Meseleler: Kuram

Sosyalist mücadele, evrensel ideallerin Türkiye acentesi gibi davranmaktan çok, Türkiye’de evrensel ideallerin hangi toprakta yeşereceğini arayıp bulmakla ilgilenmelidir.

Türkiye’de sosyalist hareketin kurama duyduğu ilginin zayıflığı hep söylenir. Bunun bir yanıyla doğal karşılanması mümkün. Sonuçta kuramsal çalışma, özelleşmiş bir yönelimi ve belirli yatkınları (hatta, imkanları) gerektirir.

Fakat esas sorun burada değil. Yani esas sorun sosyalist hareketimizin fazlaca “teorisyen” yetiştirememesinden çok, kadrolarının kuramdan beslenme, kuramın gelişimini takip etme ve kuramla yaratıcı biçimde ilişkilenme hevesinin az olması.

Bu eğilimin iki dolaysız sonucu var. Birincisi, siyasal mücadele ve pratik çalışma ile kuram arasında olması gereken bağın kurulamaması. Bu, sanıldığı gibi sadece siyasal mücadeleye ve pratik çalışmaya değil, en başta kurama zarar vermektedir. İkincisi ise, kuramsal çalışmanın dönüp dolaşıp yüzünü geçmişe dönmesi. Başka bir ifadeyle, kuramın tarihi, bir incelemenin yöntemini berraklaştıran kaynak olmaktan çıkıp incelemenin kendisi haline gelmektedir.

Sonuçta, sosyalist hareketimizin önünde duran birçok başlık ya kuramda (onun geçmişinde) yeterince işlenmediği için ya da ilgilileri konuya kuramsal kaynaklardan hareketle yaklaşmayı gerekli görmedikleri için yeterince çalışılmamış, araştırılmamış, siyasal sonuçlara vardırılmamış düğümler (meseleler) halinde duruyor.

Sadece siyasal mücadelenin ve pratik çalışmanın karşılaştığı zorlukların aşılması için değil, bizzat kuramın mevcut gerçeklik içinde yeniden üretilebilmesi için de çözülmesi şart olan düğümler…

***

Bu düğümlerin ilki, çağımızda sömürü deneyimlerinin ve proleterleşme süreçlerinin yeni örüntüleridir.

Günümüzde hem üretim tekniklerinde hem emek rejimlerinde hem de sermaye birikim biçiminde oldukça sarsıcı dönüşümler olmuştur ve bunların mülksüzleştirme süreçleri ile artık değer sömürüsü konularında yeni deneyimleri beraberinde getirdiği bellidir.

Sözünü ettiğimiz yeni deneyimlerin en çarpıcı olanlarından biri, mülksüzleştirme süreçlerinin neredeyse tüm toplumsal yaşamı içerecek bir kapsama erişmesidir. Diğer bir deyişle, klasik örneklerde olduğu gibi mülksüzleştirme artık geçimlik üretimini yapabilen bağımsız zanaatçıyı üretim araçlarından mahrum bırakarak onu proletarya saflarına çekmekle sınırlı kalmayıp, doğrudan doğruya proleterin kendisini hedef almaktadır. Proleter, mülksüzleştirmenin bu genelleşmiş çemberinde sosyal güvenceden kamusal hizmetlere, barınma hakkından piyasa-dışı geçim dayanışmasına, nihayetinde siyasal haklarının kullanımına kadar sahip olduğu tüm “varlıklardan” mahrum bırakılmaktadır.

Mülksüzleştirmenin bu genelleşmiş biçiminin “siyasal” bir hedefi olduğu, emekçileri denetim altında tutmak için geliştirilen baskı politikalarından kaynaklandığını düşünmek doğru elbette; ancak bunun aynı zamanda artık değer sömürüsünün şiddetini artıran yanıyla dolaysız biçimde “ekonomik” bir içeriği olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.

O halde, proletaryanın yaşadığı mülksüzleştirme ve sömürü deneyiminin artık üretim sürecinin içine sıkıştırılamayacak ölçüde toplumsallaştığını söylememiz gerekir. Diğer bir deyişle, emek gücünün yeniden üretimi süreçlerinin kapitalist sömürüye maruz kalma yoğunluğu geçmişe kıyasla hayli artmıştır. Doğal olarak, sınıf mücadelesinin gündemleri de basitçe ücretlerin ya da çalışma yaşamının iyileştirilmesini ifade eden taleplerin çok ötesine taşarak siyasal, toplumsal, hatta yaşam tarzlarına değgin yanlar kazanmıştır.

Kuşkusuz dünya genelinden de örnekleri verilebilir, ama en azından Türkiye için konuşursak laiklik ya da yaşanabilir kentler için mücadele etmenin, özgürce müzik dinleyebilme ya da sokaklarda huzur içinde gezebilme talebinde bulunmanın sınıf mücadelesiyle ilgisi olmadığını söylemenin (en azından, artık) anlamı kalmamıştır. Bunlar, kapitalist hükümetlerin baskıcılığından ibaret olmayıp, tam da sermayenin mülksüzleştirme ve sömürü süreçlerini genelleştirmesinin sonuçlarıdır.

***

Sözünü etmek istediğim düğümlerden bir diğeri, devrimin salt bir an olarak düşünülmesi, ama buna karşılık devrimi yaratacak, olgunlaştıracak ve mümkün kılacak sürecin önemsenmemesidir.

Sosyalist hareketteki tartışmalarda devrimin bir an olarak ele alınması, kuşkusuz, son derece önemli siyasal ayrımlara işaret ettiği için kaçınılmazdır. Nihayetinde kopuş uğrağını, devrim anını ve onun özel belirlenimlerini içermeyen bir devrim stratejisi tartışmasının anlamı da önemi de yoktur.

Ancak, devrim anının bu denli önemli olması, devrim sürecinin neredeyse tamamen karanlıkta bırakılmasının, herkesin el yordamıyla hareket edeceği bir biçimsizliğe terk edilmesinin gerekçesi olamaz. Devrimi yaratan sürecin tahayyül edilmesinde (ve buna bağlı olarak planlanmasında ve hazırlanmasında) gösterilen isteksizlik, sürekli devrim anına dair ayrımlar üreten, ama devrime nasıl bir süreçle ulaşılacağı konusunda suskun kalan bir sosyalist literatür üretmiştir.

Bu suskunluğun en yakıcı sonucu, sosyalist hareketin hiçbir gerçekçi ve tutarlı büyüme stratejisine sahip olmamasıdır. Evet, sosyalist hareketteki partilerin ve örgütlerin büyüme (toplumsallaşma, kitleselleşme) çabaları olmuştur, bu çabalar aracılığıyla biriktirilmiş önemli deneyimler de vardır; ancak bunlar da hiç geçmeyen siyasal anksiyeteler yüzünden kadük bırakılıp rafa kaldırılmıştır.

Nitekim, günümüzde sosyalist hareket devrimci görevlerinin her birini gerçekleştirmek için hala büyümeyi beklemektedir; ancak bu büyümenin tek tek üye kaydetmek dışında nasıl sağlanacağı, büyümeye hizmet edecek siyasal programın ve örgütsel yapılanmanın ne olduğu, büyüme sürecinde hangi toplumsal mücadele alanlarının ve ittifak/işbirliği modellerinin deneneceği belli değildir. Bu sorulara verilen hiçbir yanıt yoktur demiyorum; ama bu yanıtlar esasında ortada bir yanıt olmadığı gerçeğini gizlemeye yaramaktadır.

***

Değineceğim üçüncü düğüm ise şu: Sosyalist hareketin kuramdan beslendiği ölçeğin evrenselden yerele, özgül olana doğru daralması.

Daha doğrusu, daralamaması.

Kuram, doğal olarak, olgu ve ilişkilerin soyutlanmasını, bu soyutlamalar yoluyla genelleşmiş sonuçlara, evrensel olana varılmasını gerektirir. Ancak kuramda evrensel olanın rolü, yerel, özel, hatta görüngüsel olanın yadsınması anlamına gelmez. Dahası, bir kuramın ne kadar iyi işleyebildiğinin göstergesi de evrensel olanın yerel olanı, genel olanın özel olanı, kalıcı olanın geçici olanı ne kadar iyi açıklayabildiğiyle ölçülür. Kuramın inşasında ne denli evrensele ihtiyaç varsa, kuramın işleyişinde de o denli yerele ihtiyaç duyulur.

Bu söylenenin anlamı, kuramsal çalışmanın mutlaka bir özgül bağlama yerleştirilmesi gerektiğidir. Elbette, herhangi bir özgül bağlama sahip olmayan, bu anlamda salt kavramsal soyutlamalarla ilerleyen kuram çalışmaları mümkündür. Ancak bu tarz çalışmalar özel olarak siyasal nitelik taşımazlar. Eğer işin içine siyaset girecekse, daha doğrusu kuramsal çalışmanın bir de siyasal amacı olacaksa mutlaka özgül bir bağlamın tanımlanması ve kuramsal çalışmanın o bağlamda iş görmesi kaçınılmazdır.

Ne yazık ki, kurama bu kadar az ilgi gösteren sosyalist hareketimiz, iş siyasete geldiğinde kuramın en evrensel belirlenimleriyle yetinir haldedir. Böyle olunca bağlamından koparılmış alıntılar, tarihselliğinden arındırılmış olaylar, Türkiye’de (en azından yakın gelecekte) hiçbir toplumsal karşılığı bulunmayan anlatılar siyaset alanına sürülmektedir. Sonuçta siyasal gündemlerin sıralanmasından parti işleyişi ve örgütlenme modellerine kadar birçok konuda, kuramın evrensel belirlenimlerinin tümü hiçbir filtreye başvurulmadan, gerçekçilik sınavından geçirilmeden, ivedilik ölçeğine vurulmadan, kitleselleşme imkanları tartılmadan, tam olarak söylersek herhangi bir özgül bağlama yerleştirilmeden boca edilmektedir.

Az önce de dediğim gibi, salt kuram düzeyindeki çalışmalarda böylesi bir özgül bağlama gerek yoktur; hatta, bu tür çalışmalar oldukça faydalı sonuçlar üreterek birçoğumuzun kuramda derinleşmesini sağlamaktadır. Ancak, öncelikli misyonu siyaset olan ve varlığının özel kipi de siyasallık olan sosyalist hareketin kendisine seçeceği yolu mutlaka özgül bir bağlamda kurgulaması zorunluluktur.

Buna ister yerlileşme denilsin, ister Türkiyelileşme; önemli olan nasıl adlandırıldığı değil. Sosyalist mücadele, evrensel ideallerin Türkiye acentesi gibi davranmaktan çok, Türkiye’de evrensel ideallerin hangi toprakta yeşereceğini arayıp bulmakla ilgilenmelidir. Önemli olan, önemli olduğu kadar zor da olan budur.