Karadut, Çebiş ve Canuşka…
Dünyanın en yanık, en bitirici ve en üretken aşklarından birine, Mari - Bedri aşkına, tanıklık etmemizi sağlayan Karadut romanının yazarları Müjgan Tekin Hasbal ve Vildan Tekin’le Karadut’a, Mari Gerekmezyan’a, Bedri Rahmi Eyüboğlu’na, Eren (Ernestine) Eyuboğlu’na ve bu aşklara, sanatlara; insanlığın yüzkarası savaşa, yokluğa, yoksulluğa; her zaman olduğu gibi güzel günlere duyulan umuda ev sahipliği yapmış dönemin önemli sanatçılarına dair konuştuk.
03-01-2021 00:03

Zübeyde Dizdar
Müjgan Tekin Hasbal ve Vildan Tekin kardeşlerin geçtiğimiz ay Mari Gerekmezyan’ın, Bedri Rahmi Eyuboğlu ile tanıştığı gün başlayıp öldüğü gün biten yaklaşık 5 yıllık hayatını konu alan Karadut romanı, A7 Kitap aracılığı ile okuruyla buluştu. Özenli bir çalışmanın ürünü olduğu her diyaloğuna, anlatıcının söylediklerine yansıyan kitap okurunu da Bedri Rahmi gibi, Mari gibi, Eren gibi arafta bırakıyor. Mari’ye mi, Bedri Rahmi’ye mi, Eren’e mi üzüleceğini, imreneceğini, kızacağını bilemiyor insan. Anlatıcı da durumun farkında aslında, “Boş verin ona buna hüküm vermeyi. Reddetmenin mümkün olamayacağı büyük bir, yok iki, aşk yaşanmış işte ve bu aşklardan sanata, edebiyata çok özel eserler kalmış.” diyor. Demiyor da okuyucu anlıyor öyle demek istediğini. Uzun bir taramanın, tasnifin sonuçlarını, gerçekten zor bir işin üstesinden gelerek yargısızca ve sonsuz bir anlama gücüyle aktarmışlar okuyucuya Müjgan ve Vildan Tekin kardeşler.
Yazarlarımızla sohbete başlamadan önce hem sözünü ettiğim bu çabayı hem de yazarlarımızın anlatımındaki etkililiği de paylaşmak istediğim için romandan tadımlık birkaç alıntı yapmak istiyorum:
“Eren’i seviyordu Bedri, bunu biliyordu Mari. Söylemesine gerek yoktu. Ama başka bir duygu ile kuşatılmışlardı.” (sayfa 88)
“Artık kaybedecek lüksü yoktu. Nefesi Bedri ve Bedri’den sulanan, beslenen elleriydi. Turnalar havalanırken parmaklarından, durmak ihanet olurdu yaşadığı hayata.” (sayfa 170)
“Eren’in üzüldüğünü düşündükçe bir yılan Bedri’nin boynuna dolanıyor, nefes almasına izin vermiyordu. Mari’nin üzüldüğünü düşündükçe aynı yılan mıdır bilinmez bir yılan bu defa ellerine dolanıyor, parmakları fırça tutamaz oluyordu. Nefessiz yaşayamazdı, parmakları olmadansa resim yapamazdı, şiir yazamazdı.” (sayfa 178)
“İnsanlığın tükürüğünde boğulan ne Hitler ne Musolini olmuştu. Bay Krikor, (Mari’nin babası Krikor Gerekmezyan – Z.D.) bütün İstanbul adına tükürmüştü Mari’ye. Madem böylesi büyük bir günahtı Mari’nin günahı, madem inceldiği yerden kopmuştu, o vakit şimdi günahkar ellerinden şiddetli bir istek ile yoğrulmalıydı Bedri (Bedri Rahmi büstünü yapmaya karar verdiği günler – Z.D.)” (sayfa 254)
Merhaba, romanı gerçekten büyük bir keyifle okudum. Daha önce iki yazarlı bir roman hiç okumamıştım ama iki yazarlı olduğunu da hiç hissetmedim. Çok yazarlı kuramsal kitaplara alışığız ama çok yazarlı kurgusal kitaba pek rastlamayız. Bu nedenle ilk sorumu bunun üzerine sormak istiyorum. Bir romanı iki kişi yazmaya nasıl ve neden karar verdiniz ve nasıl bir süreç yaşadınız? İki kişinin roman yazması nasıl mümkün olabildi?
M.T: Merhaba, öncelikle Karadut’un iki yazarlı olduğunu hissetmeden okumuş olman kendi payıma beni çok mutlu etti. Romana başlarken bu kaygıyı ben içimde hiç taşımıyordum. Sanırım Vildan, tüm tecrübelerimize rağmen biraz tereddütlüydü. Karadut’tan önce de Vildan ile sayısız ortak metin kaleme aldık. Ve tüm o senaryo, hikâye vb. metinlerde yazım bittikten bir süre sonra geriye dönüp baktığımızda hangi cümle hangimizin ayırt edemedik. Yazarken kendi varlığımızı koruyarak üçüncü bir kişi oluyoruz bence. Vildan ve Müjgan’ın kaleminin birleşimi üçüncü bir kalem. Bildiğim kesin bir şey varsa bunu Vildan’dan başkası ile yapmam mümkün değil. Kardeşlikten öte Vildan’ın yaşı kadar dostluğumuz var. Böylesi bir yakınlık mümkün kıldı birlikte roman yazmayı. Hayatı yorumlayış yöntemlerimiz ve biçimimiz birbirine çok yakın. Karadut, çok yakıcı, evet çok hüzünlü bir hikâye ama biz yazmaya başlarken iki önemli nokta belirledik kendimize. İkimizin de bu iki noktada tavrı netleşince birlikte yazmak çok daha keyifli hale geldi. Mari’nin hikayesi, yaşandığı dönemin toplumsal ve siyasal mücadelesinin can alıcı sorunlarından ayrılmayacak. Diğer bir nokta da senin de söylediğin gibi yanık ve bitirici bir hikâye olmasına rağmen, üretken tarafından bakılacak ve karamsarlık sanatın pratiği gibi yüceltilmeyecekti… Tavrımız netleşince, iki kişi bir roman yazıyor gibi değil de iki kişi birleşip, birikimlerini birbirine katıp üçüncü bir kişi olmak daha kolay oldu. Nasıl karar verdik süreci ise Karadut aynı anda, aynı mekânda, aynı zaman diliminde önce birbirimize söylemeden düşüvermiş aklımıza. 2015 yılında, “Biz Mektup Yazardık” sergisine Vildan davet etmişti beni. Gittik. Bir iki saat içinde çıkarız diye düşünürken sergi kapanana kadar sergide kaldık. Bildiğimiz bir hikâye, ilk kez sergilenen heykeller, mektuplarla başka türlü etkiledi bizi. Sergiden ayrılırken Vildan’ın da benim de aklımda aynı şey varmış. Mari’nin nezdinde bu dönem, sanatın bir dalı ile anlatılmalı… Birlikte, kalemimizin döndüğü kadar anlatmaya çabaladık…
V.T: Aslında Müjgan ile birlikte 2015 yılında İş Kültür’de “Biz Mektup Yazardık” sergisini ziyaret ettiğimiz gün Mari Gerekmezyan’ın hikayesini yazma düşüncesi içimize düşmüştü. Daha önce de beraber dizi ve film senaryoları yazdığımız için Karadut’u da ilk olarak senaryo şeklinde tasarladık. Ama sinema sektöründeki zorluklar ve çevremizden aldığımız “Siz bu hikâyeyi roman olarak yazmalısınız” geri bildirimleri sayesinde böyle bir yola girdik. Tabii Müjgan’ın daha önce yayımlanmış üç romanı bulunuyordu ama benim edebiyatla alakam sadece okur düzeyindeydi. O nedenle başlarken çok tereddüt ettim. “İki kişi roman yazmak” fikri hayli düşündürücü bir konu bana kalırsa. Çünkü “yazarın üslubu” meselesi de devreye giriyor bu noktada. Ama bunu yapan ilk kişiler biz değiliz tabii ki. Kurmaca edebiyata ya da öykü yazarlığına baktığımızda ortak yazarlı kitaplar mevcut. Örneğin Borges’in, Arjantinli öykü yazarı Adolfo Bioy Casares ile ortak öyküler yazdığını biliyoruz. Ya da Melih Cevdet Anday ve Arif Damar’ın birlikte yazdıkları “Yağmurlu Sokak” romanı bu topraklardan bir örnek olarak verilebilir. Çok yazarlı öykü ya da romanların yazarlarına baktığımızda, genellikle “çok iyi dost” oldukları için birlikte yazabildiklerini söylediklerini görürüz. Bizdeki durum bunun bir adım ötesi gibi. Kardeş olduğumuz için aynı koşullarda büyüdük. Marx’a atıfla “İnsan, toplumsal koşulların ürünü”yse eğer -ki öyledir- biz tam olarak aynı koşulların ürünüyüz diyebiliriz. J Elbette kendi özgün farklılıklarımız da var. Ama her şeyden önce hayata bakışımız aynı yerden. Bu bize ortak bir roman yazma konusunda cesaret veren bir şey. Diğer taraftan aynı kitapları okuyarak, aynı müzikleri dinleyerek büyüdük. Birimizin keşfettiği bir yazarı ya da bir sanatsal üretimi diğeri de tanımış oluyordu kardeşliğin doğal sonucu olarak. Bu demek değildir ki bütün eserlere aynı şekilde yaklaşıyoruz. Bazen birimizin iyi bulduğunu diğerimiz eleştirebiliyor ya da tam tersi. Ama söylemeye çalıştığım şey şu; bu anlamda birbirimizi hep besledik. Sanırım bu yüzden de ortak bir roman yazmak çok zor olmadı bizim için. Başta söylediğim üslup konusuna dönersek ben aslında Müjgan’ın daha önce de roman yazmış olmasının verdiği tecrübe ile oluşturduğu üsluba yol arkadaşlığı etmeye çalıştım diyebilirim. Romanın yazım sürecinde aynı zamanda doktora tezimi yazmaya da devam ediyordum. Tezimde kültür ve felsefe ilişkisine bakmaya gayret ediyorum ve Mari’nin de Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken diğer taraftan da felsefe eğitimine devam etmiş olması bana cesaret veren unsurlardan bir diğeri.
Bu tip romanları yazmak ciddi bir sorumluluğu da beraberinde getiriyordur, kişileriniz gerçek insanlar ve romanda da kendi adlarıyla yer almışlar. Dönemin toplumsal ve siyasi gelişmeleri sohbetlerle ya da iç seslerle verilmeye çalışılmış okura. Bunların ne kadarı sizin kurgunuz? Ya da şöyle diyelim: kişilerin konuşmalarının içeriklerine, üsluplarına nasıl karar verdiniz?
V.T: Bu konu, üzerinde en çok düşündüğümüz meselelerden biriydi gerçekten. Bu kararları, temelde döneme dair yaptığımız çalışmalar şekillendirdi diyebiliriz bence. 1940’lı yıllar Türkiye’de ulusal sanat anlayışının geliştiği yıllar aynı zamanda. Evrensel ve ulusal sanat ve bu ikisi arasındaki ilişkinin tartışmalara dahil edilmeye başlandığı yıllar… Bedri Rahmi Eyüboğlu da dahil, pek çok sanatçı devlet eliyle yurt gezilerine gönderiliyor o dönem. Anadolu’yu yakından tanımaları isteniyor ve eserlerinde de yer vermeleri bekleniyor. “Dönemin toplumsal akımları ve buna bağlı olarak sanatsal akımları romandaki karakterlerimizi nasıl ve ne şekilde etkilemiş olabilir?” düşüncesinden yola çıkarak karar verdik demek yanlış olmayacaktır sanırım. “Bu insanlar, o koşullarda yaşamı nasıl yeniden üretiyorlardı?” sorusunun peşine düştük. Diğer taraftan Mari hakkında kaynaklara geçmiş o kadar az bilgi var ki bu durumda iş bize düşüyordu. Mari, o dönem hem bir heykeltıraş hem bir felsefe öğrencisi hem de Esayan Lisesinde ders veren bir öğretmen... İkinci Dünya Savaşı yılları… Yoksullukla ve faşizmin etkileriyle mücadele edilen yıllar. Bu koşullarda “Mari, nasıl bir iç sese sahip olabilirdi?” sorusu hareket noktamız oldu. “Hayatı sanatla ve felsefe ile iç içe geçmiş bir kadın o yıllarda ne düşünebilirdi?” O noktada da Engels yetişti imdadımıza. Engels’in dediği gibi bütün felsefe tarihinde iki ana akım yer alır. Bunlardan ilki idealizm diğeri ise materyalizmdir. Bu gerçeklikten yola çıktığınız zaman Mari’nin de iki akımdan birini benimsemiş olması gerekiyordu bilerek ya da bilmeyerek. Ve bizim, romanın içinde taraf olma durumumuz burada ortaya çıkıyor aslında. Burada da Plehanov’a başvurabiliriz sanırım. Plehanov, bize edebiyat eserinin yalnızca “an”ın etkisi altında kalmaması gerektiğini, bu “an” üzerinde etkili olması gerektiğini salık verir. Biz de Mari’nin, Bedri Rahmi ile tanışmasından ölümüne kadar geçen “an”larının üzerinde bu felsefi düzlemde etkide bulunmaya çalıştık.
M.T: Bizi en çok zorlayan, zorlayan da dememek gerekir belki yola çıkarken nasıl yapmamız gerektiği konusunda, Vildan’ın da dediği gibi düşündüren mesele buydu. Onun öncesinde “Bu romanın diğer kahramanları kimler olmalı?” sorusunun yanıtını aradık. Mari’nin, Bedri Rahmi’nin, Eren Hanım’ın hikâyenin geçtiği dönemde arkadaşlarının kimler olduğunu az çok elbette biliyorduk ama çok daha detaylı bir çalışma ile mektuplardan, romanın diğer karakterlerinin kimler olabileceğine karar verdik. Sonuçta bu bir belge roman olmayacaktı ve kurgu devreye girecekti. Hikayemizi en çok besleyecek olan dönemin isimlerini seçtikten sonra o isimlerin sanata yaklaşımlarını, aşka yaklaşımlarını, felsefeye yaklaşımlarını araştırdık. Bilindik yazarlarımız, ressamlarımız, şairlerimiz hariç diğer karakterlerimizin politik tavırlarına dair ise kurgu devreye girdi. Mari, sonuçta sadece akademide misafir öğrenci değil aynı zamanda İstanbul Üniversitesinde felsefe öğrencisi. Ve Vildan’ın da dediği gibi taraf olmamız burada gerekti(😊). Ve net şekilde romanın geçtiği dönemde tarafımız yaşanan politik meselelere, sanat tartışmalarına materyalist bir yaklaşım oldu. Belge roman değil kurgu roman olduğu için de bu konuda kalemleri olabildiğince özgür bıraktık. Bize göre edebi eser, yazarından ya da yazarlarından bağımsız değerlendirilemez, daha özcesi karakterlerin iç seslerinde taraftık.
Bedri ve Mari’nin bu aşktan beslenen yaratımları hayatlarının da en ciddi eserleri belki. Bütün olmazlığına rağmen bu aşkın devam etmesinin altında yatan ana motivasyonun her ikisinin birbirlerinden ayrı olduklarında üretememesi kitapta sıklıkla ifade edilmiş. Siz mi böyle olduğuna karar verdiniz yoksa araştırmalarınız sonucunda ulaştığınız bir tür bilgi miydi?
M.T: Bu soruya ben cevap vereyim. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Mari ve tabii ki Eren Hanım oldukça üretken üç sanatçımız. Bize göre onların arasındaki aşk, yaratma aşkından bağımsız ele alınamazdı. Bu konuda romanın geçtiği tarihlerde bebek olan Mehmet Eyüboğlu’nun bir röportajında dile getirdikleri de bize ışık tuttu. O röportajda şöyle demiş Mehmet Bey, “Karadut, evliliklerini en çok yaralayan ilişkisiydi Bedri Rahmi’nin. Mari Gerekmezyan isimli esmer mi esmer bir Ermeni kızıydı. Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye nasıl tutulduysa, Bedri Rahmi de Karadut’a öyle tutulmuştu.” Bizim için Mehmet Bey’in bu anlatımı çok derin bir şey ifade ediyor. Çünkü Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye Paris’te bir resim atölyesinde tutuluyor. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda resim sanatına ait derin tartışmalarına tanık oluyoruz. Öyle böyle bir tutulma değil. Yine mektuplarında, ayrı kaldıklarında kavuşmanın hayali ile üretebildiklerini okuyoruz. Ve Mehmet Bey’in söylediği gibi biz de Bedri Rahmi’nin Mari’ye, Eren’in Bedri Rahmi’ye tutulduğu gibi bir tutulma yaşadığını düşünüyoruz. Yine Mehmet Bey aynı röportajın devamında şunları söylüyor: “(…) kızcağız ölünce de bir kitap çıkarıyor, baştan aşağıya Karadut Hanımın resimleri! Annem de görüyor tabii. Nasıl açıklıyordu? Babam büyülenmiş Karadut’tan. (…) Kızcağız ölünce Bedri Rahmi ağlaya ağlaya eve geliyor, Eren Hanım kapıyı açıyor, boynuna sarılıyor ve beraber ağlıyorlar. Böyle bir aşk işte...” Bizce o büyük eserler ancak üretme aşkının dahil olduğu bir aşk ile ortaya çıkabilirdi.
Gelelim biraz daha özel sorulara, romandaki tutumunuzu tarafsız tutmaya çalışmışsınız. Her şey bir yana Bedri Rahmi ve Eren Eyuboğlu’nun oğulları Mehmet’i büyütmek için Eren büyük bir özveride bulunuyor, çok sevdiği resme bile kendini veremiyor fakat bu arada Bedri Rahmi Mari’yle büyük bir aşk yaşıyor, onunla vakit geçiriyor ve resim çizmek için evden günlerce uzaklaşabiliyor. Bunun bencillik ve sorumsuzluk olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Birer kadın olarak objektif tutumunuzu sürdürmek zor olmadı mı?
V.T: Aslında bu “taraf tutma” meselesine daha önceki soruda yanıt vermiş oldum sanırım. Bizim burada taraf olma durumumuz, Plehanov’un belirttiği tarzda bir “taraf olma” durumuydu. Yoksa ne Mari’den ne Bedri Rahmi’den ne de Eren Hanım’dan yana taraftık. Her üçünün de iç seslerine yer verdiğimiz için zaten böylesi bir bireysel taraf tutma çok sağlıklı olmayabilirdi düşüncesindeyim. Üç kişinin de etkilendiği bu aşkı yine dönemin toplumsal koşullarını düşünerek değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Çünkü aşk da bu koşullardan bağımsız değil. Örneğin savaş yılları olmasaydı belki Eren Hanım ülkesine, Romanya’ya dönmek için daha cesurca davranabilirdi ya da Mari, Ermeni bir kadın sanatçı olarak kendini bu kadar yalnız hissetmese aşka yaklaşımı daha farklı olabilirdi. Biliyorsunuz, insanın aynı anda iki kişiyi sevme durumu geçmişten günümüze hâlâ tartışılan, üzerine fikir yürütülen bir mesele. Bu duruma “doğru” ya da “yanlış” diye bir yargıda bulunabilecek konumda görmüyorum şu an kendimi. Evet, bana kalırsa da aşk ve buna bağlı olarak ilişki dediğimiz şey diğer bütün ihtimallerden vazgeçmeyi gerektirir. Ama teorideki doğruluğu pratikte uygulayamayabiliyor her zaman insan soyu. Tabii burada şunu da söylemek durumundayız. Romanda da yer yer Camille Claudel ismi geçiyor. Hem Claudel’in de heykeltıraş oluşu hem de evli olan Rodin ile yaşadığı aşk bir çağrışım yaptırıyor doğal olarak. Ama Bedri Rahmi, Rodin’den çok daha farklı bir tutum içerisinde; çok daha duyarlı, çok daha düşünceli hayatındaki her iki kadına karşı da. O yüzden böyle bir kıyaslamaya gitmemek gerektiğini hatırlatmış olalım yeri gelmişken.
MT: Vildan’ın söylediklerine birkaç şey eklemek isterim. Biz romanda Mari’yi yazarken Mari, Bedri Rahmi’yi yazarken Bedri Rahmi, iç sesine çok az yer vermeyi tercih etmiş olsak da Eren Hanım’ı yazarken Eren olduk. Ve roman başlamadan önce Eren Hanım’ın bu ilişki hakkındaki tavrı bizi etkiledi. Elbette önce biz olsaydık ne yapardık sorusunu sorduk kendimize. O dönemin savaş koşullarını yok sayarsak ya da şöyle söylersem daha doğru olur. Bugünden cevap verirsem Mari olsaydım, sevmeye devam ederdim. Eren Hanım olsaydım; tereddütsüz giderdim ama dediğim gibi koşullarımız çok farklı o yüzden ben 2020’den ve kendi koşullarımdan cevap veriyorum. Ancak bugünün koşullarından bile baktığımda Bedri Rahmi’yi çok katı bir tutumla yargılayamıyorum. Çünkü ortada gizli gizli yaşanan bir aşk yok. Çirkinleşmek yok. Büyük kırılırdım. Tıpkı Eren Hanım gibi. Ama romanı yazarken Eren Hanım’ın tavrı neyse ona sadık kalmak istedik. Tavrını da yine Mehmet Bey’in sözlerinden anlıyoruz: “Bedri Rahmi en acılı günlerinde, bu Allah’ın belası hastalığın onu en çok üzdüğü günlerde şöyle derdi: 'Ağlatır mısın Romen kızını, al bakalım Rahmi, çek bakalım.' Ama Eren Hanım bir tek laf demezdi. Ölümünden bir iki yıl geçtikten sonra bir kere 'eğer sen olmasaydın, ben bu kahrı çekemezdim. Ne yapar eder memleketime dönerdim' demişti bana. Ve bir sefer etmiştir bu lafı, seksen kere değil.”
Bu hikayede en büyük acıyı kadınların çektiğini düşünüyorum. Mari taşa, çamura hayat veren çok önemli bir heykeltıraş olacakken bu aşkın yarattığı sonuçların üzüntüsünden dolayı belki canıyla ödüyor bedeli. Eren’se en az Bedri Rahmi kadar yetenekli ve üretken bir ressam olmasına rağmen Bedri Rahmi’nin hatta daha yaralayıcı belki “Karadut” efsanesinin gölgesinden kurtulamıyor. Mari’nin hikayesini yazdınız, günün birinde Eren’in, Romen kızı Ernestine’in hikayesini de yazmayı düşünüyor musunuz?
V.T: Aşkı daha bencilce yaşayan taraf Bedri Rahmi olmuştur diyebiliriz kesinlikle ama bence her üçü de aynı oranda acı çekmiş. Bu benim düşüncem tabii. Eren Eyüboğlu’na, gölgede kalmış bir kadın dersek haksızlık etmiş oluruz. Bedri Rahmi’nin her zaman söylediği bir söz var: “Ben sonradan olma ressamım, Eren’se doğuştan ressam.” Bunu düşünürsek ve ürettiği eserlere bakarsak kendi varlığını ortaya koyabilmiş bir kadın görürüz nihayetinde. Mari ise bir seçim yapmış bana kalırsa. Elbette dönemin şartlarında tüberküloz oluşu salt bu aşka ve acı çekmesine bağlı değildir. Romanda bu kısım öne çıktı doğal olarak estetik açıdan ama savaş ve yoksulluk yıllarının doğrudan ilişkisi var. Bir de oğullarının anlatımıyla bildiğimiz kadarıyla Eren Hanım, Bedri Rahmi ölünceye dek Karadut hakkında, Mari hakkında hiç konuşmamış. O nedenle hissettiklerine dair çok fazla şey bilmiyoruz. Ama günün birinde belki Ernestine’ini de bir roman ile anlatmaya çabalarız.
MT: Ben de Vildan gibi düşünüyorum. Mesela bu senenin başında, Ocak ayında Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu’nun eserlerinin sergilendiği “Yalnızlığın Mis Kokmalı” sergisinde bir kez daha Eren Hanım’ın tablolarının karşısında şöyle dedim, Bedri Rahmi çok haklıymış Eren Hanım “gerçekten doğuştan ressam” … (😊)Bir tabloya bakıp bu tablo Eren Hanım’ın tablosu diyebiliyoruz. Şunu net söyleyebilirim ki Eren Hanım’ın ressamlığı bana göre hiçbir şeyin gölgeleyebileceği bir ressamlık değil. Ernestine’nin, Eren Hanım’ın hikayesi yazılacaksa ve bir gün biz ya da bir başkası yazarsa sanırım yine üretme aşkı o romana yön verir diye düşünüyorum. Son söz madem bende kaldı, bize bu kadar derin ve zorlayıcı sorularla Karadut’u anlatma şansı verdiğin için sana ikimiz adına da çok teşekkür ediyorum.
Bir okur olarak asıl ben teşekkür ederim size.
KÜNYE: Karadut, Müjgan Tekin Hasbal - Vildan Tekin, A7 Kitap, 2020, 288 Sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Vitrin: Yeni çıkanlar
Değerli İleri Kitap takipçileri, siz kitapseverler için haftanın yeni çıkanları arasından bir derleme yaptık. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar ve iyi bir Pazar diliyoruz.
24-01-2021 00:03

BELKİ DE BİRİYLE KONUŞMALISIN – LORI GOTTLIEB
Konusunda uzman bir psikoterapist ve yazar olan Lori Gottlieb, kırklı yaşlarında beklenmedik bir ayrılık yaşıyor. İyileşme sürecinin bir parçası olarak kendisi de terapiye gitmeye karar veren Lori'nin hayatına deneyimli ama ilginç bir terapist giriyor: Wendell. Tuhaf hırkası ve pantolonuyla, meslektaşlarının pek de tercih etmeyeceği terapi odası dekorasyonuyla bir TV dizisinden fırlamış gibi görünüyor.
Aldığı sıkı eğitime ve deneyime rağmen hayatındaki bu beklenmedik krizi aşmaya çalışan Lori, eşzamanlı olarak danışan hayatlarının mahrem odalarında dolaşmaya devam ediyor: Bencil bir Hollywood yapımcısı, kanser teşhisi konan yeni evli bir kadın, hayatında hiçbir şey düzelmezse doğum gününde intihar edeceğini söyleyen yaşlı bir kadın ve yanlış adamlarla takılmaktan vazgeçemeyen genç bir kadın…
Şaşırtıcı bir bilgelik ve mizahla Gottlieb; aşk ve arzu, anlam ve ölümlülük, suçluluk ve kurtuluş, korku ve cesaret, umut ve değişim arasındaki gergin ipte yol alırken, kendimize ve başkalarına söylediğimiz gerçekleri ve kurguları inceleyerek kör noktalarımızı işaret ediyor.
Belki de Biriyle Konuşmalısın; geçmiş hikâyelerimizi gözden geçirmenin, ilerlememize ve iyileşmemize nasıl yardımcı olduğuna dair çok derin ve kişisel, ama bir o kadar da eğlenceli ve evrensel bir tura çıkarıyor bizi.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Belki de Biriyle Konuşmalısın, Yazar: Lori Gottlieb, Çevirmen: Cemre Ömürsuyu Seyis, Hep Kitap, 2021, 466 Sayfa.
DENGE UZMANI - ORHAN DURU
Orhan Duru’nun ikinci öykü kitabı Denge Uzmanı (1962) yeni bir editörlükle Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlandı.
Denge Uzmanı, klasik öykünün kalıplarını bozarak yeni bir anlatı dili geliştiren 1950 Kuşağı’nın ele avuca sığmaz yazarı Orhan Duru’nun ikinci kitabı. Biçemiyle, kurgusuyla ne ölçüde yenilikçi, seçkin, öncü bir kitap olduğu bugün de apaçık ortada.
Orhan Duru sözü kırk parçaya bölerek düşün gerçeğini, saçmanın anlamını, umutsuzluğun neşesini yaratıyor.
“En sonunda ben de baktım fotoğrafıma. Dehşet içinde kaldım. Korktum. Acayip bir adam oturuyordu bir tahta sandalyede. Arkasında kara bir perde. Perdenin üzerinde kuş resimleri.”
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Denge Uzmanı, Yazar: Orhan Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 88 Sayfa.
RENGARENK ANADOLU - NOTALARLA YOLCULUK
Okul gezisiyle İstanbul’a gelen Ece ve Kaan bu güzel şehri dostları Vecihi ile gezmek istediklerini fark edip dostlarını çağırırlar. Peki kültür gezgini Vecihi tek bir şehri gezmekle yetinebilir mi? O, küçük dostlarını yine macera ve bilgi dolu bir yolculuğa davet edecektir.
Kültür Balonu’na atlayan üç kahramanımız bu kez halk müziğinin renkli dünyasını tanımak için Anadolu’nun dört bir yanındaki dostlarına uğruyorlar. Farklı yörelerde ozanlarla tanışan, her yöreye özgü çalgıları gören ve türkü derlemeyi öğrenen Ece, Kaan ve Vecihi zor koşullarla da baş etmek zorunda kalacakları bu maceraya tüm çocukları çağırıyorlar. Özay Gönlüm, Aşık Mahsuni ve Neşet Ertaş gibi halk müziği ustalarının eşlik ettiği bu dopdolu yolculukta çocuklar eğlenerek öğreniyorlar.
Rengârenk Anadolu kitap serisinin ikincisi Notalarla Yolculuk, bu kitabı alacak ebeveynlere de çocuklarıyla halk müziği üzerine keyifli bir sohbet ve birlikte türküler söylemek için bir kapı aralamayı hedefliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rengarenk Anadolu - Notalarla Yolculuk, Yazar: Kolektif, Nota Bene Yayınları, 2020 Aralık, 40 Sayfa.
PRATİK ETİK - PETER SINGER
Peter Singer, yayımlandığı günden itibaren büyük ses getiren Pratik Etik'te, gündelik hayat ve etik konusunu çarpıcı başlıklar altında tartışıyor.
"En önemli etik meseleler her gün karşımıza çıkanlardır: Aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım edebilecekken, eğlencemize para harcamak doğru mu? Hayvanlara, sadece bize yememiz için et üreten makinelermiş gibi davranmamız haklı gösterilebilir mi? Yürüyebiliyorsak, bisiklet kullanabiliyorsak ya da toplu taşıma araçlarına binebiliyorsak, bir yandan gezegeni ısıtan sera gazlarını da salarak araba kullanmalı mıyız? Kürtaj ve ötenazi gibi öteki sorunlar neyse ki çoğumuz için gündelik kararlardan değil; fakat gene de önemli, çünkü hayatımızın bir noktasında ortaya çıkabilir. Bunlar ayrıca, demokratik bir toplumdaki her aktif katılımcının bilgiye dayalı, enine boyuna düşünülmüş görüşlere sahip olması gerektiği güncel kaygılara ilişkin meseleler."
"Bu kitap ahlak felsefesinin nasıl uygulanacağına dair bir model sunuyor. Ahlak felsefesini uygulamak (yalnızca okumanın aksine), kişinin en temel ahlaki inançlarının tarafsız ve açık görüşlü bir sorgulamasını içerir; teorinin ve savların baskısıyla kişinin inançlarını (ve uygulamalarını) değiştirmek için ihtiyaç duyduğu entelektüel cesareti gerektirir. Singer bu kitapta tartıştığı ahlaki meselelerin her birine böylesi bir tarafsızlık, açık görüşlülük ve entelektüel cesaretle yaklaşıyor."
Mylan Engel Jr., Northern Illinois Üniversitesi, The American Journal of Bioethics
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Pratik Etik, Yazar: Peter Singer, Çevirmen: Nedim Çatlı, İthaki Yayınları, 2021, 472 Sayfa.
ADANMAK - ALİ GRANİT
Adanmak, Türkiye'de benzeri gittikçe azalan kitaplardan biri; bir başarı öyküsünün kahramanının yaşamına eğilen, unutulmasının önüne geçmeyi amaçlayan bir çalışma.
Yalçın Granit, Türk basketbolunun kuruluş yıllarından başlayarak bugüne kadar etkin rol oynamış; önce sahada, sonra kulübede, ardından da yazılarıyla basında milli basketbolumuz için emek vermiş bir isim. Elinizdeki kitap, yalnızca onun basketbol macerasını kayda geçirmeyi amaçlamıyor. Adanmak, hem spor tarihimiz için bir belge hem de yeni kuşaklar için bir şeye adanabilmenin ve başarılı olmanın imkânsız olmadığını gösteren örnek bir yaşamöyküsü.
Onun çarpıcı "kendini yoktan var etme" serüveninin izini sürerken de fonda bir yüzyıldan diğerine güçlenerek yol alan Türk basketbolunu, geçirdiği evreleri aşamalarıyla gözler önüne seriyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Adanmak, Yazar: Ali Granit, Can Yayınları, 2021, 408 Sayfa.
Umut içerir: Gezegenimizi Yiyip Bitirdiğimizde
Bir Kızılderili deyişinden ilham alarak yazılan bu hikâye, çocukların dünyada olup bitenlere karşı meraklarını tetikleyici nitelikte.
24-01-2021 00:03

Burcu Adıgüzel
Dünyada olup biten iyi, kötü her şeye karşı duyarlı biri olarak yaşamaya başladığımız andan itibaren, umut da umutsuzluk da aynı anda beraberinde geliyor şüphesiz.
Umutlanıyoruz; çünkü başka türlü nasıl yaşanır, güne nasıl başlanır, umuttan daha iyi bir neden henüz bilmiyoruz belli ki. Umutsuzluk hissediyoruz çünkü insanoğlu iktidarlarıyla, kararlarıyla, kişisel hayatlarıyla, özetin özeti tüm varlığıyla ‘’kötü’’ olanı üretmekte kararlılık gösteriyor. Geriye ise direnmek ve bunda inat eden direnenler kalıyor. Yazmak kadar kolay değil elbette. Hem onurlu hem baş kaldıran, hem de anlamlı bir hayat sürmek zor…
Gezegenimizi Yiyip Bitirdiğimizde’yi okumam saniyelerimi aldı. Eni boyu büyük, resimleri kocaman, sözcükleri kısacık bu öykü, tüm bunları düşündürüp ‘’Yazmalıyım.’’ dedirtecek kadar önemli meselelere güçlü bir şekilde değiniyor. Çocuklara; ‘’Dünyadaki buzullar eridiğinde, son hayvanın kürkünü kesip, yiyip, diktiğimizde geriye para ve altından başka bir şey kalmayacak.’’ diyecek kadar cesur bir yere kuruyor tezgâhını. İklim değişikliğinde, ormanların yok olmasında, hayvanların katledilmesinde ve doymak bilmeyen bir ihtirasa kurban verdiğimiz doğada, ne kadar yıkılmış şey varsa hepsini kısa şekilde ama bir çırpıda söyleyiveriyor. Kitabın sonu ise tüm olumsuzlukları önümüze seren içeriğine rağmen umut vâdediyor. Hem de kendimizin önemini, varlığımızın biricikliğini, fikirlerimizin bazen yalnız da kalabileceğini ama haklılığını koruyabileceğini bize yeniden hatırlatır şekilde.
Alain Serres, kendi deyimiyle ‘’Dünyayı hayal etmelerine ve sorgulamalarına yardım edecek şekilde kitaplar’’ yayımlamak üzere yayınevi kurmuş bir yazar. Bir diğer önerim de yazarın diğer kitabı ‘’Çocuk Olmaya Hakkım Var’’ olsun.
KÜNYE: Gezegenizimizi Yiyip Bitirdiğimizde, Alain Serres, Res. Silvia Bonanni, Çev. Hazel Bilgen, Yapı Kredi Yayınları, 2018, 28 sayfa.
David Harvey ile Kapital’i okumak
Bilime giden düz bir yol yoktur ancak onun dik patikalarında yorucu tırmanışları göze alanlar aydınlık doruklara ulaşabilirler.
24-01-2021 00:03

Ufuk Akkuş
David Harvey’in Marx’ın Kapital’inin 1.cildi üzerine her yıl verdiği derslerin yazılı versiyonundan oluşturduğu “Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz” adlı kitabı Kapital”in daha iyi kavranması ve Kapital okumayı kolaylaştırması açıdan önemli olanaklar sunuyor. Harvey, yolculuk kılavuzu olarak adlandırdığı bu kitabın, yola çıkmak isteyen herkese rehberlik etmesini, Marx’ın ekonomi politiğine yararlı bir giriş sağlamasını umduğunu söylüyor.
Harvey, öncelikle Kapital’in hayret verecek ölçüde zengin bir kitap olduğuna değinir: Sayfalarında sayısız ekonomi politikçinin, filozofun, antropoloğun, gazetecinin ve siyaset teorisyeninin yanı sıra Shakespeare, antik Yunanlılar, Faust, Balzac, Shelley, peri masalları, kurt adamlar, vampirler ve şiirler cirit atar. Marx bu metni inanılmaz derecede çeşitli ve zengin eleştirel düşünce geleneğine dayanarak yazmıştır. Kapital’de ortaya konulan analize esin veren üç büyük düşünsel ve siyasal gelenek vardır. Marx’ın esas aldığı eleştirel yöntem, başkalarının söylediklerini ve gördüklerini alıp işleyerek düşünceyi yeni bir şeye dönüştürür. Marx’a göre yeni bilgi; kökten farklı kavramsal blokları alıp birbirine sürterek devrimci ateşi yaktığımızda doğmaktadır. Kapital’de de fiilen bunu yapar. Farklı düşünsel gelenekleri bir araya getirerek tamamen yeni ve devrimci bir bilgi çerçevesi yaratır. Kapital’de bir araya gelen üç kavramsal çerçeve şunlardır: Birincisi, ekonomi politiktir. Ağırlıklı kısmı William Petty, Locke, Hobbes, Hume, Adam Smith, Malthus, Ricardo ve James Steuart gibi düşünürleri kapsayan Britanya’lı düşünürlerden oluşur. Aynı zamanda Quesnay ve Turgot gibi fizyokratlar ile Sismondi ve Say gibi Fransız klasik ekonomi politikçiler de vardır. Marx’ın teorisindeki ikinci kavramsal yapıtaşı; Antik Yunanlılarla başlayan felsefi düşününce geleneği ile Alman felsefesi özellikle de Hegel felsefesidir. Marx, doktora tezini Epikür ve Demokritos üzerine vermiştir. Pek çok yerde argümanlarının dayanağı Aristoteles’tir. Spinoza, Leibniz, Kant, Descartes, Rousseau’dan da etkilenmiş ama en fazla etkilendiği Hegel’dir. Marx’ın dayandığı üçüncü gelenek ise ütopik sosyalizmdir. O dönemde ütopik sosyalizm öncelikle Fransızdır. Modern geleneği başlatma payesi genellikle İngiliz Thomas More’a verilir. Ayrıca hem ütopik yazan hem de hayata geçirmeye çalışan Robert Owen İngilizdir. Fakat Fransa’da büyük ölçüde Saint Simon, Fourier ve Babeuf’un daha önceki metinlerinden esinlenen ütopik düşünce 1830’larda ve 1840’larda müthiş bir patlama yaşanmıştı. Örneğin İkaryenler diye bir grup kurarak, 1848’den sonra ABD’ye yerleşen Etienne Cabet, Proudhon ve Proudhoncular, Auguste Blanqui, Flora Tristan gibi sosyalist feministler.
Marx’ın amacı, sol siyasal projenin yönünü nispeten sığ bulduğu ütopyacı sosyalizmden bilimsel sosyalizme çevirmekti. Am bunun için sadece ekonomi politikçiler ile ütopik sosylistleri karşı karşıya getirmek yeterli olmayacaktı. Eleştirel felsefe geleneğinin araçlarını kullanarak, sosyal bilimlerin yönteminin her yönünü yeniden yaratması ve düzenlemesi gerekiyordu.
Kapital’in ilk birkaç bölümünün bir hayli çetin olduğunu işaret eden Harvey, bunu iki nedeninin olduğunu söyler. Birincisi, Marx’ın yöntemiyle ilgilidir. İkincisi de onun bu projeyi özel olarak kurmasıdır. Harvey, Marx’ın Kapital’deki amacının; ekonomi politiği eleştirerek kapitalizmin nasıl işlediğini anlamak olduğunu söyler. Ancak Marx’ın asıl amacı dönemin klasik ekonomi politikçilerinden yola çıkıp,onların eksikliklerini aktararak kapitalist sistemin nasıl işlediğini ve hangi çelişkileri içinde barındırdığını ortaya koymaktır. Marx, dönemininin ekonomi politikçilerinin tersine kapitalizmin tarihselliğine değinir ve onun geçici bir üretim tarzı olduğuna vurgu yaparak komünist tahayyülü işaret etmektedir. Kapitalist sistemdeki krizlerin sisteme içkin olduğunu ve sistemin iç işleyişinden ve doğasından ötürü yıkılmaya mahkum olduğunu ileri sürer. Tabii ki sistemi dönüştürecek toplumsal öznenin yani “anlatılan senin hikayendir” dediği işçi sınıfının toplumsal rolünü ve eylemini hesaba katarak.
Harvey, Marx’ın Kapital’in ikinci baskısındaki araştırma yöntemi ile sunuş yönteminin farklı olması gerektiğine dair vurgusunu Marksist yönteme gönderme yaparak açıklar. Marx’ın araştırma yöntemi mevcut olan her şeyle, yani yaşanan haliyle gerçeklikle, ekonomi politikçilerin, filozofların, romancıların vb. gibi bu yaşantıya dair tüm tasvir ve tanımlamalarıyla başlar. Gerçekliğin nasıl işlediğine dair bazı basit ama güçlü kavramları keşfetmek için bu malzemeyi amansızca eleştirir. Bu yönteme “iniş yöntemi” adını verir. Çevremizdeki dolaysız gerçeklikten yola çıkarız ve bu gerçeklik için temel nitelik taşıyan kavramları bulmak için daha derine bakarız. Bu temel kavramlarla donandıktan sonra tekrar yüzeye doğru ilerleriz bu da “çıkış yöntemi”dir ve böylece görünüşler dünyasının ne kadar aldatıcı olduğunu keşfederiz. Kavramlar elimizde yokken baktığımız görünüşler dünyası kavramlar sayesinde birden bambaşka bir dünya haline gelmiştir. Öze ulaşmış oluruz ve elimizdeki kavramlarla artık dünyayı yorumlama noktasında oluruz. Marx genellikle yüzeydeki görüntüyle başlayıp derindeki kavramları bulmaya çalışır. Ancak Kapital’de önce kurucu kavramlar ile analize başlanır. Kavramlar peş peşe sıralanır. İlk başta kavramları ve işleyişi kavramak güç görünse de kitap ilerledikçe bu kavramların dünyamızı nasıl aydınlattığı görülür. Harvey’in vurgusu; bu kavramların nasıl işlediğinin ancak Kapital’in tüm ciltleri okunduğunda tam olarak anlaşılabileceği şeklindedir. Bu yaklaşım argümanları tek tek inşa eden, taş üstüne taş koyan analizden farklıdır. İlk üç bölümün zorluğu buradan gelir ve metinde ilerledikçe mevzuyu anlamak için sabır gerekir. Ancak bundan sonra bu kavramların nasıl işlediğini görebiliriz.
Marx, Kapital’e meta kavramıyla başlar. İniş yöntemi Marx’ı meta kavramına götürmüştür ama bu tercihini izah etmeye kalkmadığı gibi meşruluğunu savunmak için de çaba harcamaz. Harvey’e göre meta ile başlamanın son derece yararlı olduğu zamanla anlaşılır, çünkü herkes gündelik hayatında metalarla temas kurar ve onları deneyimler. Zamanımızı şu ya da bu metayı satın alarak, isteyerek, geri çevirerek, şu ya da bu metaya bakarak geçiririz. Meta biçimi kapitalist üretim tarzında evrensel bir yere sahiptir. Marx, ortak paydayı seçmiştir. Sınıf, ırk, cinsiyet, din, milliyet, cinsel tercihten bağımsız olarak herkesin aşina olduğu ve herkeste ortak bir şeydir meta. Metalar varlığımızın esasıdır: Yaşamak için onları satın almak zorundayız. Harvey’in iddiası “neden meta” sorusuna yanıt veremez. Çünkü, herkesin aşina olduğu maddi nesneler deyince akla toprak, para gibi bir sürü başka nesne de gelebilir. (Melda Yaman-Özgürt Öztürk, Metaların Kerameti, sayfa:106). Marx’a göre ekonomi politikçilerin yaptığı şey; üretimi bölüşümden farklı olarak, tarihten bağımsız, doğa yasaları içine hapsedilmiş olarak göstermek ve bu fırsattan yararlanarak burjuva ilişkilerin soyut olarak kavranan toplumun değişmez doğal yasaları olduğu fikrini el altından ileri sürmekti. Öztürk’e göre Marx ise, başlangıç noktasını tarih aşırı bir genellik düzeyinde değil, kapitalist üretime özgü bir düzeyde belirleyecektir. Ayrıca, başlangıçta analiz edilecek nesne, kapitalist üretime özgü olmanın yanı sıra aynı zamanda diğer kategorilerin kendisinden türetilebileceği somutlukta bir genel (evrensel) olmalıdır. Örneğin emekten yola çıkıldığında fiyat gibi bir kategoriye geçiş yapmak nerdeyse olanaksız hale gelir. Bu nedenle ilk kategori, en genel, en soyut olan değil yeterli somutlukta bir kategori olmalıdır. Marx, sunuş düzeni üzerine kafa yorarken, analize nereden başlanması gerektiği sorusuna yanıt olarak bir somut evrensel aradığı söylenebilir. Hem evrensel, hem de somut, yani birçok farklı özelliğin, belirlenimin birleşimi, dolayısıyla da analiz edildiğinde birçok belirlenime geçiş yapmayı olanaklı kılacak bir nesne (a.g.e. s.108).
Meta insanların ihtiyaçlarını ve arzularını karşılayan bir şeydir. Marx, bir şeyin yararlılığının en iyi şekilde kullanım değeri olarak kavramsallaştırılabileceğini söyler. Harvey, burada Marx’ın insan istekleri, ihtiyaçları ve arzularının olağanüstü çeşitliliğinden, ayrıca metaların muazzam çeşitliliğinden ve ağırlıklarından ya da ölçülerinden ne kadar çabuk soyutlama yapıp kullanım değeri adı altında tek bir kavarama odaklandığına dikkat çeker. Fakat kapitalizmde metalar ayrıca mübadele değerinin maddi taşıyıcılarıdır. Metalar sürekli el değiştirebilmekte ve bir mübadele sistemi içinde hareket etmektedir. Meta el değiştirirken sadece kendi niteliklerine dair değil, tüm metaların niteliklerine dair bir şeyi ifade eder. Yani mukayese edilebilir olduklarını gösterir. Metaları birbirine eşitleyen, mukayese edilebilir kılan ortak şey ise onların emek ürünü olmalarıdır. O halde tüm metalar insan emeğinin ürünleridir. Metaların ortak noktası, hepsinin üretimlerinde cisimleşmiş olan insan emeğinin taşıyıcıları olmalarıdır. Kullanım değeri olarak metalar her şeyden önce birbirinden farklı niteliklerdir, ama mübadele değerleri olarak yalnızca farklı miktarlardır ve dolayısıyla zerre kadar kullanım değeri içermezler. Metalarda cisimleşen emek onun gerçek üretiliş zamanı olamaz. Çünkü öyle olsaydı, bir metayı üretmek ne kadar uzun sürüyorsa meta o kadar değerli olurdu. Böylece tüm metalar tek ve aynı tür emeğe soyut insan emeğine indirgenmiştir.
Harvey, sadece dört sayfada esrarlı ifadelerle temel kavramların sunulduğuna işaret eder. Kullanım değerinden mübadele değerine oradan da soyut insan emeğine geçilmiş ve en nihayetinde türdeş insan emeğinin cisimleşmiş nitelikleri olarak değer ulaşılmıştır. Tüm metaları mukayese edilebilir kılan değerdir ve bu değer hem hayalet benzeri bir nesnellik olarak gizlenmiş, hem de meta mübadelesi süreçlerine geçmiştir. Harvey, bunu süpermarketteki metalar örneğiyle açıklar: Mübadele değeri metalarda cisimleşmiş insan emeğinin zorunlu bir temsilidir. Süpermarkete gittiğinizde mübadele değerleri görürsünüz, ama metalarda doğrudan cisimleşmiş insan emeğini göremez ve ölçemezsiniz. Süpermarket raflarında hayalet benzeri bir varlığa sahip olan şey insan emeğinin cisimleşmesidir.
Marx’a göre; herhangi bir malın büyüklüğünü toplumsal olarak gerekli emek miktarı ya da onun elde edilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı belirler. Toplumsal olarak gerekli emek zamanı ise; bir kullanım değerini normal koşullar altında, o sıradaki ortlama hüner derecesi ve yoğunluğuyla elde edebilmek için gerekli emek zamandır. Buradan hangi tür insan emeği toplumsal olarak gereklidir sorusu çıkar, yanıt arayışında da bir başka ikilik ortaya çıkar: somut (fiili) emek ve soyut (toplumsal olarak anlamlı) emek arasındaki ikilik. Bu iki emek biçimi meta mübadelesi ediminde tekrar birleşmektedir. Yine bu mübadele anının incelenmesi göreli ve eşdeğer diğer biçimleri arasındaki başka bir ikiliği açığa çıkarır. Değerin bu iki ifade tarzı, diğer tüm metalarla ilişkisinde evrensel bir eşdeğerlik işlevi gören bir metanın (para meta) ortaya çıkışıyla tekrar birleşir. Buradaki argüman tarzı belli bir örüntüyü izler. Argüman tedricen ilerler. Karşıtlıklar birliklere (para biçimi) ulaştırılır ve bu birliklerin içinde çelişki yeni bir ikilik yaratır (süreçler ile şeyler arasındaki ilişki, insanlar arasındaki maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler). Bu örüntüler Marx’ın sunum yöntemidir ve Kapital boyunca devam eder.
Harvey, “Marx’ın Kapitali için Kılavuz” kitabında Marx’ın Kapitali’nin okunmasını kolaylaştırıcı bir anlatım sunuyor. Marx’ın ayrıntıya girmediği noktaları açıklıyor ve konun daha iyi anlaşılması için bazı örnekler aktarıyor. Harvey, sadece Kapital’i özetlemek ve açıklamakla yetinmiyor. Konuları ele alırken Marx’ın diyalektik yöntemine de dikkat çekiyor. Marx’ın da vurguladığı gibi ilk üç bölümün zorluğunun nedenlerini sıralıyor ve öncelikli görevinin bu bölümlerde okuyucuya rehberlik etmek olduğunu vurguluyor ve bu bölümün aşılmasından sonra okumanın kolaylaşacağı ve kendi deyimi ile sakin sulara yelken açabileceğimizi söylüyor. İnsanlık tarihinin bu en önemli eserini, Harvey’in akıcı ve güzel üslubunun kılavuzluğunda okumak, Kapital’i ve dolayısıyla kapitalist sistemi daha iyi anlamak ve pratikte doğrulamak için son derece yararlı olduğunu düşünüyoruz.
KÜNYE: Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, David Harvey, Çev. Bülent O. Doğan, 2012, 360 sayfa.
Diktatöryel tavırların izleri
‘‘Diktatörlerle kitleler arasındaki ilişkiyi (insan ilişkilerinin tümünde olduğu gibi) tamamen anlamak ya da öngörebilmek mümkün değildir. Bir diktatör kitleleri peşinden sürüklemeyi, zihinleri ve iradeleri esir almayı, tek bir işaretle milyonlarca kişiyi harekete geçirmeyi nasıl başarır? Milyonlarca kişiyi bir liderin iradesine endeksleyen uyurgezerlik ve uysallığın doğasında ne vardır? Tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bir yığın açıklamasına karşın bu meselenin hala tanımlanamayan, öngörülmesi güç bir tarafı var. İnsan davranışını teoriler değil, deneyimler şekillendiriyor.’’
24-01-2021 00:03

Nursel Çelen
Milyarlarca kişi özgürlüklerin ihlal edildiği, insan haklarının çiğnendiği, tutuklama, işkence, yargısız infaz, yolsuzluk, iktisadi verimsizlik, fakirlik, cehalet, bulaşıcı hastalık ve toplumsal adaletsizliğin kol gezdiği otoriter rejimlerde yaşamaktadır. AlaEl-Asvani diktatörlüğü, insanlığa tehdit oluşturan ve kesinlikle müdahale edilmesi gereken bir hastalık olarak tanımlar. Diktatörlük Sendromu adlı kitabında bu hastalığın ortaya çıkış koşullarını, semptomlarını ve hem halklarda hem de diktatörün kendisinde meydana gelen komplikasyonların araştırmasını yapmaya çalışmıştır.
Ala El-Asvani 1957 doğumlu, diş hekimliği mezunu olan Mısırlı bir yazardır. Kendisini araştırma yazılarından ziyade Yakupyan Apartmanı, Mısır Otomobil Kulübü, Şikago gibi en çok okunan ve en çok dile çevrilen Arapça romanlarından tanıyoruz. Kitapları yayımlandığı dönemde ülkesinde çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Toplumsal gerçekçi bir yazar olarak Modern Mısır toplumuna ve kültürüne olağanüstü bir bakış getirmiştir. Mısır’daki devrimden üç yıl sonra General Abdülfettah el-Sisi iktidara geldiğinde El-Asvani’nin kitapları kara listeye alınmıştır. Diktatörlük Sendromu adlı kitabının yarısını Kahire’de yazmıştır. O sırada Mısır rejimiyle arası kötü olduğu için ülkede bulunması hem kendisi hem de ailesi için ciddi bir tehditti ve bu yüzden yarısı biten kitabını bir USB belleğe yükleyip çantasında saklayarak ülkeden çıkartmıştır. Kitabını New York’ta tamamlayabilmiş ve Türkçe baskısı bizlereİletişim Yayınları tarafından 2020 yılının son aylarında ulaşmıştır.
El-Asvani’nin kitabını tıbbi bir rapor biçiminde başlıklar halinde yazmasını hekim olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Ancak kitabında teorik soyutlamadan ziyade bireylerin somut deneyimleri üzerinden bir anlatı yürütmüştür. Edebiyatçı olmasından kaynaklı insan deneyimlerine odaklanmış ve bu durum anlatıyı daha dasürükleyici hale getirmiştir. Dikta rejimi deneyimleri ağırlıklı olarak Mısır, Irak, Suriye ve Libya üzerinden verilmiştir.
El-Asvani, ilk kendi deneyimlerinden yola çıkarak otoriter rejimler altında yaşayan insanların siyasal davranışlarını anlama çabasına giriyor. Kendi çocukluğundan bir örnek vererek yazısına şöyle başlamıştır: “İsrail’le savaş 5 Haziran 1967 sabahı başlamıştı. Herkesin içi milliyetçi bir coşkuyla doluydu – kişisel tavrını bana şöyle izah eden babam da coşkunun bir parçasıydı: ‘Abdülnasır bir diktatör ve ona hala muhalifim ama bugün Mısır savaşın parçası ve ülkemizi desteklemek zorundayız.’... Evimizin balkonuna ufak bir haber paylaşım merkezi kurmuştum. Karşı komşumuz Martaadında bir büyükanne, oğlu, gelini ve çocuklarından oluşan bir İtalyan aileydi... Marta Teyze’yi severdim ve balkonundaki çiçekleri sularken onunla Fransızca konuşurduk. Savaşın başladığı sabah tatlı tatlı gülümseyip bana selam vermişti... Radyodaki askeri anonsları ona tercüme ederdim. İlkin 23 İsrail uçağını düşürdüğümüz açıklandı. Sonra bu sayı 46’ya, sonra 87’ye yükseldi. Düşürülen İsrail uçağı sayısının son anonsa göre 200 olduğunu söylediğimde MartaTeyze başını sallayıp söyle dedi: ‘Evladım devletiniz size yalan söylüyor. Ben İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadım ve bu kadar uçağın bir günde düşürülmesiimkansız.’ Marta Teyze’nin tavrından rahatsız olup anonsları tercüme etmeyi bırakmıştım.”
El-Asvani, Nasır’ın propaganda aygıtının onları İsrail’i ezip geçtiklerine inandırdığını anlatır. Savaşın ilk iki günü böyle devam etmiştir. Üçüncü ve dördüncü günü ise felaketin boyutları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır ve bu durum Mısırlılar için büyük bir şok yaratmıştır. Daha sonra Nasır görevden ayrılacağını Mısırlılara televizyon aracılığıyla bildirmiştir. Ancak Mısır halkı istifayı engellemek üzere sokaklara dökülmüşlerdir. El- Asvani, “Mısırlılar niçin Nasır’dan hesap sormak yerine, görevde kalmasını istemişti?” diye soru sorar ve bir karşılaştırma yapar. Bu tuhaf zihniyeti 1945’te Winston Churchill Almanya’nın teslimiyetini ve İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle ayrılışını açıkladıktan sonra yaşananlarla kıyaslamıştır. Britanyalılar savaştan sonra Churchill’i bir kahraman olarak görseler de yeniden başbakan seçmemiştir. El- Asvani, bu durumu Etienne de La Boetie’nin eseri olan “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” deki fikirler üzerinden açıklamaya çalışır.
Daha sonraki deneyimi ise çocukluk arkadaşı olan Amir hakkındaydı. Amir, İletişim Fakültesi mezunu ve hayali ünlü bir gazeteci olmak olan başarılı bir gençtir. Mezun olduktan sonra devlet kontrolündeki büyük bir gazetede stajyer olarak çalışmaya başlamıştır. Kısa bir süre sonraAmir’den Başkan Mübarek’in kendi başkanlığını onaylatmak için yaptığı referandumu takip etmesini ve vatandaşların başkanı desteklemek için sandıkları doldurduğunu yazmasını istemişlerdir. Amir bu durumu El-Asvani’ye anlatmış ve gerçeği yazmak istediğini ve her ne pahasına olursa olsun yalan söylemeyeceğini belirtmiştir. Ancak iki gün sonra El- Asvani gazetede Amir’in yazısını okuduğunda şaşkınadönmüştür. Manşet şöyleydi: “Başkan Mübarek’e Görülmemiş Halk Desteği” O günden sonra El- Asvani Amir’e ulaşmaya çalışmış ama söyleyeceklerini duymak istemediği için görüşmemişlerdir. El- Asvani, burada diktatöryel bir devlette yükselmenin ya da yeni bir konuma gelmenin ilk adımı budur diyerek Mısır’da insanları dört kategoriye (destekçi, işbirlikçi, muhalif ve protestocu) ayıran güvenlik aparatının onayı olmadan devlette iş bulmanın imkansız olduğunu belirtir.
El-Asvani’nin kitabındaki diğer başlıklar (semptomlar) ise; Makbul Vatandaşın Ortaya Çıkışı, Komplo Teorisi, Faşist Zihniyetin Yayılması,Entelektüelin İtibarsızlaştırılması ve Terörizme Zemin Hazırlayan Faktörler ve Diktatörlükşeklinde sıralanır. El-Asvani‘nin semptom olarak tanımladığı bu başlıklar diktatörlük sendromunun en yayın ve en tehlikeli olanlarıdır. Dikkatimi çeken kısımlardan biri olan Entelektüelin İtibarsızlaştırılması’nda beş ayrı entelektüel tutumdan bahsediyor. İlki, Direnen entelektüel, isminden de anlaşılacağı üzere iktidara direnen ve ona karşı olandır. İkincisi Yandaş entelektüel, direnenin tam tersi iktidar yanlısıdır ve sürekli savunuculuk halindedir. Üçüncüsü ise Tarafsız entelektüel, şimşekleri üzerine çekmemek için muhalefet etmekten kaçınır öte yandan iktidarı desteklemeye de yanaşmaz. Dördüncü Yarı zamanlı entelektüel, bir yandan ifade özgürlüğünü savunurken öte yandan devlet memuru olarak otoriter rejime hizmet eder. Son olarakKomisyoncu entelektüel,paraya teslim olup değerlerinden vazgeçen olarak tanımlanır. Otoriter toplumlarda ciddi ve bağımsız entelektüele yer yoktur ve entelektüel faaliyetin yalnızca özgür bir toplumda verimli olabileceğini söyler.
Son olarak kitapta Sendromu Seyri ve Diktatörlük Sendromunun Önlenmesi başlıkları yer alıyor. Sendromun Seyri’nde diktatörün hayatının iktidara geldiğinde başladığından ve önemli üç aşamadan geçtiğindenbahsediyor. Bunların tek adamlık arzusu, şan şöhret ve mutlak yalnızlık olduğunu söylemektedir. Şan şöhret kısmında şöyle bir örnek verir: “Modern tarihte diktatörler isimlerini ilelebet yaşatıp büyük şan ve şöhrete kavuşmak için ‘mega-projeler’ başlatmıştır. Kaddafi’nin ‘Büyük İnsan Yapımı Nehir’ Projesi (1984); Mübarek’in Toshka Projesi (1997); Cemal Abdülnasır’ın Asvan Büyük Baraj Projesi (1960’ta tasarlanıp on yıl sonra hizmete girmiştir) ve Sisi’nin Süveyş Kanalı’nı genişletmek için 64 milyar Mısır poundu (yaklaşık 6 milyar Britanya poundu) harcadığı Süveyş Kanalı Koridor Alan Projesi (2014-2015). Düzgün bir fizibilite çalışmasıyapılmadığından Sisi’nin projesinin pek kazanç getirmeyeceği ortaya çıksa da Sisi’nin coşkusu azalmadığı gibi açılış töreni için büyük hazırlıklar yapılmıştı.” Yani diktatörün yolculuğunda şan şöhretin zorunlu bir uğrak olduğunu ve onu nihai aşama olan mutlak yalnızlığa götürdüğünü söylemektedir. Sendromun Önlemesi kısımda ise kısaca liderin karizmasının büyüsüne kapılmamak ya da herhangi birinin veya bir inancın idolleştirilmesine karşı çıkmaktır diyerek söylemesi kolay yapması zor olsa da diktatörlüğü önlemenin en etkili yöntemi olduğunu vurgular.
El-Asvani’nin dilimize çevrilen romanlarının hepsini okumuş ve çok beğenmiş biri olarak bu kitabındaki kimianalizler bana göre indirgemeci ve üstten olsa da anlatılan deneyimler fazlaca tanıdıktı. Bu nedenle yine de deneyimler üzerinden yapılan bu anlatının değerli olduğunu düşünüyorum. En önemlisi diktatöryel tavırların izlerini gündelik hayatta insanların davranışlarını nasıl etkilediğini bizlere çok güzel anlatmıştır.
KÜNYE: “Diktatörlük Sendromu”, Ala El-Asvani, , İletişim Yayınları, Çev. Barış Özkul 2020, 148 sayfa.
Dünyanın dar geldiği…
Okuru, keşfin hazzından uzaklaştırmamak üzere, metnin oyunlarını bozmadan öncelikle söyleyebileceğim, zorlayıcı postmodern tekniklerle örülü kurgunun altından ustalıkla kalkılması takdire değer. Zaman zaman sözün sahibini takip edebilmek okurun dikkatini gerektirse de…
24-01-2021 00:02

Dilek Yılmaz
Ayhan Koç’un son romanı Cümle Göğün Mavisi geçtiğimiz Kasım ayında İthaki tarafından yayımlandı. 2017 Everest İlk Roman Ödüllü Sırlıçeşme ve 2018’de okurla buluşan Kara Havadisler Kervanı’nda yer alan öyküleriyle kolaya kaçmayan bir yazar olduğunun erken dönem sinyallerini veren Koç, bu romanda da gerek konusu gerekse kurgu tekniğiyle güncel Türkçe edebiyatın popüler uğraklarının dışına çağırıyor okuru.
Gazeteci Fevzi, arkadaşı Sermet’le birlikte hazırladıkları, ucu hükümete uzanan yolsuzluk dosyası haberinin yayınlanmasının ardından,başına gelecekleri kabullenmiş halde evde polisler tarafından gözaltına alınmayı beklemektedir. Fevzi’nin bavulunu hazırlarkenki iç sorgulamalarının tanıklığında anlarız ki tek derdi malum hadisenin, daha başından öngörülebilir sonuçlarına katlanmak değildir. Üç gündür aynı operayı dinleyerek sigara dumanına boğulmuş salonda yatıp kalkan Fevzi’nin yedi yıldır evli olduğu Meral’le iğneleyici ve zaman zaman sertleşendiyaloglarına yansıyan gerginliğin sebebini de romanın daha başında öğreniriz. Aldatıldığından Meral’in tuttuğu günlükleri ele geçirerek haberdar olan Fevzi’nin duygusal hezeyanlarının mazisi, romana neredeyse karakter olarak sızmış ve çoğu bölümün başındaki alıntılara da kaynaklık eden Pagliacci Operası eşliğinde ve hikâyenin merkezinde yerini alır.
İçine doğduğu aileden erken kopmuş, okumuş yazmış, vaktiyle yazdığı romanla ödül alıp röportajlar verdiği edebiyat macerasından her ne kadar hikâyenin sonunu kestirdiği için caymış görünse de işler pek umduğu gibi gitmemiş, aslında aşktan arkadaşlığa hiçbir şeyi pek yolunda gitmemiş, olmamış ve oldurmak için mücadele de vermemiş Fevzi. Kendisiyle ve dış dünyayla türlü biçimlerde hesaplaşmasının derinliklerindebuluyoruz yavaş yavaş kendimizi. Geçmişi ve bugünü üzerinden sorgulamaların kimi belirsizlikleri de Fevzi’nin zihninde beliren yeni roman fikri üzerinden roman içinde romanın kurguya eklenmesiyle aydınlanıyor. Arada sözü kimin aldığı konusunda okuru tereddüde düşürse de, yazarın Fevzi’ye yazdırdığı iç romanın ayırt edilmesini sağlayan belirgin işaretler metinde okurun elini kolaylaştıracak biçimde verilmiş.
Eski yazar, şimdinin gazetecisi Fevzi’nin toplumsal meselelere duyarlılığı konusunda şüphe yok ancak Türkiyeli okurun konuyu gördüğü anda zihninin meyledeceği gözü kara devrimci gazeteciye uyar yanı pek yok. Malum haber de aslında Sermet’in fikri. Fevzi’nin bu plana dahil olma motivasyonunun kaynağı,Meral’le ilişkisinde yaşanan yarılma. Özetle, bir nevi evden kaçma bahanesi. Fevzi’nin Almanya’da yaşayankız kardeşinin telefonda “…yolsuzluk haberi çıkaracak başka gazeteci mi kalmadı abi, sana mı düştü” sorusuna yanıtında adreslendiği gibi, o gazetecilerin birçoğu hapistedir ve sıra artık Fevzilere kadar gelmiştir ve bu kimseyi pek de şaşırtmaz. Aynı görüşmede ipuçlarını toplamaya başladığımız aile dramı üzerinden Fevzi’nin şimdiki hayatıyla kurulan paralellikler de roman bütününde ara sıra karşımıza çıkıyor.
Aldatıldığını öğrenen Fevzi’nin, annesi de karısının onu aldattığı gibi babasını aldatmıştır. Annesine duyduğu öfkeye rağmen içten içe ona hak verir halini açık eden “Çünkü sevgi denen şeyin, aşk mı demeli, ne dersek diyelim işte, o duygunun gayrı iradi olduğunu bilecek kadar büyümüştüm.” açıklamasının, karısına yüklediğitüm olumsuz duygular beraberinde;bir erkeğin karşısında edilgenleşmeyen öyle bir kadını bir daha bulamama korkusunda dile gelen,ne kalabildiği ne de büsbütün gidebildiği ilişkinin çelişkileriyle benzerlikleri var.
Malum operanın konusuda benzerliklerin bir parçasıdır. Canio’nun kendisini aldatan karısını ve âşığını öldürmesi ve seyircinin bunu oyunun bir parçası zannetmesinden, romanda Bay A. ile olaylı yemek sahnesiyle başlayan bölüm ve ardından okuyacaklarımız gibi.
Cümle göğün mavisinin yetmediği boğuntu halinin nasıl bir zeminde yükseldiğini görüyoruz ilerledikçe. Annesinin intiharının ardından,“Annemin teyelleyip öylece bıraktığı iki kumaş parçasıydık, dikecek eller gidince kopuverdik” diye andığı, şimdilerde bakıma muhtaç ve artık hatırlamayan babasıyla ne yapacağını kestiremediği arızalı ilişkisi kadar, muhafazakârlaşmış, babaya gönderecek kadar paralandığı belli, vicdanını bununla savuşturankardeşi üzerinden zamanın ruhunu yansıtan izler de var.
Gündeme dair pek çok dokundurmadan edebiyat camiası da nasibini alıyor. Eleştiri yoksunluğundan al gülüm ver gülüm çıkar ilişkilerine, kategorize edilmiş yazar tipolojilerinin olduğu bölüm zehir zemberek. Eski ev arkadaşı, şimdinin çok satar yazarı Cihan üzerinden kurulan çatışmada, Fevzi’nin ya da yazarın özeleştirisi olarak okunabilecek yorumlar da mühim. Fevzi’nin sürdüremediğine Cihan inatla devam etmiştir. Pek vaatkâr bir kabiliyeti göze çarpmasa da amacına uygun adımlarla ilişkiler kurmuş, zaman içinde “doğru” hamleler yapmış ve içeride kalıp kendisini de belirli ölçüde geliştirerek bir biçimde “olmuş”tur. Şüphesiz ki Fevzi’nin Cihan’la derdi okurun da artık bildiği gibi bununla sınırlı değildir ve kıyamet de tam orada kopacaktır.
Proust’tan Oğuz Atay’a açık/örtük çokça selamla, Fevzi’nin iç dünyasında gezindiğimiz Cümle Göğün Mavisi bugünün romanı. Okuru, keşfin hazzından uzaklaştırmamak üzere metnin oyunlarını bozmadan öncelikle söyleyebileceğim, zorlayıcı postmodern tekniklerle örülü kurgunun altından ustalıkla kalkılması takdire değer. Zaman zaman sözün sahibini takip edebilmek okurun dikkatini gerektirse de. Bununla birlikte anne ve Meral arasındaki psikolojik rahatsızlık ve ihanet paralelliğinin bu yakınlık ve baskınlıkta verilmemesi halinde nasıl olurdu diye düşünmedim değil. Aynı şekilde, bazı göndermelerin seyreltilmesi halinde de. Güncel politik meselelere çok derinleşmeyen dokunuşlar, metnin okura yansıyan niyetiyle aslında uyumlu. KHK’lilerden mültecilere, basın özgürlüğünden Kürt sorununa, ülkenin gittikçe kararan özellikle son döneminin birçok yarası genel olarak ölçülü bir varlıkla kendine yer bulmuş. Bir haber üstüne devletin ensesinde bittiği gazetecinin başkahraman olduğu romanda Metin Göktepe’nin de anılması güzel. Bunun yanında; örneğin, Ayşe’nin bir yan karakter olarak romandaki varlığı, işaret ettiği birden fazla meseleyi kendi üzerinden yansıtarak metni doğallıkla yükseltiyor. Memleket meselelerinin art arda listelendiği, biraz yüksek sesli bulduğum bölüm de var. Cumadan pazara üç günde geçen hikâyede “…kendine iyilik ile kötülük arasında güvenli bir alan bulduğu için onu sevmiyorum, ondan doya doya nefret etme hakkını benden esirgediği için” sözleriyle özetlenebilecek babaya hislerinin, babanın yakınında olduğu zamanlara dalgalı sirayet ettiği gibi, ne cennet ne cehennem, gelgitli duygu haliyle kendisiyle ve her şeyle mücadele halinde Fevzi’yi sorularının cevaplarına, bizi de Fevzi’yi anlamaya en çok yaklaştıranın “yabancı” olması sürpriz değil. Son’dan sonra gelen Meral’in güncesi hikâyenin bütününe dair başka soru işaretlerini deaçık bırakıyor, biraz da karamsarlıktan sıyırıyor. Cümle Göğün Mavisi okurun yorumuna bıraktıklarıyla beraber, adının metni kavraması da dahil kurgusu, dili iyi çalışılmış bir roman olarak fark edilmeyi hak ediyor.
KÜNYE: Cümle Göğün Mavisi, Ayhan Koç, İthaki Yayınları, 2020, 206 sayfa.
Yarın İçin İnat ve İtiraz: Marksizm ve Siyaset
"Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer."
17-01-2021 08:14

Berat Çelikoğlu
Sosyalizmin dönemsel geri çekilişi, neoliberalizm fırtınası ve adının önüne aldığı “neo” ya da “post” ekleriyle eski ya da hali hazırda aşılmış olanı farklı kılıflarla sunma çabalarının topyekûn bir ürünü: Sınıftan uzak, siyasetsiz, nihayetinde tehlikesiz bir Marksizm! Can Soyer yöntemle, kuramla ve eylemle işte buna itiraz ediyor.
Yordam Kitap, hazırlanmasına ve/veya yayınlanmasına vesile olduğu çalışmalarla Türkiye’de Marksizm ve sosyalizm adına hülyamızı ve kavgamızı diri tutma mücadelemizde yanıbaşımızda olmayı sürdürüyor. Son olarak geçen haftalarda Can Soyer’in imzasını taşıyan Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem isimli kitap ile başlıkta da sözünü ettiğimiz üzere bir inat ve itiraz okurlarıyla buluştu.
NEYİN İNADI NEYE İTİRAZ?
“Yaşadığımız çağın Marksizm tarafından çözümlenmeyi beklediğini söylersek elbette yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama eksik söylemiş oluruz: Çağımız esas olarak Marksizmin kılavuzluk ettiği devrimci eylem tarafından yıkılmayı, parçalanmayı, tarihten silinmeyi bekliyor.”
Neyin inadı, neye itiraz? Kuşkusuz okurun aklında canlanacak ilk iki soru budur. Kitabın bize göre temel bir iddiası var: Marksizm, bunca siyasetsizleştirilme ve dolayısıyla tehlikesizleştirilme tehdidiyle karşı karşıya olsa da siyasetten ayrıştırılamaz. Soyer, temel olarak üç bölümden oluşan kitabının ilk iki bölümünde (Yöntem, Kuram), esasen üçüncü bölümün (Eylem) üzerine bastığı zemini tariflemek ve nihayetinde Marksizm için siyasetin ne denli önemli bir atardamar olduğunu göstermek üzere tartışmalara giriyor.
Tartışma siyasetin yalnızca Marksizm için taşıdığı öneme değinmekle sonlanmıyor elbette. Aynı zamanda siyasetin hangi ilişkiler gözetilerek ve neyi dönüştürmek amaçlanarak yapılacağı konusu da bu tartışmalarla birlikte değer kazanıyor. Bu noktada ise Soyer, Marksizme özellikle 90’lı yıllarla birlikte düşülen tüm şerhlere rağmen, ısrarla sınıfın ve sınıf mücadelesinin altını çizen bir Marksizmde diretiyor. Bu diretme ise bağnazca şablonlaştırma, sınıfı ilkel düzeyde görünümlere ve ezberlere indirgeme girişimlerinden uzak, değişimi ve dönüşümü gözeten ve bununla birlikte sınıflar ile sınıf mücadelesinin Marksizm için değişmeyen önemine ilişkin bir diretme.
Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer. Üstelik felsefeye ve tarihe sırtını yaslayarak sürdürdüğü tartışmalar bayağılaşmayan edebi cüretkârlığıyla tatlanıyor ve okura mermer soğuğundan, monoton bir griden oldukça uzak bir tartışma zemini sunuyor.
Bir parantez açmakta fayda var. Kitaba ilişkin özel bir hissimiz, yazarın “iğneyi başkasına, çuvaldızı kendisine” batırmaktan mümkün olduğunca kaçınma, Marksizmin siyasetsizleştirilmesi tehlikesinin kaynağını dışarıdan gelen bir takım komplocu ataklara, “kurulan tuzaklara” bağlamama yönünde gayret ettiğine yönelik. Soyer, isabetli bir şekilde Marksizme ilişkin hata yapanlara parmak sallayan ve yanlışları uzaktan “bilgece” gösteren bir tavırdan uzak duruyor. Kitap zaten Marksizmin canlılığını, dolayısıyla hem hatalarla hem de doğrularla bir bütünlüğünü gözeterek kaleme alındığı için yazar da eserine bağlılık göstererek eleştirileri içeriden yapıyor, içeriyi dışarıdan referanslarla dönüştürmeye çabalıyor.
YARININ ANAHTARI: SİYASİ VE DEVRİMCİ MARKSİZM
Kitapta sınıf mücadelesinin ve siyasetin Marksizm açısından asli görevine ve dönüştürücü faaliyete yapılan özel önemin altında elbette Türkiye başta olmak üzere dünya çapında sosyalizmi yeniden kitlelerle buluşturmanın, onyıllar süren yalnızlığı aşmanın özlemi yatıyor. Ancak kuşkusuz bu kavuşma yalnızca pratik bir takım farklı yaklaşımlarla sağlanamaz. Bu kavuşma yöntemde ve kuramda da kuşkusuz farklı yaklaşımları, eleştirel ve özeleştirel kimi bakışları gerektiriyor. Dolayısıyla bu kitabı, siyasetle et ve tırnak ilişkisi kuran bir Marksizmin, diğer “Marksizmlerden” ayırt edileceği noktaların belirginleştirilmesi çabası olarak da okumak mümkün. Ne de olsa adım adım aynı yolda yürüyerek farklı yerlere varmak mümkün değil ve siyasetsiz, sınıfsız bir Marksizme, Soyer’in direttiği tarzda bir Marksizm anlayışından daha farklı yollardan yürünerek varılmış olmalı.
Kitlelerle buluşacak, buluştukça gerçek bir güç haline gelecek bir sosyalist alternatifi, “direttiğimiz anlamda” Marksist bir yaklaşımla inşa etmenin yarının anahtarı olacağını düşünenler için bir kılavuz olarak okunabilecek Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem, okurlarını peşinden yeni sorgulamalara ve tartışmalara sürükleyebilecek bir eser olarak mutlaka okunmalı ve yazarın hem yaklaşımları hem de itirazları okurlarca eleştirel bir süzgeçten geçirilmeli.
Ve elbette bu kitap, sınıf mücadelelerinin bağrında sınanmalı!
KÜNYE: Marksizm ve Siyaset, Yöntem, Kuram, Eylem, Can Soyer, Yordam Kitap, Birinci Basım, Aralık 2020