'Libya’ya vurunca sesi Suriye’den gelebilir'

'Libya’ya vurunca sesi Suriye’den gelebilir'

Ortadoğu'daki gerginliği, uzun süre çatışma bölgelerinde muhabirlik yapmış olan ve aynı zamanda "Arap İsyanları Güncesi" adlı bir kitabı bulunan Can Ertuna ile konuştuk. Ertuna, Libya'daki savaş, AKP'nin Libya hamlesi ve İranlı komutan Süleymani'nin öldürülmesiyle tavan yapan süreci değerlendirdi.

Tugay Candan - @TugayCandann

Mail: [email protected]

Emperyalizmin müdahaleleri ve bölgesel çatışmalarla on yıllardır suların durulmadığı Ortadoğu, son dönemlerin en gergin günlerini yaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi Irak’ta öldürmesiyle artan gerginliğin bir ayağını da AKP’nin yeniden alevlenen ‘Libya ilgisi’ oluşturuyor.

Libya'daki iç savaşta General Halife Hafter'e bağlı Libya Ulusal Ordusu'na karşı, Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne destek veren Ankara ile Libya'da destek verdiği Trablus hükümetleri arasında 27 Kasım'da imzalanan anlaşma, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de yeni münhasır ekonomik bölge (MEB) ilanına imkân tanırken, askeri anlaşmayla da Türkiye'nin Libya'ya "eğitim" gerekçesiyle asker göndermesi mümkün kılınmıştı.

Önce 26 Aralık’ta Reuters ajansına isim vermeden konuşan Libyalı bir yetkili, AKP’nin de desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Türkiye’den kara, deniz ve hava askeri destek talep ettiğini söyledi.

Ardından 28 Aralık’ta Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Libya’da Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Türkiye’den askeri destek talebinde bulunduğunu duyurdu.

2 Ocak’ta Meclis’e getirilen Libya'ya asker gönderilmesine ilişkin tezkere, TBMM Genel Kurulu'nda 184 red oyuna karşılık, 325 oyla kabul edildi.

Genel hatlarıyla kısa özetlediğimiz bu gerginlik sürecini, uzun süre savaş ve çatışma bölgelerinde görev yapan, ayrıca 'Arap İsyanları Güncesi' adlı bir kitabı da bulunan gazeteci Can Ertuna ile konuştuk:

Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan ve ‘Arap Baharı’ diye adlandırılan sürecin üzerinden 9 yıl kadar geçti. ‘Domino etkisi’nin yıkacağı son taş olarak Suriye hesaplanmıştı. Burada ve Libya’da savaş hala devam ediyor. Mısır ve Tunus’ta da istikrar bir türlü sağlanamadı. Aradan geçen 9 yılla birlikte ‘Arap Baharı’nda ne görüyoruz?

Öncelikle ben sürecin başlarından itibaren, özellikle Libya’da Muammer Kaddafi’nin devrilmesi ve öldürülmesiyle sonuçlanan savaşı takip ettiğim 2011 Mart ayından itibaren “bahar” ifadesini kullanmayı tercih etmiyorum. Yaşanan kanlı süreçler, diktatörlerin yerlerine demokrasilerin değil yenilerinin gelmesi, istikrarsızlaşan bölge, sönen hayatlar... Bunları  görünce, bu savaş ve ayaklanmaları olumlandıran “bahar” ifadesinin geçersizliğini fark ettim ve biraz daha “tarafsız” bir ifade olabileceği umuduyla süreci “Arap isyanları” olarak adlandırdım. Zaten kitabımın adı da “Arap İsyanları Güncesi” oldu.

Sorduğunuz gibi 9 yıllık sürece baktığımızda isyan sürecinin göreli kansız yaşandığı Tunus belki de demokrasiye en yakın kazanımı elde edebilen ülke oldu. En azından burada halkın sandığa gitmesini ve siyasal partiler ve hareketler arasında örgütlenmesini anlamlı kılan seçimler yapılabiliyor; hükümet el değiştirebiliyor. Kadınlara miras gibi konularda yeni kazanımlar sunan yasalar gibi uygulamalar topluma belli bir anlamda nefes aldırdı. Ancak farklı kesimler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin giderilebildiğini söylemek hala zor –ki bölgedeki isyan dalgasını tetikleyen en önemli faktörlerden birinin bu olduğunu hatırlatmakta yarar var. Diğer ülkeler baştaki beklentinin ve propagandanın aksine Tunus deneyiminden çok farklı noktalara savruldular. Mısır Mübarek sonrası halkı bölen kısa bir Müslüman Kardeşler iktidarı ve sonrasında kanlı bir darbe ile yeniden Mübarek dönemine benzer bir statükonun hakim olduğu durumda. Suriye’de Beşar Esad yönetimi devrilmedi ancak ülke 400 bine yakın can kaybı ve milyonların evinden hatta yurdundan olduğu bir kanlı bölgesel ve küresel güç çekişmesi arenasına döndü. Libya, Kaddafi sonrası Batı’nın kulağına fısıldadığı barışı hiçbir zaman tam anlamıyla bulamadı. Yemen’de yokluk, açlık ve mermiler can almaya devam ediyor. Bu muhasebenin de ortaya koyduğu net bir durum var: Bölge son dokuz yılda çok daha kötüye gitti.

CAN ERTUNA KİMDİR?

1978 Ankara doğumlu, lisans ve yüksek lisans eğitimini ODTÜ'de tamamladı. Yaklaşık 15 yıl CNN Türk ve NTV'de televizyon haberciliği yaptı. Görev yaptığı sürede ağırlıklı olarak savaş ve çatışma bölgelerinde bulundu. 'Arap İsyanları Güncesi' adlı bir kitabı var. Galatasaray Üniversitesi'nde 'Medya ve İletişim Çalışmaları' alanında doktora derecesi sahibi. Bahçeşehir Üniversitesi Yeni Medya Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim üyesi.

 

Bizim de gündemimizde olması dolayısıyla Libya özeline inecek olursak, ülkede devam eden bir iç savaş var. Bu iç savaşın tarafları ise Trablus merkezli, BM tarafından da tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti ve ülkenin büyük çoğunluğunu şu an kontrolünde bulunduran Halife Hafter’e bağlı Libya Ulusal Ordusu. Bu taraflaşma nasıl oluştu? Taraflar Libya için ne ifade ediyor?

Muammer Kaddafi’nin 42 yıllık iktidarının sona erdiği 2011 yılından sonra ülkenin doğusundaki Bingazi kentindeki egemen unsurlar ile başkent Trablus arasındaki geçiş yönetimleri arasında hep gerilim ve yer yer çatışmalar oldu. Libya’nın bir aşiretler ülkesi olduğunu unutmamak lâzım. Kaddafi bu aşiretleri birbirine karşı bir denge unsuru olarak kullandığı için bildiğimiz anlamda bir ulus-devlet yapısına bürünmedi bu petrol zengini ülke. Kaddafi sonrası yeni olan, radikal cihatçı unsurların da güç kazanmasıydı. Hatırlayalım, Bingazi’deki ABD konsolosluğu basıldı, konsolos öldürüldü. Petrol tesisleri radikal grupların eline geçti. 2014’te sahneye “Libya Ulusal Ordusu” komutanı olan Halife Hafter çıktı. Hafter çok yeni bir isim değildi. Yıllarca Muammer Kaddafi’ye yakın bir isim olarak orduda görev yapmış ancak gözden düşünce ABD’ye gitmişti. Bu nedenle belirle çevrelerde “ABD’nin adamı” olarak algılandı. İşte Hafter, hükümeti ülkeyi radikal unsurlara teslim etmekle suçlayıp özellikle Bingazi ve çevresine yönelik harekatlar başlattı. Bu sırada da Tobruk kentinde kurulmuş olan meclisten destek aldı. Elbette bu süreçte başta komşu Mısır olmak üzere Libya’da halen etkin olan diğer ülkelerin ya doğrudan, ya da vekil güçler aracılığıyla bu petrol zengini ülkedeki sürece askeri ve siyasi anlamda müdahil olmaya başladıklarını belirtelim. 2016 yılına gelindiğinde ülke Batı’da Trablus, Doğu’da Tobruk arasında iki yönetime bölünmüştü ve bu karmaşada IŞİD geniş bir hakimiyet alanı sağlamıştı. Mısır, Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi desteğine sahip Hafter, Bingazi ve Derne gibi kentlerden IŞİD’i çıkardı ve Birleşmiş Milletler’in tanıdığı hükümetin merkezi olan Trablus’u sıkıştırmaya başladı. Son dönemde Moskova’nın da Wagner adlı “özel” ancak Kremlin’in tercihleri doğrultusunda devreye giren silahlı güç ile Hafter’e verdiği destek artık yaygın bilinen bir olay. Trablus merkezli Serrac hükümetinin başlıca destekçileri, Suriye gibi noktalarda da yakın işbirliği içindeki Türkiye ve Katar. İtalya’nın da Trablus hükümetine görüntüde bir desteği var ancak bu Türkiye’nin desteği ile kıyaslanabilecek bir seviyeye ulaşmadı.

Libya tezkeresi geçen hafta Meclis’ten geçti. Şimdi Libya’ya gönderilecek birliklerin niteliği tartışılıyor.  İlk olarak şunu sormak istiyorum: AKP’yi Libya’ya çeken şey nedir? Gerçekten Türkiye’nin Akdeniz’deki varlığını korumak mı? Bölgede yeni bir ‘abilik’ çıkışı mı? Başka ülkelere yönelik bir adım mı? Ya da İhvan dayanışması mı? Bunu merak ediyorum.

Türkiye’nin Libya’ya ilgisi yeni değil. En başa dönecek olursak bu ilgisini çelişkili hamlelerle 2011’deki iç savaştan beri ortaya koyuyor. Çelişkili diyorum çünkü, hatırlanacağı üzere Erdoğan 2011’de başta Libya’daki savaşa NATO müdahalesine şiddetle karşı çıkmış, yaklaşık bir ay sonra “NATO Libya’nın Libyalılar’a ait olduğunu tescil etmek için oraya gitmeli” diyerek operasyona Kaddafi karşıtı olarak dahil olmuştu. Arada İslamcı çizgideki yönetimlerle ilişkiler de hep sıkı tutuldu. O günlerde henüz Doğu Akdeniz bu kadar ısınmamıştı. Dolayısıyla birden çok faktör olduğu düşüncesindeyim. Hem Katar’la birlikte Suudi, Mısır BAE eksenine karşı girişilen bir üstünlük mücadelesinin izdüşümü, hem Doğu Akdeniz’e ve oradaki Mısır, İsrail, Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan arasındaki enerji odaklı işbirliğine karşı bir hamle çabası, hem de mümkün mertebe kendi dünya görüşü ve ideolojik eğilimleri üzerinden nüfuz edebileceği bir iktidar ile muhatap olabilme arayışı ve Libya’da enerji kaynaklarından yatırıma, bir iş pastasından pay alma beklentisi... Bence bunların hepsi devrede. Ancak örneğin, Suriye’de “zoraki” bir arkadaşlığın sürdürüldüğü Rusya ile Libya’da karşı cephelere verilecek destek yüzünden gerilim yaşanırsa, bunun sonuçlarına Suriye’de yaşanabilecek yeni sorunlar şeklinde katlanmak da gerekebilir. Kısacası bölgede her nokta birbirine bağlı ve klişe bir deyiş ancak bence durumu çok iyi anlatıyor; tam bir satranç oyunu. Ancak çoklu bir oyun bu; tahtalar yan yana dizilmiş. Bir hamle Libya’da yaparsınız ve karşı tarafın hamlesi Suriye’de ya da Doğu Akdeniz’de gelebilir.

AKP’nin Libya’daki savaşta desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti, Trablusgarp dahil ülke yüzölçümünün küçük bir bölümünü kontrolünde bulunduruyor. BM tarafından da tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin savaştığı Hafter güçlerinin ise sizin de söylediğiniz gibi Mısır, Suudi Arabistan ve BAE'nin askeri desteğini aldığı biliniyor. İtalya, Rusya ve Fransa’nın da bölgeye müdahaleleri düşünülürse, Libya’da iç savaşın aktörleri çevresinde şekillenen bu taraflaşma sonucunda, savaşın çapının genişlemesi ihtimali var mı?

Savaş neredeyse 9 yıldır tam anlamıyla hiç bitmedi ki Libya’da. Ve bu gidişle bir süre daha bitmeyecek gibi görünüyor. Bitse de farklı güç merkezlerinin tek bir çatı altında, bu kadar dış müdahale varken, barış içinde bir demokrasi yeşertmesi çok ama çok zor. Esas merak ettiğim Türkiye’nin ne ölçekte bir rol üstlenmeyi hesapladığı sorusu. Çünkü TBMM’den geçen ve yetkiyi Bakanlar Kurulu’na değil, Cumhurbaşkanı’na veren tezkerenin yetkisi oldukça geniş. Trablus hükümetini basit bir eğit-donat faaliyeti kurtarmaya yetmeyebilir eğer ABD birden safını seçip devreye girmezse ya da uluslararası konjonktür başka bir saflaşma dayatmazsa. Bu durumda Libya’da, yani Türkiye kıyılarından yaklaşık 2000 kilometre ötede bir askeri operasyona girişmek Suriye’de harekât düzenlemek kadar kolay değil. Tunus destek vermeyeceğini açıkladı; yani üs yok. Bir diğer sınır komşusu Cezayir’den de henüz bir destek açıklaması gelmedi. Deniz ve hava üsleri olmadan, ya da uçak gemisi bulundurmadan kapsamlı bir harekât nasıl olabilir? Açıkçası bunu bilmiyorum. Uzmanlar, Libya’da Trablus hükümetinin Türkiye’ye açabileceği üslerin de yetersiz olduğu görüşünde. Dolayısıyla bu konuda büyük soru işaretleri var. Suriyeli lejyoner savaşçı taşıyarak Libya’da bir savaşı kazanmanın ya da dengeleri değiştirmenin pek mümkün olamayabileceği ortada. Bu en fazla ateşkes sürecinde söz sahibi olabilmek için el yükseltme ve/veya olası bir olumsuz durumu ertelemede işe yarar gibi geliyor. Bu noktada karşı argüman genellikle hep “Bölgemizi ve bizi etkileyen konularda kabuğumuza mı çekilelim? İçe mi kapanalım? “ soruları eşliğinde geliyor. Bu çerçevede yine klişe bir deyiş ama yine yerine cuk oturuyor: “Elinde sorun olan sorunları çivi olarak görür..." Yani bölgesel sorunlara elde silahla dahil olmak yerine, tarafları uzlaştırabilen bir arabulucu olarak dahil olabilmenin kıymeti ve ayrıcalığı unutulmuş gibi.

Yine ‘savaş’ kelimesinin sık kullanıldığı bir konuya değinelim dilerseniz. ABD ordusu İranlı general Kasım Süleymani’yi, Irak’ta öldürdü. Trump “Emri ben verdim” diyor. ABD, bu suikastle ne hedefledi? Açık savaş bir ihtimal midir? Ortadoğu’yu neler bekliyor? Genel bir değerlendirmenizi almak istiyorum.

Açıkçası şu ana kadar konuştuğumuz Libya krizini gölgede bırakabilecek ve hatta Libya krizine doğrudan etkileri olacak bir sürecin eşiğinde Ortadoğu. Çatışma ve şiddet sarmalından çıkılamadan vites daha da artırılacak gibi duruyor. ABD bir süredir kendisinden müdahale bekleyen çevreler tarafından ki bundan İsrail ve Suudi Arabistan ve onların vekil milis ve militan güçlerini kastediyorum, Ortadoğu’da inisiyatifi İran’a kaptırmakla eleştiriliyordu. Şimdi “ben hala buralardayım” dedi ancak bunu İran’a kimsenin beklemediği boyutta bir darbe vurarak ve şiddet ve misilleme dozajını katlayarak yaptı. İran’ın buna çok acele olmasa da etkisi yüksek bir yanıt vereceği konusunda kimsenin şüphesi yok gibi. Bunu basite indirgeyerek “Trump’ın çılgınlığı” olarak okumaya da karşıyım. Sonuçta Kasım Süleymani’nin öldürülmesi seçeneğini ABD başkanının önüne koyan bir yapı da var karşımızda ve Trump olmasa bile birilerinin bir ya da birkaç hamle sonrasına dair bazı hesaplar yapmış olması pek muhtemel. Ancak yakın tarih bize Afganistan, Irak ve sonrasında Arap isyanları coğrafyalarında yapılan hesapların tutmadığını bedeli milyonlarca insanın ödediğini gösterdi. Ortadoğu’yu çok daha fazla miktarda kan ve gözyaşının beklediği ne yazık ki ortada. Bu kaos nasıl şekillenecek, Türkiye’yi yönetenler kendilerine ve yurttaşlara nasıl bir rol biçecekler bunu göreceğiz.