Kant’tan Fichte’ye Alman Felsefesi

Kant’tan Fichte’ye Alman Felsefesi

Akıl; dogmatizme, salt otoriteye bağlı bir inancı kabul etmemiz yönündeki talebe karşı bir siperdir, çünkü tüm inançları sorgulamamızı ve sadece kendi eleştirel refleksiyonumuza uygun olanları kabul etmemizi şart koşar. Akıl baz alındığında kimse kimseden üstün değildir.

Ufuk Akkuş

Aklın otoritesine duyulan inancın nereden kaynaklandığı meselesi, tarih boyunca filozofların önemli uğraş alanlarından biri olmuştur. Beiser “Aklın Kaderi” adlı kitabına aklın otoritesi üzerine sorularla başlar ve şu soruları sorar: Neden aklı dinlemeliyim? Hangi sebeple ona itaat etmek zorundayım? Bir kişiye ait inanç ve eylemlerin rasyonel olmasını talep ederiz, yani irrasyonel olduklarını söylemek onları ayıplamaktır ama neden böyle bir talepte bulunuruz? Bunun için gerekçemiz nedir?  Kısacası aklın otoritesi nereden geliyor?

Beiser’e göre Kant’ın birinci Kritik’i ile Fichte’nin Wissenschaftslehre’si  arasındaki dönem boyunca (1781-1794) felsefeciler arasındaki temel sorun “aklın otoritesi” konusudur. Aydınlanma felsefesi savunucuları akla muazzam bir otorite bahşediyorlardı. Aydınlanmanın doğruluk ölçütü ve onun nihai yargıcı akıldı. Bu filozoflara göre akıl apaçık ilk ilkelere sahipti; inançlarımızı eleştirebilirdi; ahlakı, dini ve devleti gerekçelendirebilirdi; evrensel ve yansızdı ve doğadaki her şeyi en azından teoride açıklayabilirdi. Beiser’e göre hem Kant’ın hem de Spinoza’nın felsefeleri yaygın biçimde aklın otoritesinin siperleri olarak kabul görüyordu. Felsefeciler aklın otoritesinin eninde sonunda geleneğin, vahyin ve kutsal yazıların otoritesinin yerine geçeceği kehanetinde bulundular. Çünkü aklın ahlaki, dini ve politik inançlar için daha etkin bir yaptırım olduğuna inanıyorlardı. David Hume, 18. yüzyılın sonunda akıl ile inancın, felsefe ile yaşamın iddiaları arasında uzlaşmaz bir çatışma olduğunu fark etti. Humecu kuşkuculuk ise nihilizmi doğurdu. Nihilizm terimini felsefeye tanıtan kişi olan Jakobi, nihilist bir kuşkucu idi. Bu kuşkucunun aklı ona, dış dünyadan, diğer zihinlerden, Tanrı’dan ve hatta kendi benliğinin kalıcı gerçekliğinden kuşku duyması gerektiğini söylüyordu. Doğrulayabileceği tek gerçeklik hiçliğin kendisiydi.  

Aydınlanmanın aklın evrenselliği ve tarafsızlığı konusundaki inancı, aklın otonomisine dayanıyordu. Akıl, kendisini yönetebilmesi; politik çıkarlardan, kültürel geleneklerden veya bilinçaltı arzulardan bağımsız olarak kendi kurallarını oluşturabilmesi ve takip edebilmesi bakımından otonom bir yeti olarak düşünülüyordu. Akılcılık karşıtları ise aklın zihinsel alanda var olan özel bir yeti türü olmadığını, bunun yerine konuşma ve eylemenin yalnızca özel bir yolu olduğunu öne sürmüşlerdir. Hamann, aklın aydınlanma dönemi boyunca ihmal edilmiş olan toplumsal ve tarihsel boyutuna dikkat çekerek aklın enstrümanı ve kriterinin dil olduğunu ancak dilin bir milletin gelenek ve göreneklerinden başka bir güvencesi olmadığını vurgulamıştır. Eğer aklın kriterlerini bir kültürün dili ve geleneği belirliyorsa eğer diller ve gelenekler birbirinden ayrı ve hatta birbirine karşıtsa tek bir evrensel akıl diye birşey olmayacaktır. Aklı eleştiren bir diğer görüş de şu argümanı ileri sürüyordu: Akıl her şeyi doğa yasalarına göre açıklamak zorunda ise bunun doğrudan sonucu olarak kendisini de doğa yasalarına göre açıklamak zorundadır; doğayı açıklayan özne, açıkladığı doğa ile aşkın ilişkisinde herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Ancak bu şu anlama gelir: Aklın doğal güçlerin etkisine tabi olduğu ve böylece otonom olmadığı gösterilebilir.

Hamann ve Kant arasındaki akılcılık tartışmasının yanı sıra o yılların bir diğer önemli konusu panteizm tartışması idi. Beiser’e göre Jakobi ile Moses Mendelssohn arasındaki tartışma on sekizinci  yüzyıl Almanya’sının entelektüel haritasını büsbütün değiştirdi. Bu tartışmanın ilk ve en göze çarpan etkisi Almanya’da Spinozacılığın dikkat çekecek derecede önünün açılması idi. Spinoza, on sekizinci yüzyıldaki anlayışa göre modern bilimin peygamberi idi. Tractatus’ta geliştirilen İncil eleştirisi çığır açıcı idi. Etika’nın radikal doğalcılığı ise modern bilimin asıl felsefesini temsil ediyor gibiydi. Spinoza’nın ereksel nedenleri ve takdiriilahiyi reddetmesi, determinizmi ve evrenin sonsuzluğunu olumlaması, kişisel olmayan kozmik bir Tanrı'ya inanmasının, modern bilimsel doğalcılığın sonuçları olduğu düşünülüyordu.  

Beiser, Kant’ın 1786’da panteizm hakkındaki kısa makalesini Kant felsefesinin anlaşılması açısından son derece önemli bulur. O makalede Kant’ın yazılarında nerdeyse başka hiçbir yerde bulunmayan mistisizm ve sağduyu ile hesaplaşma vardır. Kant’ın felsefesini rekabet ettiği çağdaş sistemlerle ilişki içinde konumlandırmak için onu sadece Hume’un kuşkuculuğu ve Leibniz’in rasyonalizmine değil, aynı zamanda Jakobi’nin mistisizmi ve Mendellsohn’un sağduyu felsefesine de bir alternatif olarak görmek gerekir. Kant, Hume ve Leibniz’e meydan okuduğunda şu önemli varsayımı daima doğru kabul edebilmişti. Akıl felsefedeki nihai doğruluk ölçütüdür. Kant, aklın pratik bir yeti olduğunu varsayar. Kant’ın makalesinin tam kalbinde onun “rasyonel inanç” kavramı yer alır. Bunu sadece akla dayanan inanç diye tanımlar. Kant hiçbir inancın akılla çelişmemesi gerektiğini ve minimal anlamda rasyonel olduklarını fakat rasyonel inancın sadece akla dayandığını (gelenek ya da vahyin aksine) bu bakımdan kendisine özgü olduğunu ifade eder. Kant, akıl kaçınılmazdır der ve aklı takip etmenin ödevimiz değil zorunluluk olduğunu belirtir. Düşünce özgürlüğünü güvence altına alacaksak aklımızı doğruluk ölçütü yapmamız gerektiğini iddia eder.

Kant’ın dilin kökeni konusunda Herder ile ve panteizm ve zihin felsefesi konularında Hamann ile tartışmasının yanı sıra felsefe tarihinde pek bilinmeyen halk filozofları diye anılan grupla tartışmaları, Lockecuların Kant’ın temel kitabı “kritik” konusundaki eleştirileri ve Kant’ın bu eleştirilere verdiği yanıtlar ve Garve, Feder, Weishaupt, Wolff ve Pistorius başta olmak üzere diğer pek çok felsefeci ile polemikleri Kant felsefesini ve o dönemi anlamak için önemli ipuçları barındırıyor. Besier, kitabının Kant ile Fichte arası dönemde öne çıkan düşünürler ve tartışmaların araştırılmasını hedeflediğini söyler ve ekler: Dönem filozofları, modern kartezyen geleneğin iki ayağını kırmıştır. Aklın otoritesi ve epistemolojinin önceliği. Onlar aydınlanma çağının düşüşüne, Kant felsefesinin tamamlanışına ve post-Kantçı idealizmin ilk adımlarına tanıklık etmişlerdir. 

Beiser “Aklın Kaderi Kant’tan Fichte’ye Alman Felsefesi” adlı kitabında; felsefe tarihinin en devrimci ve en verimli dönemi olarak tarif ettiği (1781-1794) kesitte Almanya’da metafiziği diriltmek için çabalayan güçlerle, Kant öncülüğünde aklı savunan felsefecilerin tartışmalarını ayrıntılarıyla önümüze getiriyor.

Künye: Aklın Kaderi Kant’tan Fichte’ye Alman Felsefesi, Frederick C. Beiser, Çev. Emre Bilgiç, Ayrıntı Yayınları, 2022, 495 sayfa.

DAHA FAZLA