'Lenin gibi mücadele etmek: Amerikan karşıtlığı mı, Amerikan emperyalizmine karşıtlık mı?'

'Lenin gibi mücadele etmek: Amerikan karşıtlığı mı, Amerikan emperyalizmine karşıtlık mı?'

Söylemek gerekir ki, karşımızda bulunan mevcut koşullar, Öğretmen Mao’nun geçen yüzyılda, 1949 öncesinin Çin’inde karşılaştığı koşullarla aynı değildir; bunun ötesinde, koşullar, Lenin’in daha erken bir tarihte emperyalist Çarlık Rusyası’yla karşı karşıya gelişiyle daha çok benzerlik taşımaktadır. Bu nedenledir ki, bugün Lenin’in Seçme Eserleri’nin kapağını kaldırdığımızda ve devrimci düşüncesini kavramak ve öğrenmek için önderin devrimci ayak izlerini takip ettiğimizde, zaman zaman kendimizi okuduklarımıza son derece yakın hissedecek; o yıllarda Lenin’in yapıtlarında eleştiri yağmuruna tuttuğu pek çok şeyin, günümüzde “moda olan mallarla” birebir aynı olduğunu memnuniyet verici bir şaşkınlıkla fark edeceğiz.

Çeviren: Onurcan Ülker

Aşağıda okuyacağınız makale, Çin sosyal medyasındaki “Sıcak Rüzgâr 2021” (热风2021) hesabında, “Genç Mao Düşüncesi Takipçisi” (青年毛思想信仰者) müstear imzasıyla ve “Lenin Gibi Mücadele Etmek: Amerikan Karşıtlığı Mutlaka Anti-Emperyalist Olmalıdır; Emperyalizm Karşıtlığı Mutlaka Anti-Revizyonist Olmalıdır!” (像列宁一样战斗:反美必反帝,反帝必反修!) başlığıyla 23 Nisan 2021’de yayımlandı. Makalenin büyük kısmı, son yıllarda artan ve bazılarınca “yeni Soğuk Savaş” olarak nitelendiren ABD-Çin gerilimiyle birlikte, Çin’de milliyetçi temelde yükselen Amerikan karşıtlığına Lenin’in emperyalizm kuramı çerçevesinde Marksist bir itiraz getiriyor ve ABD’ye karşı anti-emperyalist tutumun hangi ideolojik temellere dayanması gerektiğini tartışıyor. Çin’de sol kesimde canlı bir tartışma ortamı olmakta birlikte, bu tartışmalar ülke dışında pek az biliniyor; Türkiye’de ise neredeyse hiç bilinmiyor. Bu açıdan yazı, Türkiye’de büyük ölçüde terk edilmiş görünen bir polemik dilini kullanmakla birlikte, Çinli Marksist çevrelerde yürütülen bazı kuramsal tartışmalar hakkında birincil kaynaklar üzerinden bilgi sahibi olmak isteyenlerin ilgisini çekecektir. -Ç.N.

***

Bu yılın 22 Nisan’ı, yani dün, Lenin’in 151. doğum günüydü. Bu, beşin ya da onun katlarına denk gelen bir yıl dönümü değil gerçi [Çin’de beş ve onun katlarına denk gelen yıl dönümleri özellikle önemsenir -Ç.N.], fakat yine de, insanların önder yoldaşa karşı duydukları derin özlemi hissetmemiz mümkündür.

Söylemek gerekir ki, karşımızda bulunan mevcut koşullar, Öğretmen Mao’nun geçen yüzyılda, 1949 öncesinin Çin’inde karşılaştığı koşullarla aynı değildir; bunun ötesinde, koşullar, Lenin’in daha erken bir tarihte emperyalist Çarlık Rusyası’yla karşı karşıya gelişiyle daha çok benzerlik taşımaktadır. Bu nedenledir ki, bugün Lenin’in Seçme Eserleri’nin kapağını kaldırdığımızda ve devrimci düşüncesini kavramak ve öğrenmek için önderin devrimci ayak izlerini takip ettiğimizde, zaman zaman kendimizi okuduklarımıza son derece yakın hissedecek; o yıllarda Lenin’in yapıtlarında eleştiri yağmuruna tuttuğu pek çok şeyin, günümüzde “moda olan mallarla” birebir aynı olduğunu memnuniyet verici bir şaşkınlıkla fark edeceğiz.

Dolayısıyla, günümüzde Lenin’in çalışmalarını incelemek, özellikle anlamlı olacaktır.

'AMERİKAN KARŞITLIĞI' MI, YOKSA 'AMERİKAN EMPERYALİZMİNE KARŞITLIK' MI?

2010’lu yılların sonu ve 2020’li yılların başlarında “Çin-Amerikan çekişmesinin” resmen patlak vermesiyle birlikte, milliyetçilik, özellikle de Amerikan karşıtı milliyetçilik, daha güçlü bir akıma dönüştü. Gerçekten de, “Amerikan karşıtı” olmakla böbürlenen kişilerin sayısı gittikçe artıyor; “Amerika’ya verip veriştirmek”, pek çok insan açısından sıradan hâle geldi. Bu, geride kalan 30 ila 40 yılın dizginsiz “Amerikan tapıncına” kıyasla elbette bir ilerleme sayılmalıdır. Ne var ki, şu sorunun yanıtını net bir şekilde açıklığa kavuşturmak zorundayız:

Bizler, Amerika’ya karşı çıkarken nihayetinde neye karşı çıkıyoruz? Veya şöyle soralım: Amerika’ya nasıl karşı çıkmamız gerekiyor? Yine şu şekilde de ifade edebiliriz: Amerika’nın nesine karşı çıkmamız icap etmektedir?

Sakın ha bu soruyu hafife almayın. Zira buradan yola çıkarak, iki farklı şeyi birbirinden ayırabiliriz: Bunlardan biri proleter enternasyonalizmi, diğeri ise burjuva milliyetçiliğidir. “Milliyetçilik” tek başına “olumlu” ya da “olumsuz” değildir; şöyle ifade etmek gerekir ki, bu, sömürge ve yarı-sömürge halklarla bir araya geldiğinde, genellikle ilerici ve “olumlu” bir rol oynamaktadır. Buna karşılık, emperyalist büyük devletlerin egemen sınıflarıyla bir araya geldiğinde, genelde gerici ve “olumsuz” bir rol oynamaktadır. Milliyetçi düşüncenin ilerici olup olmadığı bizzat kendine bağlı değildir; daha ziyade, bunun somut olarak ilişkili olduğu toplumsal sınıfa, somut olarak ilişkili olduğu toplumsal sınıfın ilerici olup olmamasına bağlıdır.

Öyleyse, şimdilerde, burjuva milliyetçiler nasıl “Amerikan karşıtlarıdır”? Açıkça ortaya koyacak olursak, bunlar sınıfları, sınıf çelişkilerini ve sınıf mücadelesini göz ardı ve hatta inkar etmektedirler. Hiçbir tahlile dayanmadan, soyut ve kaba bir biçimde “bütün” Amerikalılara karşı durmaktadırlar. Amerikan hükümeti ile Amerikan halkı arasında ayrım yapmayı bilmemektedirler. Amerikan halkı içindeki mevcut Çinli karşıtı duyguların ve köklü anti-komünist zihniyetin Amerikan sermaye sınıfı iktidarının yürüttüğü endoktrinasyon faaliyetlerinin bir sonucu olduğunu anlamamaktadırlar. Amerikan halkı içinde sosyalist düşünceleri yaygınlaştırma ihtiyacını kavramamaktadırlar. Dahası, bunların rezil bir ırkçılığa doğru yol almaları da pekâlâ mümkündür.

Öyleyse, bizim milliyetçilik yandaşlarının icraatları nasıldır? Bunlar, bir taraftan sıradan Amerikan halkı içindeki “Çinli karşıtlığını” eleştirmekte, diğer taraftan tıpkı kafasız “Çinli karşıtı” Amerikalıların yaptığı türden bir “Amerikan karşıtlığıyla” meşgul olmaktadır... Buna ne buyrulur?! Bu, olsa olsa, burjuva milliyetçiliğe karşı burjuva milliyetçiliğidir. Amerikan halkının hiçbir tahlile dayanmayan “Çinli karşıtlığının” bir tür burjuva milliyetçiliği olduğu doğrudur; ama bizim içimizdeki birtakım kişilerin yine hiçbir tahlile dayanmayan “Amerikan karşıtlığı” da bir tür burjuva milliyetçiliğidir. Bilinçsiz bir biçimde ülkesinin sömürücü sınıfının yardakçılığına soyunmak, bilinçli olması gereken proletarya söz konusu olduğunda, büsbütün acıklı bir durumdur.

'AMERİKAN KARŞITLIĞI' MUTLAKA 'ANTİ-EMPERYALİST' OLMALIDIR

Büyük Lenin’in bir zamanlar yaptığı uyarı, hiç de tarihi geçmiş değildir: “Kökleri, egemen ulusların büyük toprak sahipleri ve kapitalistlerinin çıkarıyla iç içe geçen son derece yaygın ve derin bir ideolojik akım ile karşı karşıyayız. Bu sınıfların çıkarına olan görüşlerin propagandası için her yıl yüz milyonlar harcanmaktadır.” (“Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine”) Doğrudur, bu tür “egemen ulusların büyük toprak sahipleri ve kapitalistlerinin çıkarıyla iç içe geçen”, “propagandası” için “her yıl yüz milyonlar harcanan”, “son derece yaygın ve derin” burjuva nitelikli milliyetçi düşünce akımı, sömürge ve yarı-sömürge ülke ya da bölge halklarının yurtseverliğinden olduğu kadar, proletaryanın devrimci, ilerici yurtseverliğinden ve enternasyonalizminden de köklü bir biçimde farklıdır. Aksine bu, emperyalistlerin uluslararası ölçekte çıkarlarını genişletmelerine, hegemonya için rekabet etmelerine hizmet eden ideolojik bir tür araçtır. Bu türden bir milliyetçilik, apaçık ortaya koymak gerekir ki, bir avuç tekelci kapitalistin kendi çıkarlarını “ulusun” ve “anavatanın” çıkarları gibi sunmalarına yaramakta; geniş proleter ve emekçi kitlelerin ise, alçak sömürücü sınıfların elinde kıymetsiz birer piyon olarak kullanılmak üzere kandırılmalarına yol açmaktadır.

Günümüzde hâlâ, Lenin’in “emperyalizm” çağı olduğunu çok önceleri gösterdiği bir çağda yaşıyoruz. Dünya tekelci kapitalizmi, sadece özgül biçimi açısından değişikliğe uğramıştır; oysa bunun gerici sınıfsal niteliği zerre kadar değişikliğe uğramış değildir. Emperyalist ABD, günümüz dünyasında tekelci kapitalizmin merkezidir; asla “insanlığın yolunu aydınlatan bir fener” olmadığı gibi, tam anlamıyla gericiliğin kalesidir. Mao Zedong Yoldaş’ın ifade ettiği üzere, “Acheson’ın ‘sağcı totaliter hükümet’ diye adlandırdıklarına gelince, Almanya, İtalya ve Japonya’nın üç faşist hükümeti devrildiğinden beri, ABD hükümeti, bu tür hükümetler içinde dünyada ilk sırayı almıştır.” (“Beyaz Kitap’ı Tartışmak Niçin Gereklidir?”) Amerikan hükümetinin “sağcı totaliter” özü, yani büyük burjuvazinin diktatörlüğünün özü de, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından geçen yetmiş yıllık süre zarfında en ufak bir değişikliğe uğramamıştır. Bu hükümet, gerçekten de, gerek içeride gerekse dışarıda, hem karşı-devrimci yumuşak güç politikasına hem de karşı-devrimci kaba kuvvete başvurarak, Amerikan ve dünya halklarını ezmekte ve aldatmakta; yetmiş yılı aşkın süredir tiksinti verici suçlar işlemektedir.

Dolayısıyla, bizim “Amerikan karşıtlığımız” şayet “anti-emperyalist ve anti-kapitalist” değilse, şayet Amerikan tekelci kapitalist sınıfının iktidarına karşı çıkmıyorsa, kaçınılmaz olarak dar kafalı, kof ve anlamsız olacaktır. Yapmamız gereken şey, Lenin’in emperyalizm kuramının kılavuzluğunda, günümüzde popüler olan sözümona “Amerikan karşıtlığının” bilimsel bir tanımını yapmak; “Amerikan karşıtlığını”, “Amerikan emperyalizmine karşıtlık” düzeyine yükseltmek, bu şekilde açıklamak ve tanımlamak; böylelikle mücadelede mızrağın ucunu dünya halklarının esas, en büyük düşmanı olan ABD emperyalizmine yöneltmektir. “Düşmanlarımız kimlerdir? Dostlarımız kimlerdir? Bu, devrimin en önemli sorunudur.” (Mao Zedong, “Çin Toplumundaki Sınıfların Tahlili”) Bunu, asla unutmamamız gerekir.

'ANTİ-EMPERYALİZM' MUTLAKA 'ANTİ-REVİZYONİST' OLMALIDIR

Amerikan karşıtlığı mutlaka anti-emperyalist, emperyalizm karşıtlığı ise mutlaka anti-revizyonist olmalıdır.

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinden, özellikle de iki süper devlet olan Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki “Soğuk Savaş” sona erdiğinden bu yana, uluslararası komünist hareketin karşılaştığı başlıca tehdit “sol”dan değil fakat sağdan gelmektedir; yani bu, revizyonizm şahsında tezahür eden sağ-sapmacı oportünizmdir. Böylesi bir dönemin koşulları altında, Lenin’den öğrenmek, yani onun revizyonizme ve oportünizme karşı duruşundan, görüşlerinden ve yöntemlerinden öğrenmek son derece önemli bir hâle gelmektedir. Lenin, revizyonizm ve oportünizm karşıtlığının büyük, kahraman bayraktarıydı. Mao Zedong Yoldaş’ın devraldığı bayrak işte budur. Mao Zedong’un revizyonizme karşı çıkan ve bunu önlemeyi esas alan düşüncesi, Lenin’in anti-revizyonist fikirlerini miras almış ve geliştirmiştir. Bu düşünce, Marksizmin anti-revizyonist ve anti-oportünist görüşlerini en parlak biçimde taçlandırmıştır.

Lenin, Marksizmin, “yaşam yolunda attığı her ileri adımda savaşım vermek zorunda kaldığını” belirtiyordu. (“Marksizm ve Revizyonizm”) Marksizmin ortaya çıkışını takip eden ilk elli yıl içinde, iki büyük kurucu, yani Marx ve Engels, feodal-burjuva-küçük burjuva sosyalizme, Genç Hegelci felsefeye, Proudhonculuğa, Lasalcılığa, Bakuninciliğe, Duhringciliğe ve benzeri diğer anti-Marksist düşünce akımlarına karşı mücadele vermiş; Marksizmin uluslararası işçi hareketi içinde önder konuma gelmesini sağlamışlardır. Mücadele böylelikle ikinci aşamaya girmiş; “savaşımın biçimleri ve amaçları değişmekle beraber savaşım sürmüştür.” (Lenin, a.g.e.) Bu dönemde, her türden anti-Marksist burjuva düşünceler de, Marksizme artık basit bir biçimde, dosdoğru karşı çıkmayı bırakmışlardır. Bunun yerine Marksizm kılıfına girmeye, Marksizm bayrağı sallamaya ve Marksist söylemi aşırmaya çalışmış; böylece işçi sınıfı safları içinde kapitalist sınıfın etkisini yayma şeklindeki zehirli görevlerini yerine getirmişlerdir. Lenin, şöyle demektedir: “Gittikçe sinsileşen bir Marksizm kalpazanlığı ve anti-Marksist öğretilerin gitgide daha sinsi bir biçimde Marksizm kılıfında sunulmaları: siyasal iktisatta, taktik sorunlarda, genel felsefede, yani epistemoloji ve sosyolojide, modern revizyonizmi nitelendiren şey tam da budur.” (“Materyalizm ve Ampiryokritisizm”) Revizyonizm ile oportünizm, Marksizmin işçi hareketi içerisinde önder konuma gelmesinden sonra ortaya çıkan Marksizm karşıtı burjuva düşüncesinin başat biçimleridir.

Engels yaşamını yitirdikten sonra, Büyük Lenin’in, devrimci Marksistler adına her türden oportünist hizbe, özellikle de revizyonist hiziplere karşı muazzam bir mücadele başlattığını gördük. Engels de, kendisinin ve Marx’ın, “bir ömür boyu sözde sosyalistlere karşı verdikleri denli şiddetli bir mücadeleyi, başka hiç kimseye karşı vermediklerini” söylemişti. (“August Bebel’e Mektup”, 28 Ekim 1882) Lenin için de durum bu olmuştur. Lenin, Marx ve Engels’in revizyonizme ve oportünizme karşı verdikleri mücadele davasının büyük halefidir.

Uluslararası komünist hareketin tarihinde, birbirini takip eden her türden revizyonizmin ortaya çıkışının ardındaki ortak arka plan, dünya kapitalizminin görece “barışçıl” gelişimidir. 1871 Paris Komünü’nün yenilgisinin ardından gelen birkaç on yıl boyunca, dünya kapitalizmi gerçekten de görece “barışçıl” bir gelişme dönemi deneyimledi. 20. yüzyılın başına gelindiğinde, kapitalizmin gelişimi tekelci aşamaya, yani emperyalist aşamaya ulaşmıştı. Kapitalist sınıf, aşırı kârın bir kısmını kullanarak, işçi sınıfının üst katmanlarını satın aldı. İşçi sınıfı içerisinde bir ayrışma yaşandı; burjuvalaşan bir “işçi aristokrasisi” katmanı, revizyonizmin ve oportünizmin belli başlı toplumsal temeli hâline geldi. Eşzamanlı olarak küçük burjuvazinin geniş kesimlerinin proleterleşmesi de, burjuva ideolojisinin işçiler arasında daha fazla yayılmasına yol açtı. Engels’in daha cesedi soğumamıştı ki, Bernstein kendini yaygarayla sahneye attı ve şeytanlık yapmaya girişti. Zamanın değiştiği bahanesiyle Marksizmi baştan aşağıya “revize etti” ve Marksizmde revizyonizmin kurucu babası hâline geldi. Diğer bir kişi, Kautsky ise, devrimci Marksizm ile revizyonizm arasındaki uzlaşması imkânsız mücadelede sözüm ona “orta yolcu” bir tutum takınarak “akılcı, tarafsız ve objektif” bir rol oynamaya soyundu. Gerçekte yaptığı ise, Bernstein’la aynı kayığa binmekten başka şey değildi ve nitekim, sonradan, Bernstein’ın ilk varisi oldu. İkinci Enternasyonal revizyonizmi “ana akım” hâline geldi; emperyalist büyük savaş sırasında, İkinci Enternasyonal’daki her bir parti devrime birbiri ardına ihanet etti ve bunlar, kendi ülkelerindeki burjuva milliyetçiliğin avucuna düştüler.

Bazı kimseler, revizyonizmi uygulamanın kapitalizmi uygulamak olduğunu söyler. Bu, özü itibarıyla doğru bir ifade olmakla birlikte, unutmamak gerekir ki, revizyonizm, biçimsel olarak hâlâ Marx, Lenin ve Mao’nun bayrağını dalgalandırmakta; Marx, Lenin ve Mao’nun söylemlerini kullanmakta; hatta ve hatta, kendisinin Marksizm-Leninizm-Maoizmi “koruduğunu”, “geliştirdiğini” ve “mükemmelleştirdiğini” iddia edebilmektedir. “Revizyonizm” denen şey, Marksizmin bazı parçalarına ve bazı söylemlerine ait biçimlerin, burjuva ideolojisinin özüyle diyalektik birliğine işaret etmektedir. “Revizyonizm” denen şey, somut ifade etmek gerekirse, “zamanın değiştiği” vb. gibi bahaneler öne sürerek, Marksizmi “mükemmelleştirme” ve “geliştirme” kisvesi altında, Marksist sistemi parça parça doğramak demektir; bu, Marksizmi ve özellikle de onun temel ilkelerini çarpıtmak ve saptırmak anlamına gelmektedir. “Revizyonizm” denen şey, “revize etmek” değil, “eğip bükmektir”; “revizyonizm”, aslında “eğip bükmenin” ideolojisidir. [Yazar, burada Çince “revizyonizm” anlamına gelen xiuzhengzhuyi 修正主义 kavramı ile “elden geçirip çarpıtmanın ideolojisi” olarak çevirebileceğimiz xiu“wai”zhuyi 修“歪”主义 kavramını birlikte kullanarak, 正 ile 歪 karakterleri arasındaki benzerliğe atıfla kelime oyunu yapıyor. -Ç.N.] Marksizmin dışsal biçimi bir kez ıskartaya çıkartıldığında, koyunun başı bir kez kesilip atıldığında, geriye kalan şey artık revizyonizm sayılamaz; bu, artık bütün çıplaklığıyla burjuva ideolojisi olmaktadır. Revizyonistlerin oynadıkları rol, gerçekte, işçi sınıfı saflarında burjuvazinin etkisini, özellikle de ideolojik etkisini yaygınlaştırmaktır. Bunlar, emperyalizmin, işçi sınıfı içindeki, komünist hareket içindeki fiili vekilleridir. Bizler de, tam da buna dayanarak, “emperyalizm karşıtlığı mutlaka anti-revizyonist olmalıdır” diyoruz ki, bu, Lenin’in de parlak fikirlerinden biridir.

Günümüzde, Lenin’i incelerken, aramıza yalnızca burjuva milliyetçiliğiyle değil, fakat her türde revizyonizm ve oportünizmle de kararlılıkla bir ayrım çizgisi çekmemiz gerekmektedir.

Revizyonizme ve oportünizme karşıtlık, son tahlilde, temel ve belirleyici anlama sahip bir siyasal duruş sorunudur. Bu duruşu kaybetmek, proletaryanın düşmanı konumuna düşmekle eşdeğer olacaktır. Revizyonizme ve oportünizme kararlılıkla karşı çıkıp çıkamamak, Marksizm ile Marksizm-dışı ve Marksizm-karşıtı olanı birbirinden ayırmanın mihenk taşıdır. Revizyonizme ve oportünizme karşı çıkmak için ise, Lenin’in kuramsal silahını kullanmak mümkün ve zorunludur. Lenin, bize, emperyalizm karşıtlığının anti-revizyonist olması gerektiği şeklindeki parlak düşünceyi ve revizyonizmle mücadele çağrısı içeren bir dizi sefer görev emrini miras bırakmıştır. Lenin’in bıraktığı anti-revizyonist düşünce ve belgeler, bütün dünya proleterlerinin ortak hazinesidir. Ayrıca, Lenin’in revizyonizme ve oportünizme karşı koyma sürecindeki son derece ihtişamlı savaşçı kişiliğinden, polemiğe girme ve tartışmayı kazanma cüretinden, en ufak bir tereddüde düşmeme ve geri adım atmama kararlılığından da öğrenmemiz gerekmektedir.

'NEDEN SİYASAL İKTİDARI ELE GEÇİRMİYORSUNUZ?'

Günümüzde Lenin’den öğrenirken, onun tamamen korkusuz ve devrimci olan akıntıya karşı gelme ruhundan da öğrenmek durumundayız. Bunun anlamı, proletaryanın uzun vadeli, temel çıkarlarını planlamada başarılı olmaktır; proletaryanın uzun vadeli, temel çıkarları için, geçici olarak yalnız kalmaktan ve sık sık azınlığa düşmekten korkmamaktır. Lenin, gerçekten de, böylesi bir akıntıya karşı gelme ruhunun ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Ekim Devriminin zaferi, bir bakıma, Lenin’in akıntıya karşı gelme ruhunun “maddi bir varlığa dönüşmesinin” sonucudur. Şayet Lenin olmasaydı, bugün görebildiğimiz şekliyle bir Ekim Devrimi olmayacaktı; tıpkı Başkan Mao olmasa Yeni Çin’in olmayacağı gibi. Bunda en ufak bir abartı yoktur.

1917 Ekim Devrimi öncesinde, Lenin hariç “Eski Bolşeviklerin” neredeyse hiçbiri, siyasal iktidarın bu şekilde ele geçirilebileceğini düşünmüyordu. Rusya’ya döndüğünde, Lenin onlara sordu: “Neden siyasal iktidarı ele geçirmiyorsunuz?” Şöyle diyordu: “Biz, parlamenter bir cumhuriyet istemiyoruz; biz, bir burjuva demokrasisi istemiyoruz; biz, İşçi-Köylü-Asker Sovyetleri dışında hiçbir hükümet istemiyoruz.”

Stalin, şöyle anımsıyor: “Parti, barış anlaşması sorununda Sovyetlerin Geçici Hükümet’e baskı yapması politikasını benimsedi, fakat ... yeni slogan, yani Sovyet iktidarına doğru ilerleyecek adımı atma konusunda derhal karar alamadı. ... Bu son derece hatalı bir tutumdu; zira böylesi bir tutum pasifist yanılsamalara yol açıyor, ‘anavatan savunucularının’ ekmeğine yağ sürüyor ve kitlelerin devrimci eğitimine ket vuruyordu. O vakitler ben de, Parti’deki diğer yoldaşlarla beraber bu yanlış tutumu paylaşıyordum ve bu tutumdan ancak Nisan ayı ortalarında, Lenin’in tezlerini benimsediğim zaman tam anlamıyla vazgeçtim.” (“Troçkizm mi, Leninizm mi?”)

Troçki ise, metaforik olarak şöyle diyor: “Lenin, toplantıya, tıpkı bir okul müfettişinin sınıfa girdiği gibi girdi. Öğretmenin anlattığı dersi birazcık dinledikten sonra ona ardını döndü ve ıslak süngeri eline alıp öğretmenin kara tahta üstüne gelişigüzel yazdığı bütün gereksiz şeyleri sildi. Delegelerin hayret ve itiraz duyguları, yerini hayranlık duygusuna bıraktı.” (“Stalin’in Eleştirel Biyografisi”, Doğu Yayınevi, Aralık 1998, 2. Basım, s. 281)

Bu tür “eski yoldaşlar”ın “halk önderlerine” uyum sağlayamaması, yani birinci kesimin ikincilerin ruh haline ayak uyduramaması, bizim Çin’deki komünist hareketin tarihine baktığımızda da sıkça rastladığımız bir durumdur. Tıpkı Başkan Mao gibi, Lenin de, sık sık ve kasıtsız olarak azınlığa düşmüştür; ancak doğru olan çizgi, onun temsil ettiği çizgidir.

Elbette ki, Lenin’in devrimin gelecekteki seyrine ilişkin doğru kavrayışı ne “radikalizm”den ileri geliyordu ne de temelsiz bir tesadüften ibaretti. Aksine, bu, tam da kitlelerden ileri geliyordu; zaten yalnızca ama yalnızca ilerici kitlelerden ve onların devrimci pratiğinden ileri gelebilirdi.

Krupskaya, 1917 Eylül’ünde Lenin’i ziyaret etmek için gizlice Finlandiya’ya gittiğini hatırlıyor. Bindiği vagon ağzına kadar askerle doludur ve insanlar, koalisyon hükümetini değil, açık açık ayaklanma durumunu tartışmaktadır. “Askerler arasındaki bu konuşmaları İlyiç’e aktardığımda, İlyiç derhal derin düşüncelere daldı; daha sonra hangi konudan bahsederse bahsetsin, yüzündeki bu düşünceli ifade silinmedi. Bir şeyler söylerken aklında başka bir meselenin, yani silahlı ayaklanma meselesinin olduğu, bunun hazırlıklarını nasıl en iyi şekilde yapabileceğine kafa yorduğu açıktı.” (“Lenin’den Anılar”, Halk Yayınevi, 1960 basımı, s. 331) Ardından Lenin, Merkez Komitesi’ne iki meşhur mektup yazdı: “Bolşevikler İktidarı Almalıdırlar” ile “Marksizm ve Ayaklanma.” Talebi, derhal harekete geçmekti. “Çok geçmeden, ‘dünyayı sarsan on gün’ başladı. Top patladı ve bir büyük ülkeyi, bir dünyayı paramparça etti.” (Avusturyalı yazar S. Zweig, “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”, Tianjin Halk Yayınevi, Haziran 2011, Birinci Basım, s. 218)


Kaynak: 'Lenin gibi mücadele etmek: Amerikan karşıtlığı mı, Amerikan emperyalizmine karşıtlık mı?'

DAHA FAZLA