Kapitalizm doğal değildir

Kapitalizm doğal değildir

"...1981'de Sunday Times'a konuşan Margaret Thatcher, reformları hakkında "ekonomi yöntemdir: amaç ruhu değiştirmektir" demiştir. Aynı bakış açısı çağdaş sol için de faydalı olacaktır. Bizim için mücadele, insan doğasını sınıf mücadelesinin verilmesi gereken bir savaş alanı olarak kabul etmekle başlar."

Yazar: John-Baptiste Oduor

Çeviren: Berna Kartal

Sağcılar, kapitalizmin insan doğasının gerektirdiği bir sistem olduğunu savunur, ancak piyasalar belirli tarihsel durumlar sonucu ortaya çıkmıştır, insan türüne bütünleşik değildir.

Erken kapitalizmin büyük teorisyeni olan Adam Smith, Ulusların Zenginliği isimli kitabında şuna dikkat çekmiştir:

“Hiç kimse bir köpeğin, başka bir köpekle adil ve bilinçli olarak bir kemiği başka bir kemikle bir takas ettiğini görmemiştir. Hiç kimse bir hayvanın hareketleri ve sesiyle bir diğerine ‘bu benim, bu senin; ona karşılık bunu vermeye razıyım’ diye işaret ettiğini görmemiştir.”

Elbette, burada ima edilen, Smith’in takas olarak adlandırdığı şeyin insanlara özgü bir özellik olduğudur. Özel mülkiyet ve onunla birlikte bu mülkün takası ve satışı, insanlar için yürümek veya konuşmak kadar doğal özelliklerdir. Eğer bu özellikler insanlara özgüyse, o halde tartışma şöyle devam eder: Kapitalizmin kendisi, bu tür özelliklerin bir bütün olarak toplum düzeyinde yalnızca bir genelleştirilmesidir ve böylece kapitalist toplum, insan doğasının sonunda özgür kılındığı toplumdur.

Kapitalizmin eleştirmenlerine göre, insan doğasına dair mantığı muallak bir genellemeden bütün bir toplumsal ilişkiler sisteminin gerekliliği hakkındaki bir iddiaya böylece atlama her zaman biraz fazla hızlı olmuştur. İnsanların bazen piyasa ilkelerine göre hareket ettiği ve düşündüğünü kabul etmek bir şeyken, insanların toplumlarını her zaman bu mantık çerçevesinde yapılandırdıklarını söylemek ise tamamen başka bir iddiadır.

Geç dönem Marksist siyaset kuramcısı Ellen Meiksins Wood’un gözlemlediği gibi kapitalizmi salt piyasa faaliyetinden ayıran şey, kapitalist toplumun ‘ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olmasından’ ziyade, toplumsal ilişkilerin ‘ekonomiye gömüldüğü’ bir toplum olmasıdır. Wood’un bununla kastettiği, kapitalist üretim tarzının karmaşıklığını yalnızca bir dizi potansiyel insan güdüleri ve arzularıyla açıklayamayacağımızdır. Kapitalizmi ayrı kılan özelliği, sadece insani takas eğiliminin hakimiyeti değil, aynı zamanda insanların tüm yaşamlarını etkileşimsel ve metalaştırıcı bir şekilde sürdürmeye zorlanmasıdır. Bu yalnızca bir seçim meselesi değil, bir mecburiyet meselesidir.

TARİHTE BİR AN

Kapitalizmde, insan doğasının sevgi, beraberlik ve bireysellik ihtiyacı gibi diğer birçok yönü, kar arayışı ile ilgili diğer değerlere kıyasla ikincildir. Bu yüzden kapitalizm, insan doğasındaki belirli bir eğilimin galip geldiği bir sistemdir. Sonuç olarak, kapitalizmin insan doğasına hitap eden varlığının veya yarı-kapitalist toplumsal formasyonların sürekli varlığının açıklamalarındaki sorun, insanlık tarihinin gelişimini kaçınılmaz olarak ele almalarıdır. Marx’ın dediği gibi, ‘insanlar kendi tarihlerini kendileri yazar’ gerçeğini görmezden gelirler. Bu anlayış olmadan, yalnızca sosyalizm değil, insanoğlunun kendi kaderi üzerinde bir miktar kontrol sahibi olabileceği fikrini savunmaya yönelik her türlü teşebbüs başarısızlığa mahkumdur.

1970’lerin sonlarından başlayarak, tarihçi Robert Brenner, kapitalizmi proto-kapitalist davranışlara veya toplumsal ilişkilere başvurarak açıklama eğilimini eleştirmiştir. Brenner, bu açıklamaların kanıtlamaya çalıştıkları şeyleri varsaydıklarını, yani kapitalizmin varlığını varsaydıklarını savunmuştur. Ticaretin varlığı, metalaştırma uygulamalarının yaygınlığı, kapitalizm değildir. Kapitalizm, bu toplumsal ilişkilerin sadece var olmadığı, aynı zamanda baskın olduğu bir sistemdir.

Kapitalizmin ortaya çıkışına dair önceki açıklamalar, bu eğilimlerin baskın hale gelene kadar yaygınlıklarının arttığını ya da feodal toplumun demografik bileşimindeki yapısal değişikliklerin dengeyi kapitalizmin lehine çevirdiğini öne sürerek, pre-kapitalist bir eğilimi ön koşul kabul etmeye meyilliydi. Bu açıklamalarla ilgili sorun, kapitalizmin neden, ne zaman — on yedinci yüzyılda — ve nerede — kuzey yarımkürede yağmurlu bir adada — geliştiğini açıklayamamalarıydı.

On yedinci yüzyılda İngiltere’de, toprakların neredeyse üçte ikisi toprak ağalarına aitti ve köylü kiracılar tarafından işleniyordu. Bundan önceki iki yüzyıl, köylü kiracılar ve toprak ağaları arasında, ağaların kiracılara verebileceği kiralar ve cezalar üzerine şiddetli mücadelelerle betimlenmişti. Brenner, İngiliz toprak sahipliğini bugüne kadar tanımlayan bu inanılmaz derecede eşitsiz mülkiyet ilişkilerine neden olan şeyin, toprak sahiplerinin kiracılar üzerindeki zaferi olduğunu gözlemlemiştir.

İngiltere’deki köylü kiraları gün geçtikçe gelenek ya da göreneklere daha az, piyasa zorunluluklarına ise daha fazla bağlı hale geliyordu. Toprak ağaları sınıfının zaferinin bir ürünü olan bu eşitsizlikten, kapitalizmin ortaya çıkışının toplumsal ön koşulları doğmuştur. Bu mağlubiyet, toprak ağalarının toprağı parselleyerek, kendilerine daha iyi bir gelir garantisi verebilen kapitalist kiracılara kiralanacağı büyük çiftlikler kurmalarına olanak sağlamıştır. Bu da, köylü kiracıların, kiralanan arazinin karlılığını artırma yetenekleri konusunda birbirleriyle rekabet ettikleri bir kiralama piyasasına yol açmıştır.

Kiracı sınıfı bir önceki yüzyılda toprak ağalarıyla olan mücadelelerinde başarılı olmuş olsaydı, toprak ağaları ile kapitalist kiracılar arasında bir ortaklığın gelişmesi mümkün olmayabilirdi. Yeni teknolojiye yatırım yaparak ve ücretli işçilere güvenerek toprağın verimliliğini artırma çabası, toprak sahiplerine borçlu olunan kiraların ödenmesi zorunluluğundan doğmuştur. Kiracı olmayan köylü çiftçiler, kendi geçim araçları üzerinde kontrolleri olduğu için piyasa rekabetinden nispeten özgürdü.

Buna karşılık, köylü kiracılar, toprakta yaşamaya devam edebilmek için toprak sahiplerine yeterli geliri sağlamak zorundaydı. Bu yüzden toprak sahiplerinin ilgilendikleri, kiracı çiftçiliğinin verimliliğinin artmasıydı. Wood, Kapitalizmin Kökeni adlı kitabında Brenner'ı özetleyerek, kapitalist kiracının kendisini içinde bulduğu koşulların onu bir kapitalist haline getirdiğini yazmıştır:

"O, yalnızca uygun bir refah düzeyine ya da boyutuna ulaştığı için ya da göreceli zenginliği ona ücretli işçi çalıştırmasına izin verdiği için kapitalist olmadı (antik dünyadaki kapitalist olmayan çiftçilerin bile ücretli işçi çalıştırdığı biliniyordu). Başlangıçtan beri kendi üretim araçlarıyla olan ilişkileri, çalıştırmış olabileceği herhangi bir ücretli işçiyle birlikte onu piyasa zorunluluğuna tabi tuttuğu için kapitalist oldu."

TOPLUMU ŞEKİLLENDİREN ŞEY

Brenner ve Wood'un tezinin özü, toplumun yapısını belirleyenin nihai olarak siyasi çatışma olduğunu, soyut insan doğası kavramları olmadığını göstermektedir.

Rekabetçi kapitalist bir toplumun çirkinliği göz önüne alındığında, piyasanın yozlaştırıcı etkisinden bağımsız, kapitalizm öncesi insan doğası kavramına bir tür nostalji hissetmek kolaydır. Hatta bu bakış açısını benimseyen bütün bir radikal sosyal eleştiri geleneği vardır. Rousseau'dan başlayıp Rutger Bregman gibi çağdaş kapitalizm eleştirmenlerine kadar giden sömürü karşıtları, kendi haline bırakılan insan doğasının, zorlamasız bir işbirliği ve uyum alanı olduğunu sıklıkla tartışmışlardır.

Sosyalizmi yaratmak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyin zaten elimizde olduğuna inanmak güzel olsa da insan doğası hakkındaki bu düşünce tarzı da tutarsızdır. Kapitalizmin ortaya çıkışının, tıpkı kölelik, tıp ve sanatla eşit bir şekilde insan doğasının ifade yollarından biri olduğu söylenebilir. Temel insan özellikleri ve faaliyetleri, istediğimiz ya da gurur duyduğumuz şeyleri seçip ayırabileceğimiz şeyler değildir.

Sosyalistlerin gözünde toplum genellikle bir baskı, kontrol ve egemenlik alanı olabilse de aynı zamanda bireylerin tam kapasitelerini geliştirdikleri yerdir. Kökeni Aristoteles'ten gelen bir argüman çizgisinin üzerine eklemeler yapan sosyalistler, genellikle benmerkezci bir yaşamda eksik — hatta insani olmayan — bir şey olduğu görüşündeydiler.

Brenner ve Wood'un açıklamasının gücü, kapitalist toplumsal ilişkilerin bireysel seçimlerin ürünü olmadığını veya herhangi bir doğrudan anlamda insan doğasının ifadeleri olmadığını göstermesidir. Kapitalist toplumsal ilişkiler, bir toplumsal sistemin iç dinamiklerinin ürettiği zorlamalardan doğar. Bu dinamikler, bireyleri kendi emeklerini ve hemcinslerinin emeklerini olduğu kadar toprağı da metalaştırmaya zorlar.

Açıkça söylemek gerekirse, kapitalizmin temelde anti-sosyal olan bir toplumsallık biçimi yarattığını söyleyebiliriz. Sosyal etkileşimlerimizin karşılıklı yarar sağlamasına izin vermek yerine, insanları birbirleriyle rekabete sokar. İnsan doğasının doğru biçimini geliştirmek için doğru koşullar mevcut olmalıdır, bu koşullar, piyasanın zorlamasına karşı koyabilecek bir otoriteyi gerektirir.

Marx üzerinde en derin etkiye sahip olan filozof Hegel, esas olarak piyasa ilişkilerinde temeli olan sosyalliğin gerçekten eşitlikçi insan etkileşimlerini baltaladığını kabul etmiştir. Bireyselliğin gelişimi için bir araç olarak hizmet etmek yerine, insan öznelliğini köreltmiştir. Kapitalizm altında çalışma için Hegel şöyle yazmıştır:

“Kesinlikle daha da sıkıcı hale gelir...bireyin becerisi son derecede sınırlanır ve fabrika işçilerinin bilinci tam bir kayıtsızlığa indirgenir.”

Bu durumla ilgili paradoksal olan şey, kapitalizmde insan toplumsallığının kendisine karşı silahlanmış olmasıdır. Etkileşimler yoluyla zenginleşmek yerine, insanlar onlar tarafından küçültülür. Piyasanın insan yaşamı üzerindeki insanlıktan çıkarıcı etkisini kınayan Marx, kendini hiddetle ifade ederek, kapitalizmin bireyi nelerde yoksun bıraktığını belirtmiştir:

“Eğitim zamanından, entelektüel gelişimden, sosyal işlevlerin yerine getirilmesinden, sosyal ilişkilerden, vücudun ve zihnin hayati güçlerinin serbestçe oynamasından, hatta bir Pazar gününün dinlenme zamanından...ne aptallık!”

REFORM VE İNSAN DOĞASI

Geçtiğimiz yüzyıl, kapitalizmin bu eleştirisini üstlenmeye yönelik en ciddi girişimi temsil etmektedir. Sosyalistler ve sosyal demokratlar, piyasa otoritesinin yerine hiçbir şey koymadan bunu reddetmekle yetinmek yerine, kolektif iktidar biçimlerini kurumsallaştırmaya çalışmışlardır. Çağdaş kapitalizmin sorunlarını geri püskürtmeye yönelik herhangi bir girişim, başlangıç ​​noktası olarak geçen yüzyılın başarılarının eleştirel bir değerlendirmesini almalıdır.

İngiliz sosyolog T.H. Marshall, savaş sonrası dönemde sosyal kurumların gelişimini inceleyerek, savaş sonrası İşçi Partisi hükümeti reformlarının devletin piyasa üzerindeki gücünü yeniden tasarlamaya yönelik radikal bir çabanın parçası olduğunu yazmıştır. Marshall, bu sosyal demokrat dönüşümünü “sosyal haklar” olarak adlandırdığı şeyin geliştirilmesi olarak görmüştür.

Onun düzgün şemasında, on sekizinci yüzyıl, bireysel özgürlük ve mülkiyet hakkını tanıyan medeni hakların yükselişine tanık olmuştur; on dokuzuncu yüzyıl, kişinin toplumunun işleyişine katılma hakkını gerektiren siyasi hakların doğuşunu görmüştür; ancak Marshall'ın yirminci yüzyılın radikal gelişimi olarak gördüğü sosyal haklar, kişinin diğer vatandaşlara eşitlik hakkıdır.

Daha da önemlisi, sosyal haklar eşitsizliğe yol açan eğilimlere karşı koymanın bir yolunu sağlamış ve bireylerin birbirleriyle sahip olabileceği sömürücü ilişkiyi baltalamıştır. Bu haklar, toplu sözleşmeler yoluyla ücretlerin ve koşulların düzenlenmesini, kamu konutlarının sağlanmasını ve evrensel bir eğitim ve sağlık sisteminin oluşturulmasını içeriyordu.

Marshall'ın bu kurumların değerini anlama biçiminde benzersiz olan şey, şu anda refah devleti olarak adlandırdığımız şeyin çağdaş savunucularının aksine, bu modelin değerinin yoksulluğu hafifletme yetenekleriyle ölçüldüğünü görmemesidir. Bazı durumlarda, bu programlar yoksulluğu hafifletebilir ama bazen bunu sağlayamayabilir:

“Soru nispeten önemsizdir. . . Önemli olan, uygar yaşamın somut özünde genel bir zenginleşme, risk ve güvensizlikte genel bir azalma, sağlıklı ve hasta, çalışan ve işsiz, yaşlı ve aktif, bekar ve geniş aile babası arasında her düzeyde, daha çok ve daha az şanslı arasında bir eşitleme olmasıdır.”

Yoksulluğu azaltmaktan çok eşitlik yaratmayı hedefleyen bu programlar, dayanışma için toplumsal bir temel oluşturmaya yardımcı olmuştur. Bunu, toplum olarak nasıl yaşadığımız, neye değer vermeyi seçtiğimiz ve kendimizi nasıl anlamak istediğimiz sorularını siyasallaştırarak yapmışlardır.

Bu nedenle Marshall, Yeni İşçi Partisi'nde yeniden ortaya çıkacak olan, yoksulluğun azaltılması için geçim testine bağlı olarak fakirleri korumaya yönelik kanunlar geleneğine karşı çıkmıştır. En dezavantajlı kesime yönelik olan bu programlar, hiç kimsenin belirli bir yoksulluk seviyesinin altına düşmemesini sağlamaya yardımcı olsa da yoksulların damgalanmasına da hizmet etmiştir. Bu da refah devletinin temel ilkesinin, yani herkes için var olduğu ilkesinin altını oymaya yardımcı olmuştur.

Bir hizmet herkese sunulduğunda, onu kullanan herkesin değerini eşitlemeye de hizmet eder. Sosyal konutlar artık yalnızca yoksulların evi değil, herkesin evi olur. Bu radikal toplumsal dönüşüm projesinin kapsayıcı amacı, piyasa güçleri tarafından yaratılan insan doğasının belirli bir versiyonuyla mücadele etmekti.

Ne yazık ki, 1970'lerden sonraki mücadeleler, topluma daha dayanışmacı bir temel sağlamaya yönelik ve insanların açgözlülük veya yırtıcılığa değil, karşılıklı yardıma yönelik içgüdülerine göre hareket etmeye teşvik edilecekleri bir temel olan bu girişimi baltalamıştır. Refah devletinin yıkıntılarından, değerin bireylerin rekabet etme ve birbirlerini yoksun etme yetenekleriyle ölçüldüğü yenilenmiş bir kapitalist görüş ortaya çıkmıştır.

Ancak bu karşı-devrimin öncüsü olanlar, çağlar boyunca indirgenen eski bir buyruk olan değişmeyen bir insan doğası temelinde hareket ettiklerine inanmıyorlardı. Aksine, projelerinin şartlara bağlı ve yapılı olduğunu düşünüyorlardı.

1981'de Sunday Times'a konuşan Margaret Thatcher, reformları hakkında "ekonomi yöntemdir: amaç ruhu değiştirmektir" demiştir. Aynı bakış açısı çağdaş sol için de faydalı olacaktır. Bizim için mücadele, insan doğasını sınıf mücadelesinin verilmesi gereken bir savaş alanı olarak kabul etmekle başlar.

Kaynak: https://tribunemag.co.uk/2021/06/capitalism-is-not-natural?s=08

DAHA FAZLA