Marksist teorik miras
Bir yanda Marksist sistemin sağladığı bilimsel bilgi ve nesnellik vardır, öte yanda insanın bilinçli eylemi. Çulhaoğlu, siyasal eylem alanında tam anlamıyla doyurucu yasallıklar aranmasının ekonomist-revizyonist eğilimler doğuracağına dikkat çekiyor
Tarihin nesnelliği, bu nesnellik içinde onun bir hedefi, doğrultusu olduğunu görmek…Marksist bağlanmanın çıkış yeri burasıdır. İnsanları demokratlık ya da yurtseverlikten Marksizme ulaştıran nokta da buradadır. Çünkü ancak bu noktada Marksizm; bir kalkınma reçetesi, bir sosyal adalet aracı vb olmaktan öteye, araçlarla amaçları kaynaştıran bir bütünlüğe ulaşmaktadır.
Metin Çulhaoğlu
Ufuk Akkuş
Marksist teoriye çok önemli katkılarda bulunan ve ömrünü sosyalist mücadele içinde geçiren Metin Çulhaoğlu, 16 Ağustos 2022 tarihinde aramızdan ayrıldı. Çulhaoğlu’nun yayımlanmış kitaplarının yanı sıra değişik dergi ve gazetelerde yazdığı yazılar ile sempozyum ve panellerde sunduğu tebliğlerden oluşan külliyatı kılavuz niteliğinde olup inceleme ve tartışmalar ile zenginleştirilmeyi bekliyor. Politik yaşamının çok büyük bölümünde örgütlü mücadelenin içinde kalarak, Türkiye’de sol düşüncenin ve hareketinin yaşaması gereken olgunlaşma süreci için çaba gösteren Çulhaoğlu, “Tarih Türkiye ve Sosyalizm” adlı kitabında söz konusu çabaya yönelik argümanlarını didaktizmden uzak bir biçimde ortaya koyuyor.
Felsefede aktivizm, düşünülmüş somut, ekonomizm ve iradecilik gibi Marksist teorinin sorunlu alanlarına ilişkin kavramlar ışığında sistem ve yöntem meselesine bakış ile başlayan kitap; 19. ve 20. yüzyıldaki Marksist teori ve pratiğin karşılaştığı sorunların analizi ile devam ediyor ve ortaya çıkan malzeme aracılığı ile de Türkiye’nin son 100 yıllık somut tarihsel gelişimi yorumlanıyor. Son bölümde ise Türkiye solcusunun özellikle son yirmi yıl içinde yaşadığı sürecin ana hatları, Türk ve Dünya edebiyatından verilen örnekler ile birey-toplum ilişkisi bağlamında inceleniyor.
Didaktik olanın karşısına çözümleyici yazıyı koyan Çulhaoğlu’na göre; Türkiye’de özgün bir teorik-felsefi geleneğin bulunmayışı kategorizm ve didaktizme giden yolları açmıştır. Didaktizm sadece yaratıcı düşünceyi engellemekle kalmaz, siyasal pratikte de kendini gösterir. Marksist düşüncenin özünün kavranılmasının tek yolu, bir nihai biçimi önsel olarak benimsemek değil, kendi tarihselliği ve ayrık uzantıları tüm bir gelişimi ele almaktır. Bu yapılmadığında Marx’ın çözümleme yöntemi ampirizme ve basit tümevarımcılığa indirgeyen çalışmalar ortaya çıkabiliyor. Somutun rolünü çok vurgulamak yanlış bir yaklaşımdır. Marksist yöntemde çıkış noktası somutluktur ama bu somutluğa da belli bir soyutlama düzeyinde yaklaşılır.
Bir yanda Marksist sistemin sağladığı bilimsel bilgi ve nesnellik vardır, öte yanda insanın bilinçli eylemi. Çulhaoğlu, siyasal eylem alanında tam anlamıyla doyurucu yasallıklar aranmasının ekonomist-revizyonist eğilimler doğuracağına dikkat çekiyor. Karl Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın” önsözünde yer alan “İnsanların varlığını tayin eden şey bilinçleri değildir. Tam tersine insanların bilinçlerini tayin eden sosyal varlığıdır” sözü otomatik olarak yorumlandığında, işçi sınıfı, işçi sınıfı olarak var olduğu için bilinç kazanır ve o bilinçle mücadele eder anlayışı oluşabilir. Bu anlayışa karşı çıkan Çulhaoğlu, bilinci kesinlikle belli bir nesnelliğin doğrudan zihne yansıması olarak görmez. Belli bir nesnelliğin belli bir bilinci son kertede tayin etmesi doğrudur, ancak bu dolambaçlı bir süreçtir. Özetle; toplumsal varlık, doğrudan uzantısı olan toplumsal hareketlilik aracılığı ile bilinci tayin eder. Herhangi bir nesnellik zihne doğrudan yansıyamaz. Bilinç, nesnelliğin dış görüngüsü ile algılanması değil, söz konusu nesnelliğin özünün kendini ortaya koyuş biçimlerinin ardından yakalanması demektir. Yani, sınıf bilinci için temel ön koşul, belli bir sınıfın üyesi olmak değil, o sınıfa özgü belli bir hareketliliğin içinde olmak demektir.
Marksist kavramlar ve yöntem aracılığı ile Türkiye’nin yakın tarihini değerlendiren Çulhaoğlu, özellikle iki alanda yoğunlaşıyor. Bunlar, ideolojik üstyapının biçimlenmesi ve Türkiye sosyalist hareketine özel etkileri. Burada, somut durumun somut tahlili kritik bir aşama olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir tahlil bir yandan eldeki araçların, yani yöntem ve teorik malzemenin, öte yandan somuta yönelik gözlemlerin zenginliğini gerektiriyor. Gündemde belli bir ülke, belli bir tarihsel süreç ve onun somut ürünleri var. Eğer bunlara yaklaşımda eldeki teorik malzemenin kendi iç gelişimi iyi bilinmezse, şu ya da bu nedenle rafa kaldırılması gereken kavram ve çözümlemeler bir daha sınanmazsa önümüzde duran somutluğun içine girilemez. Ayrıca, yola çıkılırken kurulan teorik çerçeve yeterince doyurucu değilse, bu kez olgular karşısında çaresiz kalma durumu ortaya çıkacaktır.
Türkiye sosyalist hareketinin ilk dönemine anti ittihatçı tepkiler ile II. Enternasyonel etkileri sonucunda aşırı yasacı ve objektivist eğilimlerin damga vurmasını sosyalist hareketin sakatlıklarından biri olarak gören Çulhaoğlu, bu durumun anti iktidarcılığa yol açtığını vurgular. Ayrıca 1908-1923 dönemi sosyalistlerinin büyük çoğunluğu aşırı nesnelci yönleriyle Türkiye’nin geleceğini belirleyen dinamiklerin dışında kalmışlardır. Sosyalistler Mustafa Suphi’nin trajik girişimi bir yana bırakılırsa kendilerini Cumhuriyetin kuruluş süreçlerinin dışında tutmuşlardır. Böylece, çelişkili süreçlerin içinde yer almanın getireceği birikim ve deneyimlerden de uzak kalmışlardır. Güncele baktığımızda “kurtuluş ve kuruluş” hedeflerini önüne koyarak geleceğin sosyalist Türkiye’sini yaratmak isteyen bazı sosyalist partilerin varlığı tarihsel hataların yinelenmediğinin önemli bir göstergesi olarak karşımıza çıktığını söyleyebilirim.
İnsanın bireyleşme süreci, birey-toplum ilişkileri, insanın sıradanlığı aşma çabalarını Balzac, Flaubert, Dostoyevski, Turgenyev, Gorki, ve Çernişevski romanlarını esas alarak değerlendiren Çulhaoğlu; Lukacs’ın Batı Avrupa’daki insanlık durumu için yaptığı “anlamsız nesnellik karşısındaki güçsüz öznellik” şeklindeki saptamasını güçlü ve uyarıcı bulur. Bu açmaza karşı Marksistlerin hem nesnelliğin anlamını hem de onun karşısındaki öznelliğin gücünü en ikna edici biçimde sergileme yükümlülüğünü taşıyanlar olduğu saptamasını yapar. Tarihsel bilinç burada kritik öneme sahiptir. Tarih bilincinin temeli toplumların gelişimin temelinin bir nesnelliği olduğunun, tarihin bu nesnellik doğrultusunda belli bir mantık sergilediğinin, gelecekteki gelişimin de aynı doğrultuda gerçekleşebileceğinin ortaya konulmasıdır. Çulhaoğlu’na göre; tarihin, bireylerin aktif bir rol alıp katkıda bulunmalarını anlamlı kılacak bir nesnelliği var mıdır? sorusuna verilecek yanıt Marksistlerle Marksist olmayıp genel hatlarıyla ilerici bir konumda olanların arasındaki en önemli farkı ortaya çıkarmaktadır. Tarih bilincini, bireysel gelişkinliği ile mücadele içinde kaynaştırabilen insanı “güzel insan” olarak tanımlayan Çulhaoğlu, bu mücadele sürecinde kendini ayakta ve diri tutmaya yetenden daha çoğunu üreterek bununla başkalarını da ayakta ve diri tutan insan olması gerektiğinin altını çizer. Ancak bu artı değer üretiminin mutlaka bir kolektiviteyi ve örgütlülüğü ön gerektirdiğini vurgular.
Marksist teoriye önemli katkılarının yanı sıra örgütlü yaşamın da için de yer almış olan Metin Çulhaoğlu’nun, “güzel insan” tanımını en fazla hak eden değerlerimizin başında geldiğini ve ondan öğreneceğimiz daha pek çok şey olduğunu düşünüyorum.
Künye: Metin Çulhaoğlu, Tarih, Türkiye Sosyalizm Bir Mirasın Güncelliği, Yordam Kitapevi, 2016, 208 sayfa.