Mehmet Fırat Pürselim ile Sakarmeke’yi konuştuk: 'Umutsuz olmaya hakkımız yok'

Mehmet Fırat Pürselim ile Sakarmeke’yi konuştuk: 'Umutsuz olmaya hakkımız yok'

Mehmet Fırat Pürselim’in İthaki tarafından yayımlanan son kitabı Sakarmeke geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. İçinden kuşlar geçen öyküleriyle Sakarmeke, 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü’nü alan Hayat Apartımanı ve 2017 Orhan Kemal Öykü ve Türkan Saylan Sanat Ödüllerinin sahibi Akılsız Sokrates’ten sonra yazarın üçüncü öykü kitabı.

Söyleşi: Dilek Yılmaz

 

'UMUTSUZ OLMAYA HAKKIMIZIN OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM'

Edebiyatın farklı türlerinde uzun süredir yazan birisin. Sakarmeke’deki öykülerde birkaç belirgin değişim dikkat çekiyor. Öncelikle distopik ve gerçeküstü yanı ağır basan metinlerin varlığı ve daha mühimi, dilin değişimi. Emanetimdeki Hayatlar’da çok üzülmüştük, Akılsız Sokrates havayı biraz dağıtmıştı. Sakarmeke’de ise ironi acının elinden tutuyor, en üzücü öykünün sonunda dahi hüzne düşmüyoruz. Buna dair neler söylemek istersin?

Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, toplumsal acıların çetelesini tutan bir defterdi. Bu sebeple de yerli drama kayan bir havası, karamsar anlatımı vardı. Yazarken çok üzülmüş ve yıpranmıştım. Okuyanlardan da hırpalandıklarına dair yorumlar almıştım. Bence 90’ların Türkiye’sini anlatırken başka bir dil kullanmanız pek de mümkün değildi. İyi ki yazmışım dedim, diyorum. Ama yazıp bitirdikten sonra bir daha böyle yazmayacağım diye karar aldım. Toplumsal sorunları anlatmaktan vazgeçmeyeceğime göre başka bir anlatım şekli bulmalıyım diye düşündüm. Sakarmeke’de, karamsarlığı dağıtan o ironik dili yakaladım. Bu bir anda olmadı tabii, Akılsız Sokrates’te bir parça vardı. M. Sadık Aslankara’nın da değindiği gibi bu kitabın öncülü olarak sayılabilir. Sakarmeke’deki ironik dille toplumsal sıkıntıları hafif alaysamalı anlattım; yani onları dolaylı anlatıp okura da düşünme, değerlendirme payı veren metinler haline getirmeye çalıştım. Bu dönüşümde Gezi’nin o ironik dilinin katkı sağladığını da söylemeliyim.

Çok da güzel olmuş bu değişim. Güncel edebiyatta kendine sınırlı yer bulduğunu düşündüğüm; öykülerdeki geçim derdi, iş, işsizlik odağını sormak isterim.

Behçet Çelik de Edebiyat ve Çalışma Hayatı başlıklı yazısında kitabın bu yönüne dikkat etmişti. Geçim derdi, kişiyi arkadaşına düşman eden işini kaybetme korkusu, giyotin gibi kırp diye kafanı koparan işten atılma durumu, daha da kötüsü işsizlik… Kâr odaklı, duygulara yer vermeyen kapitalist bir sistemde yaşıyoruz; iş aramaktan umudunu kesmiş genç işsiz nüfusu çok fazla olduğu gibi sistemin kullanıp posasını çıkarttıktan sonra bir kenara attığı kırk yaş üzeri işsiz sayısı da gün geçtikçe artıyor. İşini kaybeden insanların aynı şartlarda, bırakın aynı şartları, yeniden iş bulması gitgide zorlaşıyor.

İşten çıktıktan sonra Kadıköy’de dolaşırken insanların cıvıltısından zevk alır, adeta şarj olurken pandemi döneminde kepenklerle karşılaşmak insanı oldukça etkiliyor. Kapalı dükkânlar, batma noktasına gelen esnaf, işsiz kalan insanlar, çaresizlikten intihar edenler… İşsizlik, evini geçindiremeyen bir anne ya da baba için ölüm kadar kötü; belki de daha beter. Pek çok insan gibi ben de etkileniyorum, içime dert oluyor. Sakarmeke’deki kimi öykülerde ufak tefek dokundum, öte yandan “Ufak bi’ teslimat” absürt bir mizah hikâyesi olarak okunabilirse de alt metninde kocaman bir işsizlik derdi var.

 

“Ufak bi’ teslimat”tan söz açılmışken bu öykünün dilini özellikle sevdiğimi belirtmek isterim. Bir yanda ölüme hevesle koşan yaşlı bir adam, öte yanda hayata tutunabilmek için çırpınan genç bir adam var ve bahsettiğin zemin beraberinde, odağı görünürde ölüm olan bir öykü. Bu metinden hareketle bir çatışma konusu olarak ölüm; özelde kendi öykülerinde, genelde edebiyatta senin için ne ifade ediyor?

Ölüm, edebiyatın kadim konusu ve senin de dikkat çektiğin gibi beni fazlasıyla çekiyor. Ama sanırım gençken ve ölümden prensipte uzakken daha fazla ölümü düşünürken, şimdi ona doğru zorunlu bir yolda ilerlerken hayat daha kıymetli gelmeye başladı. Muhteşem bir ölümdense güzel yaşanmış bir hayatın daha önemli olduğunun farkına varmaya başladım. Ölüm var, evet ve kaçınılmaz ama hayat da var. Hayatı olabildiğince dolu ve güzel yaşamak; ağaç dikmek, kuşları yemlemek, kitap okumak, denizi seyretmek, güzel bir kampanyaya imza atmak, bağış yapmak bile oldukça kıymetli geliyor. Yazdıklarımda da sanırım bu dönüşüm gerçekleşiyor, sonu ölümle biten öykülerin yerini en azından açık uçlu, okura kahramanla ilgili seçenek sunanlar almaya başladı. Umutsuz olmaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum, ölüyü gömmek yerine Güney Marmara’da söyledikleri gibi saklıyorum. Saklananların bir yerlerde yaşadıkları hayata dair hayaller kurabileceğimiz gibi bir gün çıkıp gelmeyeceklerini de bilemeyiz.

'SEYRELTECEĞİZ DERKEN ORTALIĞI KUPKURU METİNLER KAPLADI'

Özellikle karakterleriyle öne çıkan metinler yazıyorsun. Her kitaptan en az birkaç karakterin okurun zihninde yer ettiğini düşünüyorum. Kısa öyküye başından beri pek meyletmemen, uzun öykünün karakteri işlemeye daha elverişli olmasıyla mı ilgili? Senin için hikâye anlatıcısı diyebilir miyiz?

Bunu ben de çok düşündüm. Açıkçası bir soru üzerinden düşünmüştüm, sizin için öyküde en önemli öğe nedir diye sormuşlardı: Konu mu, karakter mi, dil mi? Doğru cevap, üçünün en iyi şekilde karışımıdır aslında. Böyle söylerken, kendime benim doğrumun karakter olduğunu itiraf ettim. Öyküleri karakterler üzerinden kurguladığımı ve kalıcı karakterler bırakmak istediğimi fark ettim. Bunu özel olarak düşünmüyorum, kendiliğinden gelişen bir refleks. Senden geriye yazar mı, öykü mü, kitap mı; ne kalsın, diye soracak olursan yaşayan karakterler kalsın isterim. Fırat saklansın da Serçe kalsın, Turna kalsın isterim. Sorunun devamı açısından, uzun öyküler tabii ki karakter oluşturmaya daha meyyal. Ama öyküyü uzun yazayım, karaktere daha rahat can veririm düşüncesiyle değil; öykünün ruhu bunu istediği için, belki de hikâye anlatmayı sevdiğim için, herkesin anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğu için uzun yazıyorum.

 Cömert bir anlatıcısın, özellikle de betimleme konusunda elini pek korkak alıştırmadığını biliyoruz. Atmosferi, karakterlerin duygusunu detaylı vermek; okurun da metne çekilmesini kolaylaştırıyor mu? Öyküde seyreltme çok konuşulur, fazlalık denilen şey nedir sana göre metinde?

Biraz geveze anlatıcıyım, seviyorum açıkçası böyle anlatmayı. Yazı atölyeleri bir yanıyla güçlü kalemleri edebiyatımıza kazandırırken bir yanıyla da pek çok yazar adayını tektipleştirerek onları daimî adaylıkta bıraktı. Okumam için zaman zaman metinler geliyor, olumsuz eleştiri getirdiğimde "Ama hocanın en beğendiği metinleri gönderdim." diyorlar. İşte tam da bunun için eleştiriyorum; lisede okuyan öğrenciler benzeri, öğretmenden yüksek not almak için yazıyor gibiler. Kendilerinden bir şey katmadan hocanın beğenisine seslenen, birbirinin aynı metinleri tekrar tekrar yazıyorlar. Öyküde seyreltme elbette lazım, öykü fazlalığını taşıyamaz, hepimizin malumu. Ama seyrelteceğiz derken ortalığı kupkuru metinler kapladı. Yerinde ve biricik betimlemeler öyküye çok fazla şey katar ve asla da fazlalık olarak durmaz. Fazlalık ne mi? Cortazar’a yakıştırılan boks maçı metaforunu geliştirerek cevaplayabilirim. Cortazar, “Roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün maçı nakavtla alması gerekir.” der ya işte roman ağır sıklettir ve fazlalıkları kaldırır, öyküyse tüy sıklettir ve taşıyabileceğinden fazlasını yüklememek gerekir. Ama yerinde bir betimlemenin sağlam bir sol kroşe olduğunu da unutmamak lazım.

Okuma zevkin de mi böyle?

Değişiyor. Nehir romanları, bildungsromanları, yol öykülerini çok severim. Hiçbir şey anlamadığım ama diline meftun olduğum kitapları da severim. Sanırım külliyat okumalarını pek sevmiyorum. Araya başka yazarların kitapları girmeyince en sevdiğim yazar bile sıradanlaşabiliyor. Herkesin okuduğu kitabı hemen alıp okumayı sevmiyorum, biraz sindirilmesini bekliyorum. Aynı anda birkaç kitap okuyorum genellikle; öykü, roman, deneme, yakın tarih, sosyoloji daha ilgili olduğum alanlar.  

“En iyi yaptığım şeydi anlamazdan gelmek. Böyle yaparsam karşımdakini kırmam sanıyordum.” Bilmek ve susmak konusunu soracağım.

Anlamazdan gelmek bir noktaya kadar işe yarıyor ama sonunda kırmak istemediğiniz kişiyi çok daha beter parçalıyorsunuz. Bilmek ama susmak, günümüzde toplumsal olarak hayatta kalma yöntemimiz haline geldi. Sosyal medyada "Silivri soğuktur." dendi mi tıp oyunu başlıyor. Böyle olunca da bilenler değil, en çok sesi çıkanlar konuşuyor. Bilenler konuşmaya kalktı mı ağzı burnu kapatılıyor. Suskunluk sarmalı sis gibi etrafımızı kuşatırken buna bile bilgelik payesi yükleniyor. Ama esas bilgelik suskunlukta değil, yeni bir dil geliştirerek bildiğini anlatabilmekte.

'EDEBİYAT DA DEĞİŞİM ATEŞİNİ YAKAN KIVILCIMLARDAN BİRİDİR'

Erektus Kalesi, okurun aşina olduğu öykülerden gerek konusu gerekse anlatımıyla belirgin olarak ayrılıyor. Anlatım tekniğiyle geçmişi referans alan ama gelecekte geçen, okurun da çabasını isteyen bir metin. Bu öykünün derdi nedir, bugün yazılmasının özel bir sebebi var mı?

Yazarken beni de en çok zorlayan metinlerden biriydi Erektus Kalesi, epik anlatım tarzını bulana kadar epeyce cebelleştim. Derdimi okura geçirebilir miyim diye farklı şekillerde yazdım, sildim, baştan yazdım. Derdim ne mi? 289, 350, 405, 421, 409’un sıfır olması. Bu ülkede anıtsayaç var ve öldürülen kadınların en azından adını yaşatmayı amaçlıyor. Bu sayılar da son beş yılda katledilen kadınların sayısı. İstanbul Sözleşmesi’nin etkin şekilde uygulanması istenilirken sözleşmeden çıkılmasının doğurabileceği olumsuzlukların yanı sıra moral bağlamında kadınları daha savunmasız hissettirdi. Böyle zamandaki sığınaklarımızdan biri de edebiyattır. Edebiyat bir işe yarar mı, kadın cinayetlerini durdurabilir mi? Evet, edebiyat yeri gelir cinayetlere karşı kanunlardan daha güçlü bir duruş olabilir. Toplum bir anda değişmez, doğrularını sorgulamaya başlaması değişimin başlangıcıdır. Edebiyat da değişim ateşini yakan kıvılcımlardan biridir.  

'FAŞİZM SINIRLARINI DAHA DA GENİŞLETTİ ARTIK FAŞİZM, KİŞİNİN KENDİNE OLAN BAKIŞINDA BAŞLIYOR'

Odasının zamanla kendisine benzediği nenenin hikâyesiyle başlıyor ilk öykü. Öbür öykülerde de dünyasına sığamayan karakterler karşılıyor okuru. Karakterlerin uyumlanamama, başka bir zamanda ve düşlerde yaşama arzularına dair neler söylemek istersin?

"İlginç zamanda yaşayasın.", Çinlilerin bedduasıymış. Bir milyar Çinli bir ağızdan beddua etmiş olmalı ki ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Hayatlarımız düşlerimize küçük geliyor, bu normaldir ama düşlerimizi ya da hayatlarımızı değiştirmek yerine yaşamadığımız hayatları yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Sanal bir dünyada yaşıyoruz ve orada hepimiz çok ünlüyüz, çok güzeliz, çok okuyoruz, çok geziyoruz vesaire vesaire. Restoranda gurme, sergide koleksiyoner, yatakta... Neyse... Asgari ücretle çalışırken üç dört ayın alın teriyle aldığımız telefonla paylaşım yapıyoruz ve doğal olarak yaşadığımız dünyayla düşlediğimiz dünyayı bir türlü bütünleştiremiyoruz. Adam deniz kenarında bisiklete bindiği paylaşımı yaparken biz, sokağa çıkma yasağı var falan diyoruz; o da diyor ki sakin ol şampiyon, evimin (Ev dediği yalı elbette.) bahçesindeyim. Hayatımızın sınırı merkez parkıyken Central Park düşleri yüzünden depresyon kuyularına düşüyoruz. Düşlerinden kimse vazgeçmesin elbette ama gerçekleştirmek için yattığı yerden gözlerini kapatıp hayal kurmanın yetmediğini de öğrenmeliyiz artık.

Okurdan en çok ilgi gören öykülerden birinin kahramanı Serçe, evlatlık olmasının dışında şişmanlığını da hayallerinin önünde engel olarak görüyor. Güzellik faşizmi hakkında ne düşünüyorsun?

Bu sorunun cevabını öncekine bağlayabiliriz. Uzun süre görmediğimiz biriyle karşılaştığımızda ilk sözümüz "Kilo mu aldın sen?" oluyor. "Neler yapıyorsun, sağlığın yerinde mi, evdekiler nasıl..." değil. Kilo mu aldın sen? Bilerek ya da bilmeyerek karşımızdakini baskılıyoruz, elbette başkaları da bizi baskılıyor. Sürekli gözümüze sokulan ve dayatılan bir güzellik algısı var. Kızlarımız beli olmayan, oğullarımız kastanadam bebeklerle oynayarak büyüyor. Güzellik algısı olarak defalarca işlemden geçirilmiş sentetik insanları karşımıza çıkartıyorlar ama biz onları gerçek zannedip onlara benzemeye çalışıyoruz. 20’li yaşlarda botokslar, kaş kaldırmalar başlıyor; masada yediğini hemen tuvalete koşup kusuyor; bedeninden yani kendinden nefret ediyor gencecik insanlar. Güzellik faşizminin arkasında muazzam bir sektör var. On, yirmi sene önce yaşlanmayı geciktirme amaçlanırken artık sloganlar gençleştirme üzerine kurulu. Sürekli bir sahnedeyiz ve kendimize kendi gözümüzle değil, başkalarının gözüyle bakıyoruz. Güzelleşmeyi, kilo vermeyi dahi kendimiz için değil; başkalarının gözüne güzel görünmek için yapıyoruz. Öte yandan bu sadece duygusal anlamda işleyen bir düzen de değil, iş hayatındaki başarınızı da etkiliyor. Kariyer basamaklarından güzel olan hızla tırmanırken diğerlerini tık nefes bırakıyor. Yani güzellik faşizmi her tarafı kuşatmış, teslim olmamızı bekliyor. Ingeborg Bachmann, “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz; her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek terörle de başlamaz. İnsanlar arasındaki ilişkilerde başlar. Faşizm, erkekle kadın arasındaki ilişkide başlar.” demişti ya aradan geçen elli yılda faşizm sınırlarını daha da genişletti. Artık faşizm, kişinin kendine olan bakışında başlıyor. Teslim olmak yerine kendimizle barışarak, kendimizi severek karşı koyabiliriz diye düşünüyorum.


KÜNYE: Sakarmeke, Mehmet Fırat Pürselim, İthaki Yayınları, 2020, 165 Sayfa.

DAHA FAZLA