“Marksizm, yalnızca bir kapitalizm eleştirisi değil, aynı zamanda bir uygarlık eleştirisidir”
"Sömürülen, ezilen sınıfta olduğu gibi, sömürülen ezilen cinsiyetin isyanında da, kendisinin ötesini arayan, aşan evrensel kurtuluşçu bir güdü var."
Röportaj: Ebru Pektaş
Haluk Yurtsever’in Yordam Kitap’tan (Aralık 2021) yayınlanan Uygarlık Dönemeci isimli kitabı, kapitalizmin mevcut krizini “sınırlar ve olanaklar” ekseninde yorumlayarak, pandemiden iklim krizine, yeni emek sorunlarından toplumsal cinsiyete devasa bir soruşturma alanı açıyor. Bu soruşturma alanında üç büyük yarılmaya (metabolik, toplumsal cinsiyetçi ve sınıfsal) odaklanıyoruz.
“TARİH, BİR BAKIMA UYGARLIK GEÇİDİDİR”
Öncelikle “uygarlık” kavramıyla başlamak istiyorum. Aslında “uygarlık” çok kullandığımız bir kavram değil ama örneğin günümüzün “savaş siyasetleri” akla ilk olarak uygarlık kavramını getiriyor. Bir ayı geride bırakan Rusya-Ukrayna savaşı ve bu savaşa eşlik eden kültürel ideolojik saldırıları düşündüğümde “uygarlığın neresindeyiz?” diye soruyorum. Tolstoy’un “şeytanlaştırması”, İtalya’da bir üniversitenin Dostoyevski temalı dersi iptal etmesi, New York orkestrasındaki şefin Rus olduğu için işten atılması, ABD de bir üniversitenin Karl Marx’ın ismini, onu Rus sanan eyalet halkının tepkisine uyup kürsüden silmesi vb.
Gerçekliğin bir katmanında bunlar var. Kitapta ise “uygarlık” kavramı çok katmanlı bir bütünlüğe sahip. Dilerseniz buradan başlayalım. “Uygarlık” kavramıyla bakmak bize ne vaat ediyor?
“Uygarlık” kavramı, bugünkü dünya ve insanlık durumuna belli bir uzaklıktan, geniş bir açıdan bakmayı, eleştiriye, sorgulamaya yalnız tarihsel değil felsefi bir derinlik kazandırmayı vaat ediyor. “Buraya nereden, hangi yollardan geçerek geldik, şimdi neredeyiz, buradan yarına hangi yollar uzanıyor?” sorularının dünyayı yorumlamak ve değiştirmek isteyenler için ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum.
Uygarlık, tek bir tanıma sığacak, Darwinist bir mantıkla sonunda üstün gelene referansla dondurulabilecek bir kavram değil. Evet, çok katmanlı bir bütünlüğe sahip. Farklı uygarlık ve kültür birikimleri var. Tarih, bir bakıma bir uygarlıklar geçidi. Sonraki tarihleri nasıl olursa olsun, farklı uygarlıkların tek ve büyük bir potada kaynayıp tümüyle buharlaştıklarını söyleyemiyoruz. Bugün, örneğin Çin deneyiminde kadim Çin uygarlık ve kültürüyle küresel kapitalizmin ilginç, Batı’dakinden birçok bakımdan farklı bir kurulumuna (konfigürasyon) tanık oluyoruz. İngiltere de Japonya da kapitalist ülkeler. Bu ülkelere baktığımızda, bir yandan kapitalizmin her yere sızan, her şeyi kendisine benzeten, standartlaştıran gücünü, ama aynı zamanda, farklı uygarlık-kültür mirasının, siyasetteki, hukuktaki, gündelik yaşamdaki birçok bakımdan farklı dışavurumlarını görüyoruz.
Öte yandan tüm farklı uygarlık, kültür oluşumları birbirleriyle ilişki ve etkileşim içinde evrimleştiler. Böylece farklı renkleri ve damarlarıyla insanlığın ortak mirasını oluşturdular. Bu mirasa nasıl yaklaşılacağı kanımca sorunun kritik noktasını oluşturuyor. Dünya görüşü, ideolojik, sınıfsal bakış açısı “görme”yi farklı ve seçmeci kılıyor. Günümüz dünyasında, ilkel komünal toplumlara, Antik uygarlıklara, Rönesansa, Aydınlamaya, Amerikan ve Fransız devrimlerine, sosyalizm denemelerine farklı yaklaşımların temelinde bu farklı görme açıları var. Ukrayna savaşıyla sökün eden anti-Rus histeri de esas olarak buraya denk geliyor. Türkiye’de tarihsel nedenlerle daha etkili olan “Moskof düşmanlığı”nın, Batı’daki versiyonu anti-komünizm referanslı anti-Sovyetizmdir. Gerileyen, güçten düşen ABD, yeniden inisiyatif kazanmak, bağlaşıklık yenilemek için Rusya ve Çin’i şeytanlaştırmak, bu iki gücü Batı’nın “ortak düşman”ları olarak toplum bilincine yerleştirmek istiyor. Yıllardır, oyunlardan, çizgi filmlere kadar her yerde, eskiden Sovyetlere yaptıklarına benzer biçimde Rusları ve Çinlileri “öcü” gösteriyorlar. Verdiğiniz örnekler, Ukrayna savaşıyla birlikte bu eğilimin bir histeriye dönüştüğünü gösteriyor.
“SOVYET İKTİDARI, YIKMAYA ADAY OLDUĞUMUZ DÜZENİN ÜRETİM-TÜKETİM MANTIĞINDAN, KÜLTÜRÜNDEN KÖKTENCİ BİR KOPUŞ GERÇEKLEŞTİREMEDİ”
Yine uygarlıkla devam edelim, kitapta şöyle diyorsunuz: “Marksizm, yalnızca bir kapitalizm eleştirisi değil, aynı zamanda bir uygarlık eleştirisidir. Uygarlık eleştirisi, bugün, Marksizm adına yürütülen pratiklerin, sosyalizm denemelerinin eleştirisini de içermek zorundadır.” Peki uygarlık eleştirisinden reel sosyalizmlere baktığımızda, kapitalizme yöneltilenden farklı olarak neler ön plana çıkmaktadır?
Sosyalizm denemelerinin uygarlığa kattıkları-katamadıkları üzerinden eleştirisi kapsamlı bir konu. Uygarlık Dönemeci’nde sorunu kitabın ana izleği içinde işlemeye çalışmış, şöyle yazmıştım:
“Sonuç olarak, Sovyet iktidarı 74 yıl boyunca, yıkmaya, sonlandırmaya aday olduğu düzenin üretim-tüketim mantığından, kültüründen köktenci bir kopuş gerçekleştiremedi. Sovyet deneyimi, ekonomik ilerlemelerin, demir çelik üretiminde rekorlar kırmanın doğayla barışık (metabolik) bir üretim ve tüketim pratiği yaratmaya, bireylerin devlet yönetimine aktif katılımına, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin maddi, ideolojik ve kültürel zemininin yok edilmesine, “yeni insan”ın öncüllerini ortaya çıkarmaya yetmediğini dramatik biçimde gösterdi.” (Uygarlık Dönemeci, s. 43-44)
Kitaptan aktardığım bu paragraf aslında bir durum saptamasıdır.
O noktaya nasıl gelindiğinin ise yalnızca nesnel zorluklarla açıklanamayacağı kanısındayım. Sovyet deneyimindeki temel sorun, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi, Rus toplumunun kültürel birikimi vb. nedenlerle henüz komünizme hazır olmayan bir toplumda, zorunluluğu tartışılmaz kimi pratiklere yönelmek değildi. Kanımca sorun, bu pratiklerin teori düzeyine, SSCB’nin ve SBKP’nin siyasetine yön veren ilke katına yükseltilmesinden kaynaklandı. Ekim’in devrimci enerjisinin, aktif yığın hareketine dayanan sıçramalarla, kültür devrimiyle süreklileştirilememesi, dünya devrimi perspektifinden uzaklaşılması bu yaklaşımın, sonunda Sovyetler Birliği’nin yukarıdan aşağıya çözülmeyle sonuçlanmasındaki en önemli etmen olduğunu düşünüyorum.
“TOPLUMSAL İLERLEME, TOPLUMLARIN KOMÜNİZME DOĞRU YOL ALMASIDIR”
Reel sosyalizm deneyimlerinde tüm yaşananlardan, komünist topluma yaklaşma mesafesinin demir çelik üretimi ile hesaplanabildiği başarısız deneyimlerden sonra, “ilerlemecilik ideolojisini” aşmaya daha yakın olduğumuzu düşünüyor musunuz?
Belki de “ilerlemecilik ideolojisi” kavramını biraz açabilirsek daha iyi olacaktır. İlerlemecilik ideolojisi ağır sanayinin ana unsur olduğu kapitalizmin belli bir dönemiyle mi ilişkilidir? Yoksa kitabınızda derin biçimde soruşturduğunuz bilişim çağı ve teknolojik gelişim, buna bağlı ortaya çıkan yeni emek türleri yine bu “ilerlemecilik ideolojisiyle” bağlantılandırılabilir mi?
Pratik, bize “ilerlemecilik ideolojisini” aşma doğrultusunda bolca malzeme sunuyor. Bence, Sovyetler Birliği’nin sanayileşme kooperatifleşme atılımları yanlış değildi. Tersine, geç ve eşitsiz kapitalist gelişme nedeniyle azgelişmiş üretici güçleri sosyalist iktidar altında geliştirmek tarihsel bir görevdi. “Zamanın ruhu”, kapitalizmin o dönemdeki paradigması da kalkınmacıydı. Sovyetler Birliği’nde kaydedilen hızlı ekonomik büyüme, tüm dünyaya kapitalizm dışında çekici ve sahici bir gelişme modeli sunuyordu. Örnek olsun, Türkiye için bir “milli kalkınma” programı öneren, 1968’de yazdığı Türkiye’nin Düzeni kitabıyla silahlı kuvvetler içinde etkili olan Doğan Avcıoğlu, kitabında üç kalkınma yolundan biri olarak işlediği “komünist kalkınma yolu”nun modernleşme ve sanayileşmedeki başarısının “nefret ve sempatilerin ötesinde inkâr edilemeyecek bir olgu”(1) olduğunu yazmıştı.
“Toplumsal ilerleme” ile “ilerlemecilik” arasında, “birey” olmak ile “bireyci” olmak arasındakine benzer bir fark var. İlerlemeciliği eleştirirken “toplumsal ilerleme” kavramını çöpe atmayalım. Toplumsal ilerleme, kitapta da ifade ettiğim gibi, en başta insan olmak üzere üretici güçlerin geliştiği, üretim ilişkilerinin genişlediği, daha doğru anlatımla toplumsallaştığı bir süreçtir. En önemli üretici güç insandır. Toplumsal ilerleme, üretken güçlerin gelişmesiyle, bireyin her türlü yabancılaşmadan kurtulacağı, kendisini yaratıcı toplumsal birey olarak geliştireceği koşulların birlikte oluştuğu bir süreçtir. Daha özlü formüle etmeyi denersek, toplumsal ilerleme, toplumların komünizme doğru yol almasıdır.
İlerlemecilik ise toplumsal gelişmeyi, üretim-tüketim rakam ve oranlarına endeksleyen, toplumsal ihtiyaç ve insanın kendini gerçekleştirme amaç ve kavramlarından uzakta, daha çok üretimi, daha çok tüketimi başlıca amaç haline getiren, ekonomik-determinist, indirgemeci bir yaklaşımdır.
Buradan bakıldığında, ilerlemecilik ideolojisi, ağır sanayinin ana unsur olduğu kapitalizmin belli bir dönemine özgü bir yaklaşım gibi görünmüyor. İlerlemecilik ideolojisinde dün ile bugün arasında sürekliliğini sağlayan ideolojik halka, teknolojik-determinizmdir. Bernstein ile günümüz burjuva ideolog ve fütüristleri arasında teknolojinin işleviyle ilgili tam bir görüş birliği var.
Günümüz ilerlemecilik düşüncesi “kalkınma” değil “teknoloji” odaklıdır. Gücü, kimi gerçekliklere dayanmasından geliyor. Kuantum süper bilgisayarların, yapay zekânın, genetik, biyoteknoloji, nanoteknoloji vb. alanındaki gelişmelerin, bilimin üretime, topluma, insan biyolojisine uygulanmasının toplum yaşamını etkileyen önemli gelişmelere yol açtığı açık. Teknolojik-determinist yaklaşım, teknolojiyi, her şeyi belirleyen, toplumsal insanı, siyaseti hiçleştiren bir tanrı katına yükseltiyor. İlerlemecilik ideolojisinin bugünkü sürümü olan teknoloji fetişizmini çok kısaca böyle özetleyebiliriz.
“DEVRİMCİ EYLEMİ, BİR KIYAMET UĞRUNA KİLİTLEYEN ANLAYIŞ, SİYASETİ DE TOPTANCI VE BOYKOTÇU BİR TARZA MAHKUM ETMİŞ OLUYOR”
Kriz ve çöküş yerine “sınır ve olanak” demeyi tercih ediyorsunuz. Oysaki yakın döneme baktığımızda, pandemiden bugünkü savaş haline muhtemel ki en sık kullanılan kavramlardan biri “çöküş” olmuştur. Çöküş neyi anlatamıyor?
Her kavram bir gereksinmeden doğar, dolayısıyla dilde bir “yeri” vardır. Benim itirazım “çöküş” kavramının kendisine değil, “kriz-çöküş-devrim” üçlüsüyle, kapitalizme kaçınılmaz, artsıralı, determinist, kendiliğinden bir “son” biçen anlayışa. Sorunun anlaşılmasındaki kimi haklı zorlukları dikkate alarak, kitapta, sınırlar konusunu “kapitalizm ve kriz” bağlamının dışında çözümlemenin olanaksız olduğunu yazmıştım. Devamında, sorunu nasıl koyduğumu yine kitaptan aktarayım:
“Kaba kriz-çöküş-devrim yaklaşımının en büyük sorunu, ekonomik-toplumsal kriz, devrimci durum, kapitalizmden komünizme geçiş süreçleri arasındaki farklılıkları görmezden gelmesi, bu dizilişi neredeyse kaçınılmaz ya da otomatik saymasıdır. Oysa, tarihin ve toplumların hareketinde otomatizm ve kaçınılmazlık yoktur! Sınır-kriz ilişkisini tarihsel-teorik ama aynı zamanda güncel siyasal olgu ve dinamikler üzerinden çözümleyebilmek için, dikkati yalnızca krize ya da yalnızca sınırlara değil, birbirleriyle ilişkileri içinde ikisine birden yoğunlaştırmak gerekiyor.” (Uygarlık Dönemeci,s.190)
İkincisi, “çöküş” dilimizde “son bulma” anlamına geliyor ve çoğu kez ani-keskin bir yıkılışı ima ediyor. Oysa toplumların, sistemlerin, devletlerin son bulması, nokta operasyonlarıyla değil, kimi zaman, yüzyıllar alan süreçlerde gerçekleşiyor. Bu düşüncelerden çıkarak, son zamanlarda, süreçleri daha iyi anlattığı için “çöküş” yerine “çözülüş” kavramını kullanmayı tercih ediyorum.
Çöküş senaryosu, komünist söylemin topluma seslenişi, vereceği ana mesaj, emekçilerin toplumsal psikolojisi ve bilinci açısından da problemli görünüyor. Çöküşten en büyük zararı görecek olan emekçiler, yoksullardır. Komünizme bir kıyamet ortamından, cehennem ateşinden geçilerek ulaşılacağını vazetmek, bana devrimciliği çekilecek eziyetle özdeşleştiren yaklaşımı anımsatıyor.
Kapitalizmin sınırlarını, kapitalizm içindeki komünizan filizleri öne çıkarmak ise, devrimci siyasal amaçlar açısından daha işlevli görünüyor. Devrimci eylemi, bir kıyamet uğrağına kilitleyen anlayış, siyaseti de toptancı ve boykotçu bir tarza mahkûm etmiş oluyor. Sınır ve olanakları bilince ve pratiğe çıkaran siyaset tarzı ise sistemin sınır ve sinir uçlarına, kapitalist zırhın inceldiği yerlere yönelmeye, komünizmi “gerçekleşebilir” bir hedef olarak görünür kılmaya yarıyor.
“EKOLOJİK MÜCADELELERİN, ANTİ-KAPİTALİST, KOMÜNAL BİLİNÇ VE PRATİKLERİ MAYALAYICI BİR GÜCÜ VAR”
Kitaptaki üç büyük yarılmadan biri (metabolik olan) günümüzün ekolojik krizine dönük önemli saptamalar içeriyor. Aktardığınız çarpıcı bir soru var. “Ya dünyayı değiştirmek isteyenlerin, dünyayı değiştirmek için sınırlı zamanları varsa?” Ekolojik krizin bu biçimde özel bir statüsünün olması ne tür özel stratejileri davet etmektedir? Buradaki sınır ve olanaklar nelerdir?
Ekolojik yıkım ve iklim krizi sorunlardan bir sorun değil, en yaşamsal sorundur. Uygarlık öykümüz, doğal kaynakların sınırsız olmadığını, bunların hoyratça tüketilmesinin, kirletilmesinin canlılar olarak yerküredeki biyolojik varlığımızı tehdit ettiğini gösteriyor. Küresel ısınma, kimi canlı türlerinin, biyolojik çeşitliliğin yok oluşu, başta temiz içme suyu olmak üzere doğal kaynakların azalması ve kirletilmesi, biyosfere salınan kimyasalların neden olduğu sağlık sorunları…Tüm bu sorunların temelinde sınırsız kâr ve büyüme peşinde olan sermaye egemenliği, doğal kaynaklar üzerindeki kapitalist özel mülkiyet, bir avuç para babasının ayrıcalıkları var. Kapitalizmden önceki hiçbir toplum, hiçbir üretim biçimi doğayla metabolik ilişkiyi, doğal döngüyü bu ölçekte bozmamıştı. Bu bir yana, sermaye egemenliği bugünkü durumdan küresel ve hızlı önlemler alarak çıkışın önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Mevcut olanaklar ve teknolojiler, ekoloji dostu bir akılla küresel çapta planlanıp seferber edilse bu sorunun çözümüne giden yollar açılır. Ekoloji konusunda sorun da çözüm de küresel. Sorunun kilidi, sermayelere ve devletlere sözünü geçirecek küresel bir üst iradenin yokluğudur. Bu ise rekabetin kural olduğu kurtlar sofrasında asla mümkün değil.
Dolayısıyla sorudaki ima çok yerinde. Bu durum, özel bir siyasal söylemi, stratejiyi gerçekten gerekli kılıyor. Hemen hemen her coğrafyada, yalnızca ileri ekolojik bilinçle öne atılan aktivistler değil, işçiler, köylüler, kentliler, milyonlarca insan, ortak doğal kaynakları, alanları, ağaçları, suyu, havayı korumak, kaybetmemek için mücadele ediyorlar. Bu mücadelelerin anti-kapitalist, komünal bilinç ve pratikleri mayalayıcı bir gücü var. AKP’nin güçlü olduğu Karadeniz bölgesinde HES’lere, ormanların, pınarların maden ocaklarına feda edilmesine karşı yürütülen mücadeleler, Ege’de zeytin alanlarının yok edilmesine karşı halktan, üreticilerden gelen tepkiler, 2021 yazındaki orman yangınlarına karşı çığ gibi büyüyen dayanışma seferberliği, daha burada sayamadığım onlarca olay konunun komünal/komünist amaçlar için bereketli bir kaynak olduğunu gösteriyor. Düzen sınırlarında, açık, köktenci ama aynı zamanda işçinin, köylünün, çiftçinin doğal, belki içgüdüsel arayışlarıyla uyumlu program ve eylemler için amaçlı, planlı, ısrarlı, organik bir çalışma yürütmek gerekiyor.
“BİR KADIN RÖNESANSININ EŞİĞİNDEĞİZ”
Kitabınızda günümüze ilişkin bir “kadın rönesansından” bahsetmişsiniz. Kadının modern anlamda siyaset sahnesine çıkışı ise iki yüzyıldan daha fazla. Neden şimdi bu rönesans?
Zor bir soru. Toplumsal olaylarda, dönüşüm momentlerini, son nedeni bilimsel kesinlikle saptamak, nicel birikimlerin yol açtığı nitel dönüşüm anlarını dakiklikle belirlemek neredeyse olanaksızdır. Kadının modern anlamda siyaset sahnesine çıktığı, bazen bir santimetre ilerlemenin on yıllar aldığı 200 yıllık sürecin yeni bir evresine geldiğimiz kanısındayım. “Söyleyene değil, söyletene bak” misali bu kavramı, en çok gündelik yaşam ve toplumsal mücadelelerinin sunduğu “kadın manzaraları”ndan etkilenerek, esinlenerek formüle ettim. Son yarım yüzyılda, Türkiye’de, Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde kalmış, belli süreler yaşamış biri olarak, kadınların neredeyse dünyanın her yerinde, toplumsal yaşamın neredeyse her alanında, elbette çok farklı biçim ve bilinçlerle öne çıktığını, bireysel yetenek ve yaratıcılıklarını ortaya koyduklarını görüyorum. Bu gelişmenin örneklerine, yol açtığı çelişkili süreçle kitapta değindim. “Genel bir eğilim olarak kadın rönesansının eşiğindeyiz” diyerek ihtiyatlı bir dil kullandım. Eşitliğe, hak-ödev adaletine, iki toplumsal cinsin yeni bir uygarlığın harcını birlikte kuracağı eşiğe ulaşmak için daha kat edilecek epeyce yol olduğu açık.
Kadın rönesansını, kadınların kitlesel uyanış, yeniden doğuş hareketi olarak anlıyorum. Bu hareketin bireysel ve toplumsal, ama her durumda feminist ve komünist öncü kadınların mücadeleleriyle ilerlediği, bugünlere ulaştığı açık. Kendi içindeki ayrım, tartışma ve dönemleştirmelere girmeden feminist hareketin, tüm dünyada kadınların cinsiyet bilincine ulaşmasında, kadın kurtuluş mücadelesinin toplumsallaşmasında tarihsel bir misyonu yerine getirdiğini düşünüyorum. Bu misyonun tümüyle tamamlandığını söyleyemeyiz. Ama maya tutmuştur. Egemenliğini yitirmekte olan tarafın kadına karşı şiddet de içinde olmak üzere başvuracağı hiçbir şey bu süreci geriye çeviremez. Şişeden çıkan cini, tekrar şişeye tıkmak mümkün değildir.
Sömürülen, ezilen sınıfta olduğu gibi, sömürülen ezilen cinsiyetin isyanında da, kendisinin ötesini arayan, aşan evrensel kurtuluşçu bir güdü var. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin, kadın cinsini neredeyse insan saymayan kadim erkek egemen kültürünün hüküm sürdüğü ilişkileri aşmadan toplumsal kurtuluş hayaldir. Bu, yalnızca, toplumun yarısının kurtuluş mücadelelerine aktif katılımının sürece katacağı kinetik enerji ile ölçülebilecek bir şey değil, tersine kadın rönesansının değeri, kendisiyle birlikte insanlık ve uygarlık için bir yeniden doğuşun habercisi olma potansiyelinden, misyonundan geliyor. Özellikle devrimci/komünist feminist kadınların bu durumu görmeleri ve göstermeleri kritik önem taşıyor. Kanımca, kadın kurtuluş hareketi, içine kapalı kadın kimliğini aşma, evrensel insana taşma noktasına gelmiştir.
Son olarak, bu kitabın devamı olan Komünist Ufuk üzerine ne söylemek istersiniz?
Komünist Ufuk’u beş bölüm olarak tasarladım ve yarıya yakınının ilk yazımını tamamladım. Uygarlık Dönemeci’nin teması kapitalizmin sınırlarıydı. Komünist Ufuk, komünizmin olanaklarını, sorunlarını, toplumsal özne ve komünist siyaset bağlamında irdeleyen bir kitap olacak.
KÜNYE: Uygarlık Dönemeci, Yordam Kitap, Aralık, 2021
(1)Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni (Dün-Bugün-Yarın), Bilgi Yayınevi, Birinci Basım, Ankara, Aralık 1968, s. 441