Levent Turhan Gümüş yazdı | Siyahi kız kardeş, Ulrike, Marcos ve öfkeye dair

Levent Turhan Gümüş yazdı | Siyahi kız kardeş, Ulrike, Marcos ve öfkeye dair

"Ve elbette, öfkeyi unutmadan, onu kolektif bir hayatın devrimi önceleyen mızrak ucu olarak tasarlayarak yol alınabilir. Böylece, yıkıcı bir duygunun kaynağından hareketle, dupduru, bereketli bir ırmağın sularına varılabilir..."

Levent Turhan Gümüş

“Mutsuz değilim. Üzgün değilim. Öfkeliyim. Ve yorgunum. Bir kez bile ağlamadım. Ağlamayı yıllar önce bıraktım. Acımanızı istemiyorum. Değişim istiyorum.”

Bu sözler, geçtiğimiz günlerde ABD’nin Wisconsin eyaletinde, polisin yakın mesafeden sıktığı kurşunların etkisiyle felç olan siyahi vatandaş Jacob Blake’nin kız kardeşi Letetra Wideman’a ait. (*)

Açıklama, olay sonrası Wideman’ı arayıp üzüntülerini bildirenlere verilmiş toplu bir yanıt aynı zamanda.

Wideman’ın bir tür manifesto anlamını da taşıyan açıklamasını tekrar okuduğumuzda; yıllardır siyahi kardeşlerinin ölümünü izlemenin getirdiği bir katılık, ağlamanın beyhude olduğu bilgisinin yol açtığı bir uyuşma hali ve bu hali değiştirme isteğini kamçılayan gerçekçi bir öfke ile karşı karşıya kalıyor ve düşünüyoruz.

Çok değil, bundan birkaç ay önce siyahi vatandaş George Floyd’un hunharca öldürülmesi sonrasında ABD’nin sokakları siyahi bir öfkeye, birçok kente yayılarak büyüyen bir isyana tanıklık etmişti. İsyanın başat sloganı “Adalet yoksa barış da yok!”tu.

İnsani bir duygu olan üzülmek; cinayet, tecavüz, darp ya da yaralama gibi suçların cezasız kalması ve suç işleyenlerin korunup kollanması durumunda yerini artan oranda öfkeye bırakıyor. Edilgen bir duygu olan üzülmenin yerine değişim talepli etken bir duygu olan öfke geçiyor.

'Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim'

Kızıl Ordu (RAF) önderlerinden Ulrike Meinhof’a ait bu ifade bir tercih, bir eğilim içeriyor. Adaletsizliğe, haksızlığa bir itiraz, reddiye var bu sözlerde. (**)

Üzüntü, keder; sevinçli olma halinin karşıtı. İtiraz buna yönelik.

Öfke; bizi mutsuz eden neyse, sevincimizi kursağımızda bırakarak bizi tarifsiz kederlere iten her neyse onu değiştirme isteğinden deviniyor. Durduk yerde ortaya çıkmıyor. Başka davranış biçimleri, duygu halleri gibi öfke de içinde bulunduğumuz toplumsal koşullara göre eğilip bükülüyor, kişisel ya da kolektif bir yıkıcılığın tetikleyicisi olarak tezahür edebiliyor. Suçun niteliğine, sadece suçun değil suçlunun da gözetilmesiyle ilgili ortaya çıkan tekrara göre bireysel ya da toplumsal bir karaktere bürünebiliyor.

Çocukluğu Nazi Almanya’sında geçen, ilk gençlik yıllarında dini eğitim alan, bir arkadaşının şiir defterine “Eğer çok üzgünsen, insanlar için iyi bir şey yap, kendini çok daha iyi hissedeceksin” yazan naif karakterli Ulrike’yi radikal bir devrimci haline getiren de sonraki yıllarda yaşadığı, içinde soluk alıp verdiği koşullardır.

Orta sınıf bir Alman hayatı yaşayan, sol eğilimli Konkret dergisinde yazılar yazan genç gazeteci Ulrike’yi bir kuramcı ve düzenle her türlü uzlaşmayı reddeden bir eylemci haline getiren gelişmeler, Almanya’nın Vietnam savaşı sırasında ABD’nin yanında saf tutmasıyla başlar. Ülkede olağanüstü hal yasasının kabulü ve rejimin mevcut demokratik karakterini yitirerek otoriterleşmesiyle derinleşen olaylar ve ‘68 hareketi öğrenci liderlerinden arkadaşı Rudi Dutschke’nin vurulması Ulrike’yi karar verme aşamasına getirir. (***) Konkret’in Mayıs ‘68 sayısındaki “Protestodan Direnişe” başlıklı yazısında, “Şunun veya bunun bana uymadığını söylersem protesto etmiş olurum. Direniş ise bana uymayan şeylerin olmasına meydan vermemem demektir.” (****) diyerek itirazını dillendirir. Protesto etmekten daha fazlasının gerektiğini, geleneklerin ve göreneklerin tutsağı olunduğu için Rudi’ye yönelik saldırının engellenemediğini düşünen Meinhof’a göre artık sokak eğlencesi zamanı geçmiştir. Aynı günlerde katıldığı bir televizyon programında şunları söyleyecektir: “Ben, sokağın, insanın düşüncesini ifade etmesi için özellikle çok uygun bir araç olduğunu düşünmüyorum. Fakat eğer başka bir imkânın kalmamışsa, yani televizyonda değilsen ve haftada en az bir iki kez söylemek istediklerini söyleyemiyorsan, elinde tirajı milyonlara ulaşan Springer gazete ve dergileri yok ise, işte bu durumda, bütün bu yasaklara rağmen, elinde kalmış tek kamuoyunu, yani sokağı kullanan, sokaktan alenen yararlanan insanların bulunmasının olağanüstü demokratik olduğu kanısındayım.” (*****)

Ulrike Meinhof/Rudi Dutschke

Gerek televizyon konuşması gerek dergide yazdığı son yazı bir yol ayrımına işaret etmektedir. Meinhof, Mayıs yazısından sonra Konkret’ten ayrılır. Başka şeyler yapmak gerekmektedir. Andreas Baader, yapılacak başka şeyler için önemli bir öznedir ama hapistedir. Gelen öneriyi kabul ederek Baader’in kaçırılma eylemine katılır. Organizasyon içindeki rolü gerçekte ikincil olsa da devlet tarafından “tehlikeli bir terörist” olarak afişe edilir. İllegaliteye geçer. RAF’ın (Rote Armee Fraktion) ana kuramsal belgesi ve manifestosu kabul edilen “Silahlı Mücadele” (Bewaffneten Kampf) metnini kaleme alır. Şehir gerillası faaliyetine yön veren bu metinle birlikte RAF, Almanya’yı sarsan çok sayıda silahlı eyleme imza atar.

Kendisini “Kapitalist ilişkileri yıkmaya katkı sağlamak için harekete geçen küçük bir azınlığın devrimci girişimi” olarak tanımlayan RAF’ın bu seçkin temsilcisi 15 Haziran 1972’de yakalanarak tutuklanır. 9 Mayıs 1976’da hücresinde ölü bulunana kadar da tecritte tek başına tutulur. (******) Meinhof’un “şüpheli ölüm”ünü başka şüpheli ölümler izler. Militarist terör aygıtı, devletin dokusuna sinmiş şiddet geni en kıyıcı tepkisini Nazi artığı, eski SS Subayı Alman İşveren Sendikası Başkanı Hanns Martin Schleyer’in kaçırılmasında gösterir ama bunun öncesinde toplum utanç verici Nazi geleneğinden esin alan kirli propaganda yöntemleriyle soğukkanlı cinayetler dizisine hazırlanacaktır.

Hüzünlü biten “Alman Sonbaharı”na (Der Deutsche Herbst) giden yolun taşları, Mayıs 1975’te başlayan mahkemeden hemen önce, Alman parlamentosunun (Bundestag) ceza muhakemesi kanununu değiştirmesiyle döşenir. Bu kez “namlular” doğrudan rejimi, rejimin gerçek temsilcilerini hedef almaktadır. Parlamento, burjuva demokrasisinin bu mümtaz kalesi, son derece tehlikeli gördüğü bu yeni hasım için “özel ceza yasası” çıkartır. Alman ve Avrupa kamuoyu “tedhişçi çete”yi şiddet yanlısı sorunlu kişilikler olarak gösteren basın aracılığıyla adım adım işlenecek olan büyük katliam için hazır edilir. Filistinli gerillaların tecritte tutulan RAF yöneticilerinin serbest bırakılması amacıyla 13 Ekim 1977 tarihinde gerçekleştirdikleri uçak kaçırma eylemi kanlı bir baskınla sonuçlanır. Tarihin gördüğü en gaddar, en zalim rejimlerden birinin özünü “demokrasi” içinde muhafaza eden anlayışın temsilcileri, müesses nizam adına hasmını yok etmekte bir an bile tereddüt etmez. Aynı gece, RAF yöneticilerinden Andreas Baader, Gudrun Esslin ve Jan-Carl Raspe hücrelerinde ölü olarak bulunur.

RAF’a ait özel tanımlamayla söylemek gerekirse bu “faşist domuz sistem” aradan geçen zamana, RAF’ın kendini fesih bildirimine rağmen ve ondan sonrasında bile hareketin üyelerine yönelik teslim alma izleğinden vazgeçmez. (*******) Ağır cezalar sonrası hapisten çıkan üyeleri takip eder, yeni davalar açar. Bitimsiz bir sınıf kiniyle baskısını sürdürür. Ulrike’nin mezar taşı zaman zaman bilinmeyen birileri tarafından kırılır. Taş elbette ki yine bilinmeyen birileri tarafından her defasında tamir edilerek yenilenecektir. (********)

Kendini tekrar eden yazgı

Ceberut devlet iktidarlarına karşı mücadele eden devrimcilerin yazgıları, muktedirlerin uygulamış oldukları yöntemler, tecride karşı geliştirilen direniş biçimleri ve gerçek hesaplaşma anlarına özgü yıkıcı şiddet ne kadar da çok birbirine benziyor.

Dünyanın sömürüye ve baskıya karşı ayağa kalkmış ülkelerinde ve bu topraklarda; Yunanistan’ın Makronissos toplama kampında, Şili’nin ünlü Santiago stadında, Arjantin’de, İrlanda’nın H Bloklarında, Almanya’nın yüksek güvenlikli Stammheim hapishanesinde ve işkence odalarında, Türkiye’nin E ve F Tipi cezaevlerinde devrimci tutsaklar öldüler, öldürüldüler.

Mevcut rejimler, kendi varlıklarına yönelik tehdit algısını bazen olduğundan fazla göstererek bazense birden çok tehdit unsurunu aynı anda devreye sokarak geniş halk kesimleri nezdinde yer yer devlet şiddetine meşruluk kazandırabildi. Bu “meşruluk”tan alınan güçle mevcut hukuk askıya alınabildi, özel ceza ve yargı yöntemleri başlıca ve süreklilik kazanan uygulamalar haline getirilebildi.

Egemen sınıfların zor aygıtı olan ve silah kullanma tekelini elinde bulunduran devlet, tüm bu “olağanüstü dönemlerde” radikal kalkışmalara yönelik şiddetini tehdit öznesinin “düşman” kategorisine yerleştirildiği bir tanım üzerinden kurguladı. Bizde ve başka ülkelerde adaletsiz sistemin özünü hedefleyen tüm radikal çıkışlar “anarşist, tedhişçi, şaki, terörist, bölücü, vatan haini” ve nihayetinde 2013 Haziran’ında “çapulcu” olarak yaftalandı. Muhalif addedilen kesimler küçümseme, aşağılama, ülkenin ya da ulusun var sayılan milli, dini ve kültürel değerlerine aykırı oldukları üzerine kurulan bir propaganda diliyle ötekileştirilmek, düşmanlaştırılmak istendi. Ülkemiz özelinde kategorik ve kademeli düşmanlaştırma politikasına muhatap olan kesimlerin hemen hemen tamamı maruz kaldıkları şiddeti büyük ölçüde yalnız, bir başına göğüslemek zorunda kaldı. Ayrı havuzlarda biriken öfke, birbiriyle irtibatlanarak toplumsal bir öfke haline dönüşemedi.

Yaygınlaşıp çoğalamayan her türden enerji gibi öfke de toplumsallaşamadığında kendi içine çöküyor, direnç kendi çeperini aşındırıyor.

Ulrike’nin haklı öfkesi ve direnci, Nazileşmiş Alman devlet aygıtının soğuk duvarları içinde etkisizleştirildi. RAF, onun ölümünden yirmi küsur yıl sonra kendisini feshettiğini açıkladı. Siyahi kız kardeşin öfkesi yorgun. Siyahi basketbol koçunun “Bizi sevmeyen bu ülkeyi hâlâ neden sevmeye devam ediyoruz?” sorusu haksızlığa, eşitsizliğe karşı beyaz adama yönelik bir öfkeyi içinde taşıyor olsa da kendine, diğer siyahi vatandaşlara da yöneltilmiş bir soru aslında. (*********)

Bu soru bu topraklarda her gün ayrımcılığa, şiddete uğrayan her kesimden insan için de geçerli. Sormak ve yanıtın ardına düşmek gerekiyor: Neden? Neden bu ülkeyi sevmeye devam ediyoruz? Çünkü bu ülke bizim de ülkemiz. Çünkü her şeye, bunca zulme, taraflı işleyen adalet mekanizmasına, her şeyin bir çıkar grubunun isteğine göre kurgulanmasına rağmen bu ülkeye, düzenin değişeceğine inanıyoruz.

Bu düzen değişecek. Peki ama nasıl?

Ölüm orucundaki avukat “kaçma şüphesi var” diyerek ölüme mahkûm edilirken tecavüzcü özel kuvvet mensubu serbest bırakılabiliyor. Tren kazasının sorumlularının yargılanmasını isteyen aileler soruşturma konusu edilebiliyor ve aylardır kayıp kızlarının yazgısını soran bir başka ailenin üyeleri gözaltına alınabiliyor. Adaletsizliğin böylesine öfke duymamak mümkün değil. Halk deyişiyle “köpekleri salıp taşları bağlayan” adalet sistemine duyulan öfke her gün her vesileyle artarak çoğalıyor. Bir gün bir Kürt genci ya da mevsimlik Kürt işçisi şiddete maruz kalıyor, ertesi gün herhangi bir kadın, bir başka gün Suriyeli bir aile, daha ertesi gün bir gazeteci ya da bir avukat. Muhaliflik potansiyeli olan, düşmanlaştırmaya müsait kim varsa ötekileştiriliyor.

İktidarın propaganda aygıtının seçik kılarak hedef durumuna getirme politikasına karşı kolektif bir yanıt üretmek zorundayız. Aksi bir yaklaşımın, nihayetsiz bir Sisifos yazgısı içinde heder olmakla, üzüntülü bir hal içinde yorgun düşerek kendi içine çekilmekle sonuçlanacağını bilmek gerekiyor.

Toplumsal mücadelenin hafızasına kayıtlıdır ve unutulmamalıdır: Hrant’a sıkılan kurşuna karşı verilen tepkide, Gezi’de, Berkin’in cenazesinde, “Hayır” çalışmaları sırasında, “Adalet Yürüyüşü”nde, oylar çalınmasın diye beklenen sandık nöbetlerinde ve kadın cinayetlerinde öfke, yan yana getiren, birleştiren bir itki olarak olumlu bir işlev görmüştür.

“Öfkeyi unutma, çelik bir pimdir dişlerinin arasında dursun!” (**********)

Haksızlık ve adaletsizlik bir gerçekliktir. Hâlâ öyledir. Dünden daha fazla, daha çok öyledir. Öfke de öyle!

Çözüm için “Marcoslaşabilmek” ilham verici olabilir. Kendi varlığından ziyade muhalif diğer “lânetlileri” de gözeterek “Bütün ötekiler benim!” demek yol açıcı olabilir. (***********)

Ve elbette, öfkeyi unutmadan, onu kolektif bir hayatın devrimi önceleyen mızrak ucu olarak tasarlayarak yol alınabilir.

Böylece, yıkıcı bir duygunun kaynağından hareketle, dupduru, bereketli bir ırmağın sularına varılabilir.

---------------------------------------------------------

Kaynakça

(*) Jacob Blake'in belden aşağısı felç oldu. Bazı takımlar ve sporcular, artan sistematik ırkçılığa tepki göstererek müsabakaları boykot etti. NBA ekiplerinden Milwaukee Bucks'ın Orlando Magic'e karşı oynadığı play off serisinin beşinci maçını boykot etmesinin ardından, NBA yönetimi play off maçlarının tamamının ertelendiğini açıkladı. ABD Beyzbol Ligi MLB'de ise üç maçta takımlar sahaya çıkmayı reddetti. Futbol ligi MLS'te de aynı sebeple beş maç ertelendi. ABD Tenis Federasyonu, Perşembe ve Cuma günleri oynanması gereken ATP ve WTA müsabakalarını durdurdu ve yaptığı açıklamada, tenisin toplu olarak ırksal eşitsizlik ve sosyal adaletsizliğe karşı bir duruş sergilediği vurgusuna yer verdi. Wisconsin eyaletinin Kenosha kentinde üç gün üç gece süren protesto gösterilerindeyse iki ABD vatandaşı polis tarafından vurularak öldürüldü.

(**) Alois Prinz, Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim, Versus Yayınları, 2008.

(***) Rudi Dutschke, “Kızıl Rudi”, 24 Aralık 1979 tarihinde uğradığı suikastin neden olduğu kalıcı hasara bağlı epilepsi nöbeti sonucunda yaşamını yitirdi.

(****) Jutta Ditfurth, Ulrike Meinhof, Agora Kitaplığı, 2010, s. 223.

(*****) A.g.y., s. 223.

(******) Ulrike Meinhof’un hücresinde hapishane havlularından yapılmış iptidai bir urganla asılmış halde ölü bulunmasıyla ilgili olarak resmi yetkililer “intihar ettiği” açıklamasını yapar. RAF üyelerinden Irmgard Möller 22 yıl hapis yatıp çıktıktan sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide, uluslararası bir araştırma komisyonunun yaptığı araştırmalara iktibas ederek şunları söyler : "Kendisini astığı iddia edilen havlu ile yapılan denemelerde, bunun bir insanı taşıyamayacağı ve hemen koptuğu belirlendi. Yani Ulrike'nin kendini o havluyla asabilmesi mümkün değildi. Doktorların araştırmaları sonucunda Ulrike'nin boynunun asılmadan önce kırılmış olduğu ortaya çıktı. Davalar o dönem yeni başlamıştı ve deliller toplanıyordu. Ulrike'nin kendisini öldürmesi için hiçbir neden yoktu.”

(*******) 1998 yılında RAF bir fesih bildirisi yayımlar. “Yaklaşık 28 yıl önce 14 Mayıs 1970’te bir kurtuluş hareketi olarak başlayan RAF projesini sona erdiriyoruz. Bir şehir gerillası hareketi olan RAF artık tarih olmuştur. Tarihimizin yanındayız. RAF, kapitalist ilişkileri yıkmaya katkı sağlamak için, bu toplumun eğilimine karşı duran küçük bir azınlığın devrimci girişimiydi. Bu projenin sonlanması, bu yolu izleyerek başarılı olamadığımızı gösteriyor. Fakat bu, başkaldırının gerekli ve meşru olmadığını göstermez. RAF, dünyanın her tarafında egemenliğe karşı ve kurtuluş için savaşanların yanında durma kararımızdı. Bizim açımızdan bu karar doğruydu.” sözlerine yer verilen bildiri "Silahlı mücadeleye her şeylerini verme kararlılığını göstermiş ve bu mücadelede hayatlarını yitirmiş bütün yoldaşları saygıyla anıyoruz ve bundan sonra aynı yolu izleyeceklere başarılar dileriz.” cümlesiyle biter. Saygıyla anılanlar listesinde Ulrike Meinhof'un da adı vardır. Tüm baskılara rağmen RAF üyelerinin hiçbiri polisle işbirliği yapmamış, ne sorguda ne mahkemede konuşmamış, uzun mahpusluk yıllarından sonra dışarı çıktıklarında örgütle ilgili tek kelime etmemiştir.

(********) Ulrike Meinhof’un cesedi 2002 yılında ailesine teslim edilirken incelemek amacıyla kafasından beyninin alındığı ortaya çıkar; ailesinin talebi üzerine geri verilir. Naziler hala iş başındadır. Aslında hiçbir yere gitmemişlerdir, hep orada derin devlet mekanizması içinde görevlerini ifa etmeye devam etmişlerdir. “La Mort d’Ulrike Meinhof: Rapport de la Commission internationale d’enquête, Librairie François Maspero, Paris, 1979” tarihli raporda ise şöyle bir ayrıntı vardır: “Meinhof’un otopsisinde cinsel organında sperm saptanmıştır.” Karşı devrimci şiddetin kadın bedenine karşı alçakça saldırısı genealojik olarak evrenseldir.

(*********) Düzenlediği basın toplantısında Jacob Blake’in polis tarafından vurulmasına göndermede bulunan ve “Habire korkudan bahseden Donald Trump ve diğerleri; öldürülen ise biziz!” diyerek tepkisini ortaya koyan Los Angeles Clippers takımı koçu Doc Rivers, sözlerine şöyle devam eder: “Bizi sevmeyen bu ülkeyi hâlâ nasıl sevmeye devam ediyoruz, şaşıyorum.”

(**********) Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi, Ayrıntı Yayınları, 2018, s.91.

(***********) Marcos, aşağılamak ve değersizleştirmek maksadıyla, CIA’nın kendisiyle ilgili yapmış olduğu spekülasyona şu yanıtı vermiştir: “Evet, Marcos bir eşcinsel. Marcos San Francisco'da bir eşcinsel, Güney Afrika'da bir zenci, Avrupa'da bir Asyalı, San Ysidro'da bir Chicano, İspanya'da bir anarşist, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya'da bir yahudi, Polonya'da bir çingene, Quebec'te bir Mohawk, Bosna'da bir barış yanlısı, akşam saat 10'da metroda yalnız bir kadın, topraksız bir köylü, gecekondu mahallesinde bir çete üyesi, işsiz bir emekçi, mutsuz bir öğrenci ve tabii ki dağlarda bir Zapatista'dır.”  (Nick Henck, Subcomandante Marcos: Maskeli Adam, Timsah Kitap, 2008.) Subcomandante, bu açıklamadan birkaç yıl sonra Hareketin genel yararı adına “Marcos’u öldürmeye” karar verir. “Işık ile Gölge Arasında” başlığıyla yayımlanan veda mektubunda şu satırlar özellikle dikkat çekicidir: “İstediğimiz adalet, inat ve ısrarla hakikatin aranmasıdır. (.....) Galeano’nun yaşaması için birimizin ölmesinin gerekli olduğunu düşünüyoruz. (.....) Bu yüzden karar verdik, bugün Marcos ölmeli. (.....) Ve mezarına bıraktığınız taşlarda, kendinizi satmamayı, teslim olmamayı, vazgeçmemeyi öğreneceksiniz. (....) Sabah 2:08 itibariyle ilan ediyorum ki, -kendini Paslanmaz Çelik ilan etmiş olan- Subcomandante Insurgente Marcos’un varlığı son bulmuştur.” (Çeviri: Işık Barış Fidaner)

DAHA FAZLA