Memet Ali Alabora anlattı: Galler dizisinde Ahmet Kaya şarkısı söylerken ağlamak…

Memet Ali Alabora anlattı: Galler dizisinde Ahmet Kaya şarkısı söylerken ağlamak…

"Bir yerin lokali olmaya çalışın, gittiğiniz yerli olun, o kentli o mahalleli o köylü olmaya çalışın. Elbette kendi hayatınızı ve bazı şeyleri oraya götüreceksiniz ama oralı olduğunuz zaman bence bambaşka keyifler alacaksınız."

Hilal Seven

Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır. 

İlk söyleşide Memet Ali Alabora, Galler’de sürdürdüğü yeni yaşamını anlattı. 

Bundan yirmi yıl önce bana akrabalarımın ekonomik sebeplerden ötürü kebap emekçisi olarak göç ettiği topraklara Memet Ali Alabora da politik bir oyuncu olarak göç etmek zorunda kalacak deseler muhtemelen ya inanmazdım ya gülerdim. Peki, nasıl oldu da Türkiye’nin en ünlü oyuncularından biri Galler’de bir göçmen oldu?

(Gülüyor) Öyle soruyu sormak kolay da cevabı o kadar kolay değil. Tabii ki her şey 2013’teki Gezi süreciyle oldu. Ben o yıl ülkeden ayrılıp daha sonra da dönmeyi tercih etmedim. Geldiğim ilk yer Galler oldu ve burada kalmaya karar verince Gallerli olmuş oldum. Burada neredeyse yeniden bir hayat kurdum. Hem bir tiyatrocu ve tiyatro yönetmeni olarak hem de yaratıcı işler yapmaya çalışan ajans sahibi biri olarak, yeni bir hayat kurmaya çalıştım ve Galler de benim evim haline gelmiş oldu. Böyle planlanmış bir şey değildi tam olarak. Neden Galler’e geldiğimiz çok soruluyor. Bu da birtakım tesadüflerin sonucunda oldu ama neden Galler de kaldığım aslında daha önemli bir soru haline geldi artık. 

‘GÖÇ DNA’MIZDA VAR’

Peki göçmen olmak nasıldır, biraz tarif eder misiniz? 

Benim durumum göçmenlikten biraz farklı. Hani göçmen misin, sürgün müsün, mülteci misin… Hatta ilk kez bana mülteci kelimesi söylendiği zaman, “Ben mülteci miyim?” diye düşündüm. Mültecinin anlamına baktığın zaman aslında uyuyor, çünkü sürgün olanlar da mülteci oluyorlar. Sonra sürgün olmakla mülteci olmak arasında gidip geliyorsun. Aslında tabii ki göçmensin, her şekilde bir yerden bir yere göçmüş olduğun için göçmensin. Göçmenlikle ilgili fikrim şu; Türkiyelilerin yoğunlukta olduğu bir masa kurarsanız, neredeyse herkes göçmen olacaktır, her zaman ve her yerde. En azından yüzde 80’i göçmen olacaktır. Yani mutlaka biri diyecektir ki “biz aslında Selanik göçmeniyiz”, diğeri diyecek ki “Girit göçmeniyiz”, bir diğeri diyecek ki “biz Diyarbakır’dan gelmişiz”, "aslında biz Dersimliyiz de Sivas’a, Erzurum’a gelmiş bizimkiler” şeklinde… Ama bu Türkiyelilikle ilgili bir durum. Burada öyle değil. Galler’de bir masaya oturduğunuz zaman öyle olmayacaktır. Dolayısıyla oradan baktığımız zaman neredeyse göç DNA’mızda varmış gibi bir durum var. 

Yani göçmenlik Türkiyelinin kaderi mi?

Emre Koyuncuoğlu 2017 yılında Eurotopia adında bir proje yapmıştı Theatre Freiburg’da. Proje mübadeleyle ilgiliydi. Müslüman nüfusla Hristiyan nüfusun Yunanistan ile Türkiye arasında değiştirilme hikayesiydi. Şimdi ben de bir mübadil ailenin devamıyım. Benim babam ve dedem İstanbullu, dedemin babası Selanik göçmeni. Anne tarafından da yine oralara uzanıyor. Mesela bunun bir travma olarak aktarıldığını hiç hissetmemiştim ya da duyumsamamıştım Emre’nin oyununu görene kadar. Aslında oyuna baktığında, bunun bir travma olduğunu ama bizim neden o şekilde yaşamadığımızı sorguluyor. Oradan baktığın zaman 1910 yılında baba tarafından aile İstanbul’a gelmiş. İşte yüz yıl kalmışız. O kadar tutunabilmişiz. (Gülüyor) Şimdi bir göç daha. Muhtemelen onlar da Selanik’e bir göçle gitmişlerdi. Dolayısıyla aslında göçmenlik bana benim geldiğim coğrafyadan daha geniş bir şey düşündürtüyor. 

Yeni yaşamınız sizde neyi değiştirdi? 

Her şeyi değiştirdi ya… (Gülüyor) Tabii ki değiştirdiği ve değiştirmediği şeyler var. Bir kere bakış açısını değiştiriyor, en önemli şeylerden bir tanesi o galiba. Uzaktan bakma hali. Hem kendi yaratmış olduğun kimliğe hem içinde büyümüş olduğun kültüre hem içinde büyümüş olduğun dile belli bir mesafeden bakabilme hali, bana yeni perspektifler kazandırdı. Hem kendimle ilgili hem geldiğim ülkeyle ilgili hem de bu ülkeyle ilgili. Dolasıyla bu benim için iyi ve değişik bir deneyim oldu. Belki de insanın uzaktan bakabilmesi iyi bir şey. Ben İngilizceyi çok uzun yıllardır konuşuyordum, sağ olsunlar anam babam bir daire parasını özel okula yatırıp da bizi özel okula gönderebilmişler. Dolasıyla çok uzun zamandır İngilizce konuşuyorum. Ama İngilizce yaşamak başka bir şey ve tabii ki İngilizcem bambaşka bir yere evirildi. Şu anda İngilizce dilinin, Birleşik Krallık’taki kültürün hemen hemen her kıvrımını anlayabilecek durumdayım ve bu bana keyif veriyor açıkça söylemek gerekirse. Çünkü o zaman bu kültürü tam olarak yaşayabiliyor olduğumu hissediyorum. Sonuçta bizim yaptığımız işin ham maddesi dil olduğu için dil çok önemli bir şeye dönüşüyor. Ek olarak Galce bir dizide oynadım. Hayatında ne değişti diyorsun ya hani, adını bilmediğim bir dilde, böyle bir dilin varlığını bilmediğim bir dilde dizide oynadım. Hayatımda değişen şeylerden bir tanesi bu. Bir de ben hep şöyle baktım açıkçası, eğer ikinci bir şans verilse ne yaparsın diye sorarlar ya hep, sen de dersin ki, şimdi ki aklım olsa şöyle yaparım böyle yaparım… E işte verildi, şimdiki aklında var, ne istiyorsan ol. İstiyorsan kebapçı ol, istiyorsan tiyatrocu ol, ne istiyorsan onu ol yani. Dolayısıyla birazcık da o oldu. Onun için daha çok tiyatro yönetmenliği oldu. Tabii, oyunculuk yaptığınız zaman daha çok görünen o olmuş oluyor. Ama benim daha çok yaptığım aslında oyunculuk olmadı geldiğimden beri. 

GALCE DİZİDE BİR DENİZ, BİR DE EKİN…

Peki oyunculuk da bir anlamda farklı hayatları yaşamak, yorumlamak, anlamak, hissetmek değil mi? Buradan hareketle yeni bir yaşam kurmak bir oyuncu için daha da avantajlı olur, diyebilir miyiz? 

Aslında tam öyle olmuyor, çünkü o bir meslek. Oyunculuğun kattığı birtakım şeyler ona yardımcı olabilir tabii ki ama bence ondan daha da önemlisi şu: Eğer bir oyuncuysanız, sanatla uğraşan biriyseniz, bilim insanıysanız, bir gazeteciyseniz, ya da bir akademisyenseniz, -bu örnekler çoğaltılabilir- yani belli bir çevresi olan bir işi yapıyorsanız zaten başka bir ülkeye gittiğiniz zaman ilk bulacağınız insanlar kendi ülkenizden olan insanlar değil, kendi alanınızdan insanlar olacaktır. Gazeteciysen gazetecileri bulacaksın, matematikçiysen matematikçileri bulacaksın. Bunu bulabiliyorsan aslında çok tanıdık bir yerde oluyorsun. Buradan deminki göçmen sorusuna da dönüyorum, göçmen olmuyorsun yani. Tiyatro dünyanın her yerinde aynı ve tiyatroya gittiğin anda o kadar aynı ki her şey, aynı dili konuşuyoruz. Aynı şeyleri yaptığımız bir ortam orası. Biz böyle bir millet gibiyiz yani. Aynı şeyi gazeteciler için de, akademisyenler için de söyleyebilirsin, nükleer fizikçiler için de… 

Geçenlerde S4C kanalında yayınlanan Fflam adlı Galce dizide rol aldınız. İki Türkiyeli karakterin hikayeleri etrafında da şekillenen senaryonun sizlerden esinlenerek yazılmasından bahseder misiniz biraz?

Pınar da ben de aynı yapım şirketinde, yönetmen Pip Broughton tarafından çekilen Un Bore Mercher, (İngilizcesi “Keeping Faith”) adlı dizide oynamıştık. Oradan bir tanışıklığımız var Pip’le ve bizim hikâyeyi çok iyi biliyordu zaten. Sonra başka bir dizide daha bize rol teklif etmişti. Bu dizideki rolü gerçekten bizi düşünerek yazmış. Önce bir test yazımı ve çekimi yapıldı sonra da “Evet, devam edelim güzel fikir” dediler ve bu proje hayata geçmiş oldu. Biz dahil olduktan sonra ben senaryodaki bazı şeylerin daha otantik olabilmesi için ufak tefek müdahalelerde bulundum ve ortaya Deniz ve Ekin ismiyle iki tane karakter çıkmış oldu. 

Bir izleyici olarak iki Türkiyeli oyuncunun Galce bir dizide rol almasını ben çok heyecan verici bulurken bir oyuncu olarak sizin nasıl hissettiğinizi hayal edemiyorum. Nasıl bir duyguydu?

Çok güzel bir duygu elbette. Bir kere inanılmaz zordu, özellikle ezber yapma kısmı. Ben zona çıkardım set sırasında… Gerçekten stresliydi ama çok keyifliydi. Dilin içinde böyle var olabilmek çok iyi, çok özel bir duyguydu. Çok müthiş, çok keyifli bir setle çalıştık. Bazen setler çok güzel olur kimileri ise çok güzel olmaz, şimdi yalan söylemeyelim yani… Her zaman çok tatlı insanlar bir araya gelmez. Bu sefer çok tatlı insanlar bir araya gelmişti ve çok güzel bir çalışma oldu. 

Peki Birleşik Krallık’a ilk geldiğiniz zaman Galce bir dizide oynayacağınızı hayal etmiş miydiniz? 

Benim aklıma gelmezdi. Galce diye bir dil olduğundan, çok fazla da insanın konuştuğundan, hayatın içinde devam ettiğinden, Britanya’nın bir yerinde başka bir dilde konuşulduğundan haberim yoktu. Burada İngilizce konuşulur ya, yani doğrusu biz öyle biliyoruz ya… (Gülüyor) Dolayısıyla burada evet biz İrlandalıların, İskoçların, Gallerlilerin yaşadığını öyle ya da böyle biliyoruz ama bana uzaktan, bir ülke var bu da onların tatlılıklarıymış gibi geliyordu. Birleşik Krallık tarihini o kadar bilmediğim için böyle bir derin yarılma olduğunu da hissetmiyordum. Buraya geldikten sonra şunu görüyorsun; politik olan yarılmaları geçiyorum, kültürel olan yarılmaları, ayrılıklar da inanılmaz. Burada gerçekten dört ayrı ülke var. Bu dört ülke arasında birinden diğerine geçtiğin zaman bu ayrımı anlıyorsun. 

'EN ÇOK ACITANLAR, TESLİM OLANLAR’

Türkiye’de yaşamaya dair en çok neyi özlüyorsunuz? 

Bunun cevabı hep aynı. Lüfer. 

Yine Türkiye’ye dönecek olursak, Türkiye’de yaşayan sanatçıların birçoğunun Gezi’den sonra ülke gündemine karşı daha temkinli yaklaştıklarını ve politik duruşlarının değiştiğini düşünüyor musunuz? Özellikle sanat dünyasından aynı projelerde yer aldığınız bazı kişilerin sizi yalnız bıraktıklarını düşünüyor musunuz?

Türkiye o kadar olağanüstü bir durum yaşıyor ki… Tedirgin olanları, çoluğunu çocuğunu düşündüğü için bir şeyler yapmayanları anlıyorum ve açıkçası insanlara cesur olmalarını söylemek ya da insanlardan cesur olmalarını beklemek büyük bir sorumluluk bence. Yani bir insana “Cesur olun kardeşim!” nasıl denir ki, bana zor gelir. Hani ben fikrini her zaman söylemiş biri olsam bile başkasına dönüp “Sen de söyleyeceksin!” demekte zorlanırım. Tabii ki nadir de olsa fikrini söylemeye devam eden arkadaşlarım oldu. Ama sanıyorum bir çetele tutulacaksa, hayali bir çetele -yani oturup da yazmıyorum bunları ama- teslim olanlar en çok acıtanlar galiba. Ve bu teslimiyet kimi zaman birlikte fotoğraf çektirmek, kimi zaman daha öteye giden bir teslimiyet olmuş oluyor. 

Bir de sanırım Gezi döneminden size söylenmiş bir söz olduğundan bahsetmiştiniz. “Yemeği beraber yedik hesap sana kaldı” şeklinde… Bu sözden hareketle, bir anlamda, hesaba el atan, size destek veren dostlarınız oldu mu?

O bir tweet miydi, Ekşi Sözlük’te yazılmış bir şey miydi tam olarak hatırlamıyorum ama birinin söylediği çok tatlı bir şeydi. “Abi niye sen günah keçisi gösterildin anlamıyoruz ki,  şey gibi oldu yani yemeği biz yedik hesap sana kaldı gibi oldu” demişti ve çok hoş bir şeydi. Çünkü bir meseleyi çok güzel anlatıyor… Niye ben olduğumu, hâlâ bilmiyorum. (Gülümsüyor) Bununla birlikte, elbette yanımda olan dostlarım oldu ama şimdi birinin adını söylesem diğerine haksızlık etmiş olurum. O yüzden isim vermem doğru olmaz. Geçenlerde yine online meyhanede bunun muhabbetini yapıyorduk. Haftanın bir iki günü online meyhane yapınca orada bu muhabbetler hep geçiyor… Şunu net olarak söylemek isterim, evet, birçok insan teslim oldu ama hiç unutulmamış olmak ve Türkiye’de ve Türkiye’den de göç etmiş binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın bir şekilde hatırlıyor olması, gönüllerinde bir yerimin olması ve bir şekilde desteklerini bir yerden küçük bir mesajla ya da Youtube’da bir şeyin altına yorum koyarak gönderiyor olmaları belki de benim daha güçlü olmama ya da kendi ayakları üzerinde durabilmeme katkı sağlayan önemli unsurlardan biri. Bunu burada ifade etmem ve teşekkür etmem lazım. 

KUM GİBİ VE GÜLTEN KAYA’NIN TELEFONU…

Birazdan belki konuşacağız diziyi ama Galce oynadığım dizide rol gereği Ahmet Kaya’dan “Kum Gibi”yi söyledim. Dizide rol gereği dama çıkıyorum, sevgilim gitmiş, elimde bir rakı Kum Gibi’yi söylüyorum. O gün benim doğum günümdü ve çok özel bir gündü çünkü Ahmet Kaya’nın şarkısını söyleyecektim. Kaldı ki, Ahmet Abi’yi ben çocukluktan beri iyi tanırdım, evine gidip çıkmışlığım, yazları birlikte geçirmişliğim var. Sürgünde ölmüş bir adam. Ben de sürgündeyim, doğum günümde onun şarkısını söylüyorum, bir sahnenin içinde. Sabahleyin hiçbir bağlantı olmaksızın, durup dururken Gülten Abla (Gülten Kaya) aradı ve benim ilk sorduğum soru, “Abla telifle mi ilgili aradılar?” oldu. Çünkü yani 15 senedir konuşmamışız. Dedi ki, “Hayır Memet Aliciğim çok özledim ben seni, kaç yıldır ben senin sesini duymadım, bir merhaba demek istedim”. Bu arada o hafta Kum Gibi’yi öğrenmeye çalıştığım için sürekli o parçayı dinliyorum. Hafızamı tazeleyeyim diye dönüp bir daha Ahmet Abi’nin hikayesine bakayım istedim. Elbette hepimiz ne olduğunu iyi biliyoruz ama detaylarıyla ne olmuştu… O çatal fırlatma hikayeleri ve sonrasını. Ve şunu söyleyeceğim, o zamanlar ben daha gençtim ama yine de 2000 yılına geldiğimizde ben de artık magazin camiasında tanınan biriydim. O zamanlar hepimiz ben de dahil Ahmet Abi’yi o kadar yalnız bırakmışız ki, o kadar büyük bir sürgün olmuş ki ve o sırada da fazla milliyetçi bir söylem varmış. Tam böyle Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardı, milliyetçiliğin tavan yapmış olduğu zamanlar, böyle de bir retorik varmış Türkiye’de. Dolayısıyla Ahmet Kaya yapayalnız bırakılmış. Büyük ihtimalle adam kederinden ölmüş yani. 

Aslında burada bir itiraftan hatta güçlü bir özeleştiriden bahsediyoruz…

Magazin Gazetecileri Derneği Gecesi’nde orada değildim. Ama sonrasında mesela yitti gitti yani. Benim o sırada, Yılan Hikayesi’nin ilk yılı, şöhretimin ünümün en parladığı zamanımdı. Ama, Ahmet Kaya ne yapıyordu? Hani hepimizin bir şeyi var orada. Ahmet Kaya çok ünlü bir adam çünkü… Öyle alternatif bir figür değil yani, o çok popüler biriydi. 

O zaman bir yerde Ahmet Kaya’nın sevenleri, dostları da dahil ona destek vermeyen herkes ölümünden bir anlamda sorumlu mu?

Yani bunu söylemek bana düşmez. Onu Gülten Abla çok daha iyi söyleyecektir, çok daha yakından söyleyecektir. Ben duygumu söylemek istedim, o anlamda da benimkinin bir farkı var. Kendimi Ahmet Abi ile karşılaştırmak değil ama ister istemez insan kafasında karşılaştırmalar yapıyor. Gülten Abla’nın o aradığı gün nutkum tutulmuştu, bütün gün sette de onu anlattım. O sahnede mesela izleyince ağladığımı göreceksiniz, pek de rol yapmadığımı anlıyor olacaksınız. 

‘ETKİLEŞİM BENİM İÇİN DEĞERLİ’

Dikkatimi çeken bir başka konu ise birçok ünlünün aksine Instagram hesabınızdaki paylaşımlarınıza gelen soru ve yorumların neredeyse hepsine tek tek cevap veriyorsunuz, ya da bir şekilde etkileşim sağlıyorsunuz. Doğrusu buna şaşırdığımı söylemeliyim çünkü gündelik hayatta ben bazen mesajlarıma bakmayı unutabiliyorum. Peki, siz bunu yapmayı nasıl sağlıyorsunuz?

Aslında hâlâ cevap veremediklerim var. Instagram’dan istek diye gelen mesajları başka bir yere aktarıyorum ve sonra vaktim olduğu zaman onlara bakmaya çalışıyorum. Şöyle hissediyorum açıkçası, yani Instagram’da öyle oldu; orası biraz daha kapalı bir topluluk gibi ve insanlar çok güzel mesajlar gönderiyorlar, çok güzel şeyler söylüyorlar ve o zaman o etkileşim değerli oluyor benim için. Çünkü galiba benim için etkileşim değerli. Benim galiba işim o. Sadece aktör olarak demiyorum, hayatım boyunca sevdiğim şeyler onlar oldu. Örgütlenmek, bir şey kurmak, bir şeyi yoktan var etmek, bir oyun yapmak, bir film yapmak ya da bir mekân kurmak gibi yani, eylem yapmak aslında etkileşmek bir araya gelmek gibi. Aslında bir araya geliyoruz. Onlar bir araya gelip bize el sallıyor gibi olunca sevmiyorum… Ben turne yaptığım zaman da oyundan sonra kalırım, insanlarla konuşmaya çalışırım çünkü onun için yapıyorum turneyi, insanlarla buluşalım diye. 

Aslında, etkileşim oyuncu ile izleyici arasındaki bariyerleri ortadan kaldırmış oluyor sanırım?

Evet, bir de tek taraflı bir şeyi sevmem. Sen tiyatroda bir taraftan oyun oynuyorsun, seyirci oradan girip çıkıyor, sen başka taraftan gelip gidiyorsun ve karşılaştığınız tek yer sahnenin önü. Öyle bir tiyatro çok sevdiğim bir tiyatro değildir. Kendi tiyatro yapışımın içinde de değildir. 

Yeni yaşamınızda sizi en çok zorlayan deneyiminiz ne oldu? Var mı böyle bir anınız?

En zorlandığım, araba kullanmak oldu arkadaş ya… 1996’da aldım ben ehliyeti 2013’te geldim, işte 17 senelik şoförmüşüm ama ehliyeti kaptırdım ben buraya geldiğimde. Deli gibi hız yapan bir sürücü de değilimdir aslında. 30 mille gidilecek yerde 38 ile 50 mille gidilecek yerde 55 ile gittiğim için bir iki kere, kaptırdım ehliyeti.  

Bunun direksiyonun farklı bir yerde olmasıyla alakası var mı yoksa tamamen hızla mı alakalı?

(Gülüyor) Hayır, sadece kuralın uygulanmasıyla alakalı. İstanbullu bir şoför olduğumu, kuralsız bir yerden geldiğimi unutmuşum ben. Buradan başka yerde yaşamayı düşünen İstanbullu sürücülere Britanya’da yaşayacağınız zaman dikkatli olmalarını salık veririm. 

‘TÜRKİYELİLER OLARAK SOKAKTA STRESİN OLMAMASINI BİLMİYORUZ…’

Başka bir yerde yaşamanın tıpkı sosyal medya platformlarında olmak gibi insanın yaşamını görece küçülttüğünü görüyorum. Siz de bir anlamda böyle yaşamanın hayatı sadeleştirdiğini düşünüyor musunuz?

Benimki tabii biraz farklı. Türkiyeli toplumun pek fazla olmadığı bir yerde yaşıyorum ve benim burada hayatım biraz farklı. Tabii ki Türkiye’deyken, İstanbul’da yaşadığım zamanki ulaştığım kişi ve kurum ya da etkileşim sayısı buradakiyle aynı olamaz çünkü bütün hayatını yaşadığın, tanındığın bir yer orası. Şöyle söyleyeyim, 7 yıldır buradayım neredeyse hiç takım elbise giymedim. Belki en fazla bir iki kez giymişimdir. Normalde Türkiye’de olduğum zaman mutlaka ayda bir iki defa bir galaya bir etkinliğe giderdim. Oradan karşılaştırdığın zaman birincisi bu. Ama zaten İstanbul gibi 16 milyonluk bir şehirden geliyorsun, Cardiff zaten neredeyse 400 bin nüfuslu bir şehir. Ben yine de küçük bir hayatım olduğunu düşünmüyorum. Burada çok fazla arkadaşım var hem kültürel hem politik hayatın içinde olan biriyim. Bağlantılarım var, bir hayatım, kendi ağım var. Dolayısıyla o dediğin sanki bana biraz daha belli topluluklar içinde kalarak yaşayanlara özgü bir şeymiş gibi geliyor.

Biraz da keyifli bir konudan bahsedecek olursak… Başka bir yerde yaşam kurmanın sizin için en güzel tarafı ne oldu? “İyi ki bunu yaptım” dediğiniz bir şey oldu mu?

Bir kere şunu söyleyeyim, gündelik hayatta stres olmaması çok acayip bir şey. İsterseniz buna medeniyet diyebiliriz. Aslında medeniyet çok karışık bir kavram, buna nezaketli olmak diyebiliriz. Mesela burada gündelik hayatta bir stres yaşamıyorsun, otobüs şoförüyle kavga etmiyorsun. Parklar var ve ağaçları indirilmiyor. Gündelik hayatta bir konfor alanı var ve Türkiye’den gelenler olarak sokaktaki stresin olmamasını biz bilmiyoruz.

Sürekli koşuyoruz, bir yerlere yetişir gibi…

Sürekli kavga halindeyiz. Bakkalla kavga ediyoruz, otobüs şoförüyle kavga ediyoruz, sürekli bir gerginiz filan… Burada, belli bir hayat standardını tutturuyorsan o gündelik stres yok. Tabii ki herkesin hayatında kendine göre stresleri var ama bir şekilde idare edebiliyorsun. Bir gün Londra’da seçmelere gittim. Hava çok sıcaktı. Nadiren sıcak oluyor Londra ama sıcak olduğu zaman da insanı perişan ediyor. Serinlemek için sinemaya gideyim diye düşündüm ve sonra dedim ki, niye gideyim ki sinemaya, git Green Park’a, yat bir ağacın altına, koy kafanın arkasına çantanı, tak kulaklığını müzik dinle ve uyu. Londra’nın göbeğinde yani… Orada bir buçuk saat vakit geçirdim sonra da otobüse bindim Cardiff’e döndüm. 

Aslında ben de bazen Londra’nın yer altı trenleriyle seyahat ederken, bazı duraklarda klasik müzik çaldığına denk geliyorum ve o an hayat normalmiş gibi hissediyorum. İnsan olmak demek ki böyle bir şey ve demek ki burada mümkün diye hissetmiyor değilim bazen.

Ya bak bu sıradanlıklar bize sıradan dışılık olarak tezahür ediyor. (Gülüyor)

Geçen yıl 14 Şubat’ta ilk defa Cardiff'te sergilediğiniz tek kişilik performans oyunu, Nâzım Hikmet Ran’ın aynı adlı kitabından uyarlama Memleketimden İnsan Manzaraları’nı henüz izleyemeyenlerden biri de benim. Oyunun Londra gösterimi olacak mı? Ve başka nerelerde oynamayı planlıyorsunuz?  

Şu anda artık hiçbir planlama yok. 16 Mart 2020 tarihinde Enfield Tiyatrosu’nda oynanacaktı oyun ama oynanamadı ve ondan sonra da kaldık. Bizim oturup tekrar prodüksiyon toparlamamız lazım, tekrar prova yapmamız lazım, bakacağız yani.

ONLİNE MEYHANE DENEYİMİ

Pandemi sürecinde başlattığınız online meyhane projesinden de bahseder misiniz biraz? 

Nisan 2020’den beri yaptığımız bir dijital mekân. Siz bu dijital mekâna masa ayırtıyorsunuz ve belli gün ve saatte meyhaneye geliyorsunuz. Kendi dijital masanızda üç ya da beş arkadaşınızla sohbet ediyorsunuz ama bu sırada başka masalarda var, onları görüyorsunuz ama duymuyorsunuz. Ama diyelim ki başka masada arkadaşınızı gördünüz, oraya da gidebiliyorsunuz. Arada da Tan Morgül ile ben, meyhanenin iki tane barbası olarak, aralarda çıkıp anons yapıyoruz. Ve o günün konusuna dair bir şeyler anlatıyoruz, sonra masaları geziyoruz. Anonslar yapılırken mesela masalar arası kaynaşma olursa ve diğer masaya gitmek isterseniz de arada gidip gelebiliyorsunuz. Böylece insanlar gecede dört beş saat kadar vakit geçirmiş oluyorlar. Bunu neredeyse on aydır yapıyoruz. 

‘GİTTİĞİNİZ YERLİ OLUN…’

Yeni projeleriniz var mı ufukta?

Bir taraftan online meyhane ve onun yazılımı gatherin ile uğraşıyorum, bir taraftan bir kreatif ajansım var onunla birçok kampanya yürütüyorum. Şimdilik bunlar var. 

Korkulu ve zor bir dönem olarak tarif edilen pandemi sürecinde nasıl motive oldunuz?

16 Mart’ta benim oyun oynanacaktı, 15 Mart 2020’de Cardiff’e döndüm. Bugün röportajı yapıyoruz 24 Şubat 2021 daha iki gün üst üste oturup da hiçbir şey yapmadığım olmadı. Ama bu benim şansım da oldu. Daha doğrusu online meyhane inanılmaz bir fenomene dönüşünce, onun arkasından da meyhanenin bütün işini yapan bir ajansa iş düşünce benim hiçbir şey yapmadan durabildiğim bir gün olmadı ki. Pazar günleri de bir şey yapmayayım diye kendimi zorluyorum artık. Sonuç olarak benim için pandemi çalışmaktı. 

Başka bir yerde yaşamak fikri veya planı olan kişilere bir öneriniz ya da notunuz var mıdır?

Geçenlerde bir toplantıda biri bana bir TED konuşması önerdi: Don’t ask where I am from, ask where I am a local (Nereli olduğumu sormayın, nerenin yerlisi olduğumu sorun). Benim önerim şu olur; bir yerin lokali olmaya çalışın, gittiğiniz yerli olun, o kentli o mahalleli o köylü olmaya çalışın. Elbette kendi hayatınızı ve bazı şeyleri oraya götüreceksiniz ama oralı olduğunuz zaman bence bambaşka keyifler alacaksınız. 

 


Söyleşi dizisinin ikinci konuğu, gazeteci Nida Dinçtürk.
Haftaya Cuma (5 Mart) İleri Haber'de...