“Kadınların sadece erkeklere değil, kimseye anlatmadıkları sırları olmalı”
Buket Arbatlı’nın Erkeklere Her Şey Anlatılmaz isimli ilk öykü kitabı geçtiğimiz aylarda Sel Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Baş kahramanı ya da anlatıcısı hemen her öyküsünde kadın olan Arbatlı, kurduğu güçlü atmosfer ve yıllar içinde büyüterek biriktirdiği karakterlerinin yollarını, okurun zihninde kendi kişisel deneyiminin izleriyle kesiştiriyor.
28-06-2020 00:03

Dilek Yılmaz
Sevgili Buket, öncelikle hayırlı olsun, dilerim okuru çok olur. Edebiyatın işi öğretmek değilse de erkekler için de aydınlatıcı bilgiler barındırdığını, derdini duyurduğunu düşünüyorum Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’ın. Merak ediyorum, erkek okurların kitaba ilgisi nasıl?
Çok teşekkür ederim, erkek okurların görüşü önemliydi benim için. Adını görüp okumazlar diye korkmuştum başında ama öyle olmadı. Kitaba isim ararken ve açıkçası yerine başka şeyler düşünmüşken yayınevinden geldi bu isim, onlar önerdiler. Öyküleri kapsayan doğru bir isim bu dediler. Öykülerin kadınlara yakın geleceğini düşünüyordum. Erkeklerin ilgisi de ayrıca mutlu etti. Hatta bazı erkek bloggerlardan mesajlar aldım yayınlandıktan sonra, çok mutlu oldum.
Öykü yazarları için ilk kitap ekseriyetle zorlu bir yolculuktur. Senin kitaba dönüşünceye kadarki yolun nasıl ilerledi?
Altı ay çalışmadığım bir dönemim var, iş yapmadığım. O dönemde ne yapsam diye düşünürken kız kardeşim dedi ki, ya sen yazardın eskiden, bir atölyeye gitsene. Hadi derken Jale Sancak’ın atölyesine gittim ve yazmaya başladım. Sonra Notos, biliyorsun. Yaza yaza işler ilerledi. İlk başta yazdığım şeyler çok korkunç tabii. Ama sonraki süreç içerisinde yazdıkça daha çok yazabildiğimi ve yazmak istediğimi fark ettim. Yıllar içerisinde şunu da ihmal ettiğimi düşünüyorum, bir kitabım olsun diye düşünmedim ben hiç, aman uzun iş, dedim. Bu işe kendini adamış, yazarlığı bir meslek olarak gören insanlar varken benim haddime mi diye düşündüm ama sonra, biraz Semih Hoca da yönlendirdi, epeyce öykü oldu, toparlasanıza diye diye beni teşvik etti. Kendisine de burada gerçekten teşekkür ediyorum, o olmasa belki gene yazardım ama bir kitap haline getirme hevesim olmazdı. Ondan sonra epey birikti derken, hadi bir deneyeyim dedim, yine hoca sağ olsun, yayınevlerine yolla, dedi. Ben yine çok ümitsizdim, sonra Sel’den kabul geldi. O süreç beni çok mutlu etti, kitabın üzerinde çalıştığımız altı aylık dönem hayatımın en güzel dönemlerinden biridir. Böyle aslında, daha erken de yapılabilirdi, bundan on yıl önce de odaklanıp yapabilirdim ama yapmadım, tembellik ya da başka şeylere yoğunlaşmaktan.
Baş kahraman ya da anlatıcı hemen her öyküde kadın. İstisnai durumlarda da gene kadının odakta durduğunu görüyoruz. Dosya bütününde bu özellikle hedeflediğin bir şey miydi?
Evet, kadınlar olsun istedim. İkinci dosyada da yaşlılara odaklanan, unutulmuş, bir köşede kalmış ama bazen de çok büyük olaylara girebilen yaşlıları yazmaya çalışıyorum. Burada da kadınlar olsun istedim ama mesela Remzi Bey’i Evlendirmek öyküsünde yoktu. Hatta Beautiful Tango’da da asıl karakter erkekmiş gibi görünse de aslında kadındır. Hatta onu çıkarmayı düşünmüştüm. Yayınevi almak istedi. Tamamen kadın öyküleri etiketinde değil ama kadınları anlatan bir kitap olsun istedim. Bir de hastane günlükleri yazıyorum şimdi.
Benim bu kitapta özellikle dikkatimi çeken şeylerden biri, kadın cinselliği gibi çekinilen alanlarda rahat gezinmen. Duygusunu döküp saçmadan veren, cesurca kurgulanmış metinler olduğunu düşünüyorum. Karakterlerin de çok güçlü biçimde okurun zihninde canlanıyor. Yapıp ettiklerinde karmaşık duyguları bir arada yaşıyorlar biraz ve son adımda sanki bir tökezleme görülüyor. Durumu değiştirmektense mevcut alan içinde soluk alma eylemlerini deniyor gibi göründüler, oysa ki farkındalar. O son eylemden alıkoyan nedir diye sorsam…
İnsanlar radikal değişimlerden korkuyorlar diye düşünüyorum. Belki benim karakterlerim korkuyor, bilmiyorum. Büyük değişimlere giremiyorlar ya da başa gelmişi kabulleniyorlar, aslına bakarsan bir çabaları var. Kitabın kapağını da o yüzden beğenmemiştim ben, solgun kurumuş gül yapraklarını. Benim kahramanlar hiç böyle nahif tipler değiller, başaramamış olabilirler ama çaba gösteriyorlar. Aile Sofrası’nda karakter sonunda reçel tabağını dışarı fırlatıyor, yapabileceği bu. Bir yandan yapamayacaklarını düşünüp kendim onları sakatlamış olabilirim. Mesela bir türlü aşağı inip madamla dertleşemez kahraman, ne oluyor kardeşim, kendi derdini de anlatamaz. Hep düşünür ve bunu bir türlü söyleyemez. Aslında büyük hareketler de değiller, niye yapmıyorlar bilmiyorum. Belki bu değişimden korkuyorlardır çünkü sonunda bir değişim gerektirir bu yapacakları işler. Bir tanesi kuşları öldürüyor, oysa derdi kocasıyla. Bir mesleği var, bırakıp gitse hayatını idame edebilir, böyle saçmalıklara başvuruyor. Ben insanın her daim zaafları olduğunu ve büyük adımları atmaktan çekindiğini düşünüyorum. Belki de kendim böyleyim, o yüzden karakterlere yansıtıyorum. Arzu ediyorum onlara bir şeyler yaptırmayı ama bir yerden sonra tam hareketi yapmıyorlar.
“Anında yalan uydurmayı öyle seviyordum ki. Yazıya dökersen bu huyun iyi bir şeye dönüşür, diyordu Abdullah amca” diyor karakter son öyküde. Kurgu ne kadar bütünüyle uydurma diyebileceğimiz bir şey? Atmosferin kurulmasında ortamı ya da oraya ait insanı tanımanın katkısı nedir? Senin de doktorluğunun, geçtiğin mahallelerin, değdiğin insanların metne sızdığını, tecrübe ettiklerinden süzdüğün karakterlerle öyküyü ördüğünü görüyoruz. Metnin okuru kolayca kavramasında sanırım bunun da etkisi vardır. Kurgu nasıl tetikleniyor, tanıdık ortamdan mı canlanıyor, daha hâkim hissetmekle mi ilgili?
Bence muhakkak merak ve geniş bir perspektiften olaylara bakabilmek lazım yazabilmek için. Yanınızda olup bitene bana ne dediğinizde onunla ilgili bir şey yazmak, ona dair kurgu oluşturmak imkânsız. Ne dolaşıyor ki bu topraklarda diye düşünmek lazım. Yalan söyleyen çocuklara öyküler yazdırıldığını görmüştüm intörn dönemimde, çok ilginç gelmişti, bunu unutmadım. Dediler ki, bu bir tür terapidir, çünkü çocuk çok yaratıcı ve yalanlar uyduruyor, bunu cezalandırmak değil, kanalize etmek lazım. O süreç benim çok hoşuma gitti. Yıllar geçti, yer etmiş ki yazdığım hikâyeye ekledim. Biz de yalandan dünyalar oluşturuyoruz, bunların içine insanlar koyuyoruz ama tamamen zihnimizde olup biten şeyler değil tabii; gördüğümüz, yaşadığımız, bize değen, dikkatimizi çeken şeyler. Ben mesela bir kafede oturup saatlerce insanları seyrederim, hiçbir şey yapmadan. Şimdi mesela üniversitede okuyan oğluma bakıyorum, bu ileride nasıl bir şey yazar, hiç merak etmiyor, önünde tablet, orada yaşıyor. Belki onların da edebiyatı farklı olacak. Karakter bazen saçını nasıl karıştırdığından yol alıyor, kurgunun çok büyük bir kısmının merak ve gözlemden kaynaklandığına inanıyorum ben. Tabii bu karakter yaratmada çok önemli ama olay örgüsünü kurmak da çok ayrı bir iş. Bildiğim ortamlar, örneğin hastane benim oyun alanım, bazı alanları hiç bilmiyorum, bunları çalışmak gerekiyor. Örneğin güney doğu öyküsü yazamam herhalde, onları çok iyi yazanlar var.
Öyküler arasında hikâyenin değişime uğradıkları da sanırım vardır. Kitaptaki en eski öykü ne zamana ait?
Aslında 2012’de yayınlanmış Samuray Atına Binip Gittiğinde öyküm var. Gerçekten öykü yazdım hissini yaşadığım ilk öyküm oydu, onu ben kitabın nüvesi gibi görüyorum. Aslında insanlar okuduğunda ondan çok bahsetmedi, ilgilerini o kadar çekmedi, orada iki kız arkadaşın kader birlikteliğini anlatıyorum, kanserli bir kadının nasıl tedavi olduğunun aşamaları değil, aslında hayatı paylaşmışlar ve ölümü de paylaşıyorlar bir yerde. Hâlâ da tüylerim ürperir kendim yazmamışım gibi, o karakterler gerçekmiş gibi. O benim için çok kilit bir öykü, bir de Madam var tabii.
Karakter yaratma kısmını sormak istiyorum, öykülerinde en çok öne çıkan öğe de bu gibi görünüyor.
Benim için karakterler esas. Çok sıcak hissedemezsem anlatıya giremiyorum. Herhalde kendim böyle olduğum için. Karakter üzerine çok düşünüyorum. İsmail dans edecek Seniha Hanım’ın önünde, onlarca zenne seyrettim çünkü İsmail’i anlamam lazım, hem küçük düşürmemem lazım, hem şefkatle yaklaşmalıyım ama bir yandan da beceremesin, amatör çünkü. Bir yandan da bir şeyler yapabilsin istiyorum. Aynı öyküde Seniha Hanım fotoğraflara nasıl bakar diyorum. Bir hareket için uzun uzun düşünüyorum. Bunu çok seviyorum. O zaman da belki öykünün önüne geçiyordur karakter, bilmiyorum ama karakterler hatırlansın isterim hep.
‘Eskisi Gibi Olabilecek Miyiz Madam’daki gibi, “Davet etselerdi anlatacak ne çok şeyim vardı. Soracak sorum da… Ama sormazdım elbette. O zaman ben anlatırdım,” diyor karakter. Komşular ve merak konusunu sormak isterim. Komşular da tekrarlı olarak gözetlenen rolünde dahil oluyorlar öykülere. İzleyenin değme çabası, anlama ve bir yandan anlatma arzusu. Buna dair ne söylemek istersin?
Sevindim fark edilmesine, buna ilk değinen sensin. Çok isteyerek yaptım, birilerinin de ilgisini çeker diye düşünmüştüm. Mesela balkon benim hayatımda çok hayatidir, evden kaçtığım bir yer gibi gelir. Perde diktirmedim ev için, yıllar oldu. Bundan ötürü eşimle papaz olduk. Mümkün olsa hepimiz açık koca bir alanda yaşayalım isterim, bir köşemiz küçük bir alanımız olsun, istediğimiz zaman yalnız kalma hakkımıza da saygı duyularak. Ama hep beraber yaşayalım isterim. O yüzden etrafı da çok merak ederim, karşıya kim taşınmış, ne yapmış. Evde kutunun içinde tek başına yaşanan ortamlar beni geriyor. Bizim evde hep misafir olurdu, beş kişiyiz ama hiç beş tabak hatırlamıyorum sofrada. Birileri gider, birileri gelir, bazen derdim ki, anne Allah aşkına bir kere de şu kapıları kapatıp kendimiz oturalım. Sonra ben de öyle oldum. Komşularımla tanışırım bir yere ilk gittiğimde. Eskiden çok meraklıydım. Hatta dürbünüm de vardı, şimdi bakmıyorum :). Hatta şimdi ihtiyar bir teyze yazıyorum, kendimin ihtiyarlamış hali, kimsesi yok, dürbünle evleri seyrediyor. Belki yazar olmanın bir yanı, yazarsak eğer, başkalarının hayatlarını da merak ediyorsun. Benim karakterlerim de hep öyle merak ederler, balkondadırlar. Balkonun bir kısmı hava almaksa kendini de açmak. Kendim de orada rahatımdır. Bir de yabancıya kendimizi anlatmak daha kolay oluyor galiba bazen.
Yazmayla yetenek arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsun? İyi metin için niyet ve çok okumak, çalışmak yeterli mi, herkes yazabilir mi?
Benden on kat fazla okuyan, üslûba meraklı, metin üzerinde çok uzun çalışan birinin yazdıklarının duygusu geçmeyeceği gibi bazen biri geliyor paldır küldür yazıyor ama çok etkileyici, duygusu sana olduğu gibi geçiyor. Ben bu yeteneğin nasıl tanımlanacağını bilmiyorum ama bazı insanların eli güzel olur hani, aynı tarifle yemeği sen de yaparsın ama öyle olmaz ya, işte bazı insanların da kalemi daha lezzetli. Neden oluyor, nasıl oluyor, onu bilmiyorum. Bir kere yeteneğin sosyal iletişimle geliştiğine inanıyorum. Çok insan tanıyacaksın, çok hayata gireceksin, başından çok iş geçecek, şahit olmaktan bahsediyorum. İnsanın bir apartman katında oturup hayatın kenarında durarak iyi yazabileceğini düşünmüyorum. Diğeri yetenek midir bilmiyorum, gelişen de bir şey. İçinde yoğrularak, çok okuyarak dilin gelişir tabii.
Novellaya rahatlıkla yürüyebilir öyküler de var kitapta, Abdullah Aşçı’yı Aramak gibi. Bir söyleşinde metnini şiire en yakın hale getirebilme istediğinden bahsettiğini hatırlıyorum. Bunu biraz açar mısın?
Başlangıçta çok çok uzun yazıyordum. Sıkı bir Alice Munro okuruydum, onun gibi yazmaya çalışıyordum, öyle yazıyordum. Sonra asıl yeteneğin az kelimeyle çok şey anlatmak olduğunu keşfettim. Bu yaşta mı keşfettin diyebilir insanlar, ben biraz geç keşfettim ama anlatmanın sapkınlığından kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Başladın mı delirmiş gibi anlatabilirsin. Çok az anlatarak karşındakine hah budur duygusunu vermek önemli. Özellikle yabancı yazarlarda çok görüyorum, kuru da olmadan. Şiir duygu yüklüdür, birkaç dizeyle sana dünyaları bahşeder, bunu öyküde yapabilmek çok iyi olurdu, o aşamaya gelebilir miyim bilmiyorum. Sait Faik öyle yazmış. Murathan Mungan’ı çok severim, bazen tek bir cümle söylüyor, on paragraf anlatacak şeyi tek cümleyle bitiriyor, o yetkinliğe gelmeyi çok isterim. Çok yazmak, çok çalışmak da gerekiyor. Ben de çabalıyorum diyeyim.
Aile meselesi önemli yer tutuyor senin öykülerinde. Ailenin o son eylemi ketleyen bir iktidar temsili olabileceğini düşündüm bazı yerlerde. Hikâyeleştirmede malzeme olarak bunun senin için önemini sormak isterim.
Ailenin çok önemli olduğunu düşünüyorum, bizi biz yapan o. Genetik materyalimiz var, tamam ama yetiştiğimiz ortamlar önemli. Anne baba travması ömür boyu atlatılamayabilir, kardeşler sana destek olabileceği gibi yük de olabilir. Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’da da geçer, “Belli ki çocukluk anlatılması en kolay yaşam dilimiydi. Ama yaşanmasının kolay olduğu söylenemezdi.” Aile ilişkilerini çok didiklerim, kim kime ne yapıyor, bir sözün altında kaç anlam yatıyor, bir de/da ekinin bile çocuğu nasıl hırpalayabileceğini biliyoruz. Aile bazen cehennem de olabilir. Çok şahane biçimde seni koruyup yükseltebilir de. Ben 34 yaşında çocuk sahibi oldum, dedim ki olgunlaşayım, hayattan beklentilerimi bir miktar tamamlayayım, şu da içimde kaldı duygusunu ona yansıtmaktan korktum. Çocuk sahibi olmak çok büyük sorumluluk. Ben ailenin insanın kendi celladı olabileceğini düşündüğüm için illa ki bir yerinden dokundururum, ya babadır, ya annedir ya da ailede bir büyüktür. Benim açımdan çok önemli bir konu. Gene aile ile ilgili iki konu var aklımda, yazmak istiyorum ama gerçekten zaman gerektiriyor. Öyküye sığması zor, novella olabilecek şeyler.
Yazılamayacak, kendine oto sansür uygulayarak caydığın herhangi bir konu oldu mu, her şeyi yazabilir misin?
Olmadı herhalde. Çok acayip bir konu vardı, bir annenin erkek çocuğuna yaptığı bir şeyle alakalı, daha bebekti. Sonra çok düşündüm, bunu yazmak lazım. Ama kendi içerisinde dokuya oturtamadım, yoksa hep aklımdadır. Kendi oğluna bunu yapar mı diyorsun. İnsan her şeyi yapabilir ve her şey de yazılabilir, sonra kötü amaçla kullanılır mı diye düşündüğüm bir şey olmuyor açıkçası ama en acıtıcı olayları rahatsız edici şeyleri bile öyle yazabiliriz ki, karşımızdaki ne demek istediğimizi anlar ama yazdığımız içini kanırtmaz. Duygu pornografisine kaçmadan, doğru anlatım tekniğiyle konunun içine yedirebilmek lazım. Yoksa öyle sansürleyeceğim bir şey yok.
Başında, erkekler için aydınlatıcı bilgiler var dedik. Buket Arbatlı olarak sorsam, kadınlara bir tavsiyen olur mu, erkeklere neler anlatılmaz?
Kadınlara şunu tavsiye ederim, kendim genç yaşta yapmadım, belki birileri bana ön ayak olsaydı, daha farklı bir hayat yaşardım kendimce, benzer şartlarda olsa da. Kadın önceliği kendisine vermeli, her daim kendisini arka plana atıyor. Ne anne olsun, ne eş olsun, ne de bir babanın kızı olsun. Bu çok klişe olabilir ama kendine ait bir dünya yaratabilme, kendine yaşam alanı oluşturabilme kısmı çok önemli. Kendini çocuğa adamak, iş, kariyer... Soruyorum şimdi, Buket nerede bunun sonunda. İş dediğin nedir, para kazanıyorsun, başarı duygusu tatmin de veriyor ama sana kalan bir şey değil, bir yıldan sonra bırakıyorsun, emekli oluyorsun. Çocuk da gidecek. 1990’da bıraktım yazmayı, 2010’da yeniden yazmaya başladım. Herkese diyorum, önce kendi dünyanı yarat orası sana ait olsun, orada ne oluyorsa kimseye anlatma. Ben çok gevezeyimdir, hemen anlatırım, ama aslında kendine ait sırları olması lazım insanın. Kadınların sadece erkeklere değil, kimseye anlatmadıkları sırları olmalı. Uçağın kara kutusu gibi bir şey. Bunların karanlık şeyler olması gerekmiyor. Sana ait, hobi de olabilir, spor da olabilir, kitap da olabilir. Bunu yapmıyoruz ve hayatımızı başkalarına çok fazla açıyoruz.
İlk kitabın günahı olmaz dense de ilk kitap da kitaptır ve her kitap edebiyatta sırasız değerlendiriliyor, Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’da iyi öyküler okuduk, yolu açık olsun. Sorularımı yanıtladığın için de ayrıca teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
KÜNYE: Erkeklere Her Şey Anlatılmaz, Buket Arbatlı, Sel Yayıncılık, 2020, 141 Sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Batsın bu dünya, biz yeniden kurarız
“Bu limanda görebileceğinin en kötüsünü gördüğünü, hiçbir şeyin o fırtınanın zalimliğiyle boy ölçüşemeyeceğini düşünmüştü. Şimdi anlıyor kötülüğün yalnızca orada suların içinde olduğunu sanmak meğer ne kadar aptalcaymış. Kötülük buradaydı, aralarındaydı, iki bacağının üstünde yürüyor, insan diliyle hükümler veriyordu.”
07-03-2021 11:02

Berna Metin
Romanımızın başlangıç tarihi 24 Aralık 1617. Mekânımız Norveç’in kuzeydoğusunda küçücük bir ada, Kadınlar Adası. İsmi hep böyle değildi. Eskiden Vardo denilen bu ada şimdi üzerinde sadece kadınlar yaşadığı için bu yeni adıyla anılıyor. 17. yüzyılın başlarındayız, Norveç ve Danimarka henüz tek bir ülke ve her çağda olduğu gibi bu çağda da akıllara kazınıp tarihte iz bırakma derdine düşmüş bir kral tarafından yönetiliyor. 59 yıl boyunca hüküm süren iktidarında kanlı zaferler kazanmış olsa da Kral IV.Christian unutulmaz olma umudunu günden güne yitiriyor. Böyle durumları alt etmek için akla gelen ilk ihtimal hep bir düşman yaratmaktır. Çok değil günümüzden 4 yüzyıl önce olsa da “erkek siyaseti” pek de yol alabilmiş görünmüyor ve Kral IV.Christian o düşmanı “cadı”lar olarak seçiyor. Yani kadınlar, çoğunlukla kadınlar…
“Kocalarının topraklarına sahip olmak ve onlara karşı üstünlük sağlamak için fırtınayı çağırdılar.”
Norveç’in kuzeydoğusundaki bu küçük adada halkın tek geçim kaynağı balıkçılıktır. Kadınlar ağ örer, ağ yamalar, tek odalı ve asla güneşi göremedikleri pencerelerinde erkeklerin balıktan dönmelerini bekler. Büyük fırtınanın çıktığı tarihe kadar böyledir en azından. Adanın tüm erkekleri balık avındayken şimdiye dek kimsenin şahit olmadığı bir fırtına yaşanır. Denizden bir el çıkmış da tekneyi alabora etmiş gibidir, teknedeki tüm erkekleri öldürmek için sessiz bir şarkı söylenmiş gibidir, bu bir hava olayı değil Vardo Adası’nı erkeksiz bırakmak için özellikle yapılmış gibidir, bu olsa olsa bir cadının işidir.
Kadınlar Adası, işte bu büyük fırtınanın yaşandığı 24 Aralık 1617’den sonraki kısacık dönemi anlatıyor. Adanın neredeyse tüm erkekleri fırtınada ölmüştür ve adadaki kadınların hayatta kalma mücadelesi böylece başlar. Yazar Hargrave, Kadınlar Adası için “neden ve nasıl öldükleri onları tanımlar hale gelmeden önce, insanlar ve nasıl yaşadıklarıyla ilgili…” diyor.
Bu soğuk adada hiçbir hayali olmadan yaşayan Maren, büyük fırtınada nişanlısını, kardeşini ve babasını kaybeder. Aslında adadaki her kadın tanıdığı bir erkeği kaybetmiştir. Büyük fırtına ardından büyük bir yas ve kaos getirir. Çağlar boyu ağ gibi örülmüş geleneklere ve kalbe işleyen inançlara göre kadınlar ne kadar zorlu işlerde çalışırsa çalışsınlar asla pantolon giyemez ve balığa çıkamazlar. Ucunda açlıktan ölmek bile olsa iktidar kadınların bu kurallara koşulsuz uymasını talep eder. Tek dertleri karınlarını doyurmak yani hayatta kalmaya çalışmak olan kadınlar ise bu geleneklere uymayı reddederler. Elbette adanın tüm kadınları değil, cesareti ve kendine inancı olanlar üstlenirler çağa başkaldıran bu görevleri. Hikâye böyle devam etseydi mutlu sonlu bir masal olabilirdi. Tıpkı Hargrave’in yazdığı ve onu prestijli ödüllere kavuşturan diğer anlatıları gibi. Ama bu hikâye bir başkaldırı anlatısı, erkek iktidara yöneltilen bir başkaldırı…
“- Sen cadı değilsin.
- Ne olduğum değil, onların ne olduğuma inandığı önemli.”
Kadınların başkaldırısına, cadı avıyla karşılık verilir. Rüzgar tılsımcılığı ve büyücülük yaptıkları gerekçesiyle kadınlar, kralın emri doğrultusunda yakılarak öldürülmeye başlanır. Tutulan mahkeme kayıtlarına bakılırsa fırtına sonrası o bölgede doksan bir insan ölüme gönderildi, bunların on dördü erkek, yetmiş yedisi kadındı. Mahkeme, elli iki cadılık duruşması yönetti ve bunların tümü ölümle sonuçlandı.
Fark ettiğim şu ki, 17. yüzyıl ve sonrasında “baş edilemeyen” kadına “cadı” damgası vurmak ve infazını istemek epey sıradanlaşmış. Kadınlar Adası’nda anlatılan hikâye ile günümüz arasında bağ kurmak çok da zorlayıcı değil. Bu romanda güzel olan da bu. Adada yaşayan umutsuz Maren’e el uzatıp onu iyileştiren, cadı mahkemelerinin yargıcı Absalom’un eşi Ursa idi. “Kadın kadının her çağda yurdudur” dersem yanılmış olmam.
Kadınlar Adası tarihten aldığı ilham ve kadınlardan aldığı güçle unutulmayacak bir hikâye anlatıyor. Norveç ve Danimarka bugün ayrı ayrı birer ülke, her ikisi de kadın başbakanlar tarafından yönetiliyor. 17. yüzyılda yakılan o cadıların torunları tarafından…
KÜNYE: Kadınlar Adası, Kiran Millwood Hargrave, çeviri: Anıl Ceren Altunkanat, İthaki Yayınları, Şubat 2021, 316 sayfa
SÖYLEŞİ | Taşlar yerinden oynarken çocuklara ve doğaya sarılmak
"Ağaçlı Gül ve Hayal" Berna Durmaz'ın kaleminden çıkıp raflarda yerini alırken sadece çocuklara değil yetişkinlere de sesleniyor: Doğanın sesini duyun, çocuklara inanın ve taşları yerinden oynatın!
07-03-2021 02:51

Selda Salman
Günlük yaşamın kalabalığında, şehirlerin kimsesizliğinde ve o korkunç sessizliğin gürültüsünde adımlarımızı atıyoruz. Yaşam, görüp duyduklarımız ve farkına vardıklarımızın çok ötesinde bir yerlerde bizleri karşılarken çoğu zaman da savrulup gidiyoruz. Bu savruluşun salt bireysel yaşamlarımızla ilgili olmadığını bilmekle birlikte içinden geçip giderek vardığımız birçok noktanın öznesiyiz. "Ağaçlı Gül ve Hayal"de kalabalığın, eşitsizliğin ve olanaksızlığın yollarından geçen "Hayal" herkesin duyduğunu fakat yok saydığı sesin farkına vardığında ve bu farkındalık ile birlikte başka yollar açtığını gözlemliyoruz.
Berna Durmaz doğanın sesini, çocukların farkındalıklarını, dostluğu, çamurlu mahallelerin çocuklarını, fırsat eşitsizliğini ve şehirlerde birbirine geçen yaşamları anlatıyor bizlere. Sayfalar akıp giderken aslında yanından geçip gittiğimiz, bildiğimiz fakat "Tek başımıza ne yapabiliriz?" sorusuyla yolumuza devam ettiğimiz hayatlarda bizleri ve elbette çocukları birer özne haline getiriyor. Ardından ise bu öznelerin birbiriyle temasını anlatıyor bizlere.
Umudun, dostluğun ve cesaretin taşları yerinden oynatacağı gücün varlığını okuyucuların sayfalarına diziyor...
Kitabın yazarı Berna Durmaz ile doğanın çığlıklarını duyanları, yan yana olmaktan güç alanları ve çocuklara dair inancı konuştuk...
Gül Nine’nin anlattığı masalda taşlar yerinden oynuyor ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Sizce yaşamın hangi noktasında ne olursa o taşlar yerinden oynamış oluyor?
Masal deyip geçmemek gerek. Gül Nine’nin çocuklara anlattığı masal, bütün bir insanlık tarihi boyunca insanın doğayla ilişkisinin nasıl olduğunu gösteriyor aslında. Masalın kahramanı olan Hinoğlan dün olduğu gibi bugün de işbaşında. Ormanı talan eden, hayvanların kürkünü canlı canlı soyan, suyu, toprağı bilinçsizce kullanıp tüketen bir canlı türünden söz ediliyor o masalda. Bütün bu ve daha saymadığım insan faaliyetleri sonucunda gezegenimizin; hayvanı, insanı ve bitki örtüsüyle karşı karşıya kaldığı tehlikelerin, doğal felaketlerin nedenleri bir masal aracılığıyla okur çocuklara da anlatılmış oluyor böylece. Taşın yerinden oynaması makro ve mikro ölçekli tüm canlılığın dengesinin bozulmasından başka bir şey değil. Yere gömülü taşı kaldırmak, aşırı şehirleşme yüzünden karbon salınımının artması demek; küresel ısınma yüzünden buzulların erimesi demek. Yani insanın dünya üzerindeki faaliyetleri yüzünden ekolojik dengenin bozulmuş olması demek. Dünyanın dengesi bozuldu derken bunları anlatmış oluyor masal.
Romanda geçmişin doğayla buluşmasına ve gelecek kaygısının yine kendini doğanın kollarında onarmasına rastlıyoruz. Zamanın her türlü boyutunu doğayla sarabilmenin yolu bugün sizce nasıl gerçek olur?
Bugün geldiğimiz noktada her zaman olduğundan çok daha fazla sığınmak gerekiyor doğaya. Hem onu onarmak hem de insanın doğaya yabancılaşmasının getirdiği kopukluğu aşma amacıyla bizim için de gerekli bu. Bilinçli bir yakınlaşmadan söz ediyorum elbette. Farkında olarak veya olmayarak verdiğimiz zararların onarılmaya başlanması aslında kendi içimizde açılan boşluğun doldurulması anlamına geliyor. Varlığımızı doğanın dışında bir yerde konumlandırmadan, kendimizi onun üstünde-onu da emrimizde saymadan ortak ve eşitlikçi bir yaklaşımın yollarını aramamız, o yolları bulmamız geleceğimizi ve dünyanın seyrini değiştirecektir. İnsanlık olarak yaşadığımız zamanda modernleşmenin, gelişen teknolojilerin, bilimde gelinen son aşamaların toplumların ve bireylerin hayatlarını hep daha iyiye götürdüğünü düşünüyoruz. Bu gelişmelerin hayatlarımızı kolaylaştırdığı su götürmez elbette ama sanki bunlar bu çağdaş medeniyetimizin parlatılmış ön yüzü. Bir de gölgede kalan, aksayan bir tarafı var ve o gölge yüzü de insan hayatlarını en az öteki yüzü kadar etkiliyor. Ama bu defa olumsuz yönde. İstiyoruz ki dönüp o olumsuzluklar da görülsün ve düzeltilsin. Şehirler büyürken ormanlar talan edilmesin, enerji elde etmenin doğayla uyumlu olanı tercih edilsin. Aksayan taraf bu. Bütün insanları ve ağacı, hayvanıyla bütün bir dünyayla barışık bir gelişme gerçek bir gelişme olur ancak.
Kitapta olumlu ebeveyn-çocuk iletişim örneklerine rastlamakla birlikte olumsuz örneklere de yer vermişsiniz. Kekeme olan Ertan ile babasının iletişimsizliği ve bu iletişimsizliğin Ertan’da açtığı yaralara sayfalarda gezinirken oldukça hüzünlü bir biçimde rastlıyoruz. Bir yandan da Ertan’ın babasının iletişimsiz hale gelişine dair de bir süreç gözlemliyoruz. Yaşamın zorlu taraflarıyla baş etmeye çalışan yetişkinler kendi hayatlarında bu noktaya gelmemek için neler yapabilir?
İnsanın şehirde sıkışıp kaldığı sorunlarla boğuşurken en yakınlarıyla bile iletişimsizlik girdabına kapılmaması çok zor. Şehir insanı yalnız diyoruz ya sorunlarını çözmede de yalnız bırakılmış durumda. Tek başına altından kalkamayacağı sorunları gidermenin yolları bulunmalı. Bu bir sistem sorunu. Önce kronikleşen sorunlar çözülmeli ama gerçekten insandan yana olan çözümler olmalı bunlar. Bunun nasıl olacağını bir reçete gibi benim sıralamam çok zor. Ben sadece gördüklerimi resmediyorum.Beni bir yazar olarak ilgilendiren bütün bu aksamaların, olumsuzlukların insan hikâyelerini biçimlendiriyor olması. Bu durumlar hepimizin hayatına dokunuyor ve dokunduğu yerleri yaralıyor. Ben de açılan o yaraların sızını derinden duyduğum için bunları yazabiliyorum.
Gül Nine, diğer bir adıyla Ağaçlı Gül’ün sadece geçmişi temsil etmediğini hissediyoruz. Ne kadar yaşlı ve yorgun olursa olsun, geçmişten aldığı güçle içinde umudu barındırıyor diyebilir miyiz? Yorgun ve yaşlı olmak aynı zamanda umutlu olmayı beraberinde nasıl getirir?
Gül Nine hastalığı ve yaşlılığı nedeniyle durduğu tepeden karşıdaki ormana gidemiyor olabilir ama her gece ormandan gelen sesi yüreğiyle, dimdik duruşuyla karşılıyor. Yılmadan sessiz, pasif bir direniş var Gül Nine’de. Ağaçlarını emanet ettiği torunu Hayal’e, Hinoğlan masalını anlattığı mahallenin çocuklarına inancı, güveni tam. Kısacası umudu onlarda, yani gelecek nesilde. Çocuklar ninelerinin olmalarını beklediği gibi hareket ediyor zaten. Selim’in ve Hayal’in ağaçlara dokunuşlarında, bütün bir doğayı koruma, onu Hinoğlanlar’dan kurtarma sözü var. Ertan’ın ve Akın’ın da kesilen ağaçlar için yüreklerinin sızlaması boşuna değil. O ince sızıdan başlayacak doğamız için kurtuluş umudu. Gül Nine bu umudu taşıyor.
Hayal ilk sayfalarda şehirle tanışırken artan gürültüyle birlikte sessizleşen insanlara ve aynı zamanda da geriden gelen sürekli sesin vurgusuna rastlıyoruz. Herkesin duyduğu fakat bu sesin varlığını görmezden geldiği sürekli ses… Tüm bu değişim, kalabalık ve karmaşıklığın ortasında doğa gerçekten kitapta olduğu gibi bize çığlığını duyurabiliyor mu? Ve insanlar bu çığlığın ne kadarını duyuyor?
Doğa çığlığını duyurmasaydı ağaçlara sarılan gençler, iş makinelerinin önünde duran köylü kadınlar olur muydu bu ülkede? Yazarların kulağı çok daha çabuk dikkat kesilir çevreden gelen seslere. Doğanın çığlığı, romanlara, öykülere konu olmaya başladıysa o çığlığı birileri duymuş, yazmış; birileri okuyacak ve onlar da duyacak demektir. Böyle böyle yayılacak o ses ve sonunda herkes duyacak. Bu sesin bize ne anlattığına gelince insanı, hayvanı ve bitkisiyle biz canlılar bir arada, havayı, suyu, toprağı yok etmeden yaşamayı öğrenmeliyiz. Önce bize çok eski zamandan bu yana dayatılmış olan, insanın dünyanın efendisi olduğu düşüncesinden kurtulmalıyız. İnsanlık olarak hepimizin doğaya bakışımızı değiştirmemizin vakti geldi mi? İklim krizi ve onun getireceği birçok sorun kapıdayken artık bu olmalı. Artık doğaya bize sunduğu faydalar çerçevesinden bakmayı bırakmalıyız. Ona yakın olmak da değil sözünü etmemiz gereken. Doğanın bir parçası olduğumuzun farkında olmak. İnsan merkezci anlayışın yani insanın her şeyden üstün olduğu; doğadaki her şeyin-hayvanın, ağacın-onun hizmetinde olduğu düşüncesini terk edebilsek keşke. Bu hepimiz için, bütün bir dünya için çok iyi olurdu. Bu anlayış dönüşümü, bu çağrıyı duyarak, üstünde düşünerek ve bu duyarlılıkla yazılmış romanları, öyküleri okuyarak olacak diye düşünüyorum.
Kitapta olaylar akıp giderken en sık rastladığımız şeylerden biri de olaylar akışındaki farkındalık noktalarında hep çocuklara rastlıyoruz. Buradan hareketle, yaşam devam ederken çocukların farkındalıkla ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Çocukların bize göre çok daha güçlü algıları var. Sorunu net görüyor, çözmek için cesaretle harekete geçiyorlar. Büyüdükçe bizim yanlışlarımızı devralmak istemiyorlar. Kendilerine verilenlerle yetinmiyor, tıpkı bizim şu an yaptığımız gibi otomatik olarak kabul etmiyorlar. Onlar yerleşik olanı kırma cesareti gösteren, farklılığını korkmadan ortaya koyabilen, daha önce yapılmamışı yapacak olanlar. Bizi geleceğe onlar taşıyacak. Ne yazık ki biz yetişkinlerin kurdukları sistemler, anlayışsızlıklar, hoşgörüsüzlükler onların önüne bir duvar gibi dikilecek. En başta eğitim sistemimizdeki aksaklıklar, fırsat eşitsizlikleri onların ayaklarına zincirler bağlayacak. Bunun dışına çıkabilenler olacak. Mutlaka olacak. Bütün engellere, kısıtlamalara, zorluklara rağmen olacak. Gerçek ilerleme de onlarla birlikte olacak.
Yerinden oynayan taşlardan bahsetmiştik. Doğanın kendi taşlarını oynattığı ve artık kimsenin bunu görmezden gelemeyeceği noktada sizce bizleri neler bekliyor?
Bu, bizlerle birlikte birçok türün yok olması anlamına geliyor. Dünya ne kadar çalkalansa da sonunda dengesini bulacak ve yoluna biz olmadan devam edecek. Bizim için bir felaket senaryosu halini alabilir bu durum ama dünya için bir felaket değil. Yeni şartlarında başka konuklara ev sahipliği yapmaya devam edecektir. Milyarlarca yıldır olduğu gibi.
Taşları yerinden oynatmaktan fazlasıyla bahsettik... Peki siz yazmaya başladığınızdan beri, çocuklar için yazarken ‘’taşları yerinden oynatacağız’’ hissine kapılıyor musunuz? Ya da taşları yerinden oynatmak için yazdığınız oluyor mu?
Ben küçük bir kitaba içimden geçen büyük büyük meseleleri sığdırmaya çalıştım ve üstelik bunu da genç yaştakiler için yaptım ilk kez. Ama biliyorum ki onların algıları, bakışları ve yürekleri biz yetişkinlerden daha büyük. O yüzden de bu meseleleri ve daha fazlasını onlar rahatlıkla okuyacak, anlayacaklar. Taşları yerinden oynatmayı, kitaptaki masalda geçtiği anlamında değil de yerleşik olanı değiştirmek, yerine farklıyı, yeniyi koymak diye düşünürsek Ağaçlı Gül Ve Hayal’de bunu yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Önce çocukların ve illaki bizlerin doğaya bakışımızı sorgulatmak, yanlışlarımızla yüzleşmemizi sağlamak… Bu kadarını bile yapabilsek taşlar yerinden oynayacaktır mutlaka.
KÜNYE: Ağaçlı Gül ve Hayal, Berna Durmaz, Günışığı Kitaplığı, 2021,108 Sayfa.
Vitrin | 8 Mart'a giderken: Çocuklar dünyayı tersine çevirecek!
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşırken, çocuklar için toplumsal cinsiyet eşitliğini temel alan, bu eşitliğin nasıl mümkün olabileceğini onlara sezdiren ve gösteren kitapları derledik. Keyifli okumalar...
07-03-2021 02:41

Eşit,adil ve özgür bir yaşam adına; toplumsal cinsiyet eşitliğinin salt sözde değil, yaşamlarımızın her alanında görmek ve hissetmek umuduyla her adımımızı atarken, bahsettiğimiz tablonun gerçek olabilmesi adına birçok yol var elbette. Bunlardan bir tanesi de bahsettiğimiz toplumsal cinsiyet eşitliğini çocukların dünyasında gerçek anlamda var edebilmek.
Anımsıyoruz, unutmuyoruz; birbirimize hatırlatıyor ve birbirimize sarılıyoruz.
Tüm bu kucaklaşmaların bir köşesinde de edebiyatın ve kelimelerin vazgeçilemez gücünün olduğunu biliyoruz.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin, adaletin ve özgürlüğün hüküm sürdüğü ve çocuklarımızın bu yaşamda birer gökkuşağı olacağı zamanların umuduyla...
1. Kız Çocuk Hakları Bildirgesi, Élisabeth Brami, Çev. Burcu Uğuz, YKY, 2017, 27 Sayfa.
2. Kızlar da Yapar Erkekler de Yapar, Sophio Gourion, Çev. Hazel Bilgen, YKY, 2020, 56 Sayfa.
3. Oğlanlar ve Kızlar, Brigitte Labbe- Michel Puech, Günışığı Kitaplığı, Çev. Azade Aslan, 2011, 40 Sayfa.
4. Kül Prensi, ,Babette Cole,Çev. Coşkun Şenkaya, Kuraldışı Yayınları, 2014, 32 Sayfa.
5. Bu Senin Bildiğin Peri Masallarından Değil, Sheri Radford, Çev. Arzu Karacanlar, Güldünya Yayınları, 2016, 64 Sayfa.
6. Kim Demiş Ki Ben Yapamam, Kolektif, Köstebek Yayınevi, 2018, 88 Sayfa.
7. Prensesler Uslu Durmaz, Anna Kemp, Çev. Sima Özkan, Beta Kids,2017, 32 Sayfa.
8. Başka Bir Anne, Sebban Leyla Navari- Sandra Albukrek, Can Çocuk Yayınları, 2011, 36 Sayfa.
9. Annemle Uzayda, Ahmet Büke, Günışığı Kitaplığı, 2017, 44 Sayfa.
10. Özgür, Emily Hughes, Çev.Zeynep Sevde, Taze Kitap, 2018, 33 Sayfa.
Kelimeler ve cümlelerle varoluş
Annie Ernaux; imgeler, fotoğraflar, dönemin gazete ilanları, filmleri, şarkıları ve siyasi gelişmelerinden hareketle toplumun hafızasında yer edinmiş, uçuruma sürüklenmiş bir kuşağın hikâyesini anlatıyor.
07-03-2021 00:12

Şadi Erarslan
Her insan doğar doğmaz, içinde doğduğu kültürün daha önce belirlenmiş gelenek ve görenekleriyle kuşatma altına alınır. Yeni fikirlerin öneminin olmadığı, geleneksel bilgilerin sorgulanmadığı gerçeğiyle yüz yüze kalındığında ise bir yerden sonra gerçeklerimiz haline dönüşür bu. Geleneksel bilgilerin ve adetlerin dışına çıkmak neredeyse imkânsızdır. Sorgulanmaya başlanıldığında ise toplum tarafından dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmak mümkündür. Bu şekilde olması, içinde yaşadığımız kültürün hegemonyası altında olanın ötesine geçmemizi imkânsız kılar. Kendi düşünceleriyle kuşatılmamış her birey yaratıcılıktan düşer, kendini gerçekleştirme imkânı bulamaz.
Annie Emaux’un “Seneler” adlı eseri, toplumun yerleşik ve katı kuralları altında kendi yolunu çizmeye çalışan, bunu yaparken çevresinde olup bitenleri süzgeçten geçirerek yolunu bulmak için gayret gösteren bir kadının portresini çizer. Kadın olmanın insan olmakla eş tutulmadığı dönemlerin ardından tüm insanlığı yeni zorluklar beklemektedir. Sorunlar sadece bununla kalmaz; tüm toplumu etkileyecek kararlar, insanların rızası alınmadan bir grup insanın çıkarına göre düzenlenir. Oy kullanmak için sandığa gitmemiz ve bunun sonucunda bizi temsil edecek kişiye yetki vererek görevlendirdiğimizde ilerde bizim aleyhimize sonuçlanacak bir dizi karara bizzat imza atmış oluyoruz. Bu da bize dayatılan temsili demokrasinin getirdiği oy kullanma hakkının işlevsizliğini gösterir. Tüm bunlara rağmen demokrasi sözcüğü sürekli aşina olduğumuz fakat hiçbir zaman faydasını göremeyeceğimiz bir olgu haline döner. Bu şekilde yönetilen toplumlarda; kadın olmak, genç olmak, işçi olmak bir ıstırap haline gelir. İnsanın çaresizliğinin ayyuka çıktığı, her kesimin kendini ifade etme hakkının elinden alındığı bir topluma dönüşüveririz. Öyle ki bu kesimler birbirini anlamamak için çaba sarf eder. Yazar bunca olumsuzluğun karşısında, umudu yerleştirerek var olmaya çalışmanın başlı başlına umut taşıdığını gösterecektir bize.
Yazar; kadınların ve erkeklerin yan yana yürümekten çekindiği, dünyanın her karış toprağında gerçekleşen katliamları, karneyle verilen yağ, şeker ve hak arayışında olan emekçileri kendini merkeze koymadan ustalıkla biyografisiyle birleştirmeyi başarmıştır. Fırtınalarla geçen yılların hafızalara işlendiği, yeni kuşakların dahi etkilendiği bir boyuta ulaşır duruma gelmiştir. Tam da böyle bir durumda, ailenin dahi çocuklarını anlamadığı bir ortamda büyüyen bir kadının kendi hikâyesini anlatırken toplumun içinde olduğu kargaşayı, umuda sarılarak açıklamaya çalışır. Karamsar bir bakış açısıyla yazılan eser, müdahale edemediğimiz kötü zamanların karşısındaki çaresizliğimizi ifade eder. Belki de yazar bu karamsarlığıyla geçmişte insan hayalini ve insanı yok etmeye çalışan bir grup insanın yaptığını gelecekte de yapmaya çalışacağını bize haber vermek için kullanmıştır. Eserine “Bütün görüntüler yok olup gidecek.” şeklinde başlaması, bizimle başlayıp bizimle biten görüntülerin zamanı geldiğinde yine bizimle yok olacağını haber verir. Zamanı geldiğinde kaybolmaya başlayan görüntüler bizle beraber yok olacak fakat toplum nezdinde var olmaya devam edecektir. Yaptığımız ve yapacağımız her şey ilerde bizden sonraki kuşakların başvuracağı şeyler haline dönüşür. Yazar tüm bunların yıkıcılığını hesaba katarak kendisinden sonraki kuşağa özlem duyduğu dünyayı kendi dönemindeki dünyadan ayırarak anlatmaya koyulur. “Seneler” hem bir kadının bireysel tarihini hem de kolektif tarihi yan yana getirerek bizi farkında olmaya çağırıyor.
Can Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan Annie Emaux’un “Seneler” adlı eseri kişisel tarihini kolektif tarihle buluşturan, karamsar ama bir o kadar toplumun tarihsel belleğine ışık tutan bir yapıt niteliğinde. Annie Ernaux imgeler, fotoğraflar, dönemin gazete ilanları, filmleri, şarkıları ve siyasi gelişmelerden hareketlerle toplumun hafızasında yer edinmiş, uçuruma sürüklenmiş bir kuşağın umut dolu hikâyesini ve hayal kırıklıklarını anlatıyor.
KÜNYE: Seneler, Annie Ernaux, Çev. Siren İdemen, Can Yayınları, 2021, 232 sayfa.
Modern korku çağı
Zapt edilip uslandırılmadıkça özgür olanları güvenliğinden etmek ile özgürlüksüz güvenlik sunmak arasında gidip gelen olumsuz küreselleşmemizin, felaketi kaçılmaz hale getirdiği kehanetinde bulunabiliriz. Bu kehanette bulunmadan ve bunu cidden ele almadan insanlık bunun kaçınılabilir kılınacağına dair pek az umut besleyebilir. Acizleştiren korkuya karşı tedavinin vadedici tek başlangıcı, bunun kökenlerine kadar gidilmesi ve bu köklerin sökülmesi işiyle yüzleşilmesidir. Gelecek yüzyıl nihai felaket vakti olabilir. Ya da entelektüellerle şimdi genel olarak insanlık anlamındaki halk arasında yeni bir sözleşmenin görüşülüp hayata geçirilmesinin vakti de olabilir. Umalım ki bu iki gelecek arasındaki tercih hala bize ait olsun.
07-03-2021 00:12

Ufuk Akkuş
Korkunun tarihi ilk insanın ortaya çıktığı döneme kadar götürülebilir elbette. Doğa olaylarına verilen tepki her bir olaya ilişkin korku ve tapınma nesneleri ortaya çıkarmıştır. Olası felaketlerden kaçınmak için doğa cismi ve olaylarına atfedilen kutsallık ilk çağlarda korkuyla başa çıkma yollarından biri olarak görülebilir. Çok tanrılı bir düşünce biçiminden sonra tek tanrılı dinlere olan yolculuk da insanlığın korkuları ile başa çıkabilme çabası olarak kendi gücünün üzerinde ve güvenilir bir ilahi güce tapınma ihtiyacından kaynaklanmış olmalı. En temel anlamda ölüm korkusu ile somutlanan bu evrensel durum günümüzün modern dünyasında da geçerliliğini sürdürmektedir. Ancak insanlık, çağımızda bu evrensel korkunun yanı sıra pek çok korku biçimi ile karşılaşmakta ve onların üstesinden gelmek için yeni yöntem arayışını sürdürmektedir.
Zygmunt Bauman “Akışkan Korku” adlı kitabında tarih boyunca insanlığı etkileyen korkuların envanterinin izini sürer. Kendi deyimiyle bu kitap, korkuların ortak kaynaklarını arama ve bunları işlemez hale getirme ya da zararsız kılma şekillerini bulmak için cevaptan çok soru bakımından zengin bir teşebbüstür. Başka bir deyişle bu kitap, bir reçete kitabı değil; hareket etmeyi düşünme ve düşünceli bir şekilde hareket etme davetidir. Tek amacı bu yüzyılın çoğunda karşılaşacağımızdan emin olduğumuz görevin korkunçluğu konusunda bizi uyarmaktır. Böylece insanlık yüzyılın sonunu getirebilir ve sonunda başlangıcında olduğundan daha emniyette ve kendine güvenli hissederek çıkabilir.
Bauman’a göre korku; belirsizliğimize, tehdide ve bunu yörüngesinde durdurmak veya durdurmak gücümüzün ötesindeyse mücadele etmek için ne yapılacağına dair bilgisizliğimize verdiğimiz addır. Korku en fazla, yaygın, dağınık, belirsiz, bağlantısız, gayrı sabit, gezici olduğunda açık bir adresi ya da nedeni olmadığında korkmamız gereken tehdit her yerde belirip hiçbir yerde görünmediğinde ürkütücüdür. Diğer tüm insani yaşam biçimleri gibi Bauman’ın adlandırmasıyla akışkan modern toplumda korkulu bir hayatı yaşanılır kılmaya çalışan bir aygıttır. Bu aygıt korkuyu tetikleyen tehlikelerin insan hayatının kalıcı, ayrılmaz eşlikçileri olduğunu ve korkulara karşı mücadelenin yaşam boyu bir iş olduğunu empoze eder. Ancak bu mücadelenin kazanılmayacağını da belirtir ve bu nedenle hazzın değil, hüsranın geciktirilmesini önerir. Bir kredi kartı reklamında yer alan “Beklemeyi istemenin dışına çıkarın.” sloganı, korkuları alt etmek için modernite tarafından başvurulan hileye ve haz-hüsran ikilemine güzel bir örnektir. Günümüzde insanlık krediye bağlı yaşıyor. Geçmiş hiçbir nesil bireysel ve toplu olarak bu denli ağır borç içinde değildi. Hazzın geciktirilmemesi, gelecek mutluluğun tadına şu an varılması için kredi kartı, geleceği sihirli bir şekilde insanın kucağına getirir. Ancak bugünün varlıkları yarının yükümlülüğü ve can sıkıcı külfeti olacaktır.
Bauman öncelikle evrensel bir konumda olan ölüm korkusunu irdeler. Bauman’a göre ölüm bilinmezin ta kendisidir. Bütün diğer bilinmezlerin içinde tamamen ve hakikaten bilinmez olan tek şeydir. Ölüme hazırlanmış olmak için ne yapmış olursak olalım ölüm bizi hazırlıksız yakalar. Üstüne üstlük hazırlık, yani hayat bilgeliğini tanımlayan o bilgi ve beceri birikimi fikrini geçersiz ve hükümsüz kılar. Bütün diğer umutsuzluk ve bahtsızlık, cahillik ve acizlik vakaları gereken çabayla tedavi edilebilir. Bu edilmez. Bauman, ölümün kaçınılmazlığı bilgisiyle yaşamayı çekilir kılmayı amaçlayan temel stratejilere de değinir.
Korkuyu kötülükle özdeşleştiren ve siyam ikizi olarak gören Bauman’a göre korktuğumuz şey kötüdür, kötü olandan korkarız. Kötülük, dünyayı yaşanabilir kılan o anlaşılırlığa meydan okuyan ve o anlaşılırlığı yıkan şeydir. Bauman, Hitler Dönemi’nde katliamları yöneten Eichmann’ın kurbanlarının bizim gibi insanlar olduğunu vurgular ve ekler: Ama Eichmann’ın cellatları, kasapları ve Eichmann da öyleydi.
Primo Levi’nin vasiyetnamesinde belirttiği gibi her birimizin canavar haline gelmesi de ihtimal dahilindedir. Eichmann; renksiz, sıkıcı biçimde sıradan bir yaratık olarak sokakta fark etmeden geçeceğiniz biriydi. Koca, baba ya da komşu olarak diğerlerinden zor ayrılırdı. O yalnızca, hepimiz gibi kendi rahatını diğerlerininkine tercih etmişti. Bu da güven krizine neden olur. Kötülüğün herhangi bir yerde saklanıyor olabileceğini, kalabalıkta fark edilmediğini, ayırt edici işaret ve kimlik kartı taşımadığını, hala herkesin onun hizmetinde, onun geçici izindeki yedeği ya da potansiyel mükellefi olarak bulunabileceğini anladığımız anda güvenin başı derttedir. Akışkan modern çağımızda diğer zamanlardan daha fazla sağlam ve güvenilir bağ gereksinmemiz ve arzu etmemiz yalnızca endişeyi artırmaktadır. Akışkan modern yaşam sanatını uygularken olgunlaşan insanlar; beladan kaçmayı, onunla mücadele etmekten daha iyi bir çare olarak görme eğilimindedir. Ahlaksızlık klasik doğal felaketlere benzer hale gelmiştir ve onlar gibi zararlı, öngörülmez, önlenemez, anlaşılmaz bir haldedir. İnsanların ahlak dışı eylemlerinin neden olduğu kötülük, ilke olarak daha da yönetilemez görünmektedir.
Bauman küreselleşme olgusunu olumsuz küreselleşme olarak tanımlar ve yan etkisinin de bölgesel egemenliği küçümseyen ve hiçbir devlet sınırına saygı göstermeyen ticaret ve sermayenin, gözetim ve enformasyonun, zorlama ve silahların, suç ve terörizmin gayet seçici bir küreselleşmesidir. Terörizm ancak sosyopolitik kökleri kesildiğinde zayıflayıp bitecektir. Terörizme karşı gerçek ve kazanılabilecek savaş Irak ve Afganistan’ın yarısı yıkılmış kent ve köyleri daha da harap edildiğinde değil, yoksul ülkelerin borçları kaldırıldığında, zengin pazarların onların temel ürünlerine açıldığında, hala herhangi bir okula erişimden mahrum 115 milyon çocuğun öğrenimine hamilik edildiğinde yapılır. Bauman’a göre korkuyu doğuran ve çoğaltan şey şimdiki güvensizlik ve gelecekle ilgili belirsizliktir. Güvensizlik ve belirsizlik ise acizlik hissinden doğar. Yok olmakta olan gezegen işlerinde kontrol sahibi olmadığımız gibi artık toplum işlerinde de kontrol sahibi görünmüyoruz ve ikincisinin sürmesine izin verdiğimiz sürece birinci engelden kurtulmak ihtimal dışıdır. Politikamızı iktidarın yerleşik olduğu seviyeye yükseltecek ve böylece kontrolü ele geçirmemizi sağlayacak aletlerden yoksunuz. Kitabın başında da belirttiği gibi Bauman, daha çok sorunları saptayıp sorularla analizini geliştirir. Ancak kitabın sonuç kısmında, “Korku Karşıtı Düşünce (ya da Ne Yapılabileceğini Soranlar İçin Sonuçsuz Bir Sonuç) bölümünde, kendi cevaplarına ilişkin ipuçları verir. Marx’a atfen, sefaletinin nedenleri sistemli köklere sahip olduğu için acı çekenler sınıfının toplumun tümünü kurtarmadan kendisini kurtaramayacak insanlar sınıfı olduğunu, her türlü insan sefaletine son vermeden sınıf temelli kendi özgün sefaletine de son veremeyeceğini vurgular. Lenin’in düşüncesi, kendi hallerine bırakılırsa işçilerin ancak sendika zihniyeti geliştireceğinden tarihsel misyonlarını yerine getirmek bir yana, bununla yüzleşmek için fazla dar kafalı, benmerkezci ve bölünmüş kalacağı yönündedir. Bunun için de proleterlerin kendiliğinden öfke patlamalarının yerine, profesyonel devrimciler tarafından iktidara titizlikle hazırlanmış el koymanın getirilmesinin gerekli olduğunu savunur. Nihayetinde gerçekliği aklın kurallarına ve adalet ilkelerine göre yeniden kuracak olan proletaryadır. Ama o, bu kural ve ilkeleri bilen ve şifreleyenler tarafından dürtülmeden, ittirilmeden bunu yapamayacaktır. Fazla tembel ya da uyuşuk, saf ve kolay aldatılır olan işçilerin nihai kurtuluş eylemini yapmaları için zorlanmaları gerekir. Lenin’in cesurca/çaresizce hareketi “tarih bilenler” olarak entelektüelleri devrimin tasarım dairesinden kontrol masasına götürmüştür. Onlar tarihin atadığı aktör topluluğunu doğrudan komutaları altına alarak, sonra da bu topluluğu sıkı disiplinli bir savaş ordusuna ve/veya toplu imha silahına çevirmek için, döverek, yoğurarak ve talim ederek kendilerini tarihsel aktöre dönüştürecektir.
Bauman’a göre Lenin’in hareketinin niyeti belki de entelektüelleri orijinal acizlik derdinden kurtaracak; acizlik korkusu bürümüş entelektüelleri, kendilerini o zamana kadar kendi safları dışında aradıkları kolektif “tarihsel aktör” halinde yeniden oluşturmalarını teşvik edecek bir girişim olmasıydı. Kendilerini tarihsel aktör şeklinde yeniden oluşturan entelektüeller tarafından kurulan parti, entelektüel hizmetlerin referans noktası olarak acı çeken ve küçük düşürülen kitleleri benimsemiştir. Gramsci’nin kolektif entelektüel şeklindeki parti ve çıkarlarını dillendirdikleri sınıfa hizmet etmek için sınıf çıkarlarını dillendiren “organik entelektüeller” kavramıyla birleştirildiğinde Lukacs’ın Marx sonrası tarihin çılgınlıklarını yeniden yorumlayışı, entelektüellerin rolünü ve etik-politik sorumluluklarını görünüşte yükseltmişti. Eğer emek hareketi bir zamanlar bir yerde kehanette bulunulan tarihsel görev çizgisinde davranamazsa özellikle de kapitalist iktidarın devrimle yıkılmasından çekinirse tek suçlanacak olan, kendilerini doğru türden bir parti içinde toplama görevlerini ihmal ve hatta buna fiilen ihanet eden başarısız sözde “organik entelektüeller” idi.
“Akışkan Korku” kitabında; akışkan modern korkuların envanterini çıkaran ve korkuların temel nedenini gezegenimizi ve insanlığı tehdit eden olumsuz küreselleşmeye bağlayan Bauman, korkulardan azade özgür ve güvenli bir toplum oluşturmamızın zorunlu olduğunu ve bunu gerçekleştirme yolları üzerine yeniden düşünme çağrısı yapıyor.
KÜNYE: Zygmunt Bauman, Akışkan Korku, Çev. Cumhur Atay, Ayrıntı Yayınları, 2020, 215 Sayfa.
Vitrin: Kadın yazarların kaleminden 5 kadın romanı!
Sevgili İleri Kitap okurları, kadın yazarlar tarafından kaleme alınan ve kadın kahramanları olan romanlar arasından sizler için derledik. Keyifli okumalar dileriz.
07-03-2021 00:11

KADIN KÜRKÜNDE RÜYA - NAZLI KARABIYIKOĞLU
Ödüllü yazar Nazlı Karabıyıkoğlu dört öykü kitabından sonra bu sefer ilk romanı Kadın Kürkünde Rüya ile okura sesleniyor.
Uçak kazasında parçalanan bir kadını hızlıca bedenin ve ruhun tamir edilip yaratıldığı “Yeniden Diriliş Evi”ne yetiştirirler. Kadının, vücudu birleştirilirken zaman yolculuğu da başlar. Sait Faik’le Ada’daki sohbetten Balzac’ın yazdıklarını karıştırmaya, Hrant Dink cinayetinden Virginia Woolf’un intiharına değin uzanan zaman kırılmalarıyla ruhunun mayası mı şekilleniyordur yoksa insanlık yeniden mi yaratılıyordur? Diriltilip yeniden dünyaya gönderilecek kadınla uçağa binen kadın artık aynı kişi midir?
Bizi “biz” yapan gerçekten nedir: karanlığımız mı, zalimliğimiz mi yoksa boyun eğişimiz mi? Peki, biz kimiz?
Her şeyin tek renk gibi göründüğü bir dünyada, Nazlı Karabıyıkoğlu, inatla gökkuşağını arayanlara ve dik duranlara sesleniyor:
Zulmü düstur bilen insan benim labirentimdir.
“Edebi dehayı nasıl tanırız? (..) Daha önce okuduğum hiçbir şeye benzemeyen, daha ilk satırlarında beni heyecanlandıran kitaplar da oluyor. İşte bu kitaplar sayesinde koca edebiyat mekanizması işliyor. Beni böylesine heyecanlandıran bir metin okudum: Gök Derinin Altında, Nazlı Karabıyıkoğlu.”
–ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE-
“Bütün bu reddiye, kriz ve dönüşüm hikâyeleri Nazlı Karabıyıkoğlu’nun gayet kuvvetli bir edebiyat damarı yaratmasını sağlıyor. Buna bir de dil hassasiyeti, dilin varlığını hissettiren bir dil kesifliğini ekleyin, sonuç: iyi bir hikâyeci daha kazandık”
–AHMET ERGENÇ-
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kadın Kürkünde Rüya, Yazar: Nazlı Karabıyıkoğlu, İthaki Yayınları, 2018, 250 Sayfa
SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM - JOANNE GREENBERG
'Sana Gül Bahçesi Vadetmedim', deliliğin, resmi tanımıyla akıl hastalığının öyküsü: Deborah kimlik kavramını yitirip içine kapanmış, zengin düşlemi ve mizah duygusuyla yarattığı kendi düşsel dünyasına sağımıştır. İki dünyanın çatışmaya başlaması, Deborah'ın akıl hastanesine 'düşme'sine neden olur. Bundan sonra hastaneleri, doktorları vb. kurumlarıyla toplumun 'kurtarma operasyonu' başlar. Greenberg'in kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı bu kitap, 'akıl hastalarının gizleri' üzerine pek çok ipucu taşırken, toplumun yerleşik değer yargılarına çarpıcı bir eleştiri de getiriyor, böylece normal kavramını sorgulamaya götürüyor bizi.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Yazar: Joanne Greenberg, Çevirmen: Nesrin Kasap, Metis Yayıncılık, 2000, 282 Sayfa
DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ - MARGARET ATWOOD
Hiç kimsenin yüreği mükemmel değildir.
“Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu.”
Kadın, “bunaltıcı düşlerden uyandığı” bir sabah, hiçliğe dönüşmüş olarak buldu kendini. Artık bir adı yoktu, düşüncesi, benliği, arzusu yoktu ama bir rahmi vardı. Yaşamını kolonilere sürülmeden, öldürülmeden, Damızlık Kız olarak sürdürmesini sağlayan rahmi. Artık âşık olmayacaktı, sevmeyecekti, onaylanmış bir dilin ötesine geçmeyecekti. Duvarlara asılmış sıra sıra cesetler, tek gerçeğin savaş ve üreme olduğunu hatırlatıyordu. Özgürlük hatırlanmayacak kadar uzaktaydı…
Margaret Atwood’un başyapıt niteliğindeki feminist distopyası Damızlık Kızın Öyküsü, bütün distopyalar gibi geleceğe dair bir paranoyayı değil, içinde yaşadığımız gerçeğin ta kendisini dile getiriyor. Erkek egemen muhafazakâr bir rejimin üremeyle sınırlandırdığı, mahrem örtülerin ardına gizlediği kadın bedenleriyle bize aşina gelen bir gerçeğin.
Anlatılan bizim hikâyemizdir!
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Damızlık Kızın Öyküsü, Yazar: Margaret Atwood, Çevirmenler: Sevinç Altınçekiç ve Özcan Kabakçıoğlu, Doğan Kitap, 2017, 384 Sayfa
CHARLOTTE BRONTE - JANE EYRE
19. yüzyıl İngilteresi’nde, katı bir tutuculuğun hâkim olduğu Victoria döneminde geçen Jane Eyre, ilk feminist romanlardan biri kabul edilir.
Yazarı Charlotte Brontë’nin öz yaşamından izler taşıyan roman, güçsüz ve kimsesiz bir kız çocuğunun yaşamın en zorlu koşullarından geçerek güçlü bir kadına dönüşmesinin öyküsüdür. Dönemine göre erkek-egemen toplumdaki kadının konumuna cesur bir bakış açısı getiren roman, tutkulu anlatımıyla da edebiyat tarihinde özel bir yer edinmiştir.
Henüz on yaşındayken öksüz kalan Jane Eyre, dayısının evinde yaşamaya başlar. Fakat yengesi onu yük olarak görür, şımarık kuzenleriyse ona hayatı iyice çekilmez kılar. Sonunda isyan ettiğindeyse yengesi onu yoksul kızların gittiği katı disipliniyle ünlü bir yatılı okula gönderir.
Okulda açlıkla, adaletsizlikle, hastalıkla geçen yılların ardından Jane, bu okulda öğretmen olmayı başarır. Fakat sıkışıp kaldığı bu okulun sınırları dışındaki hayatı merak etmektedir.
Bir gün bir gazeteye iş ilanı verir. Olumlu cevap alır ve Edward Rochester’ın malikânesinde mürebbiyelik yapmaya başlar.
Bu gizemli ev sahibine âşık olan Jane’i, hayal etmesi güç zorluklar ve acılar beklemektedir.
(Tanırım Bülteninden)
KÜNYE: Charlotte Bronte, Yazar: Jane Eyre, Çevirmen: Türkan Çolak, Everest Yayınları, 2019
MANSFIELD PARK - JANE AUSTEN
Fanny Price, Bertram ailesinin kır evlerinde onların yanında yetişmiş, pek ilgi gösterilmeyen, içine kapanık bir kızdır. Ancak roman geliştikçe gerçek bir kahramana dönüşecek, ahlaki yetkinliği sayesinde sonunda kendisini Bertram ailesine bütünüyle kabul ettirecektir. Ne var ki Fanny, hep mücadele etmek zorunda kalacak; bir yandan kendi duygularıyla yüzleşirken bir yandan da yakın çevresinden gelen baskılara karşı koyacaktır.
Mansfield Park, tıpkı Emma gibi Jane Austen’ın olgunluk dönemi eserlerindendir. Gerek anlatım biçimi, gerek din ve dinsel görev bilinci konularında bir tartışma başlatması bakımından Austen’ın en ciddi romanı olarak kabul edilir.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Mansfield Park, Yazar: Jane Austen, Çevirmen: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2019, 503 Sayfa