Kayboluşun ardından kalanlar: ‘Yeryüzü Yorgunları’

Kayboluşun ardından kalanlar: ‘Yeryüzü Yorgunları’

Hep birlikte durmuş, insanlığın cevaplayamadığı soruları kafamızda döndürüp duruyoruz. Bir süreliğine tek beklentisi acısının güven veren bir dokunuşla teskin edilmesi olan bu kadının pişmanlıklarına ortaklık ediyoruz. Onun yaşadıkları, içini ürperten korku, bizdekilerin bir yansımasına dönüyor. Ölümü fark ederek mi yaşıyoruz? Kim söylüyor acılar karşısında güçlü olmamızı? İnsanın canını asıl acıtan kalbinin sızlaması mıdır?

Can Yayınları’ndan çıkan “Yeryüzü Yorgunları”, Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alan yazar Neslihan Önderoğlu’nun son kitabı. Bir solukta geçen sayfalar, hepimizi cevabını aradığımız soruların peşinden sürüklüyor. “Yeryüzü Yorgunları” için bir kayboluş öyküsü demek belki de en doğrusu. Uygarlıkların, zamanın akıp gidişi, yaşamların yitirilişi ama daha çok hayatın yarattığı çaresizlik, yetememe, acının, yaşamın içinde kaybolmanın öyküsü.  

Cihan ve Sedat, üniversiteden sonra başlayıp yıllar süren evliliklerinin kim bilir kaçıncı yılında, Sedat’ın kararı ve biraz da zorlamasıyla, şehirden belki de yaşamlarına ait her zerreden uzaklaşıp kamp yapmaya giderler. Bundan sonra Cihan’ın sesinden, Sedat’ın, oğulları Mert’in ve kendisinin hikayelerini dinler, Cihan’ın hayatının, seçimlerinin çevrelediği anılarda kayboluşuna tanıklık ederiz. Bir zamanlar genç ve aşık bir kadın, daha sonra hayatını birleştireceği Sedat’ın peşinden başka bir kıtaya gider. Ama aşk her zaman onu yeşerttiğimiz, büyüttüğümüz yerde, ilk haliyle durmaz; bizi kendisinden uzaklaştırır. Zaman içinde Cihan’a da böyle olmasına rağmen, içinde büyümeye başlayan oğlu Mert yüzünden Sedat’ı bırakıp gidemez. Oysaki aşk iki kişiliktir. “İki kişi. Birbirini dinlemeye yeter. Başkaları olmadan yaşamaya. Oturup konuşmaya, ağlamaya, vedalaşıp ayrılmaya da yeter iki kişi. Başkalarının arasına sığınmadan. Birbirinin gözlerindeki utançsız bir hayale tutunarak.” Ancak iki kişiden birinin gitmesiyle kendisi de tükenmiş olur.

Cihan’ın hayatına giren annelik, onun yerine en önemli kararları alır; Cihan her ne kadar istemese, birkaç kez gitmeye teşebbüs etse de, hayatını Sedat’la geçirmeye devam eder. Yaşamaya bir mecburiyet gibi tutunması da bu yüzdendir. Oysaki Mert, “yalnız ve mutlu olduğu için yuvasından çıkmak istemeyen bir sincap” gibi sürdürmek ister ömrünü, onlardan uzakta. Sedat, Cihan’ın tarifiyle güce tapan, her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini düşünen, memnuniyet eşiği oldukça yüksek biridir. Buna rağmen korkuları ağır basan, devam etmekten çok yarım bırakmaya, kaçmaya meyilli,  yanlışlarla, ama özellikle başkalarınınkiyle beslenen ve onlara heyecanlanan, onların çektiği acılardan gene onları suçlayan bir adam. Bunların hepsi Cihan’ın Sedat’la bir arada olmasını biraz daha zorlaştırır.

Kamp fikri de belki Sedat için bir tür baş etme yolu;  acılarından uzaklaşırken gençliğine yakınlaşmak, doğa ile bütünleşmek anlamı taşır. Uzaklaşma niyetinde olan biri daha vardır; felaketin ete kemiğe bürünmüş haliyle karşılaşmış, o andan sonra da hayatına eskisi gibi devam edememiş, bir terk edişe sığınmış Erol. Sedat’ın, onu hayatın gizemini kavramış biri olarak görmesine sebep olan aslında yaşamaya dair utancın bizzat kendisidir. Maalesef, “Korku ile kaplı insanlar korunmak için dağlara, ormanlara, koruklara ya da kutsal ağaçlara kaçıp giderler. Ancak en güvenli ve en iyi korunaklar bunlar değildir; insan böylesi yerlere gitmekle acılardan kurtulamaz.” Öyle ya, insan bazen ölümün, bazen de yaşamanın altından kalkamaz.

Hep birlikte durmuş, insanlığın cevaplayamadığı soruları kafamızda döndürüp duruyoruz. Bir süreliğine tek beklentisi acısının güven veren bir dokunuşla teskin edilmesi olan bu kadının pişmanlıklarına ortaklık ediyoruz. Onun yaşadıkları, içini ürperten korku, bizdekilerin bir yansımasına dönüyor. Ölümü fark ederek mi yaşıyoruz? Kim söylüyor acılar karşısında güçlü olmamızı? İnsanın canını asıl acıtan kalbinin sızlaması mıdır? En sonunda Cihan yakarır: “Anlamıyorsunuz, ben bir bıçak yuttum, diyeceğim. Karnımda bir bıçakla yaşıyorum. Her hareketimde rahmime batan, anneliğimin tam ortasına saplanan bir bıçak. Onu oradan çıkarabilir misiniz?”

Kitap boyu metin aralarında Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten, Kuran’dan ve Budistlerin kutsal kitaplarından pasajlara rastlıyoruz. Bunlar öykünün gidişi ile sırt sırta yaslanmış iki sütun gibi yeni bir yapı inşa ediyor. Başka bir zaman diliminde, başka şeylere inananlarla yaşanan bir döngü, ortak bir temel. “Yeryüzü Yorgunları” okuyucusunu içine alıp saran bir yapıt. Üstelik içten, doğal ve oldukça akıcı bir anlatımı var. Bir sonraki adımı Cihan’la atmak istememize sebep olacak bir merak beliriyor içimizde. Her ne kadar onunla çıkacağımız bu yol tedirgin edici, zaman zaman ürpertici de olsa, samimi ve bizi ayakta tutan bir yanı da var; hayatın ta kendisi gibi belki de.


KÜNYE: Yeryüzü Yorgunları, Neslihan Önderoğlu, Can Yayınları, 2018, 176 sayfa.

DAHA FAZLA