'Kasaba ahlakı': Eski ataerki, yeni düzen

'Kasaba ahlakı': Eski ataerki, yeni düzen

İşin aslı “kasaba ahlakı” olarak kodladığımız küflü, eski, demode “erkek egemenliği”, kadınların o ya da bu düzeyde hayata atıldıkları bir dönemde geçmişin ruhlarını çağırırcasına zamana ayak diremektedir. Diğer bir deyişle kadınların çalıştığı, okuduğu, bağımsız hayatlarını kurmaya çalıştıkları ya da tüm bunları yapmaya mecbur oldukları ve aynı paralelde güçlendikleri yeni momentte “kasaba ahlakı” yeniden hortlamaktadır.

Ebru Pektaş

Kasaba ahlakını bilirsiniz aslında.

Filmlerden, şarkılardan, romanlardan, politikacılardan, otobüs garlarından, şehrin gettolarından ya da bizatihi kasabalardan bilirsiniz.

Kasaba ahlakında en şehvetli konu kadınlardır malum.

Adı çoktur kadının “kasaba ahlakında”; kötü kadınlar, sarı çiyanlar, kara Fatmalar, yuva yıkanlar, yoldan çıkanlar, kız değil kadın olanlar, başına buyruk kadınlar, “sahip çıkılmamış” kadınlar, kötü aile kızları, fettan kadınlar, ayartanlar, baştan çıkaranlar…

Adı çoğaldıkça şehvani hazlarla tüketilir kadın, “kadının adı yoktur” kasaba ahlakında.

Kasaba ahlakında, “kadının adı yoktur”; onun yürürken kalçaları, açılan eteğinden görünen bacakları, kambur yürüyüşüne inat memeleri vardır. Kasaba ahlakında, saçından ayak bileğine kadının tüm vücut parçaları bir bir faş olur.

Kasaba ahlakında, “kadının adı yoktur”; onun gülüşü, arkadaşları, oturup kalktığı, yediği içtiği, gezip tozduğu, çalışıp çalışmadığı, okuyup okumadığı vardır.

Kasaba ahlakında “kadının adı yoktur”; onun ailesi, babası, nişanlısı, kocası, sevgilisi vardır.

Kasaba ahlakında “kadının adı yoktur”; onun “kızlığı”, dulluğu, bekarlığı, evde kalmışlığı vardır.

Kasaba ahlakı, kapalı bir toplumun, gelişmemiş bir iktisadın içine yerleşir; erkek egemenliğinin zehirli sarmaşıklarında bedenleşir.

Tüm bu görüntülerde kasaba ahlakı, metropolün cangılındaki bizlere çoktan geçmişte kalmış, ölmeye yüz tutmuş sevimsiz klişeler olarak görünmekte.

Peki gerçekten öyle mi?

Şule Çet davasındaki ayrıntıları hatırlatalım. Şule Çet, 23 yaşında Gazi Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi Tekstil Tasarımı bölümü 2. sınıf öğrencisiydi. Bir yandan okuyup bir yandan çalışırken, yarı zamanlı çalıştığı yerden kovulmuş, bunun üzerine çalıştığı yerin ortaklarından olan Çağatay Aksu tarafından görüşmeye çağrılmıştır. Görüşme bir plazanın 20. katındaki ofiste Şule’nin ölümüne yol açarak noktalanmıştır. Şule, cinsel saldırıya maruz kalmış ve hayatını plazadan atılarak kaybetmiştir.

İşte kasaba ahlakı, plazanın, başkentin, üniversitenin aynı paragrafta geçtiği bu olayda mahkemenin ortasına düşüyor. Başkentin göbeğinde işlenen bir kadın cinayetinin buram buram “kasaba ahlakı” kokan fotoğrafında şunlar var:

Şule’nin “bakire olmadığı”, “hymeninde eski yırtıklar bulunduğu”,

Şule’nin “bira içtiği”,

Şule’nin “kucak kucağa” ilişkilerine dair fotoğraflarının olduğu,

Şule’nin “güle oynaya” ilişkiler/arkadaşlıklar içinde olduğu,

Şule’nin “tenhada içki içmeyi kabul etmiş” bir kadın olduğu,

Şule’nin babasının “kızınıza sahip çıkmadığı”,

Şule’nin “neden çalışmak istediğinin” sorulabildiği…

Peki Şule’nin kayıp iç çamaşırı, intiharla bağdaştırılamayacak düşme travması, katilin doku örneklerinin Şule’nin tırnaklarında olması, Şule’nin vücudundaki moruklar ve daha bir dizi somut kanıt yerine kasaba ahlakı argümanlarının önümüze çıkarılmasını nasıl açıklayacağız?

İşin aslı “kasaba ahlakı” olarak kodladığımız küflü, eski, demode “erkek egemenliği”, kadınların o ya da bu düzeyde hayata atıldıkları bir dönemde geçmişin ruhlarını çağırırcasına zamana ayak diremektedir. Diğer bir deyişle kadınların çalıştığı, okuduğu, bağımsız hayatlarını kurmaya çalıştıkları ya da tüm bunları yapmaya mecbur oldukları ve aynı paralelde güçlendikleri yeni momentte “kasaba ahlakı” yeniden hortlamaktadır.

Plazalarından, ofislerinden, patronluklarından, erkekliklerinden “kasaba ahlakını” kuşananlar kadınların gücünü kabul edemiyor. Zengin beyler, para babaları hem sınıf olarak hem cinsiyet olarak kendinden aşağı gördüğü kadınları sömürmekte,tarumar etmekte, yok etmekte.

Kanımıza dokunuyor…

Başka örneklerle birlikte son dönemde “plazalardan atılan genç kadınları” duyar olduk. Zenginliğin ve erkekliğin zehirli bileşimi, plaza gibi özel mülklerin “cinayet silahı” olarak kullanıldığı adeta yeni bir biçimle karşımızda. Çok semboliktir ama sembol haddini aşıp gerçeğe dönüşmektedir.

Şule Çet’in öldürülme biçimi en karanlık arzuları gün yüzüne çıkarıyor: Kadının bedeni üzerinde kurulan hakimiyetin ancak ölümle ve mülkle kutsanan bir hakimiyetin, fethetmenin, canına okumanın, işkence edip az ötede değil hemen oracıkta, tüm dünyaya duyura duyura “eserini”(!) sunmanın şehvetidir gün yüzüne çıkan.

Cinayet mülkle, mülk cinayetle kutsanıyor.

Yanlarına kalacak mı?

Aslında Şule Çet gibi doğrudan kadın cinayeti örneklerinde de Rabia Naz cinayetindeki gibi “iktidar(ın)a güvenip çocuk katledenlerin de, yurtlarda, kurslarda çocuk istismar edenlerin de karşılarında anında çığ gibi büyüyen bir toplumsal tepki, hemen desteğe koşan gönüllü avukatlar, işin peşini bırakmayan yürekli gazeteciler, kadın örgütleri oldukça önemli.

Elbette kasaba ahlakını böyle yenemeyeceğimiz. Kat edilmesi gereken çok mevzi var.

Ne ki eşiğin, sınırın ihlali ortadan kaldırılmalıdır.

Bu eşikte kavgaya girilmezse en temel haklarımız, yaşam, çalışma, eğitim alma haklarımız yok edilmeye devam edecektir.

DAHA FAZLA