'İşçilerin kaderi insan kaynakları ve patronun iki dudağının arasında!'

'İşçilerin kaderi insan kaynakları ve patronun iki dudağının arasında!'

"Dünyadaki tüm işçilerin örgütlenme ve mücadele deneyimlerinden besleneceği, birbirinden öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyorum."

Söyleşi: Şilan Geçgel

Araştırmacı Uğur Şahin Umman’ın ikinci kitabı olan Çalışma Acısı-Emek ve Eziyet Deneyimleri geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Geceleri tok yatabilmek için hem fiziki hem manevi olarak bin bir zorlukla mücadele eden işçilerin hikâyelerini bir araya getiren bu kitabı, sınıf mücadelesini konuştuk.

Kitabınızı Somalı madencilerin hak arama mücadelesini verirken bir trafik kazasında kaybettiğimiz işçi önderleri Ali Faik ve Tahir’e adamışsınız. Onur Yıldırım ile kaleme aldığınız ilk kitabınız, Çizmelerimi Çıkarayım Mı? (Ayrıntı Yayınları, 2014)  ise Soma faciası sonrasında kaleme alınmış tanıklıklardan oluşuyor. Soma faciası ile kurduğunuz bağı sormak isterim.

Şöyle arz edeyim, annem hemşireydi ve ilk görev yeri Soma’ydı. Sürekli Soma'yı, hastaneye sıklıkla başvuran işçileri ve yoğun dumandan etkilenen madencileri anlatırdı. Oradan bir aşinalığım vardı aslında. Soma'ya ilk gittiğimde ise yüksek lisans öğrencisiydim. Soma faciası sırasında ruhsal olarak çok etkilendim çünkü ilk defa cenaze görüyordum. Kitabın yazım sürecinde, orada, aslında hayat hikâyelerine tanıklık etmeye çalıştık çünkü ana akım medya madencileri sürekli “Menemeni çok severdi.”, “2 yaşında çocuğu vardı.” şeklinde ajitatif bir tarzla haberleştiriyordu. Yaşanan facia ve bunun nedenleri üzerine kimse bir şey demiyordu.

“SOMA BENİM İÇİN BİR MİLAT OLDU”

Biz de aslında bu dili nasıl kırabiliriz, yeni bir toplumsal hafıza nasıl yaratabiliriz üzerine düşündük. Bunun için Soma'da üç sene kaldık. Bu yıllarda kayda düştüğümüz tanıklıklar ve anlatılarla kitabımız basıldı. Elbette benim için çok duygusal bir süreçti. Her şeyden önce ben 24-25 yaşında bir gençtim ve Türkiye'nin en büyük travma sahalarından birinde üç sene geçirmiştim. Bu her açıdan çok yıpratıcıydı. Soma'da yaşadığım tanıklıklar beni hem olumlu hem de olumsuz etkiledi, insanlar ve birçok mesele hakkında düşünmeme olanak verdi. Özellikle dava sürecinde patronların para hırsı için bir insanın canını ne kadar umursamadığına bizzat şahit oldum, bu beni büyük şaşkınlığa uğrattı. Sağ kalanlar ve arama kurtarma ekipleri ile de görüşme imkânımız oldu bu süreçte. Çalışmanın doğası ve kapitalizm koşullarında çalışmanın getirdiği yükler üzerine düşünmem açısından bu dönemi önemli buluyorum. Soma benim için bir milat oldu.

“Çalışma acısı” kavramı Türkiyeli okurun yeni yeni tanıştığı bir kavram. Kitabınızda bu kavramın hem dünyadaki hem de Türkiye’deki kullanımı ve işçi sendikaları tarafından sahiplenilişine geniş yer vermişsiniz. Nedir çalışma acısı?

Çalışma acısı insanın işyerindeki çalışma koşulları nedeniyle fiziksel ve ruhsal olarak acı çekmesi olarak tanımlanabilir. Bu kavramın mucidi ise Nanterre Sağlık ve Bakım Merkezi’nde görevli psikolog Marie Peze’dir. Neoliberal reformlar yayılırken, iş yerlerindeki baskılar artmış, Fransa’da birçok işçi, hastanelerin psikiyatri servislerine başvurmuş. Marie Peze, çok fazla işçinin rahatsızlanıp hastaneye başvurmasının ardında yatan nedenleri irdelerken, bunun işçilerin özel hayatları ile ilgili değil, çalıştıkları iş yerleri ile ilgili olduğunu fark ediyor.

Hastaneye gelen işçilerle konsültasyonlar yapıp, işçilerin ruhsal ve fiziksel acı çektiğini fark ettikten sonra işçilerin işyerlerindeki koşullarına odaklanan Peze, yaklaşık 8 yıllık bir gözlem ve raporlama sonrasında, performans başta olmak üzere birçok baskıcı sistematik yöntemin işçiler üzerinde kalıcı hasarlar/acılar yarattığını kayda düşüyor.

Peze; çalışma acısını, çalışmanın insanın ruhunda ve fiziksel bütünlüğü üzerinde oluşturduğu tahribat nedeniyle çalışanın acı çekmesi olarak tanımlıyor. Tüm bunları ise Hepsi Ölmedi Ama Hepsi Darbe Aldı-“İş ve Acı” Dayanışma Günlüğü 1997- 2008 isimli kitabında okurla paylaşıyor.

Elbette Fransa Akademisi Klinik Sosyoloji alanı bu mesele ile yakından ilgileniyor. Bu konuda derya deniz bir birikim var. Fransa'da, hastaneye yatan işçileri, önce tıp hekimleri daha sonra klinik sosyologlar ziyaret ediyor. İşçinin hastalığının işyeri ile bağlantısını araştırıyor. Fransa'da çalışma acısı konusunda uzmanlaşmış iş yeri hekimleri ve hekimler var. Örneğin Fransa'da yaşıyorsanız, çalışma acısı alanında çalışan hekimlere muayene olabiliyorsunuz. Gelişkin bir sistemleri var ancak bunun yanı sıra çalışma acısını önlemek açısından somut bir kazanımdan bahsetmek mümkün değil

Ön sözde, kapitalizm tarafından kutsallaştırılan çalışma eyleminin, acı başta olmak üzere birçok olumsuz şeyle sonuçlandığını ifade ediyorsunuz. Çalışmayı kutsallaştıran kapitalizm, günün sonunda çalışma acısını meşrulaştırıyor mu?

Evet, tabii ki. Bu çok güzel bir soru. Öncelikle şöyle bir durum söz konusu, kapitalizmin bazı kutsalları var; verimlilik, sürdürülebilirlik ve performans. Özellikle çalışma acısının bu anlamıyla ideolojik bir mücadelesi, ideolojik bir önemi mevcut.

“ÇALIŞMA ACISININ KAYNAĞI KAPİTALİZMİN İÇSEL DİNAMİKLERİNDE YATIYOR”

Örneğin, performans sistemi nedeniyle baskıya maruz kalan bir işçi mental semptomlar gösterdiğinde, üzüldüğünde ya da ağladığında bunu genellikle kırılganlık olarak tanımlıyor kapitalizm. Çalışma acısının kaynağı kapitalizmin içsel dinamikleri içinde yatıyor.

Kapitalistler açısından yine işçiye yöneltilen yetersizlik, kırılganlık, gereksiz naiflik gibi suçlamalar aslında çalışma eyleminin doğrudan kapitalizm tarafından kutsallaştırıldığını kanıtlıyor. İşçiye uygulanan sistematik şiddet patron açısından düzeltilmesi, önlenmesi gereken bir mesele değil. Çünkü kapitalistler için pazar sürekli yeni metalar bekliyor. Aksi takdirde krizler meydana geliyor ve kriz yaşamamak adına metaların hızlı üretimine odaklanan sistem, işçi üzerindeki sistematik baskı ve şiddeti arttırıyor. Böylece işçinin psikolojik, fiziksel ve mental sağlığı ikinci plana atılıyor.

Bugün kapitalizm, işçinin hastalık durumunda onu bir an evvel işinin başına geri döndürecek bir sağlık mekanizması kurmuş diyebiliriz. Örneğin kitapta da yer alıyor, bankacı bir görüşmecimin anlattıklarına göre bir banka oksijen ihtiyacı duyan, nefes darlığı yaşayan çalışanları için iş yeri revirine oksijen sistemleri de hazırlatmış. Böylece uzun saatler aralıksız, camsız veya sürekli klimanın altında çalışan işçiler nefes darlığı yaşarsa iş yerinde oksijen taktırıp işlerine devam edebiliyor.

Normal koşullarda iş yeri hekimlerinden ya da iş yeri revirlerinden beklenen nedir? Basit tıbbi müdahalelerin yapılabildiği ve ihtiyaç durumunda hastanın yani işçinin hastaneye sevkinin sağlandığı asgari bir sağlık hizmeti sunmaktır. Ancak şirketler ve patronlar işçiyi hastaneye göndermek, tam teşekküllü hastanelerde iyice tedavi olabilmesini sağlamak yerine en basit hâliyle tedavi olabilecekleri kabinler yaratmaktadır.

Sağlık emekçilerinden sanatçılara, beyaz yakalıdan kot kumlama işçisine birçok insanla yaptığınız görüşmeleri çalışma acısı bağlamında ele almışsınız. Bu kadar farklı sektör ve insan deneyimini çözümlerken motivasyon kaynağınız ne oldu?

Görüşmeler yaparken aslında daha iyi koşullarda çalıştığı sanılan beyaz yakalılardan fabrikalarda çalışan kot kumlama işçilerine geniş bir deneyim çeşitliliği dinlemeye çalıştım. Bunu yaparken en önemli amacım aslında her iş yerinin bir gün ve bir şekilde bir suç mahalline dönüşebileceği ihtimaliydi. Bu yüzden farklı sektörlerden, farklı yaşlardan ve deneyimlerden insanların çalışma acılarını kayda düşmeyi hedefledim. Şunu fark ettim, her işyerinde farklı biçimlerde işçiler ciddi bir sistematik baskı ve şiddet altında acı çekiyorlar. Kitabın da bu alana dair düşünsel bir üretim olabilmesi umudunu taşıyorum.

“İŞÇİLERİN KADERİ İNSAN KAYNAKLARI VE PATRONUN İKİ DUDAĞININ ARASINDA”

Kapitalizm koşullarında merkezine çalışma hayatını aldığı için kitabınızın birçok açıdan özgün bir üretim olduğunu düşünüyorum. Birbirinden farklı sektörlerden, birbirinden farklı çalışma acısı deneyimini okurken gölgede kalan bir şey dikkatimi çekti: Örgütsüzlük. Çünkü anlatıların tamamı işçilerin yalnız kaldığı, kendini güvende hissetmediği, bireyselleştirilen emek deneyimlerinden oluşuyor. Siz bu anlatıları dinlerken, kayda düşerken neler düşündünüz?

Açıkçası ben şöyle düşünüyorum, evet bu tanıklıkların neredeyse hepsi işçilerin daha örgütsüz olduğu iş yerlerinde yaşanıyor. Ancak bugün çalışma acısı söz konusu olduğunda işçilerin görece daha örgütlü olduğu iş yerlerinde de tablo çok değişmiyor. İşçiler, iş yerlerinde örgütlü de olsa, sendikaları da olsa bir biçimde yalnız kalabiliyorlar. Bu yüzden aslında iş yerindeki örgütlülükten ya da sendikal faaliyetlerden çok bu faaliyetlerin niteliğini konuşmak daha önemli diye düşünüyorum. Birçok işyerinde işçinin kaderi, insan kaynakları ve patronum iki dudağının arasında ne yazık ki.

Elbette dediğiniz gibi örgütsüz bir iş yerinde işçilerin hak gaspına uğraması daha büyük bir olasılık. Sınıf bilinci yükseldiğinde, işçiler örgütlendiğinde, çalışma acısı kavramı bilince çıkartıldığında tablonun değişmesi mümkün.

“Ben yazdım ve bu kavram doğrudur, kullanılmalıdır.” diye demiyorum. Örneğin Fransa'da bir iş yerinde işçiler “Burada acı çekiyoruz.” yazmışlardı. Türkiye'de ise “Çalışırken hastalanmak, ölmek istemiyoruz.” yazılabilir. Dünyadaki tüm işçilerin örgütlenme ve mücadele deneyimlerinden besleneceği, birbirinden öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyorum.

KÜNYE: Çalışma Acısı-Emek ve Eziyet Deneyimleri, Uğur Şahin Umman, İletişim Yayınları, 2022, 319 sayfa.