Kadın hakları savunucusu Suna Parlak'ın göç hikayesi: 'Dilinden, kimliğinden, politik görüşünden dolayı dışlanıyorsan göç etmek zorunda kalıyorsun'

Kadın hakları savunucusu Suna Parlak'ın göç hikayesi: 'Dilinden, kimliğinden, politik görüşünden dolayı dışlanıyorsan göç etmek zorunda kalıyorsun'

Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların eski ve yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.

Hilal Seven – Londra

Bundan on yıl önce bir arkadaşım ‘‘Gelecekte zaman algımız değişecek, bir günü sekiz saat gibi hissedeceğiz, zaman çok hızlı akacak, ne olup bittiğini bile anlamayacağız’’ demişti. O zamanlar bana şehir efsanesi gibi gelen bu sözün ne demek olduğunu son zamanlarda çok iyi anladım. Herkes meşgul, herkesin birbirine ayıracak sadece beş dakikası var, mesajlar yerini sembollere bıraktı, koca koca yaşanmışlıkların duygusunu iki saniyelik görüntülerle ifade eder olduk, yemekler artık ayakta yeniyor, haberler yürürken yazılıyor, telefon konuşmalarına hep başka işler ekleniyor, herkes aynı anda birden fazla iş yaparak zamandan tasarruf etmeye çalışıyor, aslında kimse kimseyi dinlemiyor ve hatta kimse kimsenin ne yazdığına ne de söylediğine pek kulak asmıyor. Dürüst olalım birbirimize, en son konuştuğunuz ya da dinlediğiniz kişinin size anlattıkları hatırınızda mı? Suç ne telefonda ne de sanal hikayeler üzerinden var olmaya çalışanlarda, bu zamansızlık, anlamsızlık hepimizin sorunu; okuduğundan çok konuşan, düşündüğünden çok yazan herkes bu çağın duyarsızlığının sorumlusu.

Dikkatli okuyucuların fark ettiği üzere başka yerde hayatları yazmaya bir ara vermiştim, nitekim bir göçmen olarak artık kendimi de biraz dinlemem farz olmuştu. Yakınlarım bilirler, bu zaman diliminde daha önce adını dahi duymadığım kasabaları dolaştım, şahane deneyimler edindim, muhteşem insanlar tanıdım, göçmenlerden ırak hikayeler biriktirmeye niyetlendim ve biraz da göçmemiş olanlarla sohbet edeyim istedim. Fakat hayat işte, şaşırtıcı tesadüflerle dolu. Sonraki yazılarımda da yer yer değineceğim sıradışı deneyimlerle söyleşi dizisini takip eden siz değerli okuyuculara kendimi affettirebileceğimi düşünüyorum.

Başka yerde hayat söyleşilerinin bu kez konuğu Suna Parlak. Suna ile geçen sene bir etkinlikte tanışmıştık. Suna Parlak bir kadın kuruluşunda aile içi şiddete maruz kalan kişilerin haklarını savunuyor. Suna ile serin bir Londra gününde uzunca sohbet ettik. Söyleşi ile sınırlı kalmayan sohbetimiz sonrasında kocaman bir masaya taşınarak kalabalık bir Türkiyeli grup eşliğinde yerini uzunca bir tartışma ortamına bıraktı. Sofralarında bana da yer açtıkları için buradan işletme sahibine ve çalışma ekibine birkez daha teşekkür ederim.

17 Haziran 2021 tarihinde HDP İzmir İl Binası’nda, sabah kahvaltısını yaptığı esnada kurşunlanarak öldürülen 38 yaşındaki Deniz Poyraz’ın anısına saygıyla…

Seni tanımayanlar için biraz kendinden bahseder misin?

Ben Karslıyım. Babam eski devrimcilerdendi; Kürt sol hareketine katılmış, o yüzden biz sürekli sürgün edilirdik. Babam yaşarken 12 şehir değiştirdik. Dolayısıyla ben ve kardeşlerim sık sık farklı okullarda okuduk. Tabii bu benim yeni yerlere kolay uyum sağlamamı, insanları çabuk tanımamı, gittiğim bir yerde kendimi yabancı hissetmememi sağladı. Ama bu durum derin ilişkiler kuramıyor olmama da sebep oluyor.


Üniversitedeyken üst dönemde okuyan Kürt öğrencilerle tanıştım. Faaliyetlerine katıldım, Kürt yurtseverleriyle beraber 90’lardaki her Newroz’da olduğu gibi planladığımız bir Newroz organizasyonunu gerçekleştirmeden yakalandım ve yedi yıl cezaevinde kaldım. İçerideyken kadınların mücadelesi ilgimi çekmeye başladı; dünyadaki kadın hareketleriyle ilgili okuyup yazmaya koyuldum; içerideyken kendimi bir tür feminist olarak adlandırmaya başladım. Çeşitli Kürt gazete ve dergilerine yazıyordum, Özgür Gündem’de uzunca bir dönem yazdım. İçerideyken Kürt kadın hareketleri ve örgütleriyle de dayanışma halindeydik; bize bir sürü şey sorabiliyorlardı. Çıktıktan sonra da talep üzerine Dicle Kadın Merkezi’nde çalışmaya başladım ve bir dönem sonra sözcü seçildim. Daha sonra bu merkez diğer kadın örgütleri gibi kapatıldı. Ben de gazeteye geçtim. Arkadaşlar uzun editoryal alanda çalışmamı istiyorlardı. Ben de kadın sayfası olursa çalışma şartımı öne sürdüm. 2003 sonu, 2004 gibi kadın sayfasını çıkardık. Yine ben ve birkaç kadın arkadaşım kadın dergisi ve eki çıkardık. Sonra yeniden gözaltılar olmaya başladı. Yazdığım yazılar ve Kürt kadın hareketinde bulunmam sebebiyle bir kez daha gözaltına alınma riskine girmek istemedim. Bir süre uzaklaşayım, İngiltere’ye gideyim hem dil öğrenirim hem de Türkiye’deki politik ortam biraz rahatlar, unutulurum, dil öğrenip dönünce gazetede daha faydalı olabilirim diye düşündüm. Buraya geldikten sonra 2007’de birkaç yazımla ilgili arama kararı çıkarılınca avukatımın önerisiyle iltica başvurusunda bulundum, başvurum hiç sorun çıkmadan kabul edildi. Sıfır İngilizceyle ve çok az parayla gelmiştim. Memur çocuğuyum ve politik mücadelesi olanların parası yoktur. Buraya gelince dil öğrenmeye başladım, bütün imkanımı toplayıp 6-7 ay okula gittim. Ama iltica ettiğim süre içerisinde çalışmam da gerekiyordu. Geldikten 20 gün sonra çalışmaya başladım. Bir restoranda iş buldum. Menüyü ezberledim ki müşterilerin sorabileceği soruları patrondan önceden öğrenip, nasıl cevaplar verebileceğimi kurdum kafamda. Aynı zamanda okula gidiyordum; gündüz arkadaşlarla İngilizce çalışıp akşamları müşterilerle pratik yapıyordum. İngilizce bilmeden çalışmam müşterilere ilginç geldiğinden bana yardımcı da oluyorlardı.

İlk geldiğimde Cambridge’de kaldım, 2008’den itibaren Londra’ya geçtim. Londra’da Westminster Üniversitesi, Sosyoloji bölümüne kabul aldım. İkinci yılda master programına kabul alınca orada bir hata yaptım; üniversiteyi yani lisans eğitimimi bitirmeden milliyetçilik üzerine master programına başladım. Sonrasında İngilizcem de hafif geliştiği için tercümanlık yapmaya başladım. Türkçe, Kürtçe, Azerice tercümanlık yapıyordum. Karslı olduğum için Azericeyi de iyi konuşuyorum. Aynı zamanda kadın ve göçmen örgütlerinde gönüllülük yaptım. Daha çok şiddet gören kadınların tercümanlığını üstleniyordum, dolayısıyla bu konuda nasıl daha aktif olabilirim diye düşünmeye başladım. 2016 yılında Hindistan’daki bir kadın örgütü bana iş teklifinde bulundu, o tarihten beri onlarla çalışıyorum. Hem aile içi şiddet gören kadınlara, hem de kültürel, dinsel öğelerin de olduğu, patriyarkal şiddetin de iç içe geçtiği namus cinayetleri, dinsel şiddet, kadın sünneti, cinsel kimliklerinden dolayı ailelerinin bu yönelimi değiştirmeye yönelik girişimleri, asit atak dediğimiz kadınlar istenilmeyen bir şey yaptıklarında yüzlerine asit atılması gibi konulara eğiliyorum.

Bu kurum sadece Hindistan kültüründen gelen insanların sorunlarıyla mı ilgileniyor?

Hayır, bu kurumu 1980’de Hindistanlı kadınlar kurmuşlar. Başlangıçta sadece Hindistan’dan ayrılan Pakistan, Sri Lanka, Bangladeş gibi ülkelerin kadınlarını kapsıyor, Hindistan dilini konuşanlara hizmet veriyorlardı ama şimdi çok gelişti, 16-17 dil konuşuluyor çalışanlar arasında ve bütün etnik kimliklerden, farklı coğrafyalardan kadınlara açık.

Türkiye’deyken daha çok aktif gazetecilik yapıyordun sanırım…

Türkiye’deyken aynı zamanda aktivisttim, kadın hareketinin parçasıydım. Bulunduğum her yerde Kürt kadın hareketi bir politik örgüt değil, aynı zamanda sosyal bir örgüt. Kadınlar devlet ve aile şiddetine karşı projeler üretiyor, bir duruş sergiliyorlar; ayrıca kurumları vardı: farklı kadın örgütleri, her şehirde kadın dernekleri vs. bir çatı örgütüydü. Ben de bu hareketin üyesiydim. Oradaki çalışmam Kürtlerle sınırlıydı. Yazı çalışmalarım da vardı. Buraya geldiğimde aktivizmden biraz koptum sanki, ama şimdi düşünüyorum da o dönemki mültecilik psikolojisinden kaynaklanıyormuş bu izlenimim. Çünkü burada da devam ettim. Buradan Türkiye ya da Kürdistan’la ilgili nasıl bir aktivizm yapabiliriz ki, yapamayız, sonuçta bu coğrafyada yaşıyoruz. Uzaktan söylediğimiz şeyler havada kalabiliyor, itici bulunabiliyor ya da yadırganabiliyor. Ama bir duruşumuzun, sözümüzün de olması lazım, çünkü o coğrafyanın insanlarıyız. Politik geçmişimiz olduğu için de buralardayız. Dolayısıyla sosyalist kimliği taşıyan insanlar olarak buradaki sorunlara karşı da duyarlı olmamız lazım.

‘DEVRİMCİYSEM, KENDİMİ DE YENİLEMEM GEREKİR’

Türkiye’den çıkıp İngiltere’ye gelme macerası nasıl oldu?

En son 2007’de gazetedeydim. Birkaç davam vardı yazılarımdan dolayı ama bir noktada kendimi tekrarladığımı düşündüm. Uzun süre cezaevinde kalmış, yüzlerce, binlerce kitap okumuş, yüzlerce sayfa yazmıştım. Teorik olarak kendimi çok güçlendirmiştim. Çıkınca da okumaya biraz zaman ayırdım ama pratikte içerideki kadar okuyamıyordum. Aynı zamanda çok hızlı bir sürece denk geldim; barış süreci, o etkinlikler, kadın hareketleri, Türkiye’deki ilk demokratik özgür Kürt kadın çatı örgütlenmesinin kurucuları arasındaydım. Dolayısıyla o soluksuz dönemde biraz yoruldum. Kendimi tekrar mı ediyorum diye düşündüm. Ben devrimciysem, mevcut durumu değiştirmek istiyorsam kendimi de yenilemem gerekir. O noktada buradan biraz uzaklaşayım, davalarım da gerekçe olur, aynı zamanda dil öğrenirim diye düşündüm. İlkin Güney Afrika’yı düşündüm; resmi dili İngilizceydi ve mücadeleleri Kürt mücadelesine yakındı, daha sonra Kanada’ya gitmeyi düşündüm; kadın araştırmaları bölümü çok iyi, bölümün başındaki kadın ve eşi İranlı Kürtler ve çok iyi projeler geliştiriyorlar. Ama Kanada’dan vize alamadım. İngiltere üçüncü tercihimdi ve buraya geldim.

'BEN KÜRDÜM BUYUR GEL, NEREDE SİLAHIN?'

Sohbetimizin başında Londra’ya gelmeden önce Türkiye’de 12 şehir değiştirdiğinizi, Erzurum, Bursa, Zonguldak, Ankara gibi farklı şehirlere gittiğinizi söyledin. Eminim ki Kürtçe’nin konuşulmadığı birçok yerde yaşadınız. Biz çok küçükken, yaşım beş ya da altı olmalı, -ilk göçümüzdü ve o zaman Bilecik’e taşınmakdaydık, babam benden küçük kardeşimle bana, “Şimdi gittiğimiz yerde size soracaklar Kürt müsün, Türk müsün, Alevi misin, Muhacır mısın, Rum musun, Çerkez misin diye. Sorduklarında biz insanız deyin” demişti. Tabii ben biliyorum, evde hem Kürtçe hem Türkçe konuşuluyor, biz neyiz, onun farkındayım. Demek ki Elâzığ, Bingöl gibi kentlerden batıya göçen kişilere bu soru soruluyor diye düşünmüştüm o zaman. Sizde durum nasıldı?

Belki bir dezavantaj ama anneannemle babaannem çok güzel Türkçe konuşurlardı. O yüzden biz Kürtçe’yi çocukken öğrenemedik. Annemle babam da çok güzel Türkçe konuşur, dışarıdan biri görünce Kürtlerle ilişkimiz olduğunu düşünmezdi ilk bakışta. Kars karışık bir şehir ya, o soru hiç gelmedi bize ama ben hep Kürtlüğümün bilincindeydim. Aynı zamanda aksanımız yoktu çünkü okul Türkçesi konuşuyoruz. Ankara’da Ankara ağzı vardır, Ege’de Ege ağzı ama Kürtler Türkçe’yi okulda öğrendilerse ve evde Türkçe konuşuluyorsa o ağız yoktur. Sosyo ekonomik olarak da biraz iyilerse Kürtler biz şu şehirden geldik vb. demedikleri sürece kimse anlamaz nereden geldiklerini. Ama bu benim özellikle sakladığım bir şey değildi. Üniversitede hemen karşıma çıktı o sorun, ben Uzay Mühendisliği bölümündeydim ve öğrencilerin çoğu MHP’liydi. Genelkurmay’ın direktifiyle kurulmuş bir bölüm ve başladığımda henüz ilk mezunlarını vermemişti. Uzay Mühendisliği hava savunmasına, savunma sistemlerine eğiliyor ve öğrenciler de ona göreydi. Bölümde iki Kürt öğrenci vardı; biri bendim, biri Diyarbakırlı, asimile olmuş zengin bir aileden geliyordu. Bir de sosyalist öğrenci vardı, onun da grupla çok ilgisi yoktu. Bir kere okulda bir eylem olmuştu, MHP’li öğrencilerden biri elini masaya koyup “Kim ‘ben Kürdüm’ derse silahımı çıkarır, alnından vururum” dedi. “Sen ne diyorsun” dedim, “ben Kürdüm buyur gel, nerede silahın?” dedim şok oldular. Sonra ama sen onlardan değilsin dediler. Bu ne demek, onlar beni etliye sütlüye karışmayan, politikayla ilgisi olmayan, devletin terörist diye adlandırdığı Kürtlerden olmadığımı düşündüler. Kafasındaki kodları taşımıyordum ben, permalı saçlı, kırmızı rujlu, topuklu ayakkabı giyen, askılı elbiseli bir kızdım (gülüyoruz).

Aslında İngiltere’ye gelmeden önce göçmenliğin ne olduğuna dair epey bilgi sahibi olmuşsun.

Hiçbir yere yerleşememenin uluslararası adı Internally Displaced Person’dır. Devlet politikası, büyük çatışmalar gereği ya da iç savaşlar yüzünden ülke içerisinde gönüllü ya da gönülsüz yer değiştirmek zorunda olan insanlar. Aslında biz hep öyleydik.

‘BİRBİRİMİZLE ACILARIMIZI YARIŞTIRAMAYIZ’

Londra’daki yaşamına gelirsek, iyi kötü Türkçe konuşulan, kültürünü bildiğiniz bir ülkedeki farklı şehirleri gezdiniz ve daha sonra bambaşka bir ülkeye geldin. Dilin, kültürün, alışkanlıkların her anlamda farklı olduğu bir yer. Buraya geldiğinde nasıl karşılandın, neler yaşadın?

Sanırım geçmişten gelen uyum sağlama yeteneğimle insanlarla biraz iletişim kurabildim. Sadece Türkiyelilerin yaşadığı bölgelerdeki göçmenlerle değil, daha çok yabancılarla iletişim kurmaya çalıştım. Gittiğim okullarda, kurslarda farklı göçmenlerle, İngilizlerle diyalog kurdum ve çok yakın İngiliz arkadaşlarım var. Bu göçmenlerde az duyulmuş bir şeydir. Hemen her halktan arkadaşım var ve hepsiyle çok yakınız. Arkadaşlarımın hepsi kadın aktivist ve bir şekilde kendi ülkelerindeki halkların, kadınların sorunlarını dert edinen insanlar. Bu bende şunu yarattı; en fazla acıyı biz yaşamıyoruz, herkesin acısı var ve birbirimizle acılarımızı yarıştıramayız. Bir Kürt olarak Myanmar’daki Müslümanlardan daha fazla acı çekmiyorum ben ya da Afrika’da, Sudan’da kadın sünneti yaşayan kadınlardan daha fazla acı çekmiyorum. Aynı zamanda bu acı üzerinden dayanışma gösterebilir, birbirimizi daha iyi anlayabiliriz.

Başka halklarla, diğer göçmen gruplarıyla iletişim halinde olmak, senin tabirinle acıları yarıştırmadan dayanışma sağlayabilmek sence nasıl gerçekleşir?

Aslında sadece açık olmak lazım. Ben çok acı çektim, halkım çok acı çekiyor diyerek kendine acımaya başlıyorsun ve başkalarının sana ilgi göstermesini bekliyorsun. Ama sen de başkalarının acılarını görüp yaşamaya başladığın zaman zaten o da seni görüyor. Mesela evlilik vizesiyle gelen Hindistanlı bir kadınla, Kürdistanlı, İranlı bir kadının farkı yok. Benim bazı şeyleri biliyor olmam, bazı olanakları göstermem benim o kişilere bir şeyleri dikte edeceğimi göstermez. Özellikle kadın örgütlerinde çalışanlar olarak kadınlara ‘şunları yapacaksın’ demiyoruz. Kadınlar zaten evde hem aileleri hem de eşleri tarafından sürekli yönlendiriliyorlar. Bize geldiklerinde olanaklarımız, seçeneklerimiz bunlar, sen bunlardan birini seçebilirsin ama biz her seçtiğin yolda seninle birlikte yürüyeceğiz diyoruz.

‘BİR İNSANA YARDIMCI OLMANIN VERDİĞİ GURUR VAR’

İşinin tanımında bile şiddet kelimesi var. Sohbetimizin öncesinde de insanın dinlerken bile zorlandığı şeylerden bahsetmiştin. Kadın sünneti, farklı cinsel yönelimleri olan çocuklara uygulanan şiddet, tecavüzler gerçekten akıl zorlayan örnekler. Sen yaptığın işin negatif doğasından kendini korumayı nasıl başarıyorsun?

Yaptığım iş gerçekten çok ağır ve bu alanda çalışanlar çoğu uzun süre çalışamıyor. Özellikle de gençler çok etkileniyorlar. Bu işte başka bir insanın hayatına dokunuyorsun; ona yardımcı olmanın verdiği bir gurur var, bunu çok önemsiyorum. İlk dönemlerde danışanlarımı çok fazla düşünüyordum ve bu benim yaşantımı etkiliyor, beni kaygılandırıyordu. Ama bir süre sonra “Hayır Suna, sen bununla arana mesafe koymak zorundasın” dedim. Kendimi işimde yetkinleştirerek bunu aşmaya çalışıyorum. Aslında bir inanç, bir dava gibi, dolayısıyla aile içi şiddete uğrayıp ayakları üzerinde durmaya çalışan, çocuklarına bakmaya çalışan bir kadın benim için aynı zamanda dışarıda, cezaevinde, dağda sisteme karşı savaşan kadınlardan farksız. Çünkü o da eril şiddete karşı.

Sosyal ve kültürel anlamda iyi ilişkiler kurabilmek, arkadaşlıklar edinebilmek için daha çok nelerden beslendin?

Gezmeyi çok seviyorum ve her fırsatta bunu yapıyorum. Hafta içi dört ya da beş günlük dokuz ile beş arası bir işim var. Yabancılarla çalıştığım için de yaklaşık otuz iş gününe yakın iznim var. Bazen ayda bir iki Avrupa’nın farklı kentlerine kültürel seyahatler yapmayı çok seviyorum. İki kişilik bir arkadaş grubum var: biri İngiliz, biri Polonyalı. Üçümüz bir iki günlük, bir haftalık seyahatler yapmayı çok seviyoruz. Çünkü uzun yıllar tarihle, devletlerle, kadınlarla, medeniyetlerle ilgili okudum, o yüzden müzelerde saatlerce zaman harcamayı, farklı tarihi mekanlarını gezmeyi çok seviyorum.

Buradaki Türkiyelilerle ilişkilerin nasıl?

Onlarla da iyi. Genel olarak camiayı tanıyorum ama yakın arkadaşlarım azdır. Hemen hepimizin bir politik kimliği var ve aynı politik kimlikten olduğumuz insanlarla birlikte çok rahat işler yapabiliriz ama illa ki aynı ortamlarda bulunmak zorunda değiliz.

Genel olarak burada ve Avrupa’da bulunan Türkiyeli göçmen yapısının içinde kendisine hayli üzülen bir kesim var. Tabii dil bilmemek de bir bariyer oluşturuyor, değil mi?

Buradaki politik çevrelerin çoğu erkek. Kadın politik göçmenler burada az ve bence kadın politik göçmenler, erkek politik göçmenlere göre kendilerini daha iyi gerçekleştirebiliyorlar. Çünkü bazen erkek politik göçmenler adapte olmakla asimile olmayı karıştırabiliyorlar. Biz hepimiz 20’li, 30’lu yaşlarını geçmiş insanlarız ve asimile olacak yaşı çoktan geçtik. Zaten oturmuş bir kişiliğimiz var ama adapte olabiliriz. Başka bir ülkenin kültürünü öğrenmek kendi kültüründen vazgeçmek değildir.

‘KARŞILIKLI BEKLENTİLER ÜZERİNE KURULAN İLİŞKİ GERÇEK DEĞİLDİR’

Biz şu anda İngiltere’de, Türkiyeli bir işletmeci tarafından işletilen bir kafede, Türkiyeli usulü demleme çay içiyoruz, kürkçü dükkânı misali. Aslında bazı noktalarda bizi birbirimizle buluşturan, diasporada bile evimizde hissettiren, coğrafyadan kopamama direncini nasıl ifade edersin?

Kendi açımdan sadece bu örnekle açıklanamaz, çünkü ben farklı yerlere de gidiyorum. Ama insanın kendi dili ve yetiştiği kültürle, insanlar arasında kurduğu iletişim her zaman daha farklıdır, daha derindir. Benim İngiliz olan arkadaşlarımla da çok sıkı ilişkilerim var ama bunlar uzun emekler sonucunda oluştu. Ama kendi coğrafyamdan insanlarla konuştuğum zaman bizim memleketimizden olmanın verdiği bir rahatlık oluyor. Tabii bu derinlik samimiyetinle, beklentisiz bir ilişki kurmanla ilgili. Karşılıklı beklentiler üzerine kurulan her ilişki zordur ve gerçek ilişki değildir.

Pandemi döneminde İngiltere’nin kapitalizmin başkenti olduğuna emin oldum. Tam da kapitalizmin başkenti diyebileceğimiz bir ortamda faydacı yaklaşımları ele alırsak, insanlarla çıkar ilişkisi kurulmadan beklentisiz bir samimiyet nasıl geliştirilir?

Herkes kendisinden başlatabilir. Çıkar şöyle bir şeydir mesela, “Ben Hilal’le daha rahat konuşabilirim”, bu da bir çıkardır. Çok zorlanmayayım, beni zorlamayan bir ilişki olsun, çok emek harcanmayan bir ilişki olsun, bunu yaparken de bir çıkar ilişkisi vardır. Hilal şu kişileri tanıyor, ben ona yaklaşayım, ondan dolayı o insanları tanırım, bana yardımcı olurlar gibi, hesaplı çıkar ilişkisidir.

‘GÖÇLERİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU POLİTİK’

Geçmiş göçlerinden yola çıkacak olursan, Türkiye’den göç eden insanların neden göç etmiş olabilecekleriyle ilgili birkaç şey söyleyebilir misin? Çevirmenlik yaptığın dönemlerden gözlemlerin var mıdır?

Türkiye’den gelen göçlerin büyük çoğunluğu politik göç. Görünüşte ekonomik göç olsa bile onun temeli de politik. Dilinden, kimliğinden, politik görüşünden dolayı dışlanıyorsan göç etmek zorunda kalıyorsun. Devlet sana göç et demiyor ya da cezaevine atmıyor ama iş vermiyor. Ama ekonomik sebeplerden göç edenlerin çoğu kendilerinin politik göçmen olduklarını bilmiyorlar ama iltica ederken politik göçmenlik argümanını kullanıyorlar.

Ortak bir arkadaşımız Türkiye’deki gazetecilik faaliyetlerinden dolayı buraya geldi ve politik bir göçmen olarak iltica talebinde bulundu ama 2,5 yıldır başvurusundan sonuç alamadı. Öte yandan Türkiye’deyken çok da politik geçmişi olmadığını bildiğim bir kişi burada iltica talebinde bulundu ve talebi bir yıl içerisinde onaylandı. İngiltere göçmen bürolarının bu standardı anlaşılmaz yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?

Burada bazı kurallar, devletlerin göçmenlere yönelik uygulamak, takip etmek zorunda oldukları uluslararası anlaşmalar var ama bu anlaşmaları yorumlayan insanlar İçişleri Bakanlığı görevlileri. Bu görevlilerin kendine has bakış açısı, yorumlama biçimi olabiliyor. İkincisi ben burada göçmenlik üzerine yüksek lisans yaptım. İçişleri Bakanlığı yetkililerinden eğitim almıştık. Orada direkt şunu söylediler, “Elindeki dosyaların sayısı, düzeyi, güçlülüğü ne olursa olsun, sen sana gelen dosyaların yüzde 95’inden fazlasına hayır diyeceksin.” Bu reddedilen dosyalar mahkemeye gidiyor ve çoğunlukla mahkemelerde kazanılıyorlar. Burada mahkemeler bağımsız. Bir başka neden de başvuran kişi politik, biraz da radikal bir politikse onların alınma şansları daha az oluyor. Çünkü onlar bu ülke için de tehlikeli.

Farklı vize türleriyle buraya gelen ve çalışan Türkiyeli popülasyonunun her geçen gün arttığını görüyoruz. Bu kişilerin, bu grupların ufak ufak geliştirmekte ve değiştirmekte oldukları bir toplum yapısı da var. Yine bu toplum yapısının doğurduğu ihtiyaçlar sonucu eski ve yeni göçmenlerden oluşan bir etkinlikte bir araya geldiğim insanlarda şunu gördüm; insanlar en çok kendi coğrafyasına dönük bir sosyalleşmeye ve kültürel doyuma ihtiyaç duyuyor. Bu bir dernek etkinliği, düğün organizasyonu ya da meyhane ortamı olabilir. Genel olarak diasporaya baktığımızda bu tarz çalışma alanlarının yeterli olduğunu düşünüyor musun?

Yeterli değil ama yavaş yavaş artmaya başlıyor aslında. Eskiden burada insanlarla bir araya gelme, eğlenme mekanları neydi, farklı siyasal örgütlerin kendilerine ait dernekleri ve düğünler. Zamanla tiyatro, müzikal etkinlikleri oluşmaya başladı. Son 4-5 yıldır da meyhaneler, STK’lar, bisiklet kulüpleri vs. tarzında etkinlikler artıyor. ‘Ankara Anlaşmalı’ dediğimiz kesim biraz daha eğitimli, mesleki anlamda daha etkin ve dil de biliyorlar. Bir önceki göçmen grubu dil bilmeden sıfırın altında başlıyorlardı ve ne iş olsa yapmak zorundalardı. Ankara Anlaşmalılar sahip oldukları avantajlarla sosyal ilişkileri, etkinlikleri de arttırdılar.

Akdeniz toplumları dediğimiz sıcak iklim insanlarında yaşamı paylaşarak çoğaltma, siyasi ya da kültürel meseleleri her konuşup tartışma, sorgulama ve bireyselliklerini çoğul bir perspektifle anlamlandırma ihtiyacı var. Bizler biraz da bu yüzden birlikte olmayı tercih ediyoruz sanırım.

Yıllardır tek başıma yaşıyorum, çok da sosyal bir insanım. Haftanın 3-4 günü arkadaşlarımla buluşurum ama kendime ait zamanı da çok değerli buluyorum ve kaliteli değerlendirmeye çalışıyorum.

Bazen birinin kendine dair bir hayat tecrübesi bir başkası için anahtar niteliğinde olabiliyor. Türkiye’den gelmiş bir kadın göçmen, aktivist olarak bir başka kadının hayatında şunlar yaşamı daha da kolaylaştırır, bu hayatı daha da güzelleştirir, anlamlandırır diyebileceğin önerilerin var mı?

Bütün göçmenler için ilk birkaç sene çok zordur, ne olur ilk birkaç sene içerisinde hemen evlenmeyin. (gülüyoruz). Çünkü o ilk birkaç sene içerisinde yapılan evlilikler bir sığınma evi izlenimi yaratıyor. Yani bu hepsi için geçerli olmayabilir, istisnaları çıkarıyorum ama gittiğin ülkede kendini yalnız hissedersin, acı çeker, özlem hissedersin, bunalıma girersin bunlar çok normal şeyler. Bunlar hayatın getirdikleri. Önemli olan bunalım batağına batmamak ve oradan çıkabilmek. Oysa ben çalışmak zorundayım. Depresyon; işi olan, parası olan, lüksü olan insanlar için geçerli. Bir de eklemek istediğim bir şey var, burası kadın olarak kendilerini var edebilecekleri bir yer.

Türkiye’ye gidip gelebiliyor musun?

Evet, son 4 yıldır gidip gelebiliyorum.

Türkiye’deki ailenle ilişkilerin nasıl, onlar seni görmeye gelebiliyorlar mı?

Ben yılda en az dört kere gidiyorum. Buradakilere göre oldukça sık. Aslında ilk dönemlerde 10 yıl kadar gidemediğim için. Bütün mültecilerin kaderi budur, iltica ettiğin zaman iltica etmek için geldiğin ülkeye giremiyorsun, yoksa iltica hakkın yanıyor ve güvenlik gerekçeleri var. İlk başta annem buraya gelememişti, annemin yeşil pasaportu vardı, ben de ona sürpriz yapıp İsviçre bileti aldım ve orada buluştuk (gülüyoruz).

‘PANDEMİDE KADINLAR İŞKENCECİLERİYLE 24 SAAT YAŞAMAK ZORUNDA KALDI’

Geçen yıl karantinadan kaynaklı olarak sürekli seyahat engelleri oldu, ki hala da seyahat kısıtlamaları devam ediyor. Yakınlarını kaybeden bazı insanlar acılarını dahi yaşayamadılar ya da bu kayıpların farkında bile olamayanlar da oldu. Her anlamıyla zor geçen bu dönemi sen nasıl gözlemledin?

Benim en çok konuştuğum, aktif olduğum dönem oldu. Çünkü aile içi şiddet çok arttı. Eskiden bir çalışıyorsam pandemi döneminde 3-4 katı fazla çalışmak zorunda kaldım. Çünkü kadınlar işkencecileriyle 24 saat yaşamak zorunda kaldılar. Cezaevinden daha kötü, sen cezaevinde işkence sürecinden geçmişsin sadece gardiyanlar gelip sayım yapıyorlar. Ama eğer evde kocan sana şiddet uyguluyorsa bu sadece akşamki şiddet olmuyor artık. Eskiden bir saatlik bir randevuyla çalışmalarımızı yerine getirebiliyorken o dönemde 3-4 güne varan bir zaman gerekiyordu. İkincisi devlet desteğinden yararlanma hakları olmayan göçmenler bir başlarına ortada kaldılar. Burada eğer çocuğun varsa sosyal devlet bir yere kadar sana yardımcı olabiliyor. Tabii burada önemli olan ailenin bunu bilmesi ve ulaşabilmesi.

Burada kadınların gördüğü şiddetin hapishane şiddetinden daha kötü olduğundan bahsettin. 7 yıl cezaevinde kalmış biri olarak cezaevindeki şiddeti nasıl tanımlardın?

Bizim dönem farklıydı çünkü koğuş tipi cezaeviydi. Biz işkenceyi polis teşkilatlarında gördük. İşkence orada sınırlıydı. Daha sonra cezaevinde görüşlere çıktığımızda gardiyanların baskısı oluyordu ya da mahkemeye gittiğimiz zaman askerlerin ve komutanların baskısı olurdu. Mesela kelepçeleri sıkarlardı, çıplak aramaya maruz bırakırlardı, ayakta bekletirlerdi, farklı işkenceler olurdu. Ama sınırlıydı, belli dönemlerdeydi. Onun dışında koğuşta arkadaşlarımızla bir aradaydık. Şiddete uğrayan kadınların pandemi döneminde şöyle bir dezavantajları vardı, normalde kocaları gündüz işte oluyor ve eve geldiğinde ekonomik, manevi, fiziksel şiddet uyguluyor diyelim. Ama bu belli saatler içerisinde sınırlı kalıyor, akşamdan sabaha kadar. Gündüz kadının dışarı çıkabilme, farklı kurumlara ulaşabilme, sosyalleşme hakkı var ama pandemi döneminde bunlar olmadı.

Son olarak İngiltere hükümetinin kadına bakışını nasıl değerlendiriyorsun?

Kapitalist ülkeler içerisinde kadın hareketini ilk başlatan ülkelerden biri. Avrupa ülkelerinde kadınların oy kullanma hakkına en erken sahip olduğu ülkelerden de. Bu yüzden tarihsel birikimi var. İkinci Dünya Savaşı’nda da Sovyetler Birliği’nden etkilenerek sosyal devlet anlayışını kendisine göre yorumlayan bir ülke. Hem Sovyetler Birliği’ni bir tehdit olarak görüyor hem de kendi halkı içinde sosyalizmi bir anlamda bastırabilmek için de sosyalizmin bazı olumlu yanlarını yasalarıyla uyumlu hale getiriyor. Çünkü içerisinde çok güçlü sosyalist mücadelecileri de taşıyan bir ülke aslında, yani sendika geçmişi çok güçlü bir ülke. Görünüşte yasalar önünde kadın ve erkek eşit ama hala parlamentoda kadınların seçilme oranı çok düşük, yöneticilik ve iş konusunda da kadınlar çok geride, ücret konusunda eşitlik yok, biri işten çıkarılacaksa ilk önce bu kadın oluyor. Çünkü mantık olarak devletin kendisi erkek.