M. Nergis Tekin yazdı | Adaletin boşluğunda parlatılan bir medya ikonu: Müge Anlı!
"Devletin aygıtlarının işlevselliğini yitirdiği, tüm kurum ve kuruluşların parti devletinin devamı hizmetini gördüğü yerde doğan boşlukları dolduracak mekanizmalara ihtiyaç duyulur. Medya da o boşlukları dolduracak en işlevsel alandır. Müge Anlı bilerek ya da bilmeyerek bu defa boşluğu doldurup yargı dağıtırken parti devleti içinde yaşanan çatışmalı, mayın döşeli bir alana girdi ya da girdirildi..."
30-09-2020 00:55

M. Nergis Tekin
Anayasa’nın 2. Maddesine göre Türkiye bir hukuk devletidir. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasaya göre demokratik bir hukuk devleti olarak yönetilmesi gerekmektedir. Yazılı maddelere göre ülkemizin sadece hukuk devleti olma niteliği yok. Daha birçok niteliklere sahip bir ülkeyiz. İyi anlamda. Yazılı metinlere göre!
Peki, Türkiye gerçekten bir hukuk devleti midir?
Öncelikle yazıya devam etmeden önce “hukuk devleti” olmakla ilgili kişisel düşüncem, kapitalist düzenin hâkim olduğu, egemen ideolojinin kapitalist ekonomi olduğu bir düzende hukuka duyulan inancı sorgulamaktan yanadır. Bu anlamda da Eleştirel Hukuk Çalışmaları (EHÇ) olarak adlandırılan özel bir konferans ile bir araya gelen kuramcıların yaklaşımlarına katılmamak elde değil. Yazının ve zamanın sınırlılıklarından dolayı EHÇ’ye burada detaylıca yer vermek, konunun odağını dağıtmaya sebep olacaktır. Daha önceki bir yazımda da kullandığım gibi EHÇ’nin “hukuk siyasettir” yaklaşımından yola çıkarsak “Türkiye gerçekten bir hukuk devleti midir?” sorusuna cevap değişecektir. Bu başlı başına başka bir yazının konusudur.
Türkiye’de, 1980’li yıllarla birlikte adalet mekanizmasındaki kronik bozuklukların AKP iktidarı ile birlikte giderek ağırlaştığı her aklı başında insanın göreceği kadar nettir. Bir Yargıtay Başkanı 2000’li yılların başında, “hakimler cüzdanları ve vicdanları arasında sıkışmıştır” demişti. Asgari demokrasilerin olduğu bir toplumda asla kabul edilemeyecek ve tepkilere neden olacak bu söz, Türkiye’de birkaç gün içinde unutulmuştu. O günden bu yana Türkiye hukuki skandalların yaşandığı, hukuki ihlallerle anılan bir ülke olma yolunda hızla ilerledi. Özellikle 2015’ten sonra hukukun kaygı verici düzeyde kötüleştiğine dair birçok konsey ve örgüt, Türkiye’ye yönelik uyarılarda bulundu.
Türkiye, 2019 yılı Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde (rule of law ındex) 126 ülke arasında 109. sırada yer aldı. BBC’nin haberine göre Türkiye aynı endekste 2014'te 59., 2015'te 80., 2016'da 99. sıradaydı.
Artık Türkiye’de mahkeme kararlarının, hukuka aykırı biçimde yerine getirilmediğini söylemek bilindik bir gerçeğin tekrarı. Savcıların üstüne uzun süre üzerinde çalıştıkları dava dosyalarından birdenbire el çektirildiğini söylemek de pek bir şey ifade etmiyor. Kanıksanmış bir durum halinde. Yine hâkim ve savcıların keyfi şekilde başka mahkemelere tayin edildiğini hatta bazen bunun da yetmediği yerde meslekten ihraç edilebildiklerini söylemek de pek bir anlam taşımıyor. Öyle ki artık ülkenin İçişleri Bakanı ünvanlı ve genellikle “hedef gösterme” deyince aklımıza ilk önce onun ismini getirdiğimiz ki bu belki de o taraftan bakınca bir gurur vesilesi olabilir. Evet, artık ülkemizde İçişleri Bakanı, Anayasa Mahkemesi Başkan’ı Zühtü Arslan’a “Polis koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. Hadi git gel, özgürüz ya. Tamamen her şey güvenlik altında, hadi git. Niye polis koruması alıyorsun, niye eskortlarla geziyorsunuz" diye sesleniyordu. Sonuçta, bazı ülkelerde AYM Başkanları işe bisikletle gidip- gelebilir bazı ülkelerde gidip- gelemez!
Türkiye’de AYM Başkanı’nın bisikletle işe gidip gelemeyeceğini, daha açık ifade ile ülkemizin güvenli bir yer olmadığını söyleyen Bakana katılmamak mümkün değil. Bu konuda eminim hepimiz Bakanla aynı fikirdeyiz!
Türkiye sadece AYM Başkanı için güvenliksiz bir ülke değil elbette. Listede hepimize yer var. Ama son zamanlarda bir sokak ortasında saldırıya uğrayan vekiller, gazeteciler, hatta cenazede saldırıya uğrayan parti genel başkanları için de güvenli değil. Ve bu güvensiz ortamda 2020 yılının Haziran ayında en az 27, Temmuz ayında 36, Ağustos ayında 27, bu yılın Mart ayı itibariyle son 18 senede 15 bin 557 kadın öldürüldü. AYM Başkanı’nın bisikletle işine gidip gelmesinin tehlikeli olduğu devletin en üst mecralarınca söylendiği için 18 senede 15 bin 557 kadının öldürülmesinde elbette çok şaşılacak bir durum yok! Tabii kadınların can güvenliğini sağlamakla yükümlü olan mekanizmalar için şaşılacak bir durum yok. Hatta bize göre politik olan cinayetlerde hayatlarını kaybeden kadınların katillerinin bulunmaması, bulunduktan sonra adaletin önünde yargılanıp cezalarını almamaları da onlar için önemli değil.
Emekli General AKP milletvekili Şirin Ünal’ın evinde bir yıl sigortasız çalıştırılan Nadira Kadirova’nın, Ünal’a ait silahla göğsünden vurulması, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün “intihar” beyanıyla olayın üzerini hızlıca örtmeye çalışması, Özbekistan’da cenaze evinde polisin beklemesi, ailenin tehdit ediliyoruz demesi, ailenin avukat talebinin, pek çok avukat tarafından reddedilmesi, dava ile ilgilenen avukatların gizlilik kararı varmış gibi dosyaya ulaşamamaları ne İçişleri’nin ne de Adalet Bakanlığı’nın görev alanındaki konulardı. Şirin Ünal’ın dosyada şüpheli olarak adının geçmesi gerektiğini biz adalet mercilerinden bekliyor olabiliriz ama bu bizim ayıbımız! Çünkü onların işi başka.
11 yaşındaki Rabia Naz’ın şüpheli ölümü için de adalet istemek ailenin ve aileye destek olmaya çalışanların ayıbı!
28 Mart 2019 yılında AKP Milletvekili Tolga Ağar'ın Elazığ’daki evine gittikten bir gün sonra ölü bulunan gazeteci ve üniversite öğrencisi Yeldana Kaharman için de Adalet Bakanlığı’ndan adalet istenmemeliydi.
“Bir TV programcısı değildir savcı. Varsa bir delilin arkadaş; yeri adliyedir, karakoldur”
Sorunlu bir hukukun bile olmadığı ülkede Adalet Bakanlığı’nın ilgi alanına girmeyen cinayetler için uzun zamandır başvurulan yer Müge Anlı’nın stüdyosuydu. Stüdyosuydu diyoruz çünkü Adalet Bakanlığı kısa bir süre önce altına imzamızı atacağımız, kendi varlığının farkına vardığı bir çıkışta bulundu ve dedi ki “Bir TV programcısı değildir savcı. Varsa bir delilin arkadaş; yeri adliyedir, karakoldur”… Oysa ülkede adalet mercilerini meşgul etmek istemeyen, adaletten umudunu kesen değil, adalet mercilerini meşgul etmek istemeyen yurttaşlar şaşırtıcı şekilde cinayetleri aydınlatan Müge Anlı’ya başvuruyordu. Ancak Müge Anlı bugüne kadar ne Nadira Kadirova ne Rabia Naz ne de Yeldana Kaharman için ekranlardan adalet aramamıştı. Aramalı mıydı? Adaletin işlediği bir ülkede elbette ki adalet ekrandan aranmamalı, gazeteci yargının işi olan yargı dağıtma alanına girmemelidir. Ancak Barış Terkoğlu’nun Cumhuriyet’te yer alan yazısında ifade ettiği gibi Anlı, “uzun yıllardır güvenlik kurumlarının “sorumluluğunu üstlenen” bir program yapıyor. Kimi zaman kayıpların peşine düşüyor, kimi zaman aile içi mahrem sırları açıklıyor, kimi zaman cinayetlerin peşinden koşuyor. Şaşırtıcı, ama sonuç da alıyor. Devlet kapısında derdine derman bulamayanlar, çözümü Anlı’da arıyor”. Durum böyle olunca da ucunun siyasilere dokunduğu kadın cinayetlerine Anlı’nın hiç değinememesi düşündürücü.
Hukuk sisteminin ilgi alanına girmeyen konularda yargı dağıtmak Müge Anlı’nın işiydi. Ya da şöyle mi demeli; adalet sisteminin çöktüğü yerde yargı, medya aracılığı ile Müge Anlı’ya dağıttırılıyordu! Dağıttırılıyordu diyoruz çünkü belli ki artık Adalet Bakanlığı “bir dakika ben varım, yargı dağıtmak benim işim” demeye karar vermiş. Adalet Bakanlığı’nın bir anda görevlerini hatırlamasına sebep olan olay ise 3 Haziran’da, Aleyna Çakır isimli 21 yaşındaki genç kızın, tavana asılı olarak bulunması ile başlayan süreçtir. Müge Anlı’nın kamuoyu ile paylaştığı delillere göre Çakır’ın erkek arkadaşı Ümitcan Uygun, ilk bakışta intihar gibi gözüken Aleyna Çakır’ın ölümden sorumluydu. Uzun yıllardır ekranlardan yargı dağıtan Müge Anlı, Ümitcan Uygun’un verdiği ifadeyi, adli tıp raporunu, dayak videolarını Albayraklar’a ait ATV ekranlarından kamu ile paylaştı. Uygun’un birileri tarafından korunduğunu ima etti. Uygun tarafından tehditler aldığını canlı yayında söyledi. Bir süre sonra da Ümit Can Uygun’un annesi Gülay Uygun’un ormanlık alanda intihar etti haberi geldi. İntihar sonrası aile durumdan Müge Anlı’yı suçladı. Uygun’un eşi karısının intihardan önce “Benim ölüm nedenim Müge Anlı’dır” notu yazdığını iddia etti. Bu suçlamanın ardından adalet dağıtma görevi verilen Anlı hedef tahtasında kendisini buldu. Çünkü Aleyna Çakır cinayeti artık çok net şekilde bellidir ki tıpkı Nadira Kadirova gibi, tıpkı Rabia Naz gibi, tıpkı Yeldana Kaharman gibi bir cinayetti. Ucu, korunması gereken birilerine dokunuyordu.
Devletin aygıtlarının işlevselliğini yitirdiği, tüm kurum ve kuruluşların parti devletinin devamı hizmetini gördüğü yerde doğan boşlukları dolduracak mekanizmalara ihtiyaç duyulur. Medya da o boşlukları dolduracak en işlevsel alandır. Müge Anlı bilerek ya da bilmeyerek bu defa boşluğu doldurup yargı dağıtırken parti devleti içinde yaşanan çatışmalı, mayın döşeli bir alana girdi ya da girdirildi. Ancak tüm bu tartışmaların ortasındaki gerçek 2020 yılının Haziran ayında en az 27, Temmuz ayında 36, Ağustos ayında 27, bu yılın Mart ayı itibariyle son 18 senede 15 bin 557 kadının öldürülmüş olmasıdır. Gerçek katil zanlılarının ya da katil zanlılarının yakınlarının kendilerini aklamak için milliyetçi kimliklerini ifşa etme çabalarıdır, devletin üst kademesinden kişilerle daha önce çektirdikleri fotoğrafları paylaşmalarıdır. Müge Anlı’nın ya da medyanın savcılığa soyunmaması için devreden çıkan adalet mekanizmasının yeniden tesis edileceği bir düzenin kurulmasıdır gerçek.
İLGİLİ HABERLER
Taciz, tehdit, şantaj, hakaret… 3 dava, 7 uzaklaştırma olmasına rağmen genç kadının peşini bırakmıyor!
26 yaşındaki Dr. Hacer D. öğrencilik döneminde Malatya’da tanıştığı Cebrail Can Kalaycı’nın 7 yıldır taciz, tehdit, şantaj ve hakaretlerine maruz kalıyor.
20-08-2020 17:02

Kilis’te Cebrail Can Kalaycı isimli erkek, hakkında 7 defa uzaklaştırma, 3 defa da dava açılmasına rağmen Hacer D. isimli kadını 7 yıldır taciz etmeye devam ediyor. Hacer D., Tam 1600 numara değiştirerek tacize devam eden Cebrail Can Kalaycı’dan kurtulmak için sosyal medyadan çağrıda bulundu.
Gaziantep Doğuş gazetesinden Nevre Kalaycı’nın haberine göre, 26 yaşındaki Dr. Hacer D. öğrencilik döneminde Malatya’da tanıştığı Cebrail Can Kalaycı’nın 7 yıldır taciz, tehdit, şantaj ve hakaretlerine maruz kalıyor. Erzurum’da üniversite kazandıktan sonra Cebrail Can Kalaycı’nın defalarca okula geldiğini ve kendisiyle görüşmek istediğini belirten Hacer D., 2014 yılında okula gelip ayaklarıma sarılınca arkadaşlarımız araya girip ayırdı. İlk davayı da bu dönemde açtık” dedi.
Cebrail Can Kalaycı’nın hakkında 7 defa uzaklaştırma kararı alındığını, 3 defa da dava açıldığını belirten Hacer D., Ocak 2020’de Kilis Devlet Hastanesi’nde göreve başladığını ve bundan sonra da Cebrail Can Kalaycı’nın nöbet listelerini ele geçirerek nöbet çıkışlarına geldiğini söyledi.
Hayatının düzene girmesini istediğini ifade eden Hacer D., Cebrail Can Kalaycı’nın erkek arkadaşlarının listesini çıkardığını ve hayatında olan herkesi bulup mesajlar attığını, 2019 yılı Temmuz ayından bu yana şantaja maruz kaldığını söyledi.
CEZALARI ERTELENMİŞ
Hacer D.'nin avukatı İslim Arğıllı Suvat ise şiddetin yalnızca fiziksel şiddet olmadığını, müvekkilinin yaşadığının ağır bir psikolojik şiddet olduğunu belirterek, “Müvekkilim Hacer D., tarafından Cebrail Can K.’ya kişinin huzur ve sükûnunu bozma suçundan 2014 yılında Erzurum Asliye Ceza Mahkemesinde dava açıldı. Sanık ceza aldı, fakat adli sicil kaydında herhangi bir suç kaydı olmadığı için hükmün açıklanması geri bırakıldı, ceza ertelendi. 2.dava Erzurum’da tehdit ve hakaret suçlamasıyla dava açıldı. Duruşmalar devam ediyor. 2020 yılında da tehdit, hakaret, cinsel taciz, kişinin huzur ve sükûnunu bozma, kişisel verilerin hukuka aykırı elde edilmesi suçlarından dolayı dava açtık, duruşmaları devam ediyor” ifadelerini kullandı.
1600 FARKLI HATTAN MESAJ ATMIŞ
Av. İslim Arğıllı Suvat, şahsın her şehirde müvekkilini takip ettiğini belirterek, “2020 yılı Ocak ayında müvekkilim Kilis Devlet Hastanesi’ne atandı. Şahıs okulu bırakıp müvekkilimin peşinden Kilis’e geliyor. Şahsın ailesi aslında Malatya’da, babası profesör. Şahsın Kilis’te hiçbir bağlantısı yokken müvekkilimin peşinden Kilis’e geliyor.2020 Ocak ayından bu güne kadar müvekkilim Hacer D.'ye 1600 farklı hattan mesajlar, görüntülü aramalar mevcut. Müvekkilimin mezuniyet törenine dahi giderek videolara çekmiş. İnternetten indirdiği çıplak kadın görsellerine müvekkilimin başını montajlayarak ailesine ve tanıdıklarına göndermekle tehdit ediyor. Görsellerdeki kadınlar müvekkilime kıyasla çok kilolu kişiler” dedi.
‘CEZALAR ERTELENMESİN’
Kanunların ceza anlamında da cezai yaptırımlar anlamında da yeterli olduğunu aktaran Av. İslim Arğıllı Suvat, “Fakat uygulama noktasında sıkıntılarımız var. 6284 sayılı kanun için özellikle şu günlerde çok baskı var. İnsanların yanıldığı nokta şu; sözleşmede önleme çalışması geçiyor. Çocukların müfredatına toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsiyet adaleti dersleri eklenecek. Bizim sıkıntımız doğru uygulanmaması, şahıs tehdit ve hakarette de ceza alıyor fakat erteleniyor. Bu kadar fazla şikayet sonucunda 2-3 yıl sonra da olsa muhakkak ki bir netice alınacak. Şuan 1 mahkumiyeti var. Biz istiyoruz ki cezalar ertelenmesin, müvekkilim normal hayatına dönebilsin” dedi.
'İstanbul Sözleşmesi yaşatır' demek için toplanan kadınlara polis saldırdı: 33 gözaltı
Ankara'da "İstanbul Sözleşmesi yaşatır" demek için toplanan kadınlara polis saldırdı. Saldırıda 33 kadın gözaltına alındı.
13-08-2020 01:15

Ankara’da kadınların İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılara karşı yapmak istediği yürüyüşe polis saldırdı. Saldırıda 33 kadın gözaltına alındı.
Ankara Kadın Platformu’nun, “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” demek için Ankara Kolej Metro durağı önüne yaptığı çağrı öncesi polis durağı bariyerlerle kapattı. Bu rağmen toplanan kadınlar, buradan Çankaya Belediyesi önüne yürümek istedi. Bu sırada saldıran polis 33 kadını gözaltına aldı.
Ankara'da, "İstanbul Sözleşmesi yaşatır" demek için toplanan kadınlara polis saldırdı: En az 20 gözaltı
— İleri Haber (@ilerihaber) August 12, 2020
Via @demetyilan
Gözaltına alınan 33 kadın Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi'nde sağlik kontrollerinin ardından gece saatlerinde ise serbest bırakıldı.
M. Nergis Tekin yazdı | AKP'nin yeni rejim inşa süreci ve İstanbul Sözleşmesi
"En sonda söylenecek olanı burada ifade edecek olursak AKP’nin İstanbul Sözleşmesi’ni imzalarken de kadına, aileye, eşcinsellere bakışı bugünden farklı değildi. O nedenle “ne oldu da sözleşme yürürlüğe girdikten altı yıl sonra iptali konuşuluyor?” sorusu en iyi ihtimalle safça bir soru olarak kabul edilebilir. Değişen AKP değildir. Koşullardır. Yoksa AKP hep bildiğimiz AKP’dir..."
12-08-2020 00:44

M. Nergis Tekin
“Gerçek her zaman somuttur”
V. Lenin
"Nereden nereye geldik?”, “Artık içine kapalı bir Türkiye yerine, dünyayla bütünleşen bir Türkiye olacağız.” “Dantel örer gibi bu yolu öreceğiz. Yolumuz açıktır”… Bu cümleler AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Aralık 2004 tarihinde Brüksel Zirvesi sonrası kurduğu cümlelerden bazılarıdır. 16 Aralık 2004, AKP’nin yeni rejim inşası için tarihi bir gündür.
AKP o dönem kendi varlığının toplumsal rıza inşası için, 16 Aralık 2004 müzakeresini büyük bir zafer gibi parlatmaya ihtiyaç duyuyordu. Medyanın da yardımı ile iç siyasette bir algı yaratılması gerekiyordu. Ankara’da gündüz vakti patlatılan havai fişekler ile AB şöleni düzenleme organizasyonunu bu yeni rejim inşasının bir sacayağı olarak okumak İstanbul Sözleşmesi tartışmalarını daha bütüncül bir yaklaşımla değerlendirmeye olanak sağlar.
Birbiri ile alakasız gibi gözüken iki süreç gerçekte birbiri ile son derece ilişkilidir. Lenin’in “Gerçek her zaman somuttur” sözü; 16 Aralık 2004 yılında da İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 24 Kasım 2011’de de ve hatta sözleşmenin yürürlüğe girdiği 1 Ağustos 2014 tarihinde de toplumsal süreçleri doğru okumak isteyenlere yol göstericidir. AKP’nin ilerici bir takım sözleşmelere imza atmış olması AKP’yi ilerici bir parti haline getiremez. Bazı koşullar altında ilerici gibi gözüken hamlelerde bulunanlar o anın koşulları ile değerlendirilip mutlak bir anlamda “ilerici” olarak etiketlenemez. Ancak AKP o dönem, Türkiye liberalleri tarafından ve dahi liberal sol tarafından ilerici bir parti olarak görülmüştür. Oysa bir hareketin ilerici olarak etiketlenmesi için o hareket tarihsel bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir.
AKP’NİN İKTİDARA GELDİĞİ İLK GÜNDEN BUGÜNE DEĞİŞMEYEN HEDEFİ, SİYASAL İSLAM PROJESİ!
AKP’nin ılımlı İslam projesi kapsamında kurulmuş bir parti olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri ile bir hesaplaşma içerisinde doğduğu ve fakat bu hesaplaşma sonucunda daha ileri bir Türkiye değil daha geri bir Türkiye hedefi olduğu, 16 Aralık 2004 tarihinde de İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ülke unvanını aldığımız 24 Kasım 2011’de de somut birer gerçekti. Fakat kimileri bu somut gerçeği görmek istemedi.
Herhangi bir kişinin ya da partinin toplumsal yaşamdaki yerini bulmak, toplumsal fikirleri ve teorilerini çözümleyebilmek için o toplumsal fikirler ve teorilerin sınıf mahiyetini akılda tutmak zorunluluktur. AKP’nin sınıf mahiyeti bir başka yazının konusu olabilecek kadar derin bir meseledir. Ancak AKP ait olduğu sınıfa uygun bir siyasal stratejiyi iktidara geldiği ilk günden bugüne uygulamayı sürdürmüştür. Hiçbir zaman kendi sınıf mahiyeti ile çelişen bir tutum içerisinde olmamıştır. Ancak ana hedefine giden yolda zaman zaman ilerici gibi durabilecek adımlara imza atmaya mecbur kalmıştır. Bu mecburiyetin nedenini de iktidarının devamı için “ittifaklar kurma zorunluluğu” olarak görebiliriz. En sonda söylenecek olanı burada ifade edecek olursak AKP’nin İstanbul Sözleşmesi’ni imzalarken de kadına, aileye, eşcinsellere bakışı bugünden farklı değildi. O nedenle “ne oldu da sözleşme yürürlüğe girdikten altı yıl sonra iptali konuşuluyor?” sorusu en iyi ihtimalle safça bir soru olarak kabul edilebilir. Değişen AKP değildir. Koşullardır. Yoksa AKP hep bildiğimiz AKP’dir.
Şimdi bir kez daha AB şöleninin yapıldığı 17 Aralık 2004 yılına dönecek olursak bu tarihten sonra özellikle 2010 referandumuna kadar AKP “ileri demokrasi”, 3Y ile mücadele “yoksulluk, yolsuzluk ve yasakların kaldırılması” sürecinde, demokrasi ile görünürde barışık bir strateji belirlemişti. Bu stratejisinin en büyük ittifakı ise liberaller (sol liberaller diye de okunabilir) ve medyaydı.
AKP yeni rejim inşası sürecinde medyanın önemini, henüz iktidara geçtiği ilk günden itibaren fark etmiş bir partidir. AKP’nin, yeni rejimin inşası için “ileri demokrasi” evresinde, yazılı ve görsel medya bu algıyı oluşturabilmek için hazır kıta bekliyordu.
Aralık 2004 Brüksel görüşmesinin ardından mottosu “Aydınlık Türkiye’nin Habercisi!” olan Yenişafak Gazetesi “Başardık” diyordu. Haberin detaylarında “Önceki gece 'Kıbrıs kilidi'ne takılan Brüksel zirvesi, çetin pazarlıkların ardından uzlaşma ile sonuçlandı. Erdoğan'ın, "Ankara'ya dönerim" sözü, liderlerin geri adım atmasında etkili oldu” cümleleri yer alıyordu (https://www.yenisafak.com/arsiv/2004/aralik/18/index.html). 18 Aralık 2004 tarihinin gazete manşetleri demokratikleşen Türkiye(!) adına sıraya girmiş gerçekte olmayan AB üyeliğimizi kutluyor, bir yandan da Başbakan Erdoğan’ın, Brüksel’deki dik duruşunun hakikatte olmayan zaferdeki etkisini, tüm Türkiye’ye duyuruyordu. Milliyet “Kıbrıs dayatmalarının sürmesi üzerine Erdoğan bye bye diyerek kapıdan çıktı” manşetini kullanmıştı. Sabah “AB’ye onurlu ve büyük adım Avrupa İhtilali”, Tercüman “Yeni Yıldız. Başbakan Erdoğan kararlı durdu. AB’nin tuzaklarla dolu metni, istediğimiz gibi değişti. Türkiye’ye Üyelik Kapısı Açıldı” diyordu. Hürriyet “Avrupa'nın yıldızıyız”, Posta, Kemalistlere de göz kırpma çabası ile “Atam Rahat Uyu”, Akşam Gazetesi “Dik durduk kazandık”, Milliyet ise Yeni Türkiye sloganını tercih ederek “Yeni Avrupa yeni Türkiye” başlıkları ile gerçek olmayan AB zaferini kutluyor ve iktidara destek oluyordu. Türkiye’nin AB’ye giriyormuş gibi gösterilmesi medyanın da yardımı ile gerçekleştirilen bir algı showa dönüştürülmüştü.
AKP’nin ileri demokrasi ağlarıyla ördüğü Yeni Türkiye projesinde AB ile kazanılan gerçekte olmayan başarılar ise Türkiye sağ ve sol liberallerinden destek alıyor, ülke hızla 2010 referandum sürecine gidiyordu. Anayasa değişikliği yeni rejimin inşası için önemliydi. Bu uğurda uzunca bir süre Türkiye demokratikleşiyormuş gibi gözükmeli ve AKP birçok kesimden destek alarak ““Dantel örer gibi” yolunu örmeliydi ki yolu bu anlamda açıktı.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TARTIŞMALARI SİYASAL İSLAM REJİMİNE GEÇİŞİ HIZLANDIRMA PROJESİNİN BİR YANSIMASIDIR!
İstanbul Sözleşmesi ise referandumdan bir yıl sonra mecliste bütün partilerin desteği ile oy birliği ile imzalanan bir sözleşmedir. Yine “yetmez ama evetçileri”, liberalleri eleştirenler haksız çıkmıştı! AKP, 2011 yılında kadın hakları konusunda da dünyada bir ilke imza atmıştı!
O günden akıllarda AKP milletvekili Nurettin Canikli’nin şu sözleri kalacaktı “(…)Türkiye bu sözleşmenin hazırlanmasında ve sonuçlandırılmasında öncülük eden ülkelerden bir tanesi, on üç ülkeden bir tanesi. ... Ve daha önemlisi belki, Parlamentosundan geçiren, yasalaştıran ilk ülke olma onuru da inşallah bize ait olacak biraz sonra. Hepimize ait olacak, bütün milletvekillerimize, Türkiye'ye ait olacak. Bu gurur gerçekten çok tarihî bir anın da yansımasını ifade ediyor.”
Şimdilerde ise daha önce gurur duyulan bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi AKP medyasının hedefinde. Türkiye büyük bir ekonomik çıkmazın içerisindeyken, sınıf çelişkileri gitgide derinleşirken medya birden AKP’nin sözleşmenin 4/3. maddesinde geçen ‘cinsel yönelim’ ifadesinden rahatsız olduğunu, sözleşmedeki bazı ifadelerin ve maddelerin Türk aile yapısına ve ahlaki değerlere aykırı olduğunu yazıp çizmekte, ekranlarda sözleşmenin tarafı kadınlara söz vermeden tartıştırmaktadır. Medya, kimi zaman açıktan kimi zaman ise örtülü olarak, kadınsız tartışma programları ile sözleşmenin kaldırılmasını isteyen seslerden yana bir tavır sergilemektedir.
YENİ REJİM İNŞASINDA MEDYA İÇİN BİR DÖNEM PARLATTIĞI PROJELERİ ŞİMDİ SÖNDÜRME ZAMANI
Hiçbir kadın konuşmacının yer almadığı tv programlarında, İstanbul Sözleşmesini Türk aile yapısını bozuyor ve eşcinselliği özendiriyor diye eleştiren gazetelerde ve köşelerde acaba 2011’de durum neydi, sözleşmeye o tarihte medyanın eleştirileri ne şekilde olmuştu? diye insan doğrusu merak ediyor.
Dönemin arşivleri incelendiğinde o tarihte hiçbir medya kuruluşunun, gazetecinin bu sözleşmeye itirazı ile karşılaşılmamaktadır. Eğer aşağıda ismi geçecek olan gazetecilerin ve gazetelerin sözleşme imzalandığında ve yürürlüğe girdiğinde itirazlarını dile getirdikleri bir köşe yazısı, bir tv programı kaydı varsa kamuoyu ile paylaşmalıdır.
AKP’nin o dönemdeki siyasal stratejisine (AB’ye giriş vaatleri, vesayetle mücadele) uygun olarak Emine Erdoğan’ın toplantı açılışındaki konuşması birçok tv kanalında canlı olarak yer almıştı. Emine Erdoğan’ın, Nazım Hikmet Ran'ın "Kız Çocuğu" adlı şiirini ağlayarak okuması ve toplantıya katılan diğer ülkelerin liderlerinin eşleri (Esma Esad da toplantıda yer alan isimler arasındaydı) ile hazırlanan çağrıyı okuması “İleri demokrasi” adına canlı olarak Türkiye’ye izlettirilmişti.
2014 yılından beri yürürlükte olan bir sözleşmenin tartışmaya açılması ve bu tartışmada medyanın tutumu AKP’nin ana hedefe giden siyasal stratejisinde bir süreden beri göstermiş olduğu değişimin bir yansımasıdır. İleri demokrasi ve 3Y söylemi AKP için miladını yavaş yavaş doldurmuştur. Özellikle 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ile AKP başka bir evreye geçmiştir. Yeni Rejimin kurulumunun hız kazandığı ve “demokrasi birliği” aldatmacasının çöktüğü bu evrede AKP kimi zaman keskin adımlar atmakta kimi zaman ise bu adımları oluşan tepkiler üzerine geri çekmektedir.
Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak’ın, 27 Temmuz Pazartesi günü yayımlanan yazısında İstanbul Sözleşmesi'ni savunan kadınlara "fahişeler" diyerek hakaret etmesini AKP’nin 2014 yılı ile değiştirdiği evre ile açıklamak mümkündür. Abdurrahman Dilipak, İstanbul sözleşmesinin onaylandığı ya da yürürlüğe girdiği tarihte de bir köşe sahibiydi. Ancak taramalarda İstanbul Sözleşmesi’ne o tarihlerde etmiş olduğu tek bir itiraz yazısına rastlanmamaktadır. Şimdi yüksek sesle bu itirazı üst perdeden dile getiriyor oluşu AKP’nin içinden geçtiğimiz süreçte hızlandırdığı yeni rejim inşası ile paralel değerlendirilmelidir.
Yeni Şafak yazarı ve eski AKP milletvekili Yasin Aktay ise İstanbul Sözleşmesi’nin etkinliği arttıkça kadına yönelik şiddetinin de artığını öne süren bir yazı ile şimdi sözleşmenin karşısında yer almaktadır. Fakat kendisinin de o dönem için bir itiraz yazısına rastlanamamıştır.
Abdülkadir Selvi ise Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde “İstanbul Sözleşmesi ele alındığında uygulamadan kaynaklanan sorunların da masaya yatırılması gerekiyor. Ama görünen bir gerçek var. Tüm kutsal dinlerce sapkınlık olarak tarif edilen eşcinsellik meşrulaştırılıyor, normalleştiriliyor ve yaygınlaştırılıyor” (http://yazar.io/yazar-abdulkadir-selvi_2497/#) diyerek sözleşmeye karşıtlığını gösteriyor. Ancak Selvi’nin de o tarihte sözleşmeye bir itiraz yazısı tespit edilmemiştir.
Sözleşmenin iptali konusunda fikir beyan eden hatta sözleşmeyi savunanlara hakaret eden bu isimlerin sözleşmeye bunca zaman itiraz etmemeleri şaşırtıcı değildir. Eski AKP Milletvekili Mehmet Metiner’in İstanbul Sözleşmesi’nin kabulü için yaptığı açıklamada, “İtiraf ediyorum, neye oy verdiğimizi bilmeden el kaldırdık” demesi de şaşırtıcı değildir. AKP iktidarı siyasal rejim değişikliğine giden yolda medya ile birlikte güzel bir “kandırıldık” stratejisi benimsemiştir. Oysa kandırılan bu süreçte AKP’den demokrasi bekleyenler olmuştur.
Her zaman somut olan gerçek ise İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı gün de, bugün de AKP’nin hedefleridir. İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden bu yana kadına yönelik şiddet elbette ki bitmemiş hatta tırmanarak artmıştır. Ancak bu sözleşme ile ilgili bir sonuç değildir. Yeni Türkiye’nin, kurulmak istenen yeni siyasal İslam rejiminin bir sonucudur.
EN SOMUT GERÇEK İLERİCİ MÜCADELENİN GÜÇLENEREK SÜRECİĞİ GERÇEĞİDİR!
Somut olan diğer bir gerçek ise 6284 sayılı Kanunun maddelerinin 9 yıl önceki ile aynı olduğu gerçeğidir.
Somut olan bir başka gerçek ise medyanın o dönemde AKP stratejileri gereği parlattıklarını şimdi söndürmek zorunda olduğudur.
Somut olan bir başka gerçek toplumun her alanında gerici söylemlerin yüksek perdeden artık dile getiriliş evresine geçildiği gerçeğidir.
Yarın sözleşme tepkilerden çekinilerek henüz zamanı değil diye iptal edilmeyebilir. Ya da Ayasofya’nın cami yapılması ile hız kazanan siyasal İslam rejiminin tamamlanması süreci kapsamında iptal de edilebilir. Ancak en somut gerçek kadınların da dâhil olduğu sömürülen sınıfların ilerici mücadelesinin devam edeceği gerçeğidir.
Helin Palantöken cinayeti belgesel oldu
İleri TV’nin hazırladığı Suç Bende Değil belgeselinin ilk bölümünde Helin Palantöken’in hayatı izleyiciyle buluştu.
10-08-2020 18:20
İzel Sezer - Sezgin Alışır
İstanbul’da, reddettiği Mustafa Yetgin tarafından okul çıkışında katledilen 17 yaşındaki lise öğrencisi Helin Palantöken'in hikâyesi, babası Nihat Palantöken ve avukatı Emrah Daylan’ın anlatımıyla İleri TV’nin hazırladığı Suç Bende Değil belgeselinin ikinci bölümünde izleyiciyle buluştu.
İstanbul'un Pendik ilçesinde, 13 Ekim 2017’de Mustafa Yetgin tarafından katledilen Helin Palantöken’in yaşamı, cinayete ilişkin dava süreci ve katledildiği günden bu güne ailesinin hayatında değişenler, İleri TV’nin kadın cinayetlerine dikkat çekmek amacıyla hazırladığı Suç Bende Değil belgeselinin ikinci bölümünde anlatıldı.
‘KIZIMI KENDİME HAZIRLADIĞIM MEZARA KOYDUM’
Helin’de 8-9 yaşına geldiğinde böbrek yetmezliğinin başladığını ve ameliyat olduğunu, 11 yaşına geldiğinde ise annesini kaybettiğini aktaran baba Nihat Palantöken, ‘’Helin’in annesi vefat ettiğinde ben eşimin mezarını yaptım, yanını da kendim için hazırladım. Ben kızımı kendi mezarıma koydum’’ dedi.
Cinayet anlarını ‘’17 yaşına geldiğinde kendini bilmez biri Helin’e musallat oldu ve Helin’in de bu kişinin arkadaşlık teklifini reddetti. Bu yüzden okul çıkışında kızımın önünü keserek internetten 9 taksitle aldığı silahla taradı. Kızım öldü, iki arkadaşı da yaralandı’’ sözleriyle anlatan baba Palantöken, katilin kelepçe bile takılmadan, elini kolunu sallayarak götürülmesine ve katili cinayet mahaline getiren kişinin ceza almamasına bir kez daha isyan etti.
’SADECE İSİM BENZERLİĞİYLE YANLIŞ SANIK GETİRİLMEZ’
İlk mahkemeye yanlış sanığın getirilmesinin bilinçli şekilde yapıldığını düşündüğünü söyleyen Nihat Palantöken, göz taraması, TC kimlik numarası gibi ayırt edici unsurlar varken sadece isim benzerliğinden yanlış sanığın getirilmesinin mümkün olmadığını söyledi.
’SUÇ DUYURUSUNA RAĞMEN HİÇBİR İŞLEM YAPILMADI’
Yanlış sanık getirilmesinin ardından cezaevi savcısı ve cezaevi müdürü hakkında suç duyurusunda bulunduklarını aktaran Palantöken, suç duyurusuna rağmen hiçbir işlem yapılmadığını ve dosyanın dahi açılmadığını ifade etti.
‘ZİYARETE GELEN AKP’Lİ VEKİL, BİR GÜN ÖNCE ÖNERGEYİ REDDETMİŞ’
Helin’in katledilmesinin ardından dönemin başbakanı Binali Yıldırım’ın ve sonrasında da AKP’li Milletvekili Ravza Kavakçı Kan’ın kendilerini ziyaret ettiğini söyleyen Nihat Palantöken, ziyaretten bir gün önce Meclis’e verilen ‘’bireysel silahlanmayla mücadele edilsin’’ önergesine ‘’hayır’’ oyu verenler arasında Ravza Kavakçı Kan’ın da bulunduğunu öğrendiklerini söyledi.
‘BİREYSEL SİLAHLANMAYA KARŞI İMZA KAMPANYASINA DEVAM EDECEĞİZ’
Kızının öldürülmesi sonrasında bazı muhalif vekiller tarafından davet edildikleri Meclis’te bireysel silahlanmanın önlenmesi için tekrar dilekçe verdiklerini fakat bu dilekçenin de reddedildiğini söyleyen Nihat Palantöken, ne olursa olsun bireysel silahlanmaya karşı başlattıkları imza kampanyalarına devam edeceklerini vurguladı.
‘MAHKEMEYE YANLIŞ SANIK GETİRİLMESİYLE BELKİ DE TAHLİYE EDİLECEKTİ’
Palantöken ailesinin avukatı Emrah Daylan ise dava sürecinin skandallarla dolu geçtiğini söyledi. İlk celsede yanlış sanık getirilmesinin çok kötü sonuçlar doğurabileceğini ve belki de katil Mustafa Yetgin’in bu şekilde tahliye edilebileceğini söyledi.
‘SANIK DELİ NUMARASI YAPARAK KURTULMAYA ÇALIŞTI’
İkinci duruşmada gelen sanığın deli numarası yaptığını ve sağa sola bakarak güldüğünü söyleyen Av. Emrah Daylan, katilin suçtan kurtulmak için çeşitli şeyler yaptığını fakat liseli bir çocuğu öldüren birinin deli taklidiyle kurtulabilmesinin mümkün olmadığını söyledi.
‘KARAR EMSAL TEŞKİL EDİYOR’
Bir kadını öldüren her erkeğin söylediği gibi katil Mustafa Yetgin’in de böyle bir şeyin olmasını istemediğini iddia ettiğini aktaran Daylan, katil Yetgin’e verilen cezada herhangi bir indirim yapılmadığını, bu kararın bir emsal teşkil ettiğini ve kadın cinayetleri davasında verilmiş en ağır ceza olduğunu söyledi.
Devlet 60 şikayetini duymamıştı: Sevtap Şahin cinayeti Meclis gündemine taşındı
CHP'li vekil Taşçıer önergesinde, "Cinayetin öncesindeki süreçte Sevtap Şahin’in 60’a yakın kez şikayette bulunduğunu açıklayan ailesinin anlattıkları, cinayetin göz göre göre geldiğini ve Şahin’in korunmadığını ortaya koymuştur" dedi.
23-07-2020 18:29

CHP’li Gamze Taşçıer, evli olduğu erkek Özhan Şahin tarafından boğularak katledilen Sevtap Şahin'in, öldürülmeden önce 60 kez şikayette bulunmasına ilişkin İçişleri Bakanı Soylu’ya “İstanbul Sözleşmesi’ne, 6284 sayılı yasaya, genelgeler ve yönetmeliklere neden uyulmamaktadır?” diye sordu.
İleri Hatırlatıyor
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Ankara Milletvekili Gamze Taşcıer, erkek şiddeti sonucu yaşamını yitiren Sevtap Şahin'in ölümünde ihmali bulunanların ortaya çıkarılmasını istedi. İhmaller sonucunda Şahin'in öldürüldüğünü ifade eden Taşcıer, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı'na sunduğu yazılı soru önergesinde, "Ankara’da yaşayan Sevtap Şahin gördüğü şiddet nedeniyle sığındığı annesinin evinde, 15 Haziran'da evli olduğu erkek tarafından boğularak komaya sokulduktan 3 gün sonra yaşamını yitirmiştir. Cinayetin öncesindeki süreçte Sevtap Şahin’in 60’a yakın kez şikayette bulunduğunu açıklayan ailesinin anlattıkları, cinayetin göz göre göre geldiğini ve Şahin’in korunmadığını ortaya koymuştur" dedi.
KATİLİ NEDEN DURDURMADINIZ?
60 kez şikayet edilmesine rağmen katilin neden durdurulmadığını soran Taşcıer, önergesinde şu sorulara yer verdi:
- Katilin farklı günlerde evin önüne sandalye çekip oturduğu, kapıyı dinlediği, evi taşladığı, kapıyı zorla açıp tekrar darp girişiminde bulunduğu ifade edilmiştir. Koruma kararının uygulanmaması ve uzaklaştırma kararının takip edilmemesiyle ilgili görevini ihmal eden polisler hakkında işlem başlatılmış mıdır?
- İfadelere göre cinayetin işlendiği gün, katilin eve zorla girmesi üzerine Sevtap Şahin’in annesi polisi aramış ancak karakolun çok yakında olmasına rağmen polisler 20 dakika sonra gelmiştir. Gelen ekipler de, Sevtap Şahin evin içerisinde can çekişirken kapıyı kırıp girmemiş, savcıdan izin beklemiştir. Böyle acil bir durumda bekleyerek bir başka ihmali yaratan polisler hakkında işlem başlatılmış mıdır?
- Birçok kadın cinayeti vakasında görüldüğü üzere, kolluk güçlerinin yoğun ihmalleri bulunduğu ortaya çıkmaktadır.Kolluk güçlerine gerekli eğitimler verilmemekte midir?
- Veriliyorsa, ısrarla uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’ne, 6284 sayılı yasaya, genelgeler ve yönetmeliklere neden uyulmamaktadır? Var olan hükümlere uymayan kolluk güçleri hakkında bugüne dek hiç soruşturma açılmış mıdır?
- Partiniz yöneticilerinden gelen İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılabileceğine dair yorumların, kolluk güçlerinin sözleşme hükümlerine uymayan ve göz ardı eden davranışlarına yol açtığını düşünüyor musunuz?"
Kadın cinayetleri Aydın'da protesto edildi: 'Pınarları yaşatacak olan İstanbul Sözleşmesi’dir!'
Eylemlerde yapılan açıklamada, "Ve bir kez daha buradan tüm yetkilileri, tüm kademeleri uyarıyoruz: İstanbul Sözleşmesi’ne dokunmayı aklınızdan bile geçirmeyin. Pınarları yaşatacak olan İstanbul Sözleşmesi’dir. Uygulayacaksınız" ifadeleri kullanıldı.
22-07-2020 23:23

İleri Haber
Aydın’da kadınlar AKP iktidarında vahşet boyutuna ulaşan kadın cinayetlerini protesto etti. Eylemlerde yapılan açıklamada, “Pınarları yaşatacak olan İstanbul Sözleşmesi’dir” denildi.
5 gündür kayıp olan üniversite öğrencisi Pınar Gültekin'in cansız bedeni dün ormanlık alanda bulundu. Gültekin’i katleden Cemal Metin Avcı ise gece saatlerinde tutuklandı. Dün gün boyu konuya ilişkin tepkiler yükselirken, kadınlar birçok ilde kadın cinayetlerine karşı sokağa çıktı.
Aydın merkez ve Kuşadası’nda sokağa çıkan kadınlar, kadın cinayetlerine karşı ses çıkardı. Aydın Kadın Meclisleri ve Kuşadası Kadın Platformu tarafından yapılan eylemlerdeki açıklamalarda şu ifadelere yer verildi:
Artık yeter, biz yaşamak istiyoruz. Hiçbir kadını nerede olduğuyla, ne giydiğiyle, ne içtiğiyle suçlamanıza izin vermeyeceğiz. Kadın cinayetlerini meşrulaştırmanıza izin vermeyeceğiz. Daha önce defalarca söyledik, yine söylüyoruz: Katilleri değil kadınları koruyun. Kadınlar istedikleri gibi yaşayacak. Önümüze istediğiniz engeli çıkarın; kadınlar özgürlüğü, eşitliği, yaşamlarını alana kadar durmayacak.
Ve bir kez daha buradan tüm yetkilileri, tüm kademeleri uyarıyoruz: İstanbul Sözleşmesi’ne dokunmayı aklınızdan bile geçirmeyin. Pınarları yaşatacak olan İstanbul Sözleşmesi’dir. Uygulayacaksınız.
Pınar Gültekin için ve öldürülen tüm kadınlar için hiç durmadan yaşam hakkımız için mücadele etmeye devam edeceğiz.
ÇEVİRİ | AB sınırında yasa dışı 'geri itmeler': Avrupa'nın vahşi kapı bekçisi
Kırık kemikler ve kırılan dişler: Hırvat polisi, mültecileri AB sınırından dışarı atmak için kaba kuvvet kullanıyor. Avrupa Birliği de bundan çok memnun görünüyor.
25-01-2021 09:19

Yazar: Krsto Lazarevic
Çeviri: Kemal Çaprak
Sabahın erken saatlerinde dört genç adam Bosna'nın Bihać kasabasına doğru bir köy yolunda yürüyor. Gece yeşil sınırı geçerek Hırvatistan'a girme girişimleri başlangıçta başarısız oluyor, ardından içlerinden biri "Hırvat polisi çok kötü" diyor. Bihać Belediye Başkanı Šuhret Fazlić, babacan bir tavırla adamın omzuna vuruyor. Fazlić o sırada, Bosna-Hersek ile Hırvatistan arasında olan yeşil sınırdaki durum hakkında bir fikir edinmek için ziyarette. Aynı zamanda avcılık yapan başkan, bu bölgeyi iyi biliyor. Bölgede hala 40 civarında ayı var. Tabelalar başka bir tehlikeye daha işaret ediyor: "Dikkat mayın!“
40 dakika boyunca yürünen küçük toprak yolun solunda ve sağında ceketler, plastik şişeler ve sırt çantaları vardır; ta ki iki yıkık eve gelene kadar: "Burası Bosna-Hersek ile Hırvatistan arasındaki sınırdır" diyor Fazlić ve şöyle devam ediyor: "Bugünlerde AB'nin dış sınırı, eskiden yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun Hristiyan Avrupa'ya sınırı idi".
Bu sınırdaki koşullar, bir STK olan “Sınır Şiddet İzleme“ (Border Violence Monitoring) tarafından yayınlanan onlarca videoda da görülebilir. Kayıtlar, Hırvat polisinin ''geri itme“ (''pushbacks“) olarak adlandırılan yöntemle mültecileri nasıl geri püskürttüğünü belgeliyor. Buradakı muamele, AB hukukunu ve Cenevre Mülteci Sözleşmesi‘ni ihlal ediyor. Hırvat polislerinin insanları dövdüğü, aşağıladığı ve onların cep telefonlarını çaldığı bu kayıtlarda görülebilmektedir.
Şiddet olaylarının sadece Hırvatistan sınırında değil de Bosna-Hersek bölgesinde de yaşanıyor olması çok da önem arz etmiyor. Fazlić, silahlı Hırvat polislerini Bosna sınırının yüzlerce metre içinde kalaşnikoflarla yakaladığını söylüyor ve "Onlara başka bir ülkede yasa dışı olarak bulunduklarının farkında olup olmadığını sordum, sadece emirlere uyduklarını beyan ettiler" diyor.
MÜLTECİLERE KARŞI GÖSTERİLER
AB'deki mültecileri savuşturma politikasına gelince, kamuoyu şu anda çoğunlukla Matteo Salvini'nin mülteci karşıtı politikalarla Başbakan olmaya çalıştığı İtalya'ya bakıyor. Uluslararası Göç Örgütü (International Organization for Migration – IOM) ve ulusal makamlar, bu yıl İtalya'ya deniz yoluyla sadece 4 bin ''düzensiz geliş“ saydı. Çok daha küçük olan Bosna-Hersek ise bu yıl çoğu Pakistan, Suriye, Afganistan, Fas ve Cezayir'den gelen 15 bin 500'den fazla düzensiz göçmene ulaştı.
Bosna-Hersek'e Sırbistan ve Montenegro üzerinden gidiliyor. Orada mülteciler ülkenin Sırp hakimiyetindeki bölgesinden Boşnak-Hırvat ağırlıklı federasyona itiliyorlar. Bu federasyon insanların otobüsle Una-Sana kantonundaki Hırvatistan sınırına götürüldüğü on farklı kantondan oluşuyor. İnsanların çoğunun yolculukları Velika Kladuša ve Bihać'ta sona eriyor ve bu iki şehirde sıkışıp kalıyorlar. Hırvat polisi tarafından defalarca dövülerek püskürtüldükleri için AB sınırından geçemiyorlar.
Şimdiye kadar Bosna hükümetinden bölgedeki durumun nasıl iyileştirilebileceğine dair herhangi bir öneri gelmedi. Ekim 2018'deki parlamento seçimlerinden hükümetin kurulmasına kadar yaklaşık on ay geçti, ancak şimdi de buna yönelik hiçbir şey olmadı. Ayrıca, Avrupa'nın belki de en işlevsiz ülkesindeki iki küçük kasabanın, mültecilerin ihtiyaçları için başıboş bırakıldığı da söylenebilir. AB'nin sağladığı para mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor. Uluslararası Göç Örgütü tarafından yönetilen kamplarda 3 bin 200 kişilik yer var, bu sayı olması gerekenden çok daha az. Bihać'taki sokak manzarası, Pakistanlı ve Afganistanlı genç erkeklerle karakterize ediliyor. Başlangıçta mültecilere gösterilen bir dayanışma söz konusuyken, sonrasında şehirde oluşan atmosfer ile bu durum değişiyor. Mülteci karşıtı gösteriler başlıyor ve bazı girişimciler şehirde turizm konusunda endişeli hale geliyor. Bunun üzerine belediye başkanı Fazlić, şehrin dışında yeni bir kamp kuracağına söz verdi ve verdigi sözü tuttu. 13 ve 14 Haziran 2019 tarihlerinde, çoğu kez kendi iradelerine karşı yüzlerce kişi, Bosna polisi tarafından Bihać'tan alındı ve Hırvatistan sınırına yakın yeni inşa edilen Vučjak kampına götürüldü. Eski bir çöp alanına kurulan bu kamp, su ve elektrigi olmayan, ancak etrafı mayınlar, yılanlar ve sivrisineklerle çevrili olan bir alandı.
AVRUPA'NIN BAŞARI ÖYKÜSÜ
Bihać‘ın yerel Kızıl Haç‘ı, kamp Vučjak'ta bine yakın mülteci ile ilgileniyor. Günde iki kez yemek verilmekte, bu yemek genellikle iki parça ekmek ve bir çorbadan oluşuyor. IOM ve UNHCR, kampın konumu ve felaket koşulları nedeniyle orayı onaylamak istemedikleri için kampta aktif değil. Kızıl Haç'ın huysuz bir çalışanı kamp sakinlerine bağırıyor: "Neden çöplerinizi toplamıyorsunuz?" Oysaki kampın kendisi çöplük alanının üzerinde kurulmuş durumda. Bunun yanında insanların çoğu polis tarafından dövüldüğü için yaralı. Diğerleri ise enfekte böcek ısırıklarından muzdarip. Tıbbi bakım, bağışlarla finanse edilen küçük bir gönüllüler ekibi tarafından sınırlı imkanlarla sağlanmakta.
Hırvatistan İçişleri Bakanlığı yıllarca yasadışı ''geri itme“ yöntemlerini yalanlamasına rağmen, yüzlerce vaka ''Sınır Şiddet İzleme“ STK'si tarafından belgelenmiş ve ''geri itmelerin“ video kayıtları Avrupa çapında yayınlanmıştır. Bunlar yaşanırken İsviçre radyosu da ''geri itmeleri“ belgelemiş ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Kolinda Grabar-Kitarović'i bu kayıtlarla yüzleştirmiştir. Sonrasında Hırvatistan Cumhurbaşkanı yaptığı bir röportajda ''geri itmelerin“ gerçekleştiğini itiraf etti. O ana kadar hükümet bunu her zaman yalanlamaktaydı. Aynı röportajda Grabar-Kitarović, göçmenlerden kurtulmak için Hırvatistan sınırında “biraz şiddet” gerektiğini söylüyor. Uluslararası Af Örgütü raporu, bu şiddetin sonuçlarını kırık kemikler ve kırılan dişler olarak ortaya koyuyor.
Bir Hırvat polisinin ismini vermeden Hırvat web portalı ''Telegram.hr“ ile yaptığı röportajda, mültecilere yönelik şiddetin sistematik olarak kullanıldığını ve yukarıdan emredildiğini anlatıyor. Güç kullanmayı reddeden polislerin ise cezalandırıldığını ifade ediyor.
Yeni AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, sistematik yasa ihlaline rağmen, Zagreb'e yaptığı ilk ziyarette Hırvatistan'ı "Avrupa‘nın başarı öyküsü" olarak nitelendiriyor ve şiddetli ''geri itmeler“ hakkında hiçbir şey söylemiyor. Anlaşılan o ki AB Komisyonu Başkanı, Hırvatistan'ın Avrupa'nın vahşi kapı bekçisi rolünü oynamasından oldukça memnun görünüyor.
*Başlıkta kullanılan ''geri itme'' ifadesi, mültecilere yapılan davranışı meşru göstermeye çalışmaktadır. Aslında en temel insan haklarından biri olan iltica hakkı görmezden gelinerek mültecilerin şiddet kullanımıyla sınır dışı edilmesi söz konusudur.
Kaynak: jungle.world
ÇEVİRİ | Pfizer tarafından kullanılan telif hakları Covid-19 aşısına ulaşımı zorlaştırıyor
Bir aşının küresel dağıtımını garanti altına almak adına telif kurallarını askıya almak için günümüzden daha uygun bir zaman yok. Buna rağmen, ilaç sektörünün devi Pfizer, kurtarılacak hayatları değil de kâr hırsını önceleyerek, aşının yoksul ülkelere ulaştırılabilmesi için Dünya Ticaret Örgütü’nde verilen önergeye karşı çıkıyor.
22-01-2021 01:32

Yazan: Sarah Lazare
Çeviri: Metahan Akman
Alman partneri BioNTech ile birlikte geliştirdiği Covid-19 aşısı 11 Aralık’ta ABD’de acil kullanım onayı alan ilaç devi Pfizer, yoksul ülkelerin ilaca ulaşımını sağlamak için gösterilen uluslararası çabaya karşı çıkmakta.
Ekim ayında Hindistan ve Güney Afrika, Covid-19 için geliştirilen tedavi yöntemlerinin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) fikri mülkiyet anlaşmasının, “Fikri Mülkiyet Haklarının Ticarî Yönleri (FMHTY),” başlığı altında yer alan patent haklarının askıya alınması için bir önerge verdiler. Neredeyse yüz ülke tarafından desteklenen bu önerge, salgın sürecinde genel olarak kullanılan tedavi yöntemlerinin daha az maliyetle geliştirilmesine olanak sağlayacak.
Zengin ülkelerin aşı stoklarını adeta yağmaladığı ve bir araştırmanın, dünya nüfusunun çeyreğinin 2022 yılına kadar aşıya erişemeyeceğini gösterdiği günümüzde, bu önerge -eğer onaylanırsa- Küresel Güney’de sayısız hayat kurtarabilir.
Ancak şimdiye kadar ABD, Avrupa Birliği, Britanya, Norveç, İsviçre, Japonya ve Kanada bu önergenin kabulünü, her tür gecikmenin daha fazla ölüm getireceği kesin olan bu düzlemde, başarıyla engellediler.
Kârını korumak için çabalayan ilaç sektörü, Pfizer’in de öncülüğünde, bu muhalefetin önemli bir ortağı. Pfizer’in genel müdürü Albert Bourla geçen hafta yaptığı açıklamada, “Bu salgının çözümünü, özel sektörün kanı diyebileceğimiz fikri mülkiyet hakları getirdi ve şu anda da bu haklar bir engel teşkil etmiyor,” dedi. 5 Aralık’ta Lancet’te çıkan bir makaleye göre Pfizer, “Herkese uygun tek bir model geliştirme çabası her durumun, ürünün ve ülkenin özel koşullarını yok saymak anlamına gelir.” diyerek önergeye karşı görüşünü belirtti.
Pfizer’in ortaya koyduğu görüşe göre, fikri mülkiyet hakları ve ilaç tekelleri, insanlığa yararları apaçık ortada olan sağduyulu bir küresel düzeni temsil ediyor. Ancak, gerçekliğe baktığımızda, bu uluslararası normlar görece yeni ortaya çıktı ve bir kısmı bizzat Pfizer tarafından şekillendirildi.
Bu şirket, 1980’lerin ortasından 1990’ların başına kadar DTÖ’nün fikri mülkiyet kurallarının oluşumunda önemli bir rol oynadı ve günümüzde yoksul ülkelere aşı dağıtımının sağlanmasının karşısında, kendi koyduğu kurallardan yardım istemekte. Bourla’nın bahsettiği “özel sektörün kanı,” olayların doğal varoluşunu değil, hayatlarını kurtaracak ilaçlara ulaşamayan yoksul insanların zararına işleyen küresel ticaretin yapısını yansıtıyor.
BİR ŞİRKET KAMPANYASI
Seksenli yılların ortasında, Pfizer’in yönetim kurulu başkanı olan Edmund Pratt’a bir görev verildi: Gümrük ve Ticaret Anlaşması (GTA) tartışmalarının Uruguay bölümünde fikri mülkiyetin korunmasını garanti altına alınmasını sağlamak – ki bu çok uluslu anlaşmalar 1995’te DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlanacaktı. Meselenin aritmetiği basitti: Kendi şirketi ve diğer Amerikan şirketlerinin “rekabet gücünü” küresel anlamda korumak için bu tip önlemler hayatî öneme sahipti.
Pratt, kendi lehine olacak şekilde, şirketinin çapından çok daha fazla kurumsal güce sahipti. Charan Devereaux, Robert Z. Lawrence ve Michael D. Watkins’in Case Studies in US Trade Negotiation (ABD Ticaret Görüşmelerinden Örnek Çalışmalar) adlı kitapta belirttikleri gibi Pratt, Carter ve Reagan yönetimlerini temsilen Ticaret Görüşmeleri Danışma Kurulu’nda bulundu.
1986’da fikri mülkiyetin ticaret görüşmelerinde konu edilmesini sağlamak amacıyla Avrupa ve Japonya ile endüstriyel ilişkiler kuracak, Birleşmiş Milletler’in Dünya Fikri Mülkiyet Hakları Örgütü’nden görevlilerle görüşecek ve lobi yapacak olan Fikri Mülkiyet Hakları Komitesi’nin (FMHK) kurucuları arasında Pratt da vardı.
Gerek yurt içinde gerekse küresel anlamda Pfizer, ABD fikri mülkiyet kurallarını takip etmeyen ülkeleri “korsanlık” faaliyetinde bulunmakla suçlarken uluslararası ticaretin fikrî mülkiyet hakları konusunda kararlı ve güçlü durması gerektiği fikrinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadı.
Peter Drahos ve John Braithwaite, Information Feudalism’de (Feodal Bilgi Çağı) şöyle yazıyorlar, “Fikrî mülkiyet haklarıyla ilgili mesaj, denizde yayılan dalgalar gibi iş çevrelerinden ticaret odalarına, çalışma konseylerinden yönetim kurullarına, ticaret örgütlerine ve şirketlere doğru yayıldı. Bunun sonucunda, önemli ticaret kurullarında kilit rollere sahip Pfizer yöneticileri, fikrî mülkiyet haklarına ticaret temelli bir yaklaşım için ihtiyaçları olan desteği buldular.”
Ticaret görüşmelerinde fikrî mülkiyet haklarının konu olması, o zaman söz konusu değildi. Pek çok Üçüncü Dünya ülkesi bu konunun önlerine gelmesine karşı direndi çünkü katı fikrî mülkiyet kuralları şirketlerin tekelini koruyacak ve yurt içi fiyat kontrolünü zayıflatacaktı (Case Studies in US Trade Negotiation)
1982 yılında, Hindistan başbakanı Indira Gandhi Dünya Sağlık Örgütü’ne şöyle seslendi, “Daha iyi bir dünya düzeni, tıbbî gelişmelerin patent haklarından muaf olduğu ve ölüm ile yaşamın kâr olgusuyla ele alınmadığı bir dünyadır.” 1986’da Christian Science Monitor ise şunu raporladı, “Brezilya ve Arjantin, görüşmelerin yeni etabına fikrî mülkiyet haklarının dahil edilmesi yönünde ABD’nin gösterdiği çabaya karşı koyan bir gruba öncülük etti.”
Ancak Pratt’ın, IBM yönetim kurulu başkanı John Opel gibi güçlü yandaşları vardı ve onların çabaları, fikrî mülkiyet haklarına dair kuralların görüşülmesinin Gümrük ve Ticaret görüşmelerine dahil edilmesinde önemli bir rol oynadı.
Pratt bu gelişme için takdir edildi. Pratt şöyle diyordu, “Gümrük ve Ticaret görüşmelerinde fikrî mülkiyet haklarının korunmasının temelinin atıldığı bu zafer, bir ölçüde ABD hükümetinin ve Pfizer’in de dahil olduğu ABD şirketlerinin otuz yılı aşkın süredir devam eden yoğun çabasıyla kazanıldı. Biz başından beri, öncü pozisyonunda bunun içindeyiz.” (Whose Trade Organization? A Comprehensive Guide to the WTO).
Fikrî mülkiyet hakları görüşmelerinde FMHK, katı fikrî mülkiyet hakları kurallarının desteklenmesi için ABD’li şirketlerin olduğu kadar Avrupalı ve Japon şirketlerinin liderlerinin örgütlenmesi noktasında aktif çalışmalarda bulundu.
Devereaux, Lawrence ve Watkins’in yazdıklarına göre bir ABD’li görüşmeci, “Fikrî mülkiyet haklarının bir görüşme maddesi olarak kabul edilmesini tasarlayan ve hükümeti bunu sağlamaya zorlayan” kişilerin Pratt ve Opel olduğunu söylüyor.
1995 yılında yürürlüğe giren FMHTY anlaşması “20. Yüzyılın en önemli fikrî mülkiyet hakları anlaşması” olacaktı (Drahos ve Braithwaite). Bu anlaşma dünyadaki çoğu ülkeyi fikrî mülkiyet söz konusu olduğunda, sınırlı bir esneklik payıyla da olsa asgari bir ortaklıkta birleştirdi ki bu ortaklık ilaç sektöründeki telif tekelini de içeriyor.
Ekonomi ve Araştırma Merkezi (EAM) kurucularından olan sol eğilimli ekonomist Dean Baker In These Times’da şöyle diyor, “Bu anlaşma gelişmekte olan ülkelerin ve dünyadaki diğer ülkelerinin Amerikan tipi patent ve telif kurallarını benimsemesini gerektiriyordu. Önceden bunlar ticaret anlaşmalarının kapsamı dışındaydı ve ülkeler kendi koydukları kurallara göre hareket edebiliyorlardı. Hindistan zaten 1990’a gelindiğinde oldukça gelişmiş bir ilaç endüstrisine sahipti. Bu anlaşmadan önce Hindistan ilaç şirketlerinin ilaçların patentini almasına müsaade etmiyordu. Sürecin patentini alabilirlerdi, ancak ilaçların değil.”
İLACA ULAŞIMIN ENGELLENMESİ
Anlaşma ilaç şirketlerine yüksek oranda kâr sağladı ve sermaye hareketlerini takip eden Public Citizen adlı kuruluşa göre “ABD’de ilaç üretim maliyetlerini artırırken aynı zamanda DTÖ içindeki gelişmekte olan ülkelerin sahip olduğu hayatî ilaçlara erişilebilirliği kısıtladı.”
Bu durum, DTÖ kurulduğu sırada filizlenen AIDS krizinde acımasız bir rol oynadı. Achal Prabhala, Arjun Jayadev ve Dean Baker’ın New York Times’da kısa zaman önce yayınlanan yazısına göre, “Ülkeyi esir alan ve insanları ölümle baş başa bırakan yabancı ilaç şirketlerinin tekelini kırmak, Güney Afrika hükümetinin neredeyse on yılını aldı.”
Fikrî mülkiyet yasalarının askıya alınması için küresel çapta bir salgından daha geçerli bir sebep düşünmek güç ve bu düşünce günümüzün politik bağlamında kesinlikle marjinal değil. Aktivistlerin çabalarına ek olarak ana akım insan hakları örgütleri ve BM insan hakları uzmanları da telif yasalarının askıya alınması talebini dillendirdi.
Onların çağrıları 90’ların ve erken 2000’lerin, şirketlerin gücünü yerel piyasalar aleyhine emek alanından çevreye ve toplum sağlığına kadar genişleten Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlarla birlikte DTÖ’nün de yıkıcı rolüne odaklanan küresel adalet hareketlerine benziyor. ABD’nin ve ABD’li şirketlerin DTÖ içindeki orantısız gücü – ki bu güç Covid-19 aşısı ile alakalı telif tartışmalarının engellenmesinde de görülebilir – temel bir eleştiri konusu oldu.
Pfizer, fikrî mülkiyet kurallarının askıya alınması karşısındaki muhalefetinde yalnız değil. İlaç endüstrisinin ticarî örgütleri ve tekil şirketler – diğer bir Covid-19 aşısını geliştiren Moderna gibi – tüm güçleriyle telif hakkı yasalarına karşı verilen önergeye karşı çıkıyor.
“İlaç endüstrisinin etkisi çok büyük,” diyor Baker In These Times’da. “Söylemeye gerek bile yok ama Trump ilaç endüstrisiyle birlikte hareket edecek. Biden da ilaç endüstrisine kulak verecek ve onların istemediği bir şeyi yapmaması için baskı görecek. Telif hakları tartışmasına ilaç endüstrisinin kendisinden başka karşı çıkan kimse yok. Bunu dayatanlar onlar.”
İlaç endüstrisi Covid-19 tedavisi ve aşı ile ilgili kelimenin gerçek anlamıyla hayatî öneme sahip bilgileri gizli tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bunu, bu bilgilerin gelişmesini sağlamış olan kamusal fonlara rağmen yapıyorlar. Örneğin Pfizer’in ortağı BioNTech Almanya’dan azımsanmayacak miktarda ödenek aldı. Ancak ilk yüz milyon doz için belirlenen 19,50 dolarlık fiyatıyla, aşı pek çok yoksul ülke için büyük ihtimalle çok pahalı olacaktır, özellikle aşının muhafaza edilmesi için gereken gene oldukça pahalı depolama ihtiyaçları da göz önünde bulundurulduğunda.
Oxford ile bir aşı üreten bir diğer ilaç şirketi AstraZeneca, yoksul ülkelerin aşıya erişiminin sağlanması için bazı adımlar attı ve söylediğine göre salgın süresince aşı üzerinden kâr amacı gütmeyecek. Fakat bu şirket, Prabhala, Jayadev ve Baker’ın dikkat çektiği üzere, “salgının bittiğini Haziran 2021’de ilan etme hakkına sahip.”
Aslında, şu an elimizde bulunan veriler, aylar öncesinden tahmin edilebilecek bir şeyi gösteriyor: Herhangi birisi bir yoksulluk haritası oluşturup aşıya erişimi harita üzerinden gösterebilirdi ve bu neredeyse birebir günümüzdeki durumla eşleşirdi. New York Times’ın belirttiği gibi, “ABD, Britanya, Kanada ve diğerleri kendisini garantiye alıyor ve nüfuslarının ihtiyacını fazlasıyla aşan dozda aşıyı istifliyor. Buna karşılık, daha yoksul durumdaki pek çok ulus ihtiyacı kadar bile aşı bulamıyor.”
Bu durum, daha en başından beri kolonyalizmin kemikleşmiş mirasıyla biçimlenmiş ve uzun süredir varlığını sürdüren güç ilişkilerini devam ettirmek için kurulan bir sistemin mantıksal sonucu. “Amaçtan” bağımsız olarak, nüfusu çoğunlukla beyaz olmayan ülkeler acı çekmeye ve ölmeye mahkûm edilirken, zengin Küresel Kuzey ülkeleri ihtiyaçları fazlasıyla aşıyor – ki bu durum Küresel Kuzey’in kendi içindeki eşitliği sağlama garantisine bile sahip değil.
Zengin ülkeler sürü bağışıklığını sağlayabilecek duruma gelirken yoksul ülkelerin yıkıcı kayıplar yaşamaya devam ettiği, aşı dağıtımına dayanan bir küresel apartheid ile karşı karşıya kalabileceğimizi düşündüğümüzde, şirketlerin vicdanına teslim olmak yeterli değil. Baker’ın ortaya koyduğu gibi, “Her aşının mümkün olduğu kadar yaygın hale gelmesini neden istemeyesiniz ki?”
ÇEVİRİ | Heteroseksüellik tehlikelidir
Kadın cinayetleri üzerine yapılan çalışmalar, kadınların, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir politik konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi olduğunu ortaya koyuyor. Kadınların ve erkeklerin özgürleşmesini mümkün kılmak için heteroseksüellikten kurtulmalıyız.
19-01-2021 02:24

Yazan: Paul B. PRECIADO
Çeviren: Hazal Destina ALARCIN
İstatistiklere göre, Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinden birinde, her gün yedi kadının evli oldukları veya boşandıkları erkekler, çocuklarının babaları ve ya erkek arkadaşları tarafından öldürüldüklerini ortaya koyuyor. Bu cinayetlerin çoğu ev içi alanda veya yaşam alanlarının 300 metre çeperinde ve hayatını kaybeden çoğu kadının partnerlerinin şiddetini güvenlik güçlerine en az bir kez bildirmesinden sonra meydana geliyor. Kadınlar tarafından yapılan bu şikayetler, onlar hayatını kaybedene kadar dikkate alınmıyor. Bu görmezden gelmenin, sözde demokratik yönetim biçimleriyle yönetilen Batı ülkelerinde gerçekleştiğini belirtmek isterim.
Kadın cinayetleriyle ilgili istatistikleri incelemek, yalnızca nekropolitika hakkında değil, aynı zamanda hükümet ve cinsiyet farklılığı arasındaki ilişki, toplumdaki saldırganlık, terör ve cinselliğin yönetimi hakkında da bazı çıkarımlar yapmamızı sağlıyor. Her şeyden önce: 2020 yılında Dünya üzerinde "kadın" olarak tanımlanan bir vücut olmak, yüksek riskli bir politik pozisyondur diyebiliriz. Özellikle anatomik pozisyon değil, "politik pozisyondur" diyorum çünkü ampirik olarak konuşursak, erkekler ve kadınlar arasında önemli bir fark oluşturmaya izin veren anatomik hiçbir şeyin konuyla ilgisi yoktur. Alnına çizilen bir XX kromozom haritasıyla etrafta dolaştığı için saldırıya uğrayan veya saldırının gerçekleşmesi için bir ön koşul olarak rahim muayenesi isteyen erkek şovenizmi eylemlerine maruz kalan herhangi bir kadın bilmiyorum.
Kadınlar, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir siyasi konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi halindedir. Trans kadınlar, gayler ve vücut koreografisi veya kıyafet kodları sosyal ve politik bağlamda cinsiyet açısından kendilerinden beklenenlerle uyuşmayan kişilerin de bu şiddetin mağduru olmasının sebebi budur. Bolivyalı feminist María Galindo'nun dediği gibi; demokrasilerde değil, tüm kadınlara ve tüm heteronormatif olmayan bedenlere sistematik şiddet uygulanan "maçokrasilerde" yaşıyoruz. Görünüşe göre Bolivya, Türkiye veya Fransa gibi farklı siyasi rejimlerin uygulandığı ülkelerde bile bu durum değişmiyor.
Bu nekro-sekso-politik bağlamda, özellikle trans kadınlara karşı transfobik konumlar alan TERFlerin eleştirileri ampirik olarak hatalıdır. Trans kadınlar yalnızca şiddet unsuru değil, aynı zamanda hetero-ataerkil şiddet karşısında en savunmasız siyasi organlardan biridir. Dolayısıyla şunu unutmamak gerekir, feminist devrim ya herkesin devrimi olacak ya da hiç olmayacaktır.
Şiddet uygulayan erkekler ve şiddete maruz kalan kadınlar arasındaki ilişkiyi taraflar arasındaki kromozom farklılıklarına bağlayan düşünceden kaçınmalısınız. Eğer sadece erkek kromozomlarına sahip olmak onları şiddet uygulamaya itseydi, istatistiklerin bize söylediği gibi her gün yedi erkeğin de aynı cinsiyetten ilişkilerde partnerlerinin şiddetiyle hayatını kaybetmesi gerekirdi.
Örneğin, Fransa'daki 2016 yılı verileriyle yapılan kapsamlı bir çalışmayı ele alalım: Cinayet ve kasıtlı şiddet nedeniyle ölümle sonuçlanan yıl boyunca toplam 138 olay kaydedildi. Bu olaylarda hayatını kaybedenlerin 109’u kadın, 29’u erkekti. 29 erkeğin katilleri olan 29 kadının 17’sinin, öldürdükleri erkekler tarafından uzun süreli sistematik şiddete maruz kaldıkları tespit edildi (nefsi müdafaa). Kaydedilen 138 olaydan sadece bir tanesi gay bir çift arasında yaşandı, lezbiyen ilişkilerde ise yıl boyunca tek bir kadın öldürülmedi. Dolayısıyla kadın cinayeti figürlerinin incelenmesi amaçlı yapılan bu çalışmada; ev içi alanda kadına yönelik saldırı, istismar ve cinayetin heteroseksüel ilişkilerde gerçekleştiği sonucuna kolaylıkla varabiliyoruz. Kadın cinayetinden bahsederken bu gerçek asla dile getirilmez, ancak politik olarak belki de en önemlisidir. Heteroseksüellik; kadını, cis veya trans'ı kurban konumuna yerleştiren, güç farklılıklarını ve şiddeti erotikleştiren ölümsüz bir cinsel rejimdir. Bu yüzden, heteroseksüellik kadınlar için tehlikelidir.
Şiddet ve heteroseksüellik arasındaki bu sessiz ilişkiyi kabul etmek, politik hedeflerimizde de bir değişikliğe gitmemizi gerektiriyor. LGBTi hareketi otuz yıldır herkes için evliliği yasallaştırmaya odaklanmışken artık şiddeti meşrulaştıran evlilik kurumunu tamamen ortadan kaldırmayı hedeflemelidir. Aynı şekilde, çocuklara yönelik cinsel istismar ve şiddetin çoğunun heteroseksüel aile içinde gerçekleştiğinin kabulü üzerinden aynı cinsten ebeveynler tarafından çocuk sahiplenmenin yasallaştırılması talebinden ziyade artık, bir sosyal yeniden üretim kurumu olarak ailenin ortadan kaldırılması talebinde bulunulmalıdır. Evlenmemize gerek yok. Ataerkil aileler kurmamıza gerek yok. Tek eşliliğin, genetik soyun ve hetero-ataerkil ailenin ötesine geçen yeni politik iş birliği biçimleri icat etmeliyiz.
Heteroseksüelliğin şiddet içeren karakteri, 1970'lerden beri birçok radikal feminist tarafından kınandı, ancak bu eleştiriler, ataerkil sistemden geçen ve feminizme de nüfuz eden lezbofobi nedeniyle çok fazla duyulamadı. Şimdi, yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, heteroseksüel bir konuma yerleştirilmiş ama özgürlüklerini geri kazanıp politik lezbiyenliğe yöneldiklerini söyleyen ve kendilerini ‘cimarronnes (vahşiler)’ olarak tanımlayan kadınları dinleyelim: 1968'de, Ti-Grace Atkison, kendisini bir lezbiyen olarak tanımladı ve Betty Friedan'ın önderliğindeki Amerikan feminist hareketi NOW’dan ayrıldı. Atkison, evliliği, kadınların erkek zevkine boyun eğmesini dolayısıyla da kadın seks işçiliğinin kamulaştırılmasını meşrulaştıran bir kurum olarak gördüğünü söyledi. ABD’nin Village Voice gazetesi köşe yazarlarından Jill Johnston ise, yazılarında eşcinsel olduğunu açıklayarak bir ilke imza attı. Sıklıkla partilere ve toplantılara katılan Johnston, heteroseksüel kadınları baştan çıkartmak üzere orada olduğunu belirtti ve bunu ‘heteroseksüelliğe karşı politik bir protesto’ olarak savundu. ‘Feminizm teori, lezbiyenlik eylemdir’ sözü de bu şekilde doğdu.
Birkaç yıl sonra, romancı, filozof ve aktivist Monique Wittig, heteroseksüelliği cinsel bir pratik değil, politik bir rejim olarak tanımladı. Monique Wittig, bazı kadınların doğal olarak heteroseksüel olduğu iddiasının, erkeklerin doğal olarak şiddet uyguladığı iddiası kadar yanıltıcı olduğunu söyledi. Şair ve teorisyen Adrienne Rich için ise heteroseksüellik, cinsel bir yönelim veya seçim değil, kadınlar için politik bir zorunluluktu. Rich buna “yazılmamış kanunların heteronormativitesi” adını verdi. Şair ve feminist aktivist Audre Lorde, heteroseksüellik ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi inceledi ve bize hegemonik kolonyal ve postkolonyal kültürlerde ikincil bedenlerin şiddet içeren erotikleştirme biçimlerini araştırmayı öğütledi. Virginia Woolf için bir kadının yazı yazmak için kendi odasına ihtiyacı varsa, Audre Lorde için, eğer kadın özgür ve güvende olmak istiyorsa, bu odaya heteroseksüel bir evde ve hatta herhangi bir ilişki içinde asla sahip olamazdı.
İlk gerillalardan elli yıl sonra, heteroseksüel kadınlar hala partnerleri, erkek arkadaşları veya eski partnerleri tarafından öldürülmeye devam ediyor. Bugün kendinizi lezbiyen olarak iddia etmenin 1960'takinden daha kolay olduğu doğru olsa da inatçı heteroseksüellik hala ölümcül. Queer ve trans aktivistleri Gayle Rubin, Pat Califia ve Kate Bornstein, heteroseksüelliğin artık cinsiyette farklılığı değil güç asimetrisini gösterdiğini söylüyor ve "heteroseksüel" ilişkilere sahip olmayı topyekûn reddetmemiz gerektiğini söylüyorlar. Aslında burada sormamız gereken şu; sözde "heteroseksüel" bir ilişki, kadın ve erkek olmadan neye benzerdi? Artık normatif heteroseksüellik içindeki kendi iktidar konumlarından eleştirel bir kimliksizleştirme sürecini başlatması gereken cis erkeklerdir. Heteroseksüelliği depatriarkalize etmeli ve sömürgelikten kurtarmalıyız.
Ekolojik politikalar için olduğu gibi cinsiyet politikaları için de aslında aynı şey geçerli: Neler olup bittiğini çok iyi biliyoruz, sorumluluğumuzu biliyoruz, ancak değişmeye hazır değiliz. Değişime karşı bu direnç, yalnızca hegemonik konumlarda bulunanlarda değil, aynı zamanda bu iktidar rejiminin sonuçlarından doğrudan en çok etkilenen ikincil organlarda da kendini gösterir. Ayrıcalıkları kaybetmekten veya sahip olduğumuz az şeyden vazgeçmekten, kendimizi sefil olanla aynı tarafta görmekten korkarız. Ama hayat, sefillerin yanındadır, ölüm ise normların. Yalnızca arzunun dönüşümü politik bir geçişi harekete geçirebilir. Söylediklerimin kitleler arasında anında bir coşku yaratmadığını biliyorum, ancak bir gün ataerkilliğin nekropolitan mirasının sonuçlarıyla toplu olarak yüzleşeceğimizi hayal ediyorum. Yalnızca heteroseksüelliğin depatriarkalizasyonu, iktidar konumlarının yeniden dağılımına izin verecektir. Ve ilişkilerin heteroseksüelizasyonunu ortadan kaldırmak yalnızca kadınların değil, aynı zamanda ve paradoksal olarak erkeklerin de özgürleşmesini mümkün kılacaktır. Bu gerçekleşene kadar her kadının bir silahı olmalıdır. Silahtan kastım bir kitap, bir şiir, bir papağan, bir siborg farketmez… Onu nasıl kullanacağını iyi öğrenmelidir. Kaybedecek zamanımız yok. Devrim çoktan başladı.
*Bu metin, aktivist yazar Paul B. PRECIADO tarafından 25 Kasım 2019'da İspanyol El Pais gazetesinde yayımlanan köşe yazısının uyarlaması olarak 30 Kasım 2020 tarihinde Fransız mediapart internet gazetesinde tekrar yayımlanmıştır. Yazıldığı tarihte İspanyol basınında tartışmalara yol açmış ve El Pais gazetesi tarafından yazıyla ilgili sansüre gidilmiştir.
Onur Bütün yazdı | Kadınlığın bir özne olarak yeniden kurulumu
"Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar."
14-01-2021 00:29

Onur Bütün
Geçtiğimiz hafta sonu üç kadın arkadaşımla zoom üzerinden kahkahalı, durmalı-düşünmeli bir sohbet yaptık. Benim dışımdaki kadınlar, kadın dayanışma kurumlarında çalışan, feminist psikoloji/psikoterapi üzerine düşünen kadınlardı. Bir sonraki buluşmamızda da kentli, eğitimli, entelektüel ve politik erkeklerin uyguladığı psikolojik taciz üzerine konuşmaya karar verdik. Bu yazı o sohbetler dizisine bir giriş yazısı olarak da okunabilir.
Fiziksel şiddetin her türü üzerine toplumsal farkındalığın yüksek olduğu, psikolojik tacizinse görünmezliği ya da fark edilemezliğine vurgu yapan yazılar/çalışmalar okuyoruz. Bu iki önermenin her zaman geçerli olmadığını bildiğimiz örnekler var. Şiddet üzerine düşünmek neredeyse bir ömür boyu sürecek didinme haline benziyor; toplumsal cinsiyet eşitliği, kültür, ekonomi, eğitim, geleneksel yapı gibi pek çok parametreyle cebelleşerek…
Şiddete maruz kalan kadınlar üzerine tartışırken temel sorulardan birini psikolog arkadaşlarım şöyle ifade ediyorlardı;
“Şiddetin içinde kalan bir kadın olarak, ben nasıl bir özneyim?”
Her türden şiddete maruz kalan kadınların aile ve geleneksel yapı içinde ekonomik, toplumsal nedenlerle mecburen durduklarını biliyoruz. Ayakta kalabilmek için destekleyici hukuksal, kurumsal hizmetler son derece sorunlu, kadınlar için geriye kalan hakikaten sadece dayanışma ve birbirini güçlendirme. Dolayısıyla şiddete maruz kalan kadının kendini yeniden kurması, geçmişini sağlıklı bir biçimde yorumlaması ve geleceğini de yaratması gerekiyor.
Şengül Can’ın Devamsız adlı öykü kitabındaki Bahçede öyküsünde kadın karakter bu bağlamda yeniden özne kurulumunu ruhsal aygıtın git-gelleriyle şöyle anlatır;
“Telefonum çalmış gibi baktım. “Sonra ararım,” dedim, annemdir.
Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum. Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışarıdan baktığında anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu. Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Birini arayınca nasıl bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım, bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam. Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışarıdan duyulsa. Ondan mı istiyorum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dâhil beni çoğaltıyordu Bedia.”1
Anne baba evinden ayrılmak, boşanmak, sevgiliyi terk etmek, ilişkiyi sonlandırmanın sorumluluğunu almak, iş bulmak, çocuk veya yaşlı bakım emeği harcamak, şehir değiştirmek, aile-akraba ilişkilerini yeniden düzenlemek, sınırlar koymak veya bazı sınırları esnetmek, kadınların kendilerini yeniden doğururken yaşadıkları sancıları betimliyor. Bu sancılar metaforik olarak suçluluk duygusu ve utanç gibi duyguları da temsil ediyorlar. Eril tahakkümden kaynaklanan nedenleri aramak yerine, kadın öznenin kendine döndüğü, kendi ruhsalllığı üzerine kapaklandığı bu duygular psikolojik tacize katlanmanın nedenlerini oluşturuyor. Üstelik bu katlanma hali kadınların erkeği değiştirip, dönüştürebileceği düşüncesini de dayanabiliyor. Oysaki kadınlar; erkek egemenliğinin nimetlerine alışkın bir erkeğin psikolojik tacizinin yarattığı değersizleştirme pratiklerini kontrol etmekten sorumlu da değiller.
Terapi odalarında konuşarak kendini onarmaya arzulu kadınların önemli yanılgılarından biri bu… Suçluluk duygusunun eşlik ettiği bir içe dönmeyle birlikte “psikolojik tacizi kontrol edebilirim” fikri, kadınları kendilik hallerinde çözülmeye itiyor. Kadınla ilgili bir şey çöküyor orada… Yanında yöresinde öyle bir erkeğin olmadığını görmek, o olmayan erkeğin yasını tutmak, o adama atfettiği değerlerin çöktüğünü kabullenmek… Çünkü o değerler benim (kadının) zihninde varlar. Hayal etmişim o adamla yaşlanmayı, çocuk yapmayı, yürümeyi, sohbet etmeyi… Demek kendiliğimin de yasını tutuyorum bir yandan psikolojik tacize maruz kalıp mücadele ettiğimde. Beklediklerim, beklentilerim gerçekleşmeyecek çünkü… Erkeği değiştirebileceğimi umarken, onun şiddeti üzerinde kontrolüm olmadığını fark ediyorum.
Peki, bu yordamdan çıktığında kadınlar ne yapıyorlar?
Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar.
Kadınların psikolojik tacize maruz kaldıkları her ortamda fiziksel tacizin de gerçekleşme olasılığı bulunuyor. Bu taciz veya şiddet türleri birbirinin içinden çıkma, Hegelyan bir deyişle içerip aşma pratiği olarak tezahür ediyorlar. O nedenle biri diğerine göre daha görünür, bilinir olsa da aslında hepsi benzer bir değersizleşmeye ait duyguları, düşünceleri zorunlu kılıyor, eril tahakkümün değersizleştirme pratiklerini…
1 Devamsız, Şengül Can, Can Yayınları, s: 19
İsmet Konak yazdı | Saray totalitarizmi
12-01-2021 09:01

İsmet Konak
Saray rejimi, tıpkı volan kayışı kopmuş bir araç imgesi uyandırmaktadır. Her otokratik sistemin tipik niteliği zamanla bir alüminyum gibi oksitlenmesidir. Tayyip Erdoğan'ın övgüyle dem vurduğu ve toplumu bir "ulu toyon" gibi yönettiği "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" artık hazine ve bütçe tarafından "metabolize" edilememektedir. Metabolize edilemeyen her madde, vücutta bir zehirlenmeye (toksitite) sebep olabilir. Kamu bütçesi, parazitleşmiş Beştepe'ye tahammül edemeyecek bir konuma ulaşmıştır. Erdoğan, emrinde 16 uçak, 268 makam aracı ve 2250 odalı sarayıyla bir "kral" gibi yaşamaktadır. Türkiye toprağı ne yazık ki Erdoğan'ın "memâlik-i şahanesine" dönmüştür. Aleviler ve Kürtlerin vergilerinden de müteşekkil bütçeden her yıl olduğu gibi bu sene "örtülü ödenek" adı altında pay alan Erdoğan yönetimi, kamusal alanda her iki kimliğe yönelik "nefretini" devam ettirmektedir.
Şeffaflık, bağımsız yargı, özgür basın ve normlar hiyerarşisi rüzgârın önünde savrulan birer saman çöpüne dönmüştür. Erdoğan idaresi artık mutlakıyetçiliğin bataklığına sürüklenmiştir. Yunan mitolojisindeki "ouroboros (kendi kuyruğunu ısıran yılan)", kokuşan saray rejimini çok açık bir şekilde temsil etmektedir. Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, RTÜK ve TÜİK gibi kurumların "özerkliği" ve bağımsızlığı ayaklar altına alınmıştır. Baskıcı "sentralizasyon" politikası, artık Erdoğan'ın müzahirleri tarafından da kabul görmemektedir. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın istifaları bunun en iyi örnekleridir. Kralın tahtını adeta "Serafim melekleri" suretinde koruyan Devlet Bahçeli gibi figürler de yakın zamanda "mütekait siyasetçiler müzesinde" yerini alacaktır. Pişekar ile Kavuklu'nun ortaoyunu, artık son perdesini oynamaktadır.
Beştepe, bir kibrit gibi yanarken etrafındaki her entiteyi de tutuşturmaktadır. Tüm Türkiye toplumunu tehdit eden Erdoğan yönetiminin özellikle Kürt halkının iradesine yönelik bir "gıllügiş (gizli kin)" beslediği her halinden bellidir. HDP'li Kars Belediyesi'nin maruz kaldığı "kayyım saldırısı", Beştepe'nin refleksini ve "Türk tipi" demokrasi kültürünü gözler önüne sermektedir. Anayasa'nın 127. maddesi ve Belediyeler kanunu'nun 47. maddesini gerekçe gösterip Kars valisini kayyım olarak atayan bir devlet, özünde kanun devletidir. Her türlü evrensel değerden ve demokratik işleyişten korku duyan bu sistem, "idarî vandalizme" tutsak olmuştur. İstikrar ve "huzur" adı altında Anayasa'da bazı değişiklikler yapan saray rejimi, nedense Anayasa'nın 127. maddesini "iştiyakla" muhafaza etmiş ve idarî vesayetini devam ettirmek için bu normu fütursuzca kullanmıştır. Daha da kötüsü sarayın "rikapdarlığını" yapan vali Türker Öksüz'ün belediye binası önünde kıldığı namaz ve okuduğu Fetih Suresi, tek kelimeyle sefil bir taassup örneğidir. Eğer vali, İslam'ı referans alarak yaşam sürdürmek ve "ehl-i sünnet" olmak istiyorsa öncelikle "Hucurat" suresinin 13. ayetini okumalıdır. Tamamen militanlaşan valiler, kaymakamlar, hakimler ve savcılar Maksim Gorki'nin deyimiyle ülkeyi "kör solucanlar gibi kaynaştıkları karanlık bir çukura" çevirdiler.
Erdoğan'ın sarayı, tıpkı pandoranın kutusunu andırmaktadır. Kürt halkına "kötülük" ve "mutsuzluk" yaymaktan zevk alan bir kutu gibidir. Van'ın Çatak ilçesinde Türk askeri tarafından işkence edilerek ve helikopterden atılarak öldürülen Servet Turgut, saray yönetiminin Kürt sorunu karşısındaki tutumunu yeterince yansıtmaktadır. Kemalistler, şovenizm nöbetini İslamcılara bırakmışlardır. Neyzen Tevfik'in dizelerinde geçtiği gibi "türkü aynı türkü, sazlarda tel değişti".
Roboski, Sur ve Cizre olaylarında saray yönetiminin gösterdiği "statükocu" yaklaşım, en son Kurmancca tiyatro oyunu Bêrû'nun (Yüzsüz) yasaklanmasında da tezahür etmiştir. Aslında İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun "Yüzsüz: Klakson, Borazan ve Bırtlar" adlı eseri Kurmancca'ya uyarlanmıştır. Temelde iktidar, sermaye ve kitle arasındaki "rabıtayı" konu etmektedir. Lakin sarayın "mutripliğini" yapan yargı organları tarafından "kamu düzenini" bozduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ortada kamu düzeni yoktur, sarayın düzenbazlığı vardır.
Ulus-devletler, özünde savaş ve fetih üzerine bina edilmiştir. Rıza yerine "husumet" üretirler. Egemenliğin yolu, kutuplaştırmaktan geçer. Bir "retrograd" olmaktan büyük mutluluk duyan Erdoğan'ın muktedir olma şifresi de Kürt düşmanlığıdır. "Lale" devrinde düz ovada siyaset yapma teranesini terennüm eden saray rejimi, "ifsat" devrinde düz ovada siyaset yapanları birer birer kodese atmıştır. Ne kadar dahice bir strateji ama! Suyu kurut, balığı yakala.
Lakin her gecenin vardır bir sabahı, geceler "tulû-i haşre" kadar devam etmez. Fransa, Cezayir'in uzun soluklu özgürlük savaşı (1830-1962) karşısında nasıl boyun eğmek zorunda kaldıysa, Türk egemen sınıfının da Kürtlerin özgürlüğü karşısında çaresiz kalacağı günler yakındır. Patolojik bir hâl alan saray, "israf, despotizm ve şovenizmin" timsali olarak zihinlerde yer edinecektir.
Av. Onur Güneş yazdı | Tanıdık hukuku
04-01-2021 08:46

Av. Onur Güneş
Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinin “Hukuk Başlangıcı” derslerinde ilk duydukları kavramlardan biri normlar (kurallar), hiyerarşisidir. Normlar hiyerarşisi, hukuk düzenini bir piramit haline sokar ve hukuk normlarının birbirilerine karşı ast-üst ilişkisini ortaya çıkartır. Her norm, gücünü bir üstündekinden alır ve kendini buna göre düzenler.
Kısaca bizdeki normlar hiyerarşisine göre piramidin en üstende Anayasa vardır. Ardından ise milletler arası sözleşmeler, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler ve diğer düzenleyici işlemler (genelgeler, tebliğler) olarak aşağı doğru ilerler.
Çok sık kullandığımız ve duyduğumuzda bize güven veren bir kavramdır normlar hiyerarşisi. Çünkü kendisine gönderilen bir genelge sebebiyle hukuka aykırı işlem tesis etmeye çalışan bir kamu kurumu personeline, işlemin hukuka aykırı olduğunu bir yönetmelik veya kanun maddesi ile ispat ettiğinizde bu tavrından vazgeçeceğine, hukuka uygun işlem yapacağına inanırsınız. En azından teoride durum böyledir.
Tabii kavramın kendisinin güven vermesi ile uygulamadaki karşılığı arasında bazı ülkelerde açı vardır. Açı ne kadar genişse ülke o kadar büyük bir kaos cumhuriyeti demektir.
Memurlar kendisine en yakın (en hızlı sonuç doğurabilecek) normları hayata geçirmek konusunda daha heveslidir. Kanundansa tüzük, yönetmeliktense genelge, hatta Anayasa'dansa amirinin emrini uygulamayı daha çok tercih ederler. Çünkü tehlike en yakın nereden gelebilecek durumdaysa onu savuşturmayı isterler. Amirin emrine itaatsizlik yapmaktansa, bile isteye kanuna hatta Anayasa'ya aykırı işlem tesis etmeyi daha zararsız görürler.
Devletin yöneticileri de aslında bu durumu körükler. Kim uğraşacak Anayasa değişikliği ile kanun düzenlemesi ile… Ver emri yukardan, sıkıysa yapmasınlar.
Her devlet memuru bu emirlere dayanamaz. Üzerindeki baskıyı kiminin gözünden anlarsınız. O durumda bazen siz de “ne yapsın emir kulu” düşüncesine kapılırsınız. Ama kimi de hukuka aykırı işlemden zevk alır. “Beğenmiyorsan git şikayet et” sözü en yaygın zevk alma biçimidir. Bilerek hukuka aykırı karar vermek, haksız gözaltı-tutuklama yapmak, çıplak arama yapmak, işkence etmek de sıkça karşılaşabileceğiniz zevk alma halleri arasındadır.
Kavga etmek de tekil olarak bir yere kadar sizi ilerletir. Tek başınıza koca mekanizmalarla her seferinde kavga etmekten yorulur, yaptığınız işten, yaşadığınız ülkeden tiksinme noktasına gelirsiniz.
İşte o anda bir karar vermek zorundasınızdır. Eğer kökten çözümlere sırtınızı çeviriyorsanız, ya tası tarağı toplayıp memleketi terk edeceksiniz ya da onların hukuk düzenine ayak uyduracaksınız. Elinizdeki normlar hiyerarşisi üçgeni ile Anayasa ve temel kanunlar kitabınızı bir köşeye kaldırıp hiç olmamışlar gibi davranacaksınız.
Çünkü onların hukuk düzeni “TANIDIK HUKUKU”dur. Tanıdık hukuku devlet mekanizması ile olan işlemlerinizi inanamayacağınız derecede kolaylaştıracak, kapısından geçemeyeceğiniz memurların odasında bacak bacak üstüne atıp çay-kahve içmenizi sağlayacak bir hukuk dalıdır. Kökleri eskilere dayansa da ülkemizde bugünü ve görünen o ki geleceği en parlak olan tek ve yegane hukuk dalı da ''tanıdık hukuku''dur.
Ben kendi alanım olması sebebiyle yalnızca “tanıdık hukukunu” anlatabilirim. Ancak herkes kendi yaptığı işe bu durumu uyarlayarak örneğin “tanıdık maliyesi”, “tanıdık akademisi” gibi kavramları kullanıma sokabilir.
“Tanıdık hukuku”nda yapmanız gereken tek şey her kademede güçlü veya güçsüz tanışlar bulmaktır. Kimseyi küçümsememek gerekir, bir mübaşir tanımak, hayatta size 5-6 saat kazandırabilir. Yargıtay’da tanıdık varsa dosyanızın lehinize bozulma ihtimali, savcılıkta tanıdık varsa çabucak tahliye olma ihtimali, mahkeme kaleminde tanıdık varsa normal şartlar altında yapamayacağınız sorguları yaptırma ihtimali, icra müdürlüğünde tanıdık varsa icra memurunun masasına oturup onun sistemini bizzat oymuşçasına kullanarak sonsuz bir özgüven ile işlem yapma ihtimali belirecek/kuvvetlenecektir.
Artık oturup senelerce dirsek çürütmenin, duruşmalarda “boş boş” konuşmanın, savcı kapılarında sürünmenin, bir ödeme emrinin tebliği için icra memuruna şirinleşmenin gereği kalmamıştır. Enerjiyi doğru yere harcamak ve tanıdık hukukunun ruhunu kavramak tüm sorunlarınızın çözüm anahtarıdır.