İmparatorluğun kalbinde sosyalizm tartışması: ABD’de demokratik sosyalistler!

İmparatorluğun kalbinde sosyalizm tartışması: ABD’de demokratik sosyalistler!

“...DSA’ye ne olacağanı zaman gösterecek. Umudumuz odur ki artık eskinin ölmeye başladığı, yeninin doğamadığı o interregnumun bittiği, yeni siyasi öznenin şekillenmeye başladığı dönemin geldiği ve çattığıdır...”

Kaya Çolakoğlu

2010’ların ilk yarısında Dünya solu odağını Batı Avrupa’ya ve Amerika’ya çevirmişti. Yaklaşık 20 senelik bir sükunetten sonra, İmparatorluğun kalbinde popüler bir sol dalga boy göstermeye başlamıştı. ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbyn, Fransa’da Melenchon ve İspanya’da Podemos: bu özneler beraberlerinde 60’lardan beri görülmeyen kitleler taşıyarak taleplerini siyasi arenaya taşımışlardı. Üzerlerine sayısız makaleler ve manifestolar yazıldı, “siyasetin geri dönüşü”, “neoliberalizmin ölümü”, “ideolojilerin geri dönüşü” ilan edildi.

Sanıyorum ki artık bu çağın geride kaldığını söyleyebiliriz. Sol popülist dalganın bayrak taşıyıcıları girdikleri seçimleri ya kaybettiler (Corbyn, Sanders ve Melenchon) ya da girdikleri koalisyon hükümetlerinde politikalarını ılımlaştırmak durumunda kaldılar (Podemos ve yerel seçimlerde Die Linke). Sol popülizm parlamentolarda ve diğer devlet aygıtlarında temsiliyet kazanarak hayatta kalabildi, ama neoliberal reaksiyon iktidarı elinden bir tehdit farz edecek seviyede kaptırmamayı başardı. Örneğin Corbyn’in seçim mağlubiyeti sonrasında İşçi Partisi’nin başına geçen merkez kadro partinin sol kanadını çeşitli suçlamalarla tasfiye etti ve etkisiz hale getirdi. Bernie Sanders’ın ikinci adaylığı ilkinden daha büyük bir mağlubiyetle sonuçlandı ve Demokrat Parti Joe Biden liderliği altında 2016-2019 sürecinde olduğundan çok daha muhafazakar bir çizgiye doğru evrildi.

Dünyanın gözü Batı Avrupa ve Amerika’da iken 2010’lar solunun en büyük zaferleri Latin Amerika’dan geldi: Meksika, Arjantin ve Peru’da köklü neoliberal rejimler devrildi, Bolivya’da MAS Partisi altında toplanan büyük halk kitleleri hristo-faşist bir darbe hükümetini seçime ve istifaya zorladı, Şili’de Pinochet anayasası meydanlarda devrim şehidi Victor Jara’nın şarkılarının söylendiği devasa protestoların ardından kaldırıldı ve yeni bir anayasa yazıldı.

2010’ların sonuna gelindiğinde, ABD’de sol popülizmin daha cenazesi kalkmadan bu gelişmeleri yakından takip eden yeni bir sol ortaya çıkmaya başladı. Tamamen Bernie Sanders’a atfedilemeyecek ama ondan da bağımsız olmayan bir başlangıçtı bu: 20. yy boyunca anti-Sovyet ve anti-komünist çizgisiyle ün salan DSA (Demokratik Sosyalistler); hızlı bir şekilde üye kazanmaya, yeni şubeler açmaya ve ideolojik ve politik alanlarda etkisini artırmaya başladı. Demokratik Sosyalistler 7 senede birkaç bin üyeden neredeyse 100.000 üyeye genişlediler, kongre ve yerel parlamentolarda Demokrat Parti aracılığıyla bir nebze temsiliyet kazandılar ve bazı bölgelerde parti mekanizmalarını ele geçirmeyi bile başardılar. Daha birkaç sene öncesine kadar yaş ortalaması 70’lerde, müzelik bir organizasyon olan DSA, ne üyeliğinde böylesine bir patlamaya hazırdı, ne de bu derecede bir ideolojik farklılaşmayı kaldırabilecek bir altyapıya sahipti. Ama siyasi loto DSA’ye tutmuştu: senelerdir kendini telaffuz edemeyen bir sol muhalefet önüne çıkan ilk olanak olan Demokratik Sosyalistlere tutundu. Yeni sosyalist gençlik kısa zaman içinde örgütün eski tüfeklerini geride bıraktı ve DSA yeni tartışmalara, yeni ideolojik oryantasyonlara açık hale geldi.

Bu büyük “selin” damıtılmış bir halini örgütün Uluslararası Komitesi (IC) ve onun yakın tarihinde görmek mümkün. IC, yaklaşık üç sene öncesine kadar bazı örgüt üyelerinin “eski DSA’ye ait” olarak tanımladığı pratiklerle çevriliydi: küresel soldan izolelerdi ve “üçüncü pozisyon” olarak adlandırılan bir çizgi izlemekte kararlılardı. BDS, Küba ambargoları ve ilk pembe dalga gibi döneme iz bırakan dayanışma olanaklarından uzak durmuşlardı. Bu, kısa zaman içinde, Latin Amerika solu ile iletişim halinde olan, onun zaferlerini imrenerek izleyen genç sosyalist kuşak için çekilmez bir hale geldi. Gruba yöneltilen eleştiriler gittikçe arttı, ve organizasyonun 2019 kongresinde alınan bir kararla eski tüfek yönetim tasfiye edildi ve böylece “eski DSA”in son kalesi de düşmüş oldu.

Fakat bu DSA’in temelli sola kayışı ya da komünist bir eksene doğru oryante olması demek değildi. Örgütün bir parti çizgisine sahip olmayışı ve “büyük çadır” olarak adlandırılan yapısından ötürü böyle bir analizin geçerli olamayacağı kanaatindeyim. Öyle ki bu çoğulluk kendini sadece tartışmalarda değil, aynı zamanda alınan kararlarda da belli etmekteydi, hala da etmekte.

Örneğin IC reformu eski DSA’in temsil ettiği bir sosyal demokrasi anlayışının reddi olmasına rağmen aynı kongrede alınan bir kararla Demokratik Sosyalistler Bernie Sanders’ı desteklemeyi de benimsediler. Sosyal demokrat kanatlar bu kararı Bernie Sanders’ın liderliğine ve onun harekete sağladığı enerjiye atfederken, sosyalistler ve komünistler, Sanders’ın yıllardır birikmekte olan toplumsal muhalefetin ilk odaklandığı isim olduğunu öne sürdü ve bu kararı bir örgütlenme olanağı çerçevesinde değerlendirdi.

Sanders kampanyasının mağlubiyetinden sonra örgütte bir boşluk ortaya çıkmış oldu. Demokrat Parti sosyalistlere karşı gittikçe daha agresif bir tutum sergiliyor, pandemi kapitalizmin çelişkilerini açık bir şekilde gözler önüne sürüyor ve patlayan Black Lives Matter olayları Amerikan solunu ırksal körlüklerini sorgulamaya ve Prison-industrial complex (hapis endüstrisi) analizi yapmaya itiyordu. Bu dönem boyunca bazı DSA birimleri bulundukları şehir ve kasabalarda protestoları düzenlemede yardımcı oldular, dayanışma ağları kurdular ve belki de ilk defa spontane bir sosyal harekete entegre olmayı, onun içinde ve etrafında örgütlenmeyi öğrendiler.

Şu an örgütte gözler bu yaz gerçekleşecek kongre üzerinde. Kongrede Demokratik Sosyalistlerin sol kanadını temsil edecek grup “Cardinal”, konjonktürü şöyle özetliyor: “Yakın tarihimiz boyunca gerçekleşen örgütlenme çalışmalarımızda başarıya ulaşabilmek için çoğu zaman kontrolümüz dışında gerçekleşen olaylardan yararlandık: Bernie Sanders’ın kampanyası ve Trump hükümetinin sonu gelmeyen zulümleri başta gelmek üzere. Ancak artık önümüzde yeni sorunlar ve yeni mücadeleler belirmekte, ve artık sosyalistler olarak kontrolümüz dışında gerçekleşen olaylara bel bağlamamalı, kendi siyasetimizi yürütmeliyiz… Biz, DSA’yi, milyonlarca üyesi olan, demokratik ve iktidar mücadelesi sürdürebilecek bir kitle partisi olarak öngörüyoruz.”

“Kitle partisi” kavramı, solun büyük kesimlerini kapsayabilen, bilinçli ve militan üyelerden oluşan, yerel birimleri güçlü, sendikalaşma ve işçi sınıfı entegrasyonu odaklı bir örgüt üzerine kurulu. IC Amerikalar Eşbaşkanı Tom Wojcik, bu modelin Avrupai sol popülizmden çok, Latin Amerika solundan esinlenmiş olduğu kanaatinde: “Bu örgütün geleceğinin Stockholm, Londra, veya Kopenhag olduğunu düşünmüyorum. Bence Amerika solunun geleceği La Paz’da, Havana’da ve Caracas’da… Tam da bu yüzden DSA iletişim önceliğini Latin Amerika ve Karayip sosyalistleri ve kitle örgütleri olarak belirlemiş bulunmakta.” Bu tutum Türkiye soluna her ne kadar garip görünebilse de, içinde bir doğruluk payı yok değil. ABD, ekonomik eşitsizlikleri, devlet modeli ve ırk çelişkileri açısından dünyanın en zengin ülkeleri arasında özel bir konumda. Elbette ABD bir “üçüncü dünya ülkesi” değil, eğer böyle bir terim hala kullanılabilirse, fakat Demokratik Sosyalistler bunun farkındalar.

Latin Amerika’ya ve Karayiplere dönüş, “kitle partisi”, büyük çadır organizasyonu…bunların tam oturmamış kavramlar ve eğilimler olduğu çoğu DSA’li tarafından bilinmekte. Örneğin Jeremy Corbyn’in Evo Morales’den gerçekten çok farklı bir vizyonu olup olmadığını ele alabiliriz. Ya da bir “büyük çadır” olmanın IC tasfiyesi ile tutarlı olup olmadığını da sorgulayabiliriz. Fakat günün sonunda bu kavramlar, küresel sosyalist hareketin diğer her kavramı gibi, birer “tavır” ifade etmekte: bu konjonktürde ise siyasi marjinalde kalmaktan bıkmış, “halka mal olmak” için can atan, önüne çıkan hiçbir örgütlenme olanağını kaçırmak istemeyen, kazanmak isteyen bir “tavır” ifade etmekte bu kavramlar. Bağımsız, örgütlü, işçi sınıfına ve ezilmiş halklara entegre, yüzü devrime dönük bir sol. Bu sol için Latin Amerika, Demokrat Parti aparatlarından kurtulmuş, kendi geleceğini kendi yazabilen bir öznelliğin ismi. Aynı zamanda bir silah: örgütü eski geleneklere çekmeye çalışanlara karşı takınılacak, amansız bir silah.

DSA’ye ne olacağanı zaman gösterecek. Umudumuz odur ki artık eskinin ölmeye başladığı, yeninin doğamadığı o interregnumun bittiği, yeni siyasi öznenin şekillenmeye başladığı dönemin geldiği ve çattığıdır. Eğer bu dönemde alınan kerteriz Latin Amerika’ysa, eğer Latin Amerika odaklı bir anti-emperyalizm onları şoven/marjinal tavırdan kurtaracaksa, bize düşen iyi şanslar dilemek, belki onların şaşkınlığında kendimizi görmektir.

DAHA FAZLA