu kitap. Ve gözden kaçan, müstehzi bir gülümsemeyle es geçilen diğerlerinin. Belki de adını ilk kez duyduğumuz filmlerin eleştirel, yaklaşmakta olan siyasi ve kültürel devrime katkı anlamında bir okuması… Ona Dair Bildiğim İki-Üç Şey, Çinli Kız, Amerikan Malı, Hafta Sonu, Bilmenin Tadı, Bir Artı Bir [Şeytana Sempati], İngiliz Sesleri [Mao’da Buluşalım], Doğu Rüzgârı, Gerçek, İtalya’da Mücadele, Vladimir ve Rosa, Her Şey Yolunda, Jane’e Mektup, Fırınların Saati, Buz, XIV. Louis’nin İktidara Gelişi, Kader ve Acıma, İşçi Sınıfı Cennete Gider ve diğerleri…
İşte kitabımız her biri 68 Mayısının Büyük Başkaldırışı etrafında tarihlenen enternasyonel ve militan bu filmlerin, gerek siyasi bir dönüşüm gerek yeni bir sinemasal dil için, gerek burjuva kültürüne karşı-bir-kültür yaratmak gerekse de Marksist film eleştirisi için kuramsal bir laboratuar olmak adına mücadele eden filmlerin kendilerini anlatışıdır. Ve son söz kendini adamış yazarımız MacBean’den gelir:“Benim için film eleştirisi yazmak, hâkim sınıfın ideolojisiyle sinemada işlediği yerde ve zamanda savaşmak ve sınıf mücadelesini yazılarına taşımak anlamına gelmiştir … ‘sınıf mücadelesini kendi yaşamınıza taşıyın’ ifadesi, herkesin hemen bir fabrika işçisi olması gerektiği anlamına gelmez; ama herkes durup bir etrafına bakmalı ve erkeklerle, kadınlarla ve şeylerle olan gündelik ilişkilerinde bazen açık, ancak çoğunlukla gizli olarak işleyen sınıf mücadelesini analiz etmelidir. Ve elbette bu analize bir kez girişildiğinde tercih yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalırız.
İlk soru basitçe şudur: Sömürücülerin ve baskıcıların tarafını mı tutacağız, yoksa devrimci özgürlük mücadelesine mi katılacağız? İkinci soru ise daha zordur: Peki devrimci özgürlük mücadelesinin başarısı için ne yapacağız? … Elinizdeki kitap, benim devrimci özgürlük mücadelesine kendimi adamam ve mücadelenin bütün cepheler, hatta film eleştirisine bile taşınmasının gerekliliğine dair artan inancımla şekillenmiştir.”
5-Büyülü Fener – Ingmar Bergman / Agora Kitaplığı
“Filmlerimdeki ritim masa başında senaryodan doğar, kamera karşısında da yaşamaya başlar. Her tür doğaçlama bana yabancıdır. Eğer çabuk karar vermeye zorlanırsam ter içinde kalır ve korkudan kaskatı kesilirim. Film çekimi benim için ayrıntılı planlanmış bir yanılsamadır; yaşadıkça bana daha da aldatıcı görünen bir gerçeğin yanılsaması.
“Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. O, düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki! Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir. Ben, bütün hayatım boyunca onun büyük bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim….”
6-Ken Loach ve Filmleri Hangi Taraftasınız? – Anthony Hayward / Agora Kitaplığı
“Her zamanki tarzına bağlı kalarak, senaryoyu bize parça parça, sürprizlerini kendine saklayarak ve ancak o anki rolümüz için gerekli kısmını vererek dağıtıyordu. Onun beklediği oyunculuk tarzı, her ayrıntıda ‘gerçek hayat’taki gibi oynamamızdı. Bir sözleşmemiz vardı, kaç gün çalışacağımızı aşağı yukarı biliyorduk. Ama ben başıma neler geleceğini bilmiyorum. Ölecek miyim, yoksa siperleri bırakıp buradan çekip gidecek miyim, haberim yok. Mirambel’de büyük bir çarpışma yaşadık, hepimiz içimizden birilerinin öleceğini biliyorduk, çünkü savaştaydık ve etrafımızda silahlar atılıyor, bombalar patlıyordu. Ve herkes çok korkuyordu, öleceğim diye. Çünkü kimse ölmek istemiyordu. Ölmek demek, filmden ayrılmak demekti.
Ken Loach bizi öyle bir etkiyle sarıp sarmalamıştı, hepimizde öyle bir yoldaşlık bağı yaratmıştı, ki, kimse, ‘Filmden ayrılmak istemiyorum,’ demiyordu.
‘Ölmek istemiyorum!’du, herkesin ağzındaki söz.”
(Iciar Bollain, Ülke ve Özgürlük filminin baş oyuncularından)
7-Godard Godard’ı Anlatıyor – Jean-Luc Godard / Metis Kitap
Kışkırtan veya heyecanlandıran, kızdıran veya sevdiren, ama ille de etkileyen yönetmen Jean-Luc Godard bir dâhi mi, yoksa bir deli mi? Bu kitapta bir araya getirilen söyleşiler, düşüncesine ve ahlakına şaşılacak ölçüde sadık kalmış ve zamana uymadığı dönemlerde önüne geçmiş bir kişiliği açığa çıkarıyor. Tutkulu, çocuk ruhlu, konuşmayı çok seven, çevresini kışkırtmadıkça iletişim eksikliği çeken ve tek başına yaratmaktan hoşlanmayan bir yaratıcı. Godard’ı sevmemek nasıl bir şey acaba?
8-Mühürlenmiş Zaman – Andrey Tarkovski / Agora Kitaplığı
“Koca bir evreni içinde taşıyan insan: işte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir.
“Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum. Sinema sanatının gerçek ‘şiirsel’ özü burada yatar. Benim ‘kurgu sineması’nı reddetmemin sebebi, seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştarmasına imkân tanımamasıdır.
“Biz sanatçıların taşıdığı tek sorumluluk, kendi yapıtlarımızın düzeyini yükseltmektir. Nitekim ben de kendi filmlerimde hep, birlikte yaşadıkları insanlara bağlı olmalarına, yani özgür olmamalarına rağmen ‘içlerindeki’ özgürlüğü korumasını bilen insanları anlatmak istemişimdir.” (Arka Kapak)
9- Haneke Haneke’yi Anlatıyor – Michael Cieutat, Philippe Rouver / Everest Yayınları
Haneke sineması başından beri, hayatın can acıtan yanlarını didikliyor, kazıyor, kaşıyor, seyircisinin huzurunu kaçırıyor ve onu, kesin diye bildiklerini gözden geçirmeye davet ediyor. Philippe Rouyer ve Michel Cieutat tarafından Paris ve Viyana’da iki yıla yayılan zaman zarfında yapılmış elli küsur saatlik bu söyleşide usta yönetmen Haneke kendini berraklık ve içtenlikle ifade ediyor. Haneke, Haneke’yi Anlatıyor büyük bir yönetmenin insan ve yaratıcı olarak tam bir portresini çizmeyi başarıyor.
“Juliette Binoche, Isabelle Huppert, Daniel Auteuil, Jean-Louis Trintignant, Ulrich Mühe, Naomi Watts gibi dünyaca ünlü yıldız oyuncuların yer aldığı on bir uzun metraj… Sayısız uluslararası ödül, biri 2009’da Beyaz Bant’la diğeri 2012’de Aşk’la iki Altın Palmiye… Haneke’yi diğerlerinden ayıran, takıntılarını polisiyeden trajediye bambaşka tarzların dünyalarında eritme ve her birinde kendi üslubunu eşsiz bir şekilde koruma özelliği. Beyaz Bant’ın küçük Alman köyüne de, Piyano Öğretmeni’nin günümüz Viyana’sına da ya da Ölümcül Oyunlar’ın (ABD) hayali Amerika’sına da aynı gözle bakıyor; sanatı gerçeklikle baş etmenin tek yolu olarak gören sanatçının endişeli bakışıyla.”
10-Kurbağa Yağı Satıcısı – Akira Kurosawa / Agora Kitaplığı
Akira Kurosawa Raşomon, Yedi Samuray, Ran, Kagemuşa ve Düşler adlı filmleriyle 20. yüzyılın dev sinemacıları arasında eşsiz bir yere sahip olan ve kamerasını her zaman ‘insanlığın büyük serüveni’ne çeviren nadir yönetmenlerden.
Kendisinin ‘otobiyografi gibi bir şey’ diye nitelediği bu kitabındaysa, hayatının başlıca dönüm noktalarını, onu sinemanın büyülü evrenine sokan ağabeyiyle ilişkisini, ilk ustası bildiği Yamomoto’dan öğrendiklerini, kurbağanın ayna kaplı bir kutuya konduğunda kendi görüntüsünü değişik açılardan seyrederken hayretler içinde salgıladığı sıvının 3,721 gün bir söğüt dalıyla karıştırılarak kaynatılmasıyla elde edilen ‘harika iksir’ kıvamında diye tanımladığı sinemasını bir masal tadında anlatıyor…
İkinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğini anlayan bir ulusun, toplu harakiriyle ‘Yüz Milyonun Onurlu Ölümü’ne hazırlandığı bir ülkede büyüyüp, Ağustos’ta Rapsodi gibi hümanizm başyapıtları çıkartan bir yönetmenin hikâyesi…
İLGİLİ HABERLER
Memet Ali Alabora’nın yönettiği dünyanın ilk Türkçe ve Galce oyunu Londra'da seyirciyle buluşuyor
Meltem Arıkan'ın yazdığı, Memet Ali Alabora’nın yönettiği dünyanın ilk Türkçe ve Galce oyunu Londra'da seyirciyle buluşacak.
18-02-2019 16:16
İleri Haber
Meltem Arıkan’ın yazdığı, Memet Ali Alabora’nın yönettiği, Pınar Öğün’ün oynadığı Y Brain/Kargalar Galler turnesinden sonra 19-20 Mart’ta Londra’da sahnelenecek.
Gezi direnişi sonrasında yazdığı 'Mi Minör' oyunu nedeniyle yandaş basın tarafından hedef gösterilen ve Türkiye'den ayrılmak zorunda kalan Meltem Arıkan, yeni oyununda aidiyet kavraını sorguluyor.
İki karakterin diyaloğu üzerine kurulu oyunda, Meltem Arıkan'ın Türkçe konuşan, bastırılmış, rijit benliği Mel ile Galce konuşan, maceracı, doğa seven benliği Tem arasındaki bu diyalog, kişisel bir kriz anında, bir kadının kafasının içinde olup bitenlere tanıklık ediliyorç
Y Brain / Kargalar, baskılardan ve dilden yola çıkarak, kimlik ve yurt duygusunu ve özgürlük kavramını tartışmaya açıyor.
Oyundaki tüm diyaloglar Türkçe ve Galce olarak dekorun üzerine yansıtılıyor. Sadece İngilizce konuşanlar ise oyunu kendileri için özel olarak tasarlanmış kitaptan takip edebiliyorlar. Oyun iki farklı dili yan yana getirmesi, hareket tasarımı, müzikleri, dekor tasarımı, ışığı ve dijital teknoloji ile yaratılan görselliği ile seyirciye çok farklı bir deneyim sunuyor.
MELTEM ARIKAN: EN ZOR ZAMANLARIMDA BANA ŞİFA VERDİĞİNİ HİSSETTİM
Oyunla ilgili Meltem Arıkan'ın notu ise şöyle:
“Gezi Olayları sonrasında Türkiye’deki suçlamalar ve hedef haline getirilmem nedeniyle taşındığım Galler’de yeni hayatımı kurmaya çalışıyordum. Eşimin beklenmedik ölümünden sonra yeni acılar, yeni sorunlar ile başa çıkmaya çalışırken gerçekten her şeyden vazgeçmenin kıyılarında çok dolaştım...
Belki buradaki kazların, kargaların, ağaçların benimle kurduğu ilişki... Belki buradaki dağların, vadilerin, ormanların bana her zaman kucak açması… Belki buranın bakir doğası ile aramda hissettiğim bağ... Belki beni yutan dev binaların ürkütücü gölgeleri olmadığı için… Belki kalabalık trafik gürültüsü yerine hala kuş seslerini duyabildiğim için… Bu toprakların hayatımın en zor zamanlarında beni sarmaladığını ve bana şifa verdiğini hissettim.
Artık bu toprakların benim için özel bir anlamı olduğunu, bu toprakların benim kendimi bulmamı sağladığını biliyorum ve inanıyorum ki hepimizi çağıran bir yerler var aslında ama biz o çağrıyı nasıl duyacağımızı bilemiyoruz belki de…”
Oyunun programı şöyle:
14- 15- 16 Mart, 20.00 - Chapter, Cardiff
19- 20 Mart, 19.30 – Pleasance Theatre, London
23 Mart, 19.00 – St John’s College, Fisher Building, Cambridge
İzmir'deki tarih sahipsiz kaldı
İzmir'in Konak ilçesinde, iş hanı yapılmak üzere yıkılan binanın zemininde, Antik Roma dönemine ait liman hamam kalıntısı ve imparatorluk salonu kalıntılarının ortaya çıkmasının ardından, bölgede herhangi bir çalışma yapılmadı.
17-02-2019 16:41

Konak ilçesi Konak Mahallesi'nde, mülkiyeti Vakıflar Müdürlüğü'ne ait 120 yıllık Kaptan Mustafa Paşa İş Merkezi için yap-işlet-devret modeliyle 2016'da ihaleye çıkıldı. İhaleyi kazanan firma 12 Haziran 2016'da çalışmalara başladı. İş makineleriyle yapılan kazı çalışmaları sırasında, binanın zemininde tarihi kalıntılara rastlandı ve bölgede inşaat çalışmaları durduruldu. İzmir 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararıyla bölgede sondaj yapılarak, kalıntılar incelendi. Yapılan incelemelerin ardından, ortaya çıkan yapıların Antik Roma dönemine ait liman hamam kalıntısı ve imparatorluk salonu olduğu belirlendi. Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, alanın mutlak korunması gerekli yerlerden biri olduğunu belirleyerek, mevcut zemin suyunun giderilmesine ve önlenmesine ilişkin ilgili uzmanlarca rapor hazırlandığı bildirildi. Ancak aradan geçen zamana rağmen, bölgede herhangi bir çalışma yapılmadı.
'KALINTILAR HALA SU ALTINDA'
Tarihi kalıntılar gün yüzüne çıktıktan sonra bölge ile yakından ilgilenen Avukat Arif Ali Cangı, geçen yıl ekim ayında kalıntıların tespit edildiğini, aradan geçen 4 aya rağmen herhangi bir çalışma yapılmadığını belirterek, bölgenin sulara gömüldüğünü söyledi. Arif Ali Cangı, "3 Ekim'de Koruma Kurulu, buranın mutlak korunması gereken bir alan olduğunu, Antik Roma döneminden kalan bir liman olduğunu belirlemişti. Ayrıca SİT derecelendirmesi ve koruma statüsünün belirlenmesi açısından, zemin suyunun çekilmesi için çalışma yapılmasına karar vermişti. Bilgi edinme çerçevesinde yazdığım yazıya 1 Şubat'ta yanıt verildi. Cevapta Konak Belediyesi'nin bu konuda, Koruma Kurulu'na bir değerlendirme gönderdiği belirtildi. Burası su içerisinde kalmış bir yer ve 3 Ekim'den bu yana herhangi bir şey yapılmadı" dedi.
'GELECEK KUŞAKLARA AKTARILMASI GEREKİYOR'
Anayasa'nın 63'üncü maddesine göre bu tür varlıkların korunmasının, devletin görevleri arasında olduğunu anımsatan Cangı, Türkiye Cumhuriyeti'nin imzaladığı uluslararası sözleşmeleri de hatırlatarak, "Uluslararası sözleşmeler gereğince bu tür varlıklar, evrensel değerlerdir. İnsanların ortak kültürel mirasıdır. Devletin bunları tespit etmek, korumak, gelecek kuşaklara aktarma gibi sorumluluğu var" diye konuştu. Tarihi yapıların gelecek kuşaklara aktarılmasının hem hukuki, hem de tarihi bir sorumluluk olduğunun altını çizen Cangı, "Ancak ekim ayında yapılan tespitten sonra herhangi bir işlem yapılmadı. Zemin suyunun çekilmesi için hiçbir araştırma yapılmadı. Gelen giden yok. Burası suya gömülmüş vaziyette" dedi.
'İZMİR'İN KİMLİĞİNİN TAMAMLANMASI AÇISINDAN ÖNEMLİ'
Bu duruma 'dur' denilmesini isteyen Arif Ali Cangı, bölgedeki çalışmaların bir an önce başlaması gerektiğine değindi. Bunun için de İzmirlinin duyarlı olmasını isteyen Cangı, "İzmirliler tarihine sahip çıkarlarsa, kurumlar da harekete geçer diye düşünüyorum" ifadelerini kullandı.
Bu yapı ile ilgili olarak ilgili kurumlarda sessizliğin hakim olduğunu savunan Cangı, "Korkarım bu bölge unutturulmaya çalışılıyor. Biz bir taraftan unutturmamaya çalışıyoruz ama bir şeylerin yapılması gerekiyor; çünkü geçtiğimiz yaz aylarında burada ciddi bir çalışma oldu. Buluntular tek tek tespit edildi. Bulunan eserler düzgünce yerleştirilmişti. Şimdi o tarihi yapıların hepsi su altında kalmış durumda" diye konuştu.
Bölgenin İzmir'in bilinen tarihini de değiştirecek niteliğe sahip olduğunu söyleyen Cangı, şöyle konuştu:
"1900-2000 yıl öncesinin bir limanından bahsediyoruz. 1900-2000 yıl önce İzmir limanı nerede varsayılıyordu, şimdi bu kalıntılar ile nereye geliyor? Buna baktığımızda İzmir'in tarihini değiştirecek bir varlıkla karşı karşıyayız. İzmir'in kültürünün, turizminin gelişmesi açısında çok önemli. Kentin kimliğinin tamamlanması açısından son derece önemli. O nedenle sahip çıkmak gerekiyor."
Demirtaş'ın Seher'ine Fransa'dan Direniş ve Özgürlük Ödülü
HDP eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın ilk öykü kitabı Seher’in Fransızca çevirisi, Fransa’da Montluc Direniş ve Özgürlük Ödülü’ne layık görüldü.
16-02-2019 09:08

HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2017 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı Seher’in Fransızca çevirisi, Fransa’da Montluc Direniş ve Özgürlük Ödülü’nün sahibi oldu.
Demirtaş, edebiyat kategorisinde, Roberto Saviano, Rana Ahmad, Marie Fleur Albecker ve Alaa El Aswany gibi isimleri geride bırakarak ödülü kucakladı. 10 Şubat’ta düzenlenen törende, Demirtaş’ın yanı sıra, bu konuda geniş bir kamuoyu yaratarak 1981’de Fransa’da idam cezasının kaldırılmasını sağlayan avukat ve aktivist M. Robert Badinter ile Suriyeli sinemacı Mme Hala Alabdalla da ödüle değer görüldü.
Montluc Direniş ve Özgürlük Ödülü, Lyon’da Nazi işgaline karşı verilen onurlu mücadeleyi anmak amacıyla, her yıl direniş ve özgürlük gibi değerlerin yeniden önem kazanmasına katkıda bulunan edebiyat eserlerine, görsel ve görsel-işitsel işlere ve girişimlere takdim ediliyor.
DAHA ÖNCE DE ADAY GÖSTERİLMİŞTİ
Fransa’nın önemli yayınevlerinden Emmanuelle Collas tarafından L’Aurore adıyla ve Julien Lapeyre de Cabanes çevirisiyle yayımlanan Seher, en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Prix Médicis étranger’ye de aday gösterilmişti. Demirtaş’ın, Zadie Smith, Peter Stamm ve Yiyun Li ile aday gösterildiği ödüle, The Mars Room adlı kitabıyla Rachel Kushner layık bulunmuştu.
Mehmet Said Aydın: Ölüme bile hürmet olamadığı bir dönemin ertesinde, normal bir şiir yazamazdım
Son şiir kitabı raflardaki yerini alan şair Mehmed Said Aydın'la 'Lokman Kasidesi' hakkında konuştuk.
16-02-2019 00:19

Nazlı Eda Piyade / @nazliieda_
Lokman Kasidesi, geçtiğimiz hafta raflardaki yerini aldı. Kusurlu Bahçe, Sokağın Zoru ve Dedemin Definesi'nden tanıdığımız şair Mehmet Said Aydın bu kez de tarihe not düştüğümüz tüm yaraları da açık açık önümüze seriyor. Bunu da alışık olduğumuz bir tarzla değil kaside formatını kullanarak yapıyor.
Biz de 90'ların Kızıltepesi'nden aldıklarını 2010'ların metropolüne bırakan Aydın'la son şiir kitabı Lokman Kasidesi'ni konuştuk.
"Susma/ gördüklerin oldu/ bildiklerini hatırla/ susma" diyen Aydın, “Böyle günlerden geçerken normal şiirler yazamazdım” diyor.
'İYİ ÖĞRETMEN ŞANSI OLAN BİR DÖNEMDİ'
Kusurlu Bahçe, Sokağın Zoru, Dedemin Definesi’nden sonra Lokman Kasidesi’yle karşımızdasınız. Ben yazdıklarınızı okuduğumda günlük hayatlardan çok bir derdi anlatma gayenizi hissettim. Sizin için de böyle mi gerçekten? Nereden geliyor bu yazma eylemi sizin için?
Sanıyorum büyük kriz dönemlerinde insanlar “kurtulmak” ya da “rahatlamak” biraz, söylemenin imkânlarını kullanmak için bir şeyler yapıyor. Bizim kuşak, biraz erken ihtiyarladı denebilir. Büyüme koşulları, dünyanın vardığı hal... Küçükken her şey daha büyüktür malum. Yaş farkı da öyle gelirdi bana. Kocaman adam diye düşündüğüm insanlar, olsa olsa 20’lerindeymiş meğer. Biz de benzer bir süreçten geçtik belki. Tüm bunların içinde kendini yazmaya, çizmeye atıyorsun elbette.
Öte yandan benim yaş grubumun “iyi öğretmen” şansı olmuş. Çoğumuzun iyi bir öğretmen hikâyesi var. Benim de çok iyi bir öğretmenim oldu.
Ve bizim lise dönemi de genel olarak böyleydi. O dönem oralarda büyüyenler arasında, yazar da felsefeci de sinemacı da çıktı.
Bir yandan da tuhaf entelektüel bir dünyanın içindeydik ben daha lisedeyken Foucault okunuyordu, bu emsali sanırım sık verdim. Belediyelerin festival yapma dönemiydi öte yandan. O kadar çok müzisyen, edebiyatçı, kültür sanat insanı geldi ki Diyarbakır’a. Şimdiden bakınca hayal gibi görünüyor. Yayıncılık da bu kadar vahşi değildi sanırım, birçok edebiyat dergisi gelirdi ve okurduk.
'DAHA SOMUT BİR ŞEYİN PEŞİNDEN GİTMEYİ TERCİH ETTİM'
Peki böylesi 90’larda çocuk olmak, sizi yazmaya ittiği kadar yazıların içeriğini de şekillendirdi diyebilir miyiz?
Ben yazmaya başladığımda Selim Temo, Seyyidhan Kömürcü, Kemal Varol gibi isimlerin ilk kitabı çıkmıştı. Onlardan hemen önce Metin Kaygalak’ın şiirleri yayımlanmıştı. Hepsi çok değerli ve güçlü şairler olmakla birlikte başka başka şeyler yazdı aslında. Benim tercih ettiğim onlarınkinden biraz daha farklıydı denebilir.
Ben 2002 yılında İstanbul’a geldim, 18-19 yaşından beri, hayatımın esas kısmını gurbette geçirdim. Belki Kızıltepe’de kalsaydım, karşısında olduğumu farz ettiğim lirik bir dille devam edebilirdim. Daha anti-lirik, daha somut bir şeyin peşinden gitmeyi tercih ettim. Bu somutluk beni gündeliğe, kendi hayatıma götürdü. Aynı dönem, Marksizm’e de ikna olduğum, dünyaya emek temelli, fabrika emeği temelli bakmaya başladığım bir dönemdi. İlk kitaptaki şiirlerde bahsini açtığım metroya binmek, durak isimlerini ezberlemek, aradaki mesafeleri öğrenmek ile Levent’te hangi işçi mahallelerinin olduğunu öğrenmenin at başı gittiği bir zamandı. O fabrikalara gittim, oralarda “turist” olmadan konuşmaya, bakmaya çalıştım. İşçi örgütlenmesini kitabi bir şey olmaktan çıkarıp, tecrübe etmeye çalışıyordum kendi hayatımda. Tüm bunlarla daha somuta, belki geçmişime götürdü, bunları kendi hayatımla birleştirdim. O yüzden o bahçeye (“Kusurlu Bahçe”) gittim, o yüzden “Sokağın Zoru” dedim.
Yoksa zaten ben yazmaya başladığım dönemde, çok güçlü bir şiir yazılıyordu. Ben de orada doğmuş, oradan konuşmuş insanların içinden bir şey çıkarmaya çalıştım. Ahmed Arif'ten, çok kuvvetli bir yerden bize emanet kalan sesi, daha bugünden konuşan hatta bazen edebiyatı da geriye atarak çıkarmaya çalıştım.
Şunu demek de bir sakınca olmaz sanıyorum, Kızıltepe'de büyüyen bir Mehmet Said Aydın'la büyümeyen Aydın arasında bir fark olacaktı?
Elbette. Sanırım o yüzden, Kızıltepe Muhipleri Cemiyeti Murahhas Azası olarak habire Kızıltepe’den bahsediyorum.
'ANKARA'YI, SURUÇ'U HAKKIYLA KONUŞAMADIK BİLE'
Gezi kuşağının içinden biri olarak, henüz bizim kuşağın yaşadıklarını anlattığı, çok güçlü yapıtlar ortaya konmadığını söyleyebilirim. Siz her ne kadar “Kendi durduğum yerden anlatmaya çalıştım” deseniz de ben “Çalınmış bütün uykuların hesabını soracağız / hesabını soramadık çalınmış bütün uykuların” dizelerini okuduğumda kendimden bir şeyleri de çokça görebiliyorum...
Böyle hissetmeniz benim muratlarımdan biriydi doğrusu. Benim bu kitaptaki birincil derdim, edebî üslubu öne çıkarmak değildi. Yani bir form arıyordum bunları anlatmak için ve o formu geçmişte buldum. Ama aslında bugünü anlattım o formla. Çünkü bunların konuşulamıyor olmasına inanamıyorum.
Bu ülkede Ankara Katliamı oldu, kitlesel olarak inanılmaz büyük katliam. Çoğumuzun eşi dostu öldü, hepimiz orada olabilirdik. Birçok arkadaşımız oradaydı. Onun hemen öncesinde Suruç oldu, orada gencecik pırıl pırıl arkadaşlarımız, kardeşlerimiz katledildi. Konuşulamadı bile üzerine, bir şey söylenemedi. Bugün anması bile yapılamıyor hakkıyla.
'DOSTLUĞUN MERTÇE OLMASINDA BİR ŞEY YOK, DÜŞMANLIK DA MERTÇE OLSUN'
Bizim oturup kalkıp Ankara’yı konuşmamız lazımdı. Cizre’yi, Sur’u, Nusaybin’i saymıyorum bile. Taybet Ana’nın ölüsü günlerce sokakta kaldı, bir bebeğin cenazesi buzdolabında bırakıldı, çürümesin de gömülebilsin diye. Faraza o bebek bile “terörist” olsun, en yoğun savaş dünya dönemlerde bile insanlar birbirlerinin cenazesine hürmet göstermişlerdir. O yüzden Ahmed Arif diyor ya “Mertçe olsun isterim dostluk da düşmanlık da.” Dostluğun mertçe olmasında bir şey yok. Düşmanlık da mertçe olsun. Madem düşman olarak görülüyoruz o zaman o da mertçe olsun. Ölüme bile hürmet olamadığı bir dönemin ertesinde, normal bir şiir yazamazdım.
“Siyah poşetlere her gece ölmemiş bedenlerimizi koyarak evlerimize gittik, yürüdük sokakları bir şey olmamış gibi lokman” dizeleri de buradan çıktı öyleyse...
Hendeklerden hemen sonra Diyarbakır’a gitmiştim. Romantize etmek istemiyorum ama sokaklarda in cin top oynuyor, kimse kimsenin gözünün içine bakamıyordu. Bizim oralarda da birçok taşra kenti gibi siyah poşetle eve giden abilere laf edilir. Nedir siyah poşetle eve gitmek? İçinde içki var demektir. Anneme “Nasıl durumlar?” diye soruyordum o günlerde habire. Bir defasında “Herkes siyah poşetle eve gidiyor,” demişti. Yani hiç beklediğimiz insanlar bile evlerine siyah poşetle gider olmuştu. Bu cümle kulağımda, “siyah poşetlere kendi cesetlerimizi koyuyoruz aslında” cümlesini doğurdu. O yenilgi halinin bir görüntüsü, zihnimde siyah poşetler haliyle kaldı..
Peki kapak resmi? Yani kitabın içinde kendinden bu kadar şey bulan ben, kitabın kapağını yabancılıyorum. Nedir hikâyesi?
Kapak İhsan Oturmak diye ressam bir arkadaşımın işleri. Diyarbakırlı, çok beğendiğim bir ressamdır, aynı yerden konuştuğumuzu düşünmüştüm. Kitap yayımlanmadan, aslında bir buçuk yıl önce kapağı yapılmıştı. Kapağın kendisi, yazılma sürecinde vardı; ki muhakkak etkilenmişimdir de yazarken o resimlerden. Safların aralarında boşluklar var söz gelimi, o boşlukları ölüme yormuştum ben.
Ama bir risk de almış oldum. İki yönlü aslında: İlki anlattığım gibi, diğeriyse 17 yıldır söylemi siyasal İslam’a yaslanan bir iktidar var ve tüm bunlar onların döneminde oldu. Dolayısıyla bu insanların zamanında olan şeyleri anlatırken, onların hayatındaki bir şeyle söylemeyi de tercih ettim diyebilirim. Onlar da gördüklerinde “Bir dakika ya ne alaka?” diyebilsinler diye düşündüm. Örneğin arka kapakta da toplanıp bakan insanlar var ve nereye baktıkları konusunda bir soru işareti koymak istedim.
'ARTIK HİÇBİR KELİME SERİN DEĞİLDİ BENİM İÇİN'
Sokağın Zoru’nda “serin bir kelime” vardı. Lokman Kaside’sinde ise “şimdi hiçbir kelime zinhar serin değildir”e dönüşmüş. Nedir ikisi arasındaki fark?
Türkçede “serin” sıfatı, biraz olumsuzluk vurgusu taşır. Kürtçede ise “serin” yani “hênik” müthiş olumludur. O dizeyi, Türkçenin imkânıyla Kürtçedeki kullanılma biçimini bilerek çarpıştırmıştım.
“Sokağın Zoru” Gezi direnişi zamanıydı, “Kusurlu Bahçe”de benim için her şey çok yeniydi, Lokman’da ise hendek süreci geçmiş, Rojava geçmiş, kitlesel tutuklamalar, katliamlar yaşanmıştı. Sonuçta bu anlamıyla, Lokman Kasidesi bir “yenilgi” kitabıdır. Dolayısıyla hiçbir kelime serin değildi benim için, yazarken.
Burada kendimi de şerh ediyorum öte yandan. Hiçbir kelimeyi serin görmemekle birlikte, artık kelimelerin bize faydasının olmadığı bir zamana geldiğimizi hissediyorum. Böyle dönemler tarihin her uğrağında yaşandı elbette, sonuçta köşeye sıkışırsın, sonra başka bir kitlesellik doğar ve başka bir şey olur.
Peki siz buna inanıyor musunuz? Yani bu cenderenin kırılacağına?
Diyalektik de, tarih de bize bütün cenderelerin kırıldığını söylüyor. Yılmaz Güney’in o cümlesini hatırlayalım. İyidir hatırlamak.
Bu hafta vizyona giren 8 film
Bu hafta vizyona giren 8 yeni filmi Sinema Kolektifi sizin için derledi. İyi seyirler..
15-02-2019 23:33

Bu hafta 8 yeni film vizyona girerken; Van Gogh’un hayatından bir kesiti anlatan Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında haftanın öne çıkan filmi oluyor. Robert Rodriguez’in yönettiği Alita: Savaş Meleği filmi ve Göç Mevsimi de haftanın öne çıkan filmlerinden.
1- VAN GOGH: SONSUZLUĞUN KAPISINDA
Yönetmen: Julian Schnabel
Oyuncular: Rupert Friend, Oscar Isaac, Willem Dafoe
Sonsuzluğun Kapısında / At Eternity’s Gate, Vincent van Gogh’un Arles’teki son zamanlarını konu ediyor. Ünlü ressamının hayatının ele alındığı filmde, Van Gogh’u Willem Dafoe canlandırıyor. Ülkemizde geçen sene vizyona giren Loving Vincent filminde sanatıyla büyük bir izleyici kitlesine ulaşan Van Gogh, bu filmde hayatının bilinmeyenleriyle seyirciyle buluşuyor. Yönetmen koltuğunda ise Kelebek ve Dalgıç / The Diving Bell and The Butterfly filminden tanıdığımız Julian Schnabel oturuyor. Senaryosunu yönetmen Schnabel ve Jean-Claude Carrière’nin birlikte kaleme aldığı biyografik yapımın oyuncu kadrosunda Oscar Isaac, Rupert Friend, Mads Mikkelsen gibi ünlü isimlere yer veren filmde, Willem Dafoe sergilediği muhteşem performans ile En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’na aday.
2- ALITA: SAVAŞ MELEĞİ
Yönetmen: Robert Rodriguez
Oyuncular: Mahershala Ali, Rosa Salazar, Jennifer Connelly
Alita, kim olduğunu veya nereden geldiğini bilmediği bir halde tanımadığı bi gelecekte uyanır. Şefkatli bir doktor olan Ido onu yanına alır ve cyborg görüntüsünün altında olağanüstü bir geçmişe sahip genç bir kadının kalbi ve ruhu olduğunu fark eder. Alita yeni hayatına alışmaya çalışırken, Doktor Ido da onu gizemli geçmişinden korumaya çalışır. Yeni arkadaşı Hugo ise Alita’nın anılarını tetiklemesine yardımcı olmak ister. Bu sırada şehri yöneten tehlikeli ve yozlaşmış güçler Alita’nın peşine düşer. Eşi benzeri görülmemiş dövüş yeteneklerine sahip olduğunu fark eden Alita, geçmişine dair bir ipucu elde edecektir. Tehlikeli insanlarla karşı karşıya olan Alita; arkadaşlarının, ailesinin ve dünyasının kurtarılmasında kilit rol oynayacaktır.
3- GÖÇ MEVSİMİ
Yönetmen: Cristina Gallego, Ciro Guerra
Oyuncular: Carmiña Martínez, José Acosta, Natalia Reyes
1970’li yıllarda bir aile kurma umuduyla köklü bir aileden kız almak isteyen Rapayet, başlık parası için en yakın arkadaşı Moises’le birlikte illegal ticarete atılır. İşler düşündüklerinden de kârlı gider; Rapayet de Moises de artık hayal edemeyecekleri kadar zengindir. Ancak parayla gelen hırs ve açgözlülük, sıkı sıkıya bağlı oldukları geleneklerinin ve aile bağlarının zedelenmesine neden olur. Rapayet ailesini korumak için her türlü fedakarlığı yapsa da kapıda bekleyen büyük savaşa engel olamaz.
4- BİR AŞK İKİ HAYAT
Yönetmen: Ali Bilgin
Oyuncular: İpek Bilgin, Osman Sonant, Engin Akyürek, Merve Dizdar, Bergüzar Korel
Engin Akyürek’in yönetmen Umut’a, Bergüzar Korel’in ise mimar Deniz karakterine hayat verdiği filmde, Umut’un kaderini o gece vereceği karar değiştirecek. Köpeğini dışarı çıkarmak ile evde kalmak arasında bir tercih yapması gereken Umut, aşk ve hayatın sonsuz seçenekleri arasına hangisinin doğru olduğunu bilmeden adım atacak. Biri karşısına hayatının aşkını çıkarırken, diğeri ise onu fırtınalı günlere savuracak.
5- ATERIKS: SİHİRLİ İKSİRİN SIRRI
Yönetmen: Alexandre Astier
Yenilmez Galyalıların gücüne güç katan Sihirli İksir için ot toplamaya çıkan Büyüfix ufak bir kaza geçirir. Artık iyice yaşlanan Büyüfix’in, bu kaza üzerine Galyalıların geleceği ile ilgili endişesi artmaya başlamıştır. Büyüfix, sihirli iksirin tarifini paylaşacağı, yetenekli ve dürüst bir büyücü bulmak üzere Galya’yı baştan başa dolaşmaya karar verir: Tabi Asterix ve Oburix’in eşliğiyle…
6- COOL ÇOCUKLAR KAMPTA
Yönetmen: Lisa Arnold
Oyuncular: Connor Rosen, Logan Shroyer, Michael Gross
Utangaç bir genç olan Spence annesi Taryn, erkek kardeşi Zach ve dedesi Norman ile birlikte yaşamaktadır. Dedesi Norman, ona anlattığı masallar ve geçmişte yaşadığı maceralar ile Spence’in bu utangaçlığından kurtulması için cesaret verir. Spence için bu utangaçlığını yeneceği en büyük sınav gideceği yaz kampıdır. Kampta tanışacağı yeni arkadaşlarının da yardımıyla tüm korkularıyla yüzleşip daha cesur olmak adına hayatı boyunca unutamayacağı çılgın maceralar yaşayacaktır.
7- HEP YEK 3
Yönetmen: Özgür Bakar
Oyuncular: Yıldırım Memişoğlu, İnan Ulaş Torun, Gökhan Yıkılkan, Mahmut Tuncer, Ali Sürmeli
Altan ile Gürkan, Serinin 2. filminde yanlışlıkla cezaevine düşürdükleri Cevat Bakır’ı kurtarmak için Nizam Baba ile anlaşırlar. Yaptıkları büyük bir salaklık ile tekrar mafyanın bir numaralı öldürülecekler listesine düşen Altan ile Gürkan, kendilerini istanbul’un en büyük tarihi eser kaçakçısı Bilal Özkök’ün yılbaşı partisinde bulurlar. Yılbaşı partisini birbirine katan Altan ve Gürkan’ın başına gelenler komedi tufanını zirveye çıkaracak.
8- ŞEYTANIN BÜYÜSÜ
Yönetmen: Bidisha Chowdhury
Oyuncular: Jill Evyn, Lane Townsend, Jeremy Walker
Şeytanın Büyüsü, kendisine miras kalan eve yerleşmesiyle, geçmişin kapılarını aralayan genç bir kadının hikayesini konu ediyor. Genç bir kadın olan Daniela, sanat ile ilgilenmektedir. Kendisine ait bir dünya kuran Daniela’nın yaşamı, avukattan aldığı bir haberle farklı bir hal alır. Daniela’ya, teyzesi Sofia’dan yüklü miktarda para ve bir ev kalmıştır. Kendisine kalan miras ile ne yapacağına karar veremeyen Daniela, şehir dışına çıkmanın kendisine iyi geleceğini düşünerek, eve gitmeye karar verir. Vakit kaybetmeden yola koyulan genç kadın, yeni bir yer görecek ve yeni insanlarla tanışacak olmasından dolayı oldukça heyecanlıdır. Ancak onu bekleyen şeyler, düşündüklerinin çok ötesindedir. Teyzesinin evine yerleştikten kısa bir süre sonra, tuhaf olaylarla karşı karşıya kalan Daniela, evde genç bir kıza ait olan bir günlük bulur. Genç kadın, günlüğü okumaya başlayarak, geçmişin kapılarının aralar ve geçmişin korkunç gerçekleri ile yüzleşmek zorunda kalır.
Sanatçı Ferhat Tunç hakkında hapis istemi
Sanatçı Ferhat Tunç hakkında örgüt üyeliği ve örgüt propagandası suçlamasıyla sekiz buçuk yıldan 20 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.
15-02-2019 22:32

Sanatçı Ferhat Tunç hakkında iki suçlamayla 20 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Diyarbakır Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma tamamlanarak iddianame hazırladı.
Diyarbakır 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği iddianamede sanatçı hakkında örgüt üyeliği ve örgüt propagandası suçlamasıyla sekiz buçuk yıldan 20 yıla kadar hapis istendi.
Mezopotamya Ajansı’nın haberine göre, hazırlanan iddianamede, Tunç’un teknik ve fiziki takip sonucunda farklı tarihlerde Demokratik Toplum Kongresi (DTK) toplantılarına katıldığının tespit edildiği aktarıldı.
İddianamede şu şekilde:
“Kürt kökenli vatandaşların devlet tarafından katledildiği, ezildiği, sömürüldüğü ve tecride mahkum bırakıldığı yönünde algı oluşturmak, terör faaliyetlerinin meşru olduğuna insanları inandırmak, vatandaşların devlete karşı kin ve nefret duyguları beslemesini sağlayarak, devlete küskün kitleler oluşturmak ve bu kitleyi örgütün saflarına çekmek maksadıyla paylaşımlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.”