Kanlı, Kızıl Paris ve 'Şanlı, Büyük Fransa': Yıkılış

Kanlı, Kızıl Paris ve 'Şanlı, Büyük Fransa': Yıkılış

Kendi topraklarının haritasını dahi almayacak, kendi memleketlerini bilmeyecek kadar bilgisiz, fakat Prusya’yı işgal edebilecek kadar şoven bir ruh hali içindedir Fransız ordusu. Dolayısıyla ilk yenilgi karşısında komutanlar da ne yapacağını bilemezler çünkü romanda, Teğmen Rochas’ın tepkisi gibi belirtilmese de deneyimsiz Fransız ordusunu savaştırmadan geri çeken komutanların da şaşkınlıklarının had safhada olduğunu anlarız. Tüm Fransız birlikleri eski görkemli savaş hikâyelerinin etkisindeyken ve ordunun yenilmezliğini kutsarken, beklenilmeyen bir mağlubiyetle karşılaşır ve yenilgiden önceki büyük illüzyon, hakikatin acımasızlığıyla parçalanır.

Okan Karataş

Paris’in bir ucundan öbür ucuna büyük bir heyecan dalgası yayılmıştı; o çalkantılı gece, insan selinin sürüklendiği bulvarlar, “Berlin’e! Berlin’e!” diye haykırarak ellerindeki meşaleleri sallayan kalabalık yeniden canlandı gözünde.” (sayfa 27)

Paris’te hızlıca yayılan işgal etme arzusunun ve şovenliğin yükselmesiyle başlar “Yıkılış”. III. Napolyon politikalarının ve İkinci İmparatorluk döneminin oluşturduğu savaş iklimi, kitleleri, ulusal üstünlüklerinin olduğunu güçlendiren eylem ve fikirlere açık hale getirir ve yukarıda bahsedilen kalabalıklar, “şanlı, büyük Fransa”nın yenilmez olduğu mitini kuvvetlendirircesine meydanlara akarlar. Paris’i dolduran kalabalıklar, “büyük Fransız ordusu”nun Prusya’ya süratli biçimde girerek, birkaç aya varmaz, Prusya’yı fethedeceğini düşünürler. Bu kalabalıkların düşüncesine, orduya yeni katılmış genç Fransız askerler de katılırlar. Oysa bu askerler; büyük bir hülyanın ve yanılgının, eski fetih hikâyelerinin cezbediciliğiyle beraber yola çıkarlar. Romanın çok büyük bir bölümü de cephede savaşan askerlerin hüsranları ve hikâyeleri üzerine kurulur. Elbette bu hikâyeler, Zola’nın ayrıntılara ve sürece odaklanan aynasından geçerek okura verilir.

Emile Zola, edebiyatta natüralizmin en önemli temsilcilerinden biridir ve romanlarında sadece gözlemleyen, olguları saptayan bir yazar olarak karşımıza çıkmaz. Aynı zamanda romanın karakterlerini, toplumsal olaylarını bir dizi zorlukla sınayan, çelişkileri arayan, bir nevi yapıtını deneyler dizgesinden geçiren bir romancıdır. Dolayısıyla “Yıkılış”da ayrıntıların ve betimlemelerin öne çıktığını gözlemleriz. Fakat çok fazla detay, romanın ve olayların ilerlemesine yardımcı olmayabiliyor. “Yıkılış” romanında da bu durumun örnekleriyle karşılaşıyoruz. Fakat bugün düşünüldüğünde, bu durum bir sorun olarak algılansa da 19. yüzyıl edebiyatının kendi seyri içerisinde eleştiriye tabi tutabilecek bir problem değildir. Bununla birlikte romanın içindeki ayrıntıların ve betimlemelerin birçok açıdan zenginlik sağladığını, belirli açılardansa romanın akışını bozduğunu söyleyebiliriz.

“1869 Zola’nın yaşamında bir dönüm noktasıdır. 1893’e dek, yani tam 24 yıl boyunca sürdüreceği ağır bir çalışmaya bu yıl başlar Zola: İkinci İmparatorluk dönemini her yönüyle anlatmayı amaçladığı yirmi kitaplık bir dizi tasarlar. Diziye Rougun ve Macquart Aileleri: İkinci İmparatorluk Döneminde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi adını verir.” (sayfa 11)

Bu dizinin sondan bir önceki eseri ise “Yıkılış” romanıdır. Zola, bu eseriyle İkinci İmparatorluk döneminin çöküşünü anlatır ve aynı zamanda, 24 yıllık bir kitap dizisinin sonlanışını da simgeler “Yıkılış”. İkinci İmparatorluk döneminin bir kesitini ve o döneminin ruhunu; imparatorun, askerlerin ve kitlelerin gözünden sergileyen bu romanın tarihsel bir değer taşıdığını da belirtebiliriz. Zola’nın bu başarılı romanı, Yordam Kitap tarafından Elif Aksu Kaya’nın çevirisiyle 2018’in Kasım ayında ilk kez basılma imkânı buldu ve bu önemli romanın geç bile basıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Romanın ilk kısmına dönersek eğer Fransız askerlerinin kendileri hakkında yenilmez oldukları fikrini yerle bir eden hüsrana çabuk ulaşırız. Berlin’i birkaç aya varmaz fethedeceğini düşünen Fransız ordusunun erleri, Prusya ordusunun Fröschwiller’i işgal ettiğini ve Fransa topraklarına ayak bastığını öğrenirler. Ardından ise Fransız ordusunun yenilgisi karşısında, mağlup edilme olanağının olmadığını düşünen Teğmen Rochas’ın şaşkınlık tepkisi gelir: “Yenildik mi! Nasıl yani yenildik? Niye yenildik?”(sayfa 38). Bu Fransızların üstünlük hissiyatının ortadan kalkmaya başladığı ilk andır.

“Ne aptalca iş yahu! İnsan tanımadığı bir memlekette nasıl savaşabilir allah aşkına?! Albay umutsuzluğunu gösteren belli belirsiz bir hareket yaptı. Savaş ilan edilir edilmez bütün komutanlara bir Almanya haritası dağıtıldığını biliyordu; ama birinin bile elinden Fransa haritası olduğunu sanmıyordu.” (sayfa 92)

Kendi topraklarının haritasını dahi almayacak, kendi memleketlerini bilmeyecek kadar bilgisiz, fakat Prusya’yı işgal edebilecek kadar şoven bir ruh hali içindedir Fransız ordusu. Dolayısıyla ilk yenilgi karşısında komutanlar da ne yapacağını bilemezler çünkü romanda, Teğmen Rochas’ın tepkisi gibi belirtilmese de deneyimsiz Fransız ordusunu savaştırmadan geri çeken komutanların da şaşkınlıklarının had safhada olduğunu anlarız. Tüm Fransız birlikleri eski görkemli savaş hikâyelerinin etkisindeyken ve ordunun yenilmezliğini kutsarken, beklenilmeyen bir mağlubiyetle karşılaşır ve yenilgiden önceki büyük illüzyon, hakikatin acımasızlığıyla parçalanır.

Bu parçalanış en çok asıl karakterimiz Maurice’in çelişkilerinin artmasına yol açar. Bu ilk yenilgiden sonra, Maurice’i değiştiren serüven başlar ve çelişkiler farklı düzlemlerde vücut bulmaya devam eder. Romanın sonuna kadar devam eden bir izleğe dönüşür. Bir anda tüm umudunu yitirip inançsız bir askere dönüşürken asker arkadaşı olan Jean ile olan dostluğu, onu tekrar inançlı bir asker haline getirir.

Romanın ikinci kısmında, Bazellies’de Fransa-Prusya birliklerinin çatışmasının yoğunlaştığını görürüz ve Fransız ordusu felaket denebilecek bir durumla karşı karşıyadır. Maurice’ in ağzından dökülen şu sözler çaresizliğin boyutlarını ortaya koyar. “Allah kahretsin, cesaret hiçbir işe yaramıyor!” (sayfa 281) Çok basit görünen ama yaşadıkları çaresizliğe uygun ve etkileyici bir sözdür bu. Her yeri vuran topların karşısında, tek başına cesaret yetersiz kalır. Aklın ve tekniğin gücü, çaresizliğin getirdiği cesarete doğal olarak üstün gelir. İmparator III. Napolyon’ un Bazellies’de yaşanan savaşta yaralanması ve artık psikolojik anlamda dayanamayacak noktaya gelmesi de şu sözlerle vücut bulur. “Of şu top sesi, şu top sesi! Bir çarşaf bulun, bir masa örtüsü, ne olursa! Hemen gidin şu sesi susturmalarını söyleyin!” (sayfa 288) Tam bir cinnet halini ve kendini kaybetmeyi gösterir bu sözler. “Of şu top sesi” diye başlayan cümleler leitmotiv olarak kullanılır. Bu sözler artık üzerindeki tüm sorumlulukları devretmek isteyen, bu sorumlulukları kaldıramayan bir imparatorun delilik hallerini ifade eder. Bu savaş çoktan kaybedilmiştir ve imparatorun psikolojisi üzerinden tüm Fransa’nın ruh hali verilmeye çalışılır. Sadece top seslerinin durması önemli hale gelir, iktidarın önemi kalmamıştır.

“Saygıdeğer kardeşim, birliklerimin başında ölememiş olmak bana, kılıcımı siz Majesteleri’nin ellerine teslim etmekten başka çare bırakmamıştır. Majesteleri’nin sadık kardeşi Napolyon.” (sayfa 306)

İmparator’un ağzından Prusya Kralı’na yazılan bu mektup, Sedan Muharebesi’nin kaybedilişinin kanıtı, Fransa’nın teslim edilişinin habercisidir. ‘Şanlı, büyük Fransa’nın felaketi, yıkılışı, fethedilmesi aslen bu teslimiyetten sonra başlar.

Ana hikâye Fransa’nın çöküşü olsa da elbette birçok yan hikâyede mevcut romanda. Silvine ve Honore’nin aşkları, Henritte’in hüzünlü hikâyesi, Jean ile Maurice’in dostlukları, Rochas’ın askerlik hikâyeleri, Fouchard Baba’nın aksilikleri ve daha birçok yan hikâye bulunuyor romanda. Tüm bu farklı hikâyeler, bu büyük savaşı ve yıkımı çeşitli açılardan anlamamıza yardımcı oluyor.

Romanın son kısmında ise arda arda Prusya ordusunun şehirleri işgali ve Cumhuriyet’in ilan edilişi, ardından Paris Komünü’ne giden süreç ele alınıyor. Elbette roman Fransa’nın işgaline odaklandığı için bu devrimler üzerinde derinlemesine durmuyor. İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimini bu romandan ayrıntılı biçimde okumak mümkün gözükmezken romanı böyle bir beklentiyle okumak yanlış olur. Daha çok Komün’e giden koşulları anlamak açısından önemli bir romandır diyebiliriz. Paris Komünü ile ilgili bölüme, dolayısıyla çok fazla yer verilmemiştir. Ayrıca Paris Komünü’nün yenilgisine giden süreçle ilgili görüşler de yer alıyor romanda.

“Ticaret yoktu, iş yoktu, kaçınılmaz akıbetin tedirgin bekleyişi içinde aylak bir yaşantı sürüp gitmekteydi. Halk ulusal muhafızlara ödenen gündelikle yaşamını sürdürüyordu, çoğu kişi bankanın el konan milyonlarından* ödenen o otuz kuruş uğruna savaşıyordu; isyanın temel gerekçelerinden biri, esas nedeni buydu.” (sayfa 493)

Hem elinde olmayan nedenlerle savaş stratejisini doğru kuramıyor hem de Paris’in ekonomik, toplumsal krizine cevap üretemiyor Komün. Alıntıdaki yıldızlı olan kısımda da Marx’ın Komün hakkındaki eleştirisini yansıtan dipnot yer alıyor. Komün’ü Fransız Ulusal Bankası’na el koymamasından dolayı eleştiriyor Marx.

Romanın sonlarına yaklaştığımızdaysa kıpkızıl, ateşler içindeki bir Paris’le karşılaşıyoruz. Büyük bir yıkımın ve vahşetin yaşandığı, ölüm çığlıklarının yükseldiği, her tarafı bombardımana tutulmuş bir Paris…

“Uçsuz bucaksız bir deniz üstünde bir kan güneşi gibiydi. Binlerce pencere camı, görünmeyen körüklerle tutuşturuluyormuşçasına kızıl kızıl yalazlanıyordu (…) Dev bir çalı demeti gibi, kurumuş yaşlı bir orman gibi yanan, alazları ve kıvılcımları bir çırpıda göğe savrulan Paris’in kendisi de son bir alev demeti, kocaman, kızıl bir buket değil miydi?” (sayfa 527)

“Yıkılış” romanıyla büyük kahramanlık hikâyelerinin, “yenilmez Fransa” mitinin sonlandığını görüyoruz ve tüm değerleri yıkıma uğratan, tüm iyiliklerin yitirildiği bir savaş ve Fransa vardır artık karşımızda.

KÜNYE: Yıkılış, Emile Zola, Çeviri: Elif Aksu Kaya, Yordam Kitap, 2018, sayfa 528.

DAHA FAZLA