İlk otobüs protestocularının cesareti
Thomas C.Holt, Carrie Lee Fitzgerald’ın isyanını anlatıyor…
29-03-2021 01:11

Yazar: Thomas C. Holt
Çeviren: Gülşah Kartalkaya
Carrie Lee Fitzgerald, Ocak 1944’te Danville, Virginia’nın kırsal eteklerindeki evine doğru yol alan Lynchburg’daki Trailways otobüsüne bindiğinde üzüntüden hastalanmıştı. Daha yeni “zenci” hastanesinde böbrek hastalığı nedeniyle tedavi görmekte olan 42 yaşındaki kocasını ziyarete gitmişti. Carrie, oradan ayrılırken kocasını son defa canlı olarak görüyor olabileceği korkusunu taşımaktaydı. Ve gerçekten de birkaç hafta sonra onu kaybetti. Belki de içinde bulunduğu ruh hali ve acısı o günkü beklenmedik davranışlarını açıklamaktadır. Ya da belki de Carrie’nin davranışı ile o gün ona eşlik eden en küçük kızının kocası, Pasifik’te başka bir cephede “dünya demokrasisini kurtar” adı altında savaşıyorken, üç oğlundan birinin Avrupa’daki Amerikan ordusuna hizmet ediyor oluşu arasında bariz bir çelişki bulunuyordu. Belki de bu siyahi yaşantısının 66 yıl boyunca sistematik olarak küçük düşürülmesinin ve saygısızlık edilmesinin üzerine olan birikmişliğinin bir sonucuydu.
Sebebi her ne olursa olsun, otobüste kızının korkusuna rağmen “beyazlar” için ayrılmış olan bölüme oturdu. Sürücü durumu fark etti ve ona arkaya geçmesi için bağırdı. Ailesi ve arkadaşları için tanıdık olan bir ses, o sessiz otobüse kırbaç gibi vuran bir cevap verdi. Sürücünün isteğini bariz bir şekilde reddetti. O binmeden önce otobüse dolan üniversite öğrencilerinin renkli koltuklarını doldurduğunu bu nedenle de inen ilk yolcunun kalktığı boş yere oturduğunu belirtti. Belki de sürücü, koltuğundan kalkıp yaşlı bir kadını yerinden zorla kaldırmayı tatsız ve polisi bekleyip de gecikmeyi uygunsuz bulmuştu. Her halükarda onu rahat bırakmaya karar verdi, Virginia yasaları ve töreleri lanetlenmiş oldu. Böylece Carrie yola, kalan 60 mil boyunca rahatsız edilmeden devam etti. Yıllar sonra aile irfanı onun isyanını, 10 yıl sonraki Sivil Haklar Hareketi simgesel başlangıcının söylenmemiş bir provası, “Bir Rosa Parks Anı” olarak kutlayacaktı. Ancak aile irfanının aksine Carrie’nin isyanıyla ilgili en kayda değer unsur o anın ABD’deki siyahların yaşam tarihine nasıl bir örnek olduğuydu çünkü öncesinde ve sonrasında da benzer birçok isyan meydana gelmişti. Nitekim 6 ay sonra savaş uçağı inşa eden bir yüklenici firmada çalışan 27 yaşındaki Irene Morgan, Baltimore Maryland’de bulunan evine gitmek için Gloucester, Virginia yakınlarında bulunan Hayes Store durağından bindiği otobüs ile çıktığı yolculukta aynı protestoyu başlatacaktı. Carrie Fitzgerald’ın aksine Irene Morgan tutuklandı. Daha sonradan davası, halkın ve 3 yıl sonra Amerika Yüksek Mahkemesi’nin dönüm noktası niteliğinde bir karar almasına öncülük eden Siyahi İnsanların Yükselmesi Ulusal Derneği’nin dikkatini çekmiş, Yüksek Mahkeme Irene’nin eyalet sınırlarını aşan bir yolculukta olduğunu, maruz kaldığı ayrımcılığın kendisinin sivil haklarının ihlal edilişinin anayasaya aykırı olduğunu bildirmiştir. Morgan’ın Virginia’nın Jim Crow Yasalarına olan mücadelesi onun bir sınır eyaletinde yaşlanmasını ve oradaki Amerikalı siyahların savaş zamanı eylemciliğini iyi yansıtıyor olabilir ancak bu gerçeklerin her biri aynı zamanda siyahların eşit muamele ve saygı görmek için duydukları özlemin ülke çapında değişen ortamını da yansıtır.
Fitzgerald’ın 1944’teki dünyası Morgan’ınkinden farklıydı ama aynı zamanda demokratik olarak yeniden inşa edilmiş Güney hayallerinin kanlı şiddet ve siyasi ihanete kurban gitmesinden yalnızca 1 yıl sonrası, 1878’deki doğduğu zamanla da aynı değildi. Nazizme karşı olan bu savaş yalnızca o rüyayı yeniden canlandırma sözünü vermiyordu, aynı zamanda Carrie’nin direnişine olanak verecek maddi koşullara da sahipti. 10 yıl önce tarım işçiliğini bırakan ailesi artık ne kalacak yer ne de geçimini sağlamak için tarla sahiplerinin kaprislerini çekmek zorunda değildi. En küçük kızına bağlılığından dolayı ordunun verdiği ödenek aileye daha önceden kiracısı olduğu 2 katlı ahşap kulübeyi satın alma imkânı sunmuştu. Yani o gün otobüsteki hareketleri için ondan açıklama bekleyen bir ev sahibi olmayacaktı. Büyümüş çocuklarının işlerini tehdit eden kimse de yoktu. Yirminci yüzyılın yarısı itibarıyla bunlar, ne kuzey ne de güney askeri hizmetinde yer alanlar, savaş zamanı talebini karşılamak adına genişletilmiş kentsel iş gücü piyasasında çalıştıkları için siyah hayatı yeniden şekillendiren büyük demografik dönüşümü pekiştirecek bir düzen oluşturuyorlardı.
Böylece Carrie’nin, muhtemelen Irene Morgan’dan daha fazlasını barındıran hikâyesi Sivil Haklar Hareketi’nin gelişinden on yıllar önceki kritik değişimleri yansıtıyordu. Yine de tarihe geçen ya da kaybolan birçok olay gibi, Carrie’nin Jim Crow rejimine karşı sergilediği anlık bireysel mücadelenin, daha sonra gerçekleşen; bazılarının “özlemi duyulan sivil haklar hareketi” olarak adlandırdığı olayların başlangıç bölümü ile bağdaştırılmaması gerekir.
Bunun yerine en iyi ihtimalle on yıl sonraki süregelen tarihsel dönüşümleri mümkün kılan daha geniş çapta isyanların başlangıç simgesi olarak görülebilir. 1955 ve 1965 yılları arasında Jim Crow düzenine yönelik verilen mücadeleler bariz bir şekilde daha önce gelen direniş kuşaklarından filizleniyordu ve onlar önceki hikâyeler olmadan anlaşılamamaktadır, ancak bir şey apaçıktır ki; Carrie Fitzgerald’ın isyanı yine de kitlesel toplum hareketinin bir parçası olmamıştır.
On yıl sonra yapılan protestolarda ne onun bireysel protestosunu geliştirecek bir toplum seferberliği ne de kendi mizacıyla bu baskıya karşı sergilediği cesurca mücadelesine çok yakın tutulabilecek bir değişiklik olmayacaktı. Bahçesiyle ilgilenecek, torunlarına bakacak, kendi sessiz rutinine geri dönecekti. Birçok akademisyenin 1955 ve 1965 yıllarını kapsayan “klasik” Sivil Haklar Hareketi olarak adlandırdığı bu on yıl, en iyi ihtimalle Carrie’nin hikâyesindeki kayıp unsurların çoğunu içeren, ırkçı baskıya karşı uzun yıllar süren Afrikalı Amerikan direnişinin tarihinde eşsiz bir an olarak anlaşılabilir. Ancak bir sonraki anın Carrie’nin eylemlerini mümkün kılan ve aynı zamanda yaklaşan fırtınanın olabilirlik koşullarını değerlendiren sosyal, ekonomik ve jeopolitik dönüşümlere dayandığını, onların üzerine inşa edildiğini de kabul etmeliyiz. O halde Carrie’nin hikâyesinde bildiğinden daha farklı bir dünyada yetişecek olan çocukları ve torunları için on yıllar boyunca serpilecek olan daha geniş bir hikâyenin tohumlarını buluyoruz.
Aynı zamanda Carrie’nin hikâyesi bir sonraki adımın niteliğini ve onu yönlendiren toplumsal güçler hakkındaki bazı popüler yanlış kanıları da ortaya çıkarıyor. Sivil Haklar Hareketi yakın ABD tarihinin güzel anlatılan bir dönemi haline gelmiştir. Görüntüleri ocak ve şubat aylarında Martin Luther King Jr.’ın doğum gününde ve “Zenci Tarihi Haftası” (Negro History Week) kutlamalarıyla arka arkaya yayınlanır ve King’in güzel sözlerini seçmek için ara ara kısaltılır. Bu, Rosa Parks’ın Montgomery otobüsündeki simgesel oturma eylemi imajı desteklendiğinde bile, Hareket çoğunlukla kahraman ve karizmatik erkek liderlerin bireysel ya da toplu eylemleri olarak gösterilir. Hareket’in daha derin bir incelemesi, Carrie’nin tek başına yaptığı eyleme çok benzer, daha çok Carrie Fitzgerald, Irene Morgan ve Rosa Park gibi kadınların, eylemin ne anlama geldiğini ve olasılıklarının yeni farkında olan vatandaşların birikmiş şikâyetlerine daha az yol gösteren kahraman erkek liderler tarafından yönlendirilen bir eylemi gözler önüne serer. Böylece, İnsan Hakları Hareketi’nin sınırlandırmalarını ve başarılarını anlamak, onu gerçekten sosyal bir hareket haline getiren, kolektif, sürekli ve dünya değişimine katkı sağlayan özellikleri; tarihsel şartları yeniden kazandırmamızı gerektirir. Yirminci yüzyılın aşağı yukarı on yıl süren sosyal hareketinin en aktif katılımcıları, kolektif eylem, sürekli bağlılık, sosyal düzendeki esas değişimleri gerçekleştirme kararlılığının ve bunun devamlılığını sağlayan güç ilişkilerinin ayırt edici özelliklerinin fazlasıyla bilincindelerdi. Bu aktivistler, bu yükümlülüğü iki kelimeyle özetlediler: “The Movement”. Yazıda belirli artikellerle ve büyük harflerle belirtilen, farklı yerlerde ve bazen farklı amaçlar altında; farklı örgütsel himayeler altında ortaya çıkan bu sıradan insanlar devrimci bir değişim olmasını umdukları şeye ulaşmak için birlikte hareket ediyorlardı.
Elbette, ABD’nin ırksal düzeninin saçmalıklarına ve gaddarlıklarına karşı meydan okuyan ve direnen bazı genç aktivistlerin davranışlarında bir miktar kibir ve gözle görülür biçimde yanlışlar bulunuyordu. Carrie Fitzgerald ve Irene Morgan onları bu noktada hizaya getirebilirdi. Ancak bununla beraber bu özgürlük mücadelesinin uzun tarihinde farklı anlarda yaşlandıkları doğruydu. Bu mücadeleyi şekillendiren olasılık koşullarının daha iyi anlaşılmasının sosyal adalet ve insan onuru için devam eden mücadeleye faydalı olacağını umuyoruz.
Kaynak: Literary Hub
İLGİLİ HABERLER
Yuri Gagarin ve uzay mirası
Yuri Gecesi şerefine, uzaya giden ilk insan Yuri Gagarin hakkında daha fazla bilgi edinin!
12-04-2021 22:13

Çeviren: Dicle Yılmaz
Bu makale, her yıl 12 Nisan'da dünya çapında kutlanan “Yuri Gecesi”nin şerefine yazılmıştır.
Uzay uçuşu tarihindeki en ilham verici figürlerden biri Yuri Gagarin'dir. Rus Sovyet pilotu ve kozmonot olan Gagarin, uzaya giden ilk insandır. 12 Nisan'da Vostok uzay aracıyla Dünya'nın yörüngesinde bir tur dönmesiyle tarihe geçmiştir.
HAYATININ İLK YILLARI VE GENÇLİĞİ
Yuri Gagarin, 1934'te Rusya'nın Klushino adlı küçük bir köyünde dünyaya geldi. Ailesi bir çiftlikte çalışıyordu ve iki erkek bir de kız kardeşi vardı. Ancak bu dönem, II. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insanın Nazi işgalinden etkilendiği talihsiz bir dönemdi. Gagarin ve ailesinin de onlardan farkı yoktu. 1941'de, Yuri yaklaşık 7 yaşındayken bir Nazi subayı ailesinin evini ellerinden aldı. Yuri ve ailesi, yaklaşık iki yıl boyunca evlerinin arka bahçesindeki küçük, çamurdan bir kulübede yaşamak zorunda bırakıldı. Savaş sona erdikten sonra ailesiyle 1946'da yakınlardaki Gzhatsk kasabasına taşındı.
Yuri, 16 yaşında akşam derslerine girerken aynı zamanda Moskova yakınlarındaki bir çelik fabrikasında dökümcü olarak çıraklık yapmaya başladı. Bir yıl sonra hem çıraklık hem de akşam dersleri aldığı okuldan mezun oldu ve ardından Saratov Endüstri Teknik Okulu'na eğitim almak üzere seçildi. Oradaki boş zamanlarında Yuri, Sovyet Hava Üssü öğrencisi olarak hafta sonları eğitim aldı ve bir uçuş kulübünde uçak kullanmayı öğrendi.
1955'te Teknik Okuldan mezun olduktan sonra Yuri, Sovyet Ordusu tarafından askere alındı ve Orenburg'daki Birinci Chkalov Hava Kuvvetleri Pilot Okuluna gönderildi. Bu okulda Yuri, 1957'de MiG-15 savaş uçağını tek başına kullanırdı. Mezun olduktan sonra Kasım 1957'de Sovyet Hava Kuvvetlerinde Teğmen oldu. Yuri Gagarin iki yıl sonra, 1959'da 25 yaşındayken Kıdemli Teğmenliğe yükseldi.
UZAYA GİDEN İLK İNSAN
1960 yılında Yuri ve diğer 19 pilot, kapsamlı bir araştırma ve seçim sürecinin ardından Sovyet uzay programı için seçildi. Bu 20 pilotluk gruptan Yuri ve diğer beş pilot seçkin Sochi Six eğitim grubuna alındı. Sonrasında Yuri, Vostok uzay aracının ilk fırlatılışı için kozmonot olarak seçildi.
Vostok 1, Yuri komutasında12 Nisan 1961 06:07 UTC’de Kazakistan'dan uzaya fırlatıldı. Uzay aracı 108 dakika boyunca yörüngede döndü, ardından Dünya'ya geri döndü. Yuri Gagarin artık uzaydaki ilk insan ve aynı zamanda Dünya'nın yörüngesine giren ilk insan olmuştu. Vostok'un Dünya'ya yeniden girişini yavaşlatacak motoru olmadığı için Yuri, iniş alanının 7 km yukarısında aracı terketti ve Dünya'ya paraşütle indi.
UZAY YOLCULUĞU SONRASI
Uzaya yaptığı yolculuğun ardından Yuri Gagarin sadece Sovyet Uzay Programı’nda değil, dünya çapında da ünlü bir kahraman haline geldi. Yuri’ye 'Sovyetler Birliği Kahramanı' unvanı verildi ve dünyada uzaya insan gönderen ilk devlet olan Sovyetler Birliği'ni tanıtmak için yoğun bir programla yurtdışında seyahat etti.
Yuri, uçuşundan bir yıl sonra, 1962'de Sovyetler Birliği Vekili oldu ve Genç Komünist Birliği Merkez Komitesine seçildi. Sovyet Hava Kuvvetleri'ne Teğmen olarak atandı. Daha sonra 1963'te, 29 yaşındayken Albaylığa terfi edildi.
Yuri, sonraki birkaç yılı hem bir kozmonot tesisinde yeniden kullanılabilir bir uzay aracı tasarımları üzerinde çalışarak hem de ona tayin edilen çeşitli görevler ve tanıtım etkinlikleri ile ilgilenerek geçirdi. Ne yazık ki, 27 Mart 1968'de, uzaya giden ilk insan 34 yaşında, henüz gençken bir eğitmenle talim uçuşu yaptığı sırada uçak kazasında yaşamını yitirdi.
Yuri Gagarin, günümüzde de milyonları motive etmeye devam eden, ilham verici bir mirası geride bıraktı. Yuri Gagarin’in uzaya giden ilk insan olması ve onunla aynı yolu izleyen insanlara ilham kaynağı ve dönüm noktası olmasının şerefine, Yuri Gecesi dünya çapında her yıl 12 Nisan’da kutlanır.
Kaynak: UC Science
‘Dünyayı değiştirmek için dünyadayım’: Käthe Kollwitz’in sanatı ve yaşamı
"Yirminci yüzyılın en iyi kadın sanatçılarından birinin yaşamının ve çalışmalarının uluslararası sosyalizmin demokratik, eşitlikçi davasıyla ayrılmaz biçimde bağlantılı olması tesadüf olamaz."
12-04-2021 01:00

Yazar: Joanne Laurier
Çeviren: Selin Yegin
Massachusetts eyâletinde yer alan Worcester Sanat Müzesi’nde şu anda gösterimde olan bir litografi sergisi, Avrupalı ustaların (Goya, Delacroix ve diğerleri) ve on dokuzuncu yüzyıl litograflarının (Daumier ve Whistler) eserlerinin yanı sıra daha modern sanatçıları da içermektedir. Bu son kategoride yer alan bir parça, Alman sanatçı Käthe Kollwitz’in (1867-1945) 1909 yılına ait, Mavi Şallı Kadın adını verdiği eseridir.
Dalgın fakat yakıcı bakışları olan orta yaşlı bir kadının bu kasvetli litografı, Kollwitz’in hayatı boyunca eserlerinde tasvir ettiği emekçi kesimlerin birçok özelliğini yansıtıyor. Eser, işçi sınıfının toplumsal kurban olarak rolüne vurgu yapan daha yaygın yaklaşımdan kaçınan sanatçının, işçi sınıfını toplumsal dönüştürücüler ve olayların öznesi olarak tasvir etme konusundaki kararlılığını gösteriyor.
Kollwitz’in eserindeki özne aşağı doğru bakmaktadır. Kadının bakışları derin ve yalnız, ancak yoğunluğu şimdinin ötesine uzanmakta. Onun kaygıları ve belki de uzaktaki umutları, genel insanî duruma değinir. Kadın, toplum tarafından hırpalanmış olsa da yenilmiş değildir. Herkes, ona vurulan her darbe için gelecekteki hesaplaşmanın planlı ve kusursuz olacağını hisseder. Litograf sakindir ama yine de duygusal ve derinde hissedilen bir etki taşımaktadır. Kollwitz, tasvir ettiği karakterin gücü ve her ne kadar baskılansa da zekâsı konusunda ısrar etmiştir.
Mavi Şallı Kadın, nüfusun geniş kitlelerinin karşı karşıya olduğu koşullara sanatsal bir ifade vermeye kendini adayan yaratıcısının muazzam teknik becerilerini sergilemektedir. Kollwitz’in yaşamı ve kariyeri, başka pek çok sanatçı gibi, Alman işçi sınıfının artan öz farkındalığıyla, sosyalist emelleriyle ve onun tüm güçlü ve zayıf yönleriyle birlikte siyasi örgütlenmesiyle iç içeydi.
Käthe Kollwitz, Doğu Prusya’nın Königsberg kentinde 1867 yılında dünyaya geldi. Kendisi, sosyal ve ahlaki idealizm merkezli eleştirel düşüncenin serpildiği bir atmosferde büyüdü. 1848 Devrimi’nin teşvik ettiği sosyalizm ruhuna Kollwitz’in ailesinde saygı duyulmasının yanı sıra babası Karl Schmidt de Marx ve Engels’in etkisiyle kurulan Almanya Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) katılmıştı. Kollwitz’i Goethe ile tanıştıran büyük abisi Konrad Schmidt de SPD’nin önde gelen üyelerinden biri oldu. (Sonraki yıllarda Kollwitz, muhtemelen kendisi için koyduğu bir hedefi işaret ederek şöyle dedi: “Goethe’nin hayatıyla ilgili en dikkat çekici şeylerden biri, onun her şeyi öğrenme ve her konuda görüş belirtme çabasıdır.”) Kendisi daha çocukken babası, kadın oluşu gibi “talihsiz” bir gerçeğe rağmen, onun sanat alanında bir kariyerinin olacağının alnında yazılı olduğunu hissetmişti.
Kollwitz, 1891’de abisinin çocukluk arkadaşı olan ve Berlin’in bir işçi mahallesinde bir tür sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti uygulayan Dr. Karl Kollwitz ile evlendi. I. Dünya Savaşı’nın, oğlu Peter’ı elinden alması, Kollwitz’in sanatının kaçınılmaz duygusallığını ve savaş karşıtı karakterini artırdı. Kendisi daha sonrasında Rus devriminden büyük ilham aldı. Hitler 1933’te iktidara geldiğinde Kollwitz, Berlin Sanat Akademisi’nden kovuldu ve eserleri Alman müzelerinden kaldırılıp yok edildi. Sosyalist ve komünistlerle bağlantısından dolayı kin ve artan kısıtlamalarla karşılaştı ancak hiçbir zaman tutuklanmadı. Kollwitz; 1945’te, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde hayata veda etti.
LİTOGRAFİ
İlk zamanlarda Kollwitz, resmin aksine grafik sanatlarına bir iletişim aracı olarak ilgi duyuyordu. Çalışmalarının orta derecede fiyatlandırılmasının ve yaygın olarak erişilebilir olmasının son derece önemli olduğunu hissediyordu. Kollwitz, sanat için sanat anlayışını reddederek sanatın bir iletişim aracı olması gerektiğine tutkuyla inanıyordu.
Dokumacıların İsyanı adını verdiği bir dizi baskı, 1898’deki Büyük Berlin Sanat Sergisi’nde büyük sansasyon yarattığında tanınmış bir sanatçı konumuna geldi. Altı baskıdan oluşan ve Silezyalı işçilerin 1844’deki ayaklanmasını tasvir eden Dokumacılar; yoksulluk, ölüm, komplo, öfkeli dokumacılar alayı, ev sahibinin evine saldırılması ve askerlerin tüfekleriyle gelen ölümün dramatik bir yaklaşımını yansıtmaktadır.
“Bu, sınıf bilincine ulaşmış sanatın bir işaretiydi. Neredeyse ilk kez, işçinin durumu ve pozisyonunu iyileştirmek için verdiği çağlar boyu süren mücadele, resimlerde sempatik bir konuma geldi… Millet’in köylüyle yaptığı şeyi Kollwitz de işçiyle yaptı. Bir yaşam biçimi düşündü ve insanî bir dünya öngördü.” (Carl Zigrosser tarafından seçilen ve tanıtılan Prints and Drawings of Käthe Kollwitz) Bu seri ona, çalışmalarını “sefil” bir sanat olarak nitelendirip azarlayan ve altın madalya ödülünü veto etmek için müdahale eden Kaiser’in öfkesini kazandırdı.
Kollwitz’in ikinci baskı dizisi 1902-1908 arası üzerinde çalıştığı Köylü Savaşı idi. On altıncı yüzyıl köylü ayaklanmasının bir yorumu olan seri, Dokumacıların İsyanı’nda olduğu gibi, yoksulların dayanılmaz yaşam koşullarına (bu durumda kırsal kesim yoksulları) vurgu yaptı. Seride alışılmadık olan şey yedi baskının dördünde de ana karakterin kadın olmasıdır. Kadının evrensel anne, koruyucu ve savaşçı olarak sesini duyurma arzusu, çalışmalarında giderek daha eksiksiz bir ifade bulmaya başladı. Serideki ikinci baskı olan Tecavüz, batı sanatında cinsel şiddetin kadın kurbanını duygudaşlıkla tasvir eden en eski resimlerden biridir.
I. DÜNYA SAVAŞI
I. Dünya Savaşı, Sosyal Demokrasi’nin ihaneti (Kollwitz’in değerlendirmesinden bağımsız), oğlunun o savaşa kurban gitmesi, 1917’deki Rus Devrimi ve başarıya ulaşamayan 1918-1919 Alman devrimi gibi devasa olayların etkisi, Kollwitz’i sanatın amacını ve tekniğin bir sanat eserindeki anlamla olan ilişkisini yeniden değerlendirmeye zorladı. Savaş ve sosyal devrim zamanlarında sanata getirilen yeni gereksinimlerle birlikte daha önceki çalışmalarında tutkuyla kullandığı oyma gibi birçok yöntemin yersiz gözüktüğüne karar verdi.
Kollwitz 1919’da günlüğüne şunları yazdı: “Litografi artık bana kullanabileceğim tek teknik gibi geliyor. Bu bir teknik bile sayılmaz, o kadar basit ki. Sadece temel unsurları önemli.”
1919’da Kollwitz, Rosa Luxemburg ile birlikte devrimci Spartaküs Birliği’nin liderliğini yapmış olan Karl Liebknecht’in cenazesini anmak için sanatıyla görev aldı. Liebknecht ve Luxemburg, emperyalist savaşa karşı çıktıkları ve sosyalist enternasyonalizmi savundukları için, 1919’da SPD’nin sağ kanadına önderlik edenlerin suç ortaklığıyla, gerici askerler tarafından öldürüldüler.
Karl Liebknecht’in Cenazesi, Kollwitz’in Liebknecht cinayetinin işçi sınıfında neden olduğu ruhsal çöküşleri yakaladığı sarsıcı bir parçadır. Ahşap gravür, ölen liderin cesedi etrafında hüzünlü bir şekilde kalabalık oluşturan ve ciddiyetle saygılarını sunan işçileri gösterir. Kollwitz, bu durumu natüralizm ve sembolizmin bir kombinasyonuyla birlikte resmediyor ve nüfusun duygusal ruh halini bir Hristiyan Ağıtı tarzında ortaya çıkarıyor.
Liebknecht anıtı hakkındaki yazıda Kollwitz, kendi içsel sanatsal sürecinden bir şey ortaya çıkarmaktadır: “Bir sanatçı olarak her türlü şeyden duygusal içeriği elde etmek, bir şeylerin beni etkilemesine izin vermek ve daha sonra o şeylere dıştan bir şekil vermek benim hakkım. Bu yüzden de işçi sınıfının Liebknecht’e vedasını tasvir etme ve hatta Liebknecht’in politik olarak peşinden gitmeden eseri işçilere adama hakkına sahibim. Yoksa bu böyle değil midir?”
Savaşın acımasız sonuçları hakkındaki düşüncelerinin bir kısmı, 1923’te, kadının bir eş ve anne olarak 1914-1918 yıllarında gerçekleşen küresel katliama verdiği tepkiyi tasvir eden Savaş ismindeki yedi ahşap gravürden oluşan bir seri halini aldı. Serideki en popüler eser Gönüllüler, Azrail’den başkası olmayan bir lideri takip eden dört kişilik bir grubu göstermektedir. 1916’da Kollwitz şunları yazdı: “Savaşın saçmalığına ikna olduğumu düşündüğümde, kendime hangi yasayla yaşamak gerektiğini soruyorum tekrar… Asla hepsini tam olarak anlayamayacağım. Ancak, oğullarımızın, Peter’ımızın [Kollwitz’in oğlu], iki yıl önce temiz kalpleriyle savaşa gittiği ve Almanya için ölmeye hazır olduğu çok bariz. Neredeyse hepsi hayatlarını kaybetti. Almanya’da ve Almanya’nın düşmanları arasında milyonlarcası öldü… Eğer savaşı yalnızca bir delilik olarak görürsem, sana ihanet mi etmiş olurum Peter?”
Kendi kariyeri boyunca bir annenin ölmüş çocuğunu kucakladığı yürek parçalayıcı, savaş karşıtı temaları birçok farklı yolla yeniden ele almıştır.
Kollwitz’in yirminci yüzyılda Alman ve uluslararası sosyalizmin değişimi hakkındaki görüşleri tam olarak bilinmemektedir. Kendisi politikacı değildi, tam tersi büyük bir dürüstlük ve ciddiyet sanatçısıydı. Ancak, kendisinin genel görüşleri onun eylemlerinden öğrenilebilir.
1924 yılında Kollwitz, Sovyetler Birliği’nde yer alan, Alman sanatını içeren bir sergide yer aldı ve 1927’de, Ekim Devrimi’nin 10. yılı nedeniyle o zamanlar Stalinizasyon sürecinin içinde olan SSCB’yi ziyaret etmek için davet edildi. Dikkat çekici “aydınlanma komiseri” Lunacharsky, An Exhibition of the Revolutionary Art of the West adlı makalesinde Kollwitz’in çalışmalarını ele alarak şunları yazdı: “Gerçekten takdire şayan ‘mum boyalı bu öncü,’ ileri yaşlarına rağmen kendi tarzını yeniden değiştirdi. Bu, sanatsal anlamda sıradışı realizm olarak tanımlanabilecek şekilde başladı fakat şimdi Kollwitz’in gelişiminin sonuna doğru, salt afiş tekniğiyle gittikçe daha baskın hale geliyor. Kendisi ani bir etkiyi hedeflemektedir bu sayede de ilk bakışta kişinin kalbi sıkışır ve sözcükler boğazına dizilir…”
“Gerçekçilikten farklı olarak onun sanatı, gereksiz ayrıntılarda kendini kaybetmesine asla izin vermediği ve ani bir etki yaratma amacının gerektirdiğinden fazlasını barındırmayan bir sanattır. Diğer yandan, amaç ne olursa olsun, Kollwitz, onu mümkün olan en ileri görsel canlılıkla ifade eder.”
Bir grup Rus sanatçının teşvik etmesiyle Kollwitz, 1932’de Dayanışma: Aviamarş* adlı bir afiş yaptı. Sanatçı, “Rusya’ya karşı olan emperyalist bir savaşla ilgili tutumumu net bir şekilde ifade etmek için, ‘Sovyetler Birliği’ni koruyoruz (Aviamarş)’ yazısıyla bu taş baskıyı çizdim” şeklinde açıklama yapmıştır.
Kariyerinin ikinci yarısında Kollwitz, Savaş, Bir Daha Asla! gibi ünlü savaş karşıtı afişlerini tasarladı. Ayrıca, bitmesi 17 yıl alan oğlu Peter’ın anıtını da tamamladı ve son bir litograf serisinde ölüm teması üzerine yoğunlaştı.
1941 yılında hayatının sonuna doğru Kollwitz, işçi sınıfına olan sanatsal ve estetik bağlılığının kaynağını anılarında şu şekilde özetledi: “Bundan sonra işçilerin hayatının tasvirine karar verirken asıl amacım o dünyadan seçilen motiflerin basit ve kayıtsız şartsız güzel olarak algıladığım şey olmasıydı… Burjuvaziden insanlar benim için hiç de çekici değillerdi. Burjuva hayatı tamamen gelenekçi geliyordu bana. Öte yandan proletaryanın harika bir tarzı vardı.
Ancak çok sonrasında, proleter yaşamın derinliklerindeki trajediyle ve zorlukla, büyük ölçüde eşim aracılığıyla tanıştığımda, eşime yardım istemek için gelen kadınlarla tanıştığımda, proletaryanın kaderini tüm gücüyle birlikte gerçekten anladım.”
Yine başka bir dünyanın raydan çıkmış dehşetiyle karşı karşıya kalan Kollwitz, buhranlı bir dönemde yaşamasına rağmen, dönemin diğer sanatçılarından ayrı olarak hiçbir zaman yanlış yola sapmadığını ve umutsuzluğa yenik düşmediğini gösterdi. Ölümünden bir yıl önce, 1944 yılında günlüğüne yazdığı bir yazıda kendisi şunları söyler: “Her savaş yeni bir savaşın çağrısıdır, ta ki her şey paramparça olana kadar… İşte bu yüzden bu deliliğe tüm kalbimle radikal bir son vermek istiyorum ve işte bu yüzden tek umudum dünya çapında bir sosyalizmde…”
Yaratılacak duygusal etki yoluyla eylem çağrısı yapmak için kullandığı politik sanatında Kollwitz, amaçları araçların önüne koyan bir sanatçı olarak tekniğe fazlasıyla kafa yordu. Bu nedenle, 1920’den ölümüne kadar olan süreçte adeta yalnızca litografiye geri döndü. Bu seçim zorluk çekmeden gerçekleşmedi çünkü zaman zaman “sanatının nesnesiyle koruması gereken eleştirel mesafeyi kaybediyor, bu da onların duygusallığın kıyısında tehlikeli bir şekilde dolaşmalarına izin veriyor” gibi görünüyordu (Kollwitz Reconsidered, Elizabeth Prelinger).
Kollwitz’in son çalışmalarının en iyileri, tarzının akışkanlığının tutumlu bir görselliğe, duygusallıktan yoksun ama sempatik imgelere dönüştüğü eserlerdir.
TARAFSIZ SANAT VS TARAFLI SANAT
Soyut sanatın popülerleştiği bir dönemde Kollwitz, insanlığın yüzleştiği büyük soruları tasvir etme dürtüsündeki temsili formlara sadıktı. Sanatçı, 1920 yılında şunları kaleme aldı: “Çizdiğimde ve çizdiğim korkmuş çocukla birlikte ağladığımda, taşıdığım yükü gerçekten hissettim. Savunucu olmanın getirdiği sorumluluktan vazgeçmek gibi bir lüksüm olmadığını hissettim. İnsanların acılarını, dağ gibi birikmiş asla bitmeyen acıları dile getirmek benim görevim.”
İnsanlığın ıstırabının derinliklerini kayıt altına alma amacıyla Kollwitz, 1916’da “Tarafsız bir atölye sanatı başarısız ve dayanıksızdır çünkü canlı kökler oluşturmayan herhangi bir şey neden var olsun ki?” dedi ve 1922’de de “Tarafsız sanatın kendi içinde bir amaç içermediği binlerce kez söylenebilir. Çalışabildiğim sürece sanatımla bir etki yaratmak isterim” şeklinde beyanda bulundu.
Kollwitz’in “tarafsız sanat” eleştirisi belirli bir tarihsel bağlamda anlaşılmalıdır. Marksistler, tabiri caizse, taraflı sanatı “tarafsız sanata” tercih etmeyi değil, aksine belirli tarihi anlarda birini veya diğerini meydana getiren sosyal ve düşünsel şartları anlamayı kendi görevleri olarak görürler.
Rus Marksist Plekhanov, “sanat için sanat” görüşünü, dış dünyayı kökten dönüştürmeye yönelik önceki başarısızlıklar ile bağlantılı bir hayal kırıklığı ile ilişkilendirdi. Tarafsız kökleri olan bu ruh hali, sanatçının kendi faaliyetinin içsel işleyişinde ve tamamen biçimsel tarafında artan bir saplantıyla birleştiğinde içe dönüş gösterme eğilimindedir.
Plekhanov, bu soruyu detaylandırarak şunları yazar: “Belirli bir ülkenin sanatçıları bir dönem ‘dünyevi ajitasyon ve çekişme’den uzak dururken ve bir başka dönemde çekişme ve ajitasyona özlem duyuyorlarsa, bu birisinin onlara farklı dönemlerde farklı ‘görevler’ buyurduğu için değil, belli sosyal koşullarda bir düşünce tarzı ve diğer durumlarda başka bir düşünce tarzı tarafından hükmedildikleri için…”
“Sanatçılar ve sanatla yakından ilgilenen insanlar sosyal çevreleriyle ümitsizce uyumsuz olduklarında sanat için sanat inancı doğar. Sözde faydacı sanat görüşü, başka bir deyişle, yaşam olguları üzerindeki yargıların önemini kendi eserlerine uygulama eğilimi ve sosyal çekişmede yer almak için ona daima eşlik eden neşeli şevk, toplumun önemli bir kesimiyle yaratıcı sanata az çok ilgisi olan insanlar arasında karşılıklı sempatinin olduğu her yerde ortaya çıkar ve yayılır.”
Kollwitz, toplumun önemli bir kesimine, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarındaki sosyalist işçi sınıfı hareketlerine sempati duyan bir sanatçıydı ve bu genel ortamda destek ve entelektüel dayanak noktaları buldu. Örneğin, kendisi günlüğüne şunları yazdı: “Savaşa karşı uluslararası bir toplumla çalıştığımı fark ettiğim böyle anlarda içten bir tatmin duygusuyla doluyorum.”
Bu yoğun sanatsal ve psikolojik bağlılığı, “proletaryanın kaderinin tüm gücüyle kavranmış olmak” olarak ifade etti.
Ne tür bir kaynaktan böyle bir duyarlılık ortaya çıkar? İnsanların acı çekmesine duyduğu nefret ve bu duruma karşı olan duyarlılığı nasıl açıklanabilir?
ALMAN SOSYAL DEMOKRASİSİ
Kollwitz, uluslararası işçi sınıfı için eşik atlatıcı bir deneyim olan 1871’deki Paris Komünü’nden dört yıl önce dünyaya geldi. On dokuzuncu yüzyılın son on yılları, Almanya’daki SPD önderliğinde işçi sınıfının devrimci öz farkındalığının muazzam bir şekilde büyümesiyle tanımlanabilir. Bismarck rejimi, SPD’yi bastırmak için 1878 ile 1890 yılları arasında sosyalist karşıtı yasaları yürürlüğe koydu. Bu yasalar en sonunda başarısız oldu ve 1890’dan sonraki dönem, bastırılmış enerji ve faaliyetin patlak vermesine tanık oldu.
The Alternative Culture: Socialist Labor in Imperial Germany eserinde Vernon Lidtke, SPD’nin çok çeşitli kültürel ve eğitsel faaliyetlerinin bir resmini ortaya koyar. Birçok çelişkisine rağmen bu faaliyetler, sanatçılar da dâhil olmak üzere en kıdemli işçiler ve entelektüellerin fikirlerinde ve hayatlarında geniş kapsamlı etkiye sahip oldu. Kollwitz doğrudan katılımcı olsa da olmasa da bu onun entelektüel ve sanatsal gelişimi için önemli bir temel oldu. Bu tarihi bir kenara bırakırsak, onun çalışmalarını tam olarak anlamak mümkün değildir.
1891 yılında SPD, Berlin İşçi Eğitim Okulu’nu kurdu. Kollwitz’in kardeşi Konrad Schmidt, 1898-1899 arası oranın öğretim kadrosundaydı. 1906’da SPD, bir sürü teorik ve tarihi meselenin tartışıldığı, Franz Mehring ve Rosa Luxemburg’un eğitmen olarak belirgin bir şekilde öne çıktıkları Parti Okulu’nu kurdu.
Kültürel hayatla daha doğrudan ilişkide olarak Lidtke, “Sosyal Demokrat partiye ve bağımsız sendikalara bağlı gönüllü derneklerin (Vereine) giderek büyüyen geniş ağına” işaret ediyor. “Esas olarak bu dernekler sayesinde Sosyal Demokratlar ve örgütlü işçiler, işçi hareketinin Alman toplumundaki ayırt edici profilinin büyük bir kısmını oluşturan sosyal ve kültürel ortamı yarattılar.”
Lidtke jimnastik kulüplerinden, şarkı söyleme topluluklarından doğa bilimci gruplara ve işçilerin tiyatroyla alakalı topluluklarına kadar en az 20 farklı dernek türünün birçok çeşitteki faaliyetlerini anlatır. Örneğin 1892’de, işçilerin şarkı söylediği 319 toplulukta 9150 üyeyi temsil eden 14 bölgesel dernekten delegeler, ulusal kongreleri için Berlin’de bir araya geldiler.
Lidtke, 1910-1913 arası doğrudan SPD tarafından organize edilmiş sanatsal programları da listeler. Örneğin, 1909-1910 sezonunda parti; Goethe, Schiller, Heine ve diğerlerinin eserlerinin sergilendiği 97 şiir akşamı düzenledi. 1912-1913 müzikal sezonunda Beethoven, Handel, Liszt, Mendelssohn, Mozart, Wagner ve diğerlerinin müziklerini sunan, 84 bin 513 insanın katılımıyla gerçekleştirilmiş 159 konser yer aldı. İşçi kütüphanelerinde de büyük bir genişleme gerçekleşti. Tarihte hiçbir zaman bastırılan bir sınıf kendi kendini yetiştirme ve kendi kendini aydınlatmayı sistemli bir şekilde organize etmemişti. Lidtke’nin atıf yaptığı etkinliklerin sayısı dahi oldukça etkileyici.
İşçi sınıfının kültürel yükselişine SPD tarafından yapılan vurgu, 1916’da Rosa Luxemburg tarafından Franz Mehring’e, Mehring’in 70. yaş günü vesilesiyle yazılan mektupta şöyle belirtildi: “On yıllardır hareketimizde kimsenin asla dolduramayacağı özel bir yer edindiniz. Tüm görkemiyle gerçek kültürün temsilcisisiniz. Marx ve Engels’in belirttiği gibi, eğer Alman proletaryası klasik Alman felsefesinin tarihî varisi ise, o halde bu vasiyeti uygulayan da sizsiniz demektir. Burjuvazinin bir zamanlar ihtişamlı olan kültüründen kalan değerli her şeyi kurtardınız ve onu bize, sosyal olarak mirastan mahrum bırakılanların topluluğuna siz getirdiniz. Kitaplarınız ve makaleleriniz sayesinde Alman proletaryası yalnızca Alman felsefesi ile değil, klasik Alman edebiyatıyla da yalnızca Kant ve Hegel ile değil, Lessing, Schiller ve Goethe ile de yakın temasa geçti.”
Öyle ya da böyle, Kollwitz’in çabalarının bu sosyalist kültürle ilişkili bir şekilde görülmesi gerekir.
Alman Sosyal Demokrasisi ve İkinci Enternasyonal’in çöküşü bu davaya büyük darbe vurdu. Ama bu, genel olarak bunalım ve umutsuzluk doğurmadı. Sınıf bilincine ulaşmış milyonlarca işçi bu olayları sosyalizme, tüm yaşamlarına yol gösteren ilkelere ve örgütlerinin politikasına ihanet olarak değerlendirdiler. 1914’ün ihanetleri 1917’de Ekim Devrimi ile “yanıtlandı”.
Bu olaylar Kollwitz’i de yara almadan bırakmadı. Nisan 1917’de oğlu Hans’a yazdığı bir mektupta, bu karışıklıkların sonuçlarını ve onlardan alınan dersleri şunları diyerek ele alır: “Sevgili Hans’ım! Biliyorsun ki savaşın başında hepiniz şunları söylemiştiniz: Sosyal Demokrasi başarısız oldu. Biz de enternasyonalizm fikrinin hemen bir kenara bırakılması gerektiğini söylemiştik, ancak milli olan her şeyin arkasında uluslararası ruh var olmaya devam eder. Daha sonra bu fikrim neredeyse tamamen yok oldu; şimdi ise yeniden canlandı. Milli ruhun bugünkü haliyle gelişmesi çıkmaza götürür. Ulusun hayatını koruyan, ancak uluslararasındaki ölümcül rekabeti ortadan kaldıran bir çözümün bulunması acil bir ihtiyaç. Rusya’daki Sosyal Demokratlar gerçeğin dilini konuşuyorlar. İşte bu enternasyonalizmdir. Tanrı biliyor ya, vatanlarını seviyorlar.”
“Bana öyle geliyor ki, dünyanın geçirdiği bütün sarsıntıların arkasında yeni bir yaratım hâlihazırda yapılıyor. Ve ölen aziz milyonlar, insanlığı olduğundan daha yukarı çıkarmak için kanlarını döktüler.”
Käthe Kollwitz, hayatının sanatsal misyonunun diğerlerini insanlığın durumuna karşı uyarmak ve duyarlı hale getirmek olduğunu fark etti. Empati için muazzam bir kapasiteye sahip olan ve bilinçli olarak seçilmiş sade fakat derinlikli bir biçim kullanan Kollwitz, sosyalist görüşlerini çeşitli biçimlerde açık bir şekilde belirtti: Tarihsel kurgular, işçilerin güncel durumları, savaş karşıtı şiddetli ajitasyon. Kendisi, 1915’te günlüğüne şunları yazar: “Yeteneğimi içtenlikle en iyi şekilde göstermeden ve içime yerleştirilen tohumun son küçük dalının da büyüdüğünü görmeden ölmek istemiyorum.”
Yirminci yüzyılın en iyi kadın sanatçılarından birinin yaşamının ve çalışmalarının uluslararası sosyalizmin demokratik, eşitlikçi davasıyla ayrılmaz biçimde bağlantılı olması tesadüf olamaz.
*Sovyet Hava Kuvvetleri marşı
Kaynak: https://www.wsws.org/en/articles/2005/07/koll-j26.html
Amerikan gazeteciliğini sonsuza kadar değiştiren kadın
"Kariyeri boyunca canlılığını sürdüren yürekliliğini ve cesaretini ortaya çıkardı; yolsuzlukların halka ifşa olmasına yardım etti. O dönemki büyük sosyal reformdan sorumluydu..."
12-04-2021 00:46

Yazar: M. Nithursan
Çeviren: Kübra Aslanhan
Altı yaşında babasını kaybetmesinin ardından saldırgan, gözü pek ve özgüvenli biri hâline geldi. Çok küçük yaşlarda, kadınlara karşı yapılan eşitsizliğin bilincindeydi. Ancak bunun kendi gerçekliği olmasına izin vermedi. Amerika’da gazeteciliği sonsuza kadar değiştirdi.
Elizabeth Jane Cochran, kariyerine “Orphan girl” (Yetim kız) mahlasıyla Pittsburg Dispatch gazetesinde başladı. Gazetenin editörü, saldırıya uğrayan emekçi kadınlar hakkındaki bir köşe yazısına verdiği öfkeli cevabın ardından onu işe aldı. Daha sonra mahlasını “Nellie Bly” olarak değiştirdi.
Çalışma hayatı boyunca, çoğu zaman büyük bir risk alarak çeşitli toplumsal sorunlara ve yolsuzluğa dikkat çekti.
Kariyerinin dönüm noktası, New York’a gittiğinde gerçekleşti. Gazetenin sahibi Joseph Pulitzer’in kendisi için bazı riskli görevler ayarlamasıyla New York World gazetesindeki pozisyonunu sağlama aldı.
İlk hikâyesi, Blackwell Adası’ndaki (şimdilerde Roosevelt Adası) New York City Lunatic Asylum’daki yolsuzluğu rapor etmekti. Pulitzer, Bly’a akıl hastanesine girmesi için deli rolü yapmasını tavsiye etti. Bly, “Beni nasıl çıkaracaklar?” diye ona sorduğunda “Önce içeri gir” cevabını verdi.
Bly, “Nellie Brown” adlı Kübalı bir göçmen kılığında bir pansiyona taşındı ve bir delinin yapacağı şeyleri yaptı: Bağırdı, söylendi ve diğerlerinin dikkatini çekti. Polise haber verildi ve doktorlar onun delirdiğini onayladı. Blackwell Adası’ndaki koğuşlara götürüldü.
Bly, orada birçok zalimliği gözlemledi. Birçoğu, sağlıklı olmasına rağmen akıl hastanesine kabul edilmişti. Bazıları, yakın zamanda gelen, yasal sistemin kapanına kısılmış ve iletişim kuramayan göçmenlerken bazıları ise fakir olduğu için oradaydı. Bly’a burası bir talihsizler ambarı gibi gelmişti.
1000 hasta için inşa edilmiş hastanede, sadece 16 doktor, acımasız, kötü eğitimli personel ve 1600 hasta vardı. Beslenme ve hijyen koşulları korkunçtu. Ve hiçbir kadına deli olmadığını ispatlama şansı verilmemişti. Bununla ilgili şöyle yazdı Bly:
“Bunu, masumiyetini kanıtlaması için her fırsatın verildiği bir suçluyla karşılaştırın.”
10 gün sonra gazetenin avukatı sayesinde akıl hastanesinden çıktı. Deneyimleri ve gözlemleri, 1887 yılının ekim ayında iki parça halinde yayımlandı. Bu durum yalnızca halkı şoke etmekle kalmadı, psikiyatri servislerinde yatan hastalar için ödeneklerin artmasına ve koşullarının iyileştirilmesine de neden olan büyük jüri soruşturmasını tetikledi.
Bu, Amerikan gazeteciliğinin ilk casusluk araştırmasıdır.
Nellie Bly üne kavuşmaya başlamıştı. New York World gazetesi, Bly’ın adını reklam amaçlı kullanmaya başladı. Örneğin; bir kutu fabrikasındaki düşük ücretle çalışan emekçi kadınlar hakkında “Nellie Bly, beyaz köle olmanın nasıl hissettirdiğini anlatıyor” başlığının kullanılması gibi.
Kariyeri boyunca canlılığını sürdüren yürekliliğini ve cesaretini ortaya çıkardı; yolsuzlukların halka ifşa olmasına yardım etti. O dönemki büyük sosyal reformdan sorumluydu.
1889 yılında Nellie, en ünlü romanı Seksen Günde Devri Alem’inde Phileas Fogg’un kurgusal rekorundan daha kısa bir sürede dünyayı gezmek için Jules Verne’e meydan okudu ve bunu başardı. Seyahatini tam 72 günde tamamladı.
1922 yılının ocak ayında, New York’ta zatürreden öldüğünde 57 yaşındaydı. Ölümünü takip eden on yılda, araştırmacı gazetecilik ve muhabirlik büyük ölçüde değişti. Bly’ın bu ısrarı ile öncülüğü, haberler ve bunu bildiren insanlar için yeni alanlar açtı.
Kaynak: Medium
Engels, Marx ve Marksizme ne kattı?
"Diğerleri bir şekilde Marx’ın çevresinden ayrıldı. Engels yapmadı..."
12-04-2021 00:35

Yazar: Terrell Carver
Çeviren: Ceren Berk
Friedrich Engels, Karl Marx’ın bağışçısı veya entelektüel mirasının koruyucusundan çok daha fazlasıydı. Engels ve Marx 1840'larda iki genç adam olarak tanıştıklarında, “Marksizm” haline gelen temel kavramlardan bazılarını ilk kez dile getiren, çoktan başarılı bir politik yazardı.
Bir ay öncesinde yirmi iki yaşına bastıktan sonra Friedrich Engels, 1842 Aralık ayında gözlem yeteneğini Manchester'a taşıdı. Engels, Kasım ayında Barmen'den Londra'ya giderken, Rheinische Zeitung'un gazete bürosunda durarak henüz editör olan Herr Karl Marx ile görüştü.
Marx’ın editörlüğe gelmesi bir nevi hükmen olmuştu ve kesinlikle deneyimden dolayı değildi. Bu noktada Engels, gazeteye Marx’tan iki kat daha fazla makale yazmıştı, ayrıca Marx’ın farklı yerlerde yayınlanmış sadece bir iki makalesi vardı.
Yıllar sonra bu görüşmeye değinen Engels, Marx'ın fazlasıyla felsefi olan Berlinli Genç Hegelcileri onaylamadığı da düşünülünce görüşmenin özellikle Marx açısından soğuk geçtiğini söyledi. Ancak anılarında Engels, diğer editörlere ya da aslında o sırada Marx hakkında ne hissettiğine dair hiçbir şey söylemiyor. Ancak Engels’in “özgür düşünen” ve özgürlükçü siyasi ilerlemenin saflarında açık ara daha başarılı bir yazar ve yayıncı olduğu aşikârdı.
Ve dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüne nefes kesici bir maceraya atılan oydu. Engels daha önce İngiltere'de bulunmuştu, İngilizcesi akıcıydı ve Alman eyaletlerinden, Britanya imparatorluğunun daha geniş dünyasına doğru yola çıktı. Bu, o zamanlar Marx'ın hayal gücünün oldukça ötesindeydi.
İNGİLİZ BAKIŞ AÇISI
İngiltere'den gelmekte olan haberler zaten Almanca konuşan halkın ilgisini çekiyordu. Daha doğrusu, yönetici üst tabaka gibi asıl çıkarınız her türlü toplumsal değişimi ve siyasi yeniliği uzak tutmak olmadığı sürece bu haberler güncel ve siyasi açıdan ilgi çekici olurdu. Aksi durumda ise İngiltere’den ne kadar az haber gelirse o kadar iyiydi.
Engels, özgürlükçü moderniteye dair haberlerle Rheinische Zeitung’daki kariyerine devam etmekle görevlendirilmişti. Gazetenin adı altında gösterilen temalar siyaset, ticaret ve endüstriydi. Fikirlere ilgi duyan insanlar için fikir âlemindeki kaynaklardan dikkatle yazmak Engels'in usta olduğu bir siyasi iletişim biçimiydi.
Özgürlükçü bir gazete için Engels gibi bir serbest yazar büyük bir armağandı ve elbette oldukça ucuza çalışıyordu, hatta neredeyse bedavaya. Ticaret ve sanayi ile finanse edilmesinin yanı sıra bir metropolde çalışıyordu. Bu arka plan ve onunki gibi bir bilgiyle böyle bir yerde yaşıyor olması, yazılarına benzersiz bir boyut katmasını sağlıyordu. Siyaseti ilerici ve özgürlükçüydü, ancak göründüğü kadarıyla ütopyacı ve hayalci değildi.
Alman devletlerinde dönemin gazeteciliği için -ki bu işadamı editörlerin dönemiydi-, bu modernleştirme perspektifinden yazabilen biri gerçekten değerliydi. Ayrıca seyahat yazıları, belki de çatışmalı toplumsal değişim siyasetiyle pek ilgilenmeyen okuyucular için bile kesinlikle eğlenceli olabilir ve şüphesiz gazete satmaya yardımı dokunur. İngiltere'ye kadar seyahat etmek nadir bir durumdu ve göçmenlerin deneyimlerini gösterişli gazetecilik olarak yayınlaması çok daha nadirdi.
Engels'in ilk raporu "İngilizlerin İç Krizlere Bakışı", okuyucuları için İngiliz siyasetini deneyimsel bir perspektiften, özellikle İngiliz "yönetici sınıfları, ister orta sınıfı ister aristokrasisi” ile olan deneyimleri üzerinden inceliyordu. Bu tür ayrıcalıklı alanlarla hiçbir bağlantısı olmadığı için, aristokrasiyle ilgili deneyimleri minimal ve kulaktan dolma olurdu. Ama ona göre orta sınıflar açıkça ticari ve belli ki ilgi çekiciydi ve bu ideal tiplemeyi okuyucuları için “pratik İngiliz” olarak tekilleştiriyordu.
Bu tipik işadamı, siyaseti "aritmetik hatta ticari bir mesele" olarak görüyor. Engels'in görüşüne göre, fikirlerin daha geniş dünyasına ve hatta "ülkenin istikrarsız durumuna" karşı bu kayıtsızlık, onun deyimiyle "İngiliz hayatının koşuşturmacasının ortasında" tuhaf görünen sakin pişkinliğin ve özgüvenin temelini oluşturur.
Açıkça görüldüğü üzere Engels, İngiliz ticari anlayışını özellikle Alman eyaletlerindeki gerici ortaçağcılıklara kıyasla etkileyici bir sosyal güç ve bürokratikleşen Prusya otoriterliğinden oldukça farklı bir unsur olarak görüyordu. Bu ikisinin bağlamında, modernizasyon değişiklikleri, eğer varsa, anayasal olmayan monarşik ve Hristiyan din devleti içerisinde dikkatle belirlenmeli ve kontrol edilmeliydi.
İngiliz yaşamında ve özellikle büyük şehirlerin sokaklarında siyasi bir patlama yaratan Çartizm bir “yasal ilerleme” ve genel eşit oy hakkı hareketiydi, sansür yoluyla düzenlendiği şekliyle makale, Engels'in yasal ilerleme konusundaki ironilerini açıklamıyor. Engels için buradaki temel çelişki, genel (erkek) oy hakkı için kitlesel ajitasyon ile mevcut statükodan faydalanan orta sınıf ve aristokrasi arasındaki çelişkidir.
1832'den itibaren –iktidardakiler “ister Whig ister Tory olsun”– bütün kontrol zar zor reforme edilmiş ve dolayısıyla temsil gücü çok yüksek olmayan, küçük, ayrıcalıklı (erkek) bir seçmen kitlesi ve akranlıktan gelen bir parlamentonun elindeydi. Çözümsel bir şekilde yazan Engels, on yıllık bir Çartist ajitasyonla desteklenen evrensel (erkek) oy hakkının bu kayıtsızlığa son vereceğini ve "kaçınılmaz olarak bir devrimle sonuçlanacağını" söylüyordu.
KARA TURİZM (HÜZÜN TURİZMİ)
Hemen hemen iki yıl sonra, henüz yirmi dört yaşına bastığı dönemde Engels, kendi adı altında yayınlanacak tam boy bir kitaba girişti. Sansür ve siyasi koşulların bazen Prusya'dakinden daha kolay olduğu Saksonya Krallığı'ndaki Leipzig'de bir yayıncı ile sözleşme imzaladı.
Kitap uzunluğundaki cilt, İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu (Die Lage der arbeitenden Klasse in England - “The Condition of the Working Class in England”) “kişisel gözlemlere göre” alt başlığıyla yayınlanmıştır ancak yazar, "özgün kaynaklardan" yazdığını da ekler.
Engels, el yazmasını 1845 baharında bitirdi ve yayıncılara göndererek, Prusya'daki neo-ortaçağ baskısının tehditlerinden ve hayal kırıklıklarından kaçmak için oradan kaçan edebi radikallerin bulunduğu bir gruba katılmak üzere Brüksel'e gitti. Kitap yaz aylarında çıktı.
Engels, Büyük Britanya'nın emekçilerine hitap ederken, kitabını onların "acılarının ve mücadelelerinin" bir resmi olarak sundu, böylelikle onun “Alman Yurttaşları” durumlarının “gerçekçi bir resmine” sahip olacaktı. Niyetinin ciddiyeti, söylediği üzere, bugün okuyucuların kabul edeceği söylemsel bir uygulama olan "resmi ve gayri-resmi belgeleri" kullanmasında görülebilir.
Ancak “konuya ilişkin soyut bilgilerden” daha fazlasını istediğini de yazıyor, ilk ağızdan şöyle diyor:
…sizi kendi evlerinizde görmek, gündelik yaşamınızda gözlemlemek, koşullarınız, yakınlarınız üzerine sizinle söyleşmek, sizi ezenlerin toplumsal ve siyasal gücüne karşı verdiğiniz savaşıma tanık olmak istedim.
Engels, bu deneyimsel bilginin politik olarak da tam tersi bir işleve sahip olduğunu anlatır. İşçi sınıfı okurunun sahip olamayacağı, mülk sahibi zenginler arasında akşam yemeği partileri, porto şarabı ve şampanya deneyimlerine atıfta bulunarak, "orta sınıfları izlemek için geniş fırsattan" yararlanarak sonucunu kanıtlamayı amaçlıyor: "Siz [İngiliz işçiler] haklısınız, onlardan hiçbir destek beklememek konusunda kesinlikle haklısınız." Bunu, rahat sınıfların ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran retorik sorulardan oluşan bir tirat izliyor.
Açık niyeti, günün haberlerinin ve yansımalarının ötesine, çok daha sinoptik ve metodolojik terimlerle belirtmek gerekirse, eklektik bir şeye geçmekti. Almanca okuyanlar için kitabın türü “karanlık turizm” ile uyumlu bir şey, yani okuyucuyu şok edici bir yere götüren seyahat yazısı. Ve Engels'in dediği gibi, İngilizce okuyanlar için bu bir uyanma çağrısıdır. İngilizlerin durumu devletin dönüştürücü bir siyasi eylemini gerektiren ulusal bir rezalet olarak görmesi gerektiğini açıkça belirtiyor.
‘HERKESİN HERKESE KARŞI SAVAŞI’
Tarihsel açılış bölümleri mutlaka İngiliz tarihi ve manzara coğrafyası üzerine yayınlanmış kaynaklardan yazılır, ardından okuyucu özellikle Londra ve Manchester olmak üzere “Büyük Kentlere” gider. Kişisel gözlemin ikna edici bir şekilde kendini bulduğu yer burasıdır.
Gözlemci yazar bir yandan dev rıhtımlar, binlerce taşıt, sayısız gemi, yüzlerce vapur ile bize Londra limanının bir panoramasını sunuyor. “…insan aklını başına toplayamaz, İngiliz toprağına ayak basmadan önce İngiltere'nin yüceliğinin harikaları içinde yiter gider.” Fakat ne kadar yüce?
Burada Londralılar “insani doğalarının en iyi özelliklerini feda etmeye zorlanmıştır”, özel çıkarlarının duygusuz bir yalıtımı içinde, utanmaz ve bilinçli bir şekilde birbirlerine gaddar bir ilgisizlikle yaklaşırlar. “Tek anlaşmaları zımnidir; herkes kendi tarafındaki kaldırımda kalmalıdır.”
Bu çok açıkça gözlemseldir. Deneysel bir şekilde devam eder, “insanlar birbirlerini yalnızca yararlı nesneler gibi görüyorlar.” Buradaki ek yorum ise soyut bir şekilde felsefidir: İnsanlık “atomlara ayrılmıştır, her birinin de kendi ayrı prensibi vardır”, ortada “toplumsal savaş, herkesin herkese karşı savaşımı mevcuttur” ve “güçlü, güçsüzü ayağının altında ezer.” Elbette bunlar, felsefi referanslar veya felsefe yapmaktan ziyade, en azından özgürlükçü çevrelerde sıradan sözlerdi. Ama o zaman asıl konu buydu - hazır anlaşılırlık ve etkili ikna.
Mesaj şuydu, sınıf ve rütbe fark etmeksizin, “tüm insanlar aynı özellikte, aynı yetenekte, mutlulukta aynı çıkarı olan insanlar.” Alman devletlerinin hiyerarşik ortaçağcılığına karşı, bu, kışkırtıcı bir eşitleme kavramı ve “doğum” ve “rütbe”nin ve dolayısıyla tüm toplumsal “düzenin” ortadan kaldırılmasıdır.
Bazen gözlem ve alıntı birlikte çalışır. Engels, Londra'nın West End bölgesindeki Portman Meydanı'nı "çok saygın" olarak tanımlıyor ama rapor adına, bir adli tıp görevlisinin yerleşim bölgelerinde zengin ve sefillerin yakınlığını gösteren soruşturmasını ele alıyor.
ÖRTBAS EDİLEN SEFALET
Engels ve okuyucuları Güney Lancashire'ın "merkez şehri", İngiliz üretiminin "klasik toprağı" Manchester'ı çevreleyen kasabalara vardıklarında anlatıdaki gözlemsel ayrıntılar açık hale geliyor. Bizi Stockport'a götüren Engels, "Bu bölgedeki başka herhangi bir kasabada konut olarak kullanılan bu kadar çok kiler gördüğümü hatırlamıyorum" diyor. Devamında, Ashton-under-Lyne'da, "Kır evlerinin kötüleştiği, ev köşelerindeki tuğlaların artık sağlam olmadığı ve yerinden oynadığı, duvarlarda çatlakların olduğu ve içinde tebeşir badana tutmayacağı sokaklar" gördüğünü söylüyor.
Bu tartışmalarda Engels, Manchester Old Town'daki düzensiz, mantıksız, planlanmamış gelişim kalıplarını gösteren kendi çizgi çizimlerini ekler. Düzenli hatlarda inşa edilen binalar arasında havasız “avlular” inşası; amaca yönelik arka arkaya inşa edilmiş konutlar; kalitesiz tuğla işçiliğinin bile maliyet düşürücü yöntemleri, ilçeler, arter benzeri caddeler, kanallar, nehirler ve demiryolları hakkında kendi ayrıntılı rehber haritası.
Ama hepsi sefalet değil. Bunun aksine, "aralarında muhteşem villa benzeri evlerin bulunduğu güzel geniş bahçeleri" görmek için tura çıkıyoruz. Bunlar genellikle Elizabeth dönemine benzetilen, yani Tudor taklidi bir tarzda inşa edilir. Engels, "Anglikan Kilisesi Apostolik Roma Katolizmi için neyse bu da Gotik mimari için tam olarak odur" diyor. Engels'i özellikle ilgilendiren ve onun gözlemsel duyarlılığının aradığı şey iki yüzlülüktür. Bu sefer, sadece konuşma veya tavırda değil, yapılı çevrede:
Kasaba, bir insanın içinde yıllarca yaşayabileceği ve bir işçi mahallesiyle ve hatta işçilerle temas kurmadan her gün girip çıkabileceği tuhaf bir şekilde inşa edilmiştir.
İşçi mahalleleri ya “orta sınıfa ayrılmış” bölümlerden “keskin bir şekilde ayrılmış” ya da üst sınıf konutlar ve dükkânlar arasında gizlenmiş durumda. "Üst ve orta burjuvazi" işçi sınıfı mahallelerinin "kuşağı" dışında "normal sokaklarda" veya "havadar tepelerde" yaşıyor. Dükkânlarla kaplı Omnibus rotaları sefaleti gözden uzak tutuyor:
Ve düzenlemenin en güzel yanı şudur ki, bu para aristokrasisinin üyeleri, tüm emekçi bölgelerin ortasından iş yerlerine en kısa yoldan gidebilirler.
Bunu, "sağa sola gizlenen korkunç sefaletin ortasında olduklarını hiç görmeden" yapabilirler.
SANAYİ ÇAĞI
Analitik olarak, bu anlatımla ilgili çarpıcı olan şey, Engels'in okuyucunun "burada dehşet ve öfke uyandıran her şeyin yakın zamanda ortaya çıktığını ve endüstriyel çağa ait olduğunu" anlamasını sağlamasıdır. Kitap, o dönemde Alman basınının dikkatini çekti ve kötü şöhret kazandı, ama aynı zamanda çok daha geniş bir bölgenin ve doğuya doğru Çarlık Rusya'sının da dikkatini çekti. Bu kadar uzak bir yere ve sanayileşme gibi muğlak bir konuya dair yabancı dilde bir eserin incelemeleri, dönemin son derece katı ancak hayal gücünden mahrum sansürünü aşabilirdi.
Metinde toplumu başka bir şekilde organize etmeye yönelik bir şema mevcut değildir, yazarın böylesine dönüştürücü bir vizyona en çok yaklaştığı şey, emek hareketleri, Çartizm ve sosyalizm hakkındaki uzun bölümdür. Engels'e göre Çartistler, evrensel (erkek) oy hakkı ve parlamento reformu için olan hareketlerinin esasen sınıf karakterine kayıtsızdırlar. Böylelikle ve Engels'in görüşüne göre, endüstriyel güvencesizliğin ve işçi sınıfının ıstırabının ortaya koyduğu "bıçak çatal" sorununu kaçıracaklardı.
Politik bir eleştirmen olarak, sosyalistlerin ilkelerinde dogmatik olduklarını ve bu nedenle endüstriyel gelişmenin ilerici karakterini ve işçi sınıfının yoksullaşmasını gözden kaçırdıklarını açıklıyor. Gerçek “proleter sosyalizm” Çartizm'den geçmelidir, diyor, "Burjuva unsurlarından arındırılmalı", böylece bir "birliğe" ulaşmalı.
Neredeyse hiç kimse, İngiliz ya da Alman, Engels'in endüstriyel modernite eleştirisine gerçekten bağlanamıyordu. Bunun nedeni, o zamanlar kolayca anlaşılabilir bir tür olan dini veya ütopik vizyonları hiçbir yerde açıklamamasıydı. Demokrasinin liberalleştirilmesinin ilerici reform yoluyla modern yoksulluğu çözeceğini de varsaymıyordu. Böylece, devrimci ihanete tehlikeli bir ölçüde yaklaşıyordu.
Yazıları, kendisinin olmasa bile, gözlemin insani dokunuşunu, coğrafyacının fiziksel üretim ve dağıtım sistemlerine genel bakışıyla ve politik iktisatçıların toplumu işçi sınıfı üreticilerine ve orta sınıf tüketicilere ayrıştırmasıyla dengeler. Sınıf bilincine sahip kentsel coğrafya bir dereceye kadar onun icadıdır ancak bunun için nadiren övgü alıyor.
ÖZEL MÜLKİYET KANUNLARI
İngiliz sosyal koşullarının gerçeklerini daha fazla aydınlatmak yerine, Engels'in sonraki hedefi İngiliz (daha doğrusu Britanya, İskoçları da içerecek şekilde) ekonomi politiğini özetlemekti. O zamanlar, bir Fransız ve İngiliz ulusal ekonomik devlet politikası bilimi olan ekonomi politikası, Alman entelektüel çevrelerinde bilinmeyen bir şey değildi, ancak henüz alım sürecindeydi.
Konuyla ilgili başlıca otorite, bir Alman gümrük birliğini veya Zollverein'i, dolayısıyla ulusal bir devlet çerçevesi içinde serbest ticareti destekleyen liberal fikirli bir siyasi yazar olan Friedrich List'di. Politik Ekonomi Eleştirisinin Ana Hatları’nda Engels, List’in Politik Ekonominin Ulusal Sistemi’nden önce konu, sonra felsefi eleştiri açısından sadece iki şekilde de olsa üstü kapalı bir şekilde bahsetti.
Başlıktaki "eleştiri", bu tanıdık Cermen yaklaşımına işaret ediyordu. Elbette, Engels'in başlığının söylemediği şey, bunun komünist bir eleştiri olduğuydu. "Ana hatlar" yazısı, açıkça komünist bir yayına dâhil edilmek üzere bir deneme olarak kaleme alındı. Engels'in "Anahatlar"daki açılış atışı yalnızca komünizmin veya sosyalizmin açık bir ifadesi değildi, muhtemelen Manchester'da sosyalist ajitatörlerden ve örgütleyicilerden duyduğu dersleri yansıtıyordu, aynı zamanda List’in ulus-devlet merkezli merkantilizmi savunmasına yönelik doğrudan bir vuruştu:
Politik ekonomi… tüccarların karşılıklı kıskançlık ve açgözlülüğünden doğan… gelişmiş bir lisanslı dolandırıcılık sistemi olarak ortaya çıktı… Milletler kıskançlık ve güvensizlikle komşularına bakarak… paragözler gibi karşı karşıya geldi.
Adam Smith'in Ulusların Zenginliği kitabına dayanan modern "serbest ticaret sistemi" - Engels'in analitik ve eleştirel becerileriyle - ikiyüzlü, tutarsız ve ahlaksız olarak “kendini ortaya koyuyor”. “Tıpkı teolojinin ya kör bir inanca gerilemesi ya da özgür felsefeye doğru ilerlemesi gerektiği gibi serbest ticaret de bir yandan tekellerin restorasyonunu, diğer yandan özel mülkiyetin kaldırılmasını sağlamalıdır” diye yazıyor Engels. Dahası, şu sonuca varıyor; bu modern iktisatçılar kendi zamanına yaklaştıkça, “dürüstlükten daha da uzaklaşır” ve yanıltmacalara daha çok yönelirler.
“Liberal ekonominin yaptığı tek olumlu ilerleme" diyor, "özel mülkiyet yasalarının ayrıntılandırılmasıdır.” Bunlar tam olarak çözülmemiş ve açıkça ifade edilmemiştir, eleştirisi de bundan kaynaklanmaktadır. "Zenginliğe giden en kısa yolun hangisi olduğuna karar verme sorununda" politik iktisatçıların "kendilerince haklı olduklarını" söylüyor. Onların yapmadıkları ve onun yapmayı vaat ettiği şey ise "serbest ticaret sisteminin getirdiği çelişkiyi ortaya çıkarmaktır".
Engels, politik iktisatçıların üreticilerden çok tüketicilerin bakış açısıyla yazdıklarını açıklayarak bunun ön izlemesini yapıyor. Bu bakış açısından, “ticareti, bireyler arasında olduğu gibi milletler arasında da bir dostluk ve birlik bağı ilan ettiler". Ancak bu "sahte hayırseverliğin" aksine, ekonomi politiğin özel mülkiyet üzerine kurulu dayanakları, sanayileşmenin gerçekleri arasında tekrar ağırlıklarını koyarlar; Malthusçu nüfus teorisi ve fabrika sisteminin “modern köleliği”.
SİSİ DAĞITMAK
"Anahatlar"daki proje, ekonomi politik teorilerinin altında yatan gizlilik, iki yüzlü kişisel çıkar ve ahlakçı ihraç sisini ortadan kaldırmaktır. Engels bunu yapmak için "temel kategorileri" inceliyor - "haklı" oldukları kadar "çelişkililer de" diyor. Yine de okuyucuları için ve -onun öngörüsüne göre- insanlık için önemliler.
Kısa ve öz bir şekilde, önceden bu bilimi çerçeveye oturtmak için kullanılan terimleri reddediyor: ulusal servet (merkantilizmde de görüldüğü şekilde), ulusal ekonomi (List’in liberal ama yine de milliyetçi ekonomisinde olduğu gibi), hatta politik ya da kamu ekonomisi. Hızlı bir özetle tüm çalışma alanını “özel ekonomi” olarak yeniden adlandırıyor çünkü "halka açık bağlantıları yalnızca özel mülkiyet için var".
"Anahatlar" daha sonra okuyucuyu kategori-kategori bu modern politik-ekonomik araştırmaya götürür; ticaret, değer, kira, sermaye, ücretler. Engels, profesyonel olarak, "işleyen iki üretim unsurumuzun" olduğu sonucuna varır. Bunlar, "insanın fiziksel ve zihinsel olarak yeniden aktif olduğu doğa ve insan"dır. İnsan etkinliği ise "emek ve sermayeye bölünür". Özel mülkiyet, "bu unsurların her birini" parçalara ayırır.
Başka bir deyişle, şu sonuca varıyor: "Özel mülkiyet herkesi kendi kaba yalnızlığı içinde izole ettiği" ve "yine de, herkes komşusuyla aynı menfaatlere sahip olduğu için, bir toprak sahibi bir diğeriyle, bir kapitalist diğeriyle, bir işçi diğeriyle düşmanca karşı karşıya kalır." Dolayısıyla, "bu özdeş çıkarlar uyuşmazlığında" "insanlığın şimdiye kadarki durumunun ahlaksızlığı tamamlanmıştır." Ve tamamlanmış haliyle bu, rekabettir. Rekabet zıttının, yani özel mülkiyet yoluyla kurulan tekelin varlığını öne sürer, çünkü sadece bu temelden var olabilir. “Bu nedenle küçük tekellere saldırıp da temel tekeli el değmeden bırakmak ne kadar da zavallı bir yetersizliktir!”
Bundan sonra Engels talep, arz ve fiyatları ele alıyor. Bu tanımlayıcı açıklama ve ahlaki eleştiri, Bremen ve Manchester'daki ticari deneyimlerinden kaynaklanıyor ve bugün o kadar da tuhaf gelmiyor: “Spekülatör her zaman felaketlere bel bağlar … elindeki her şeyi kullanır,” yıkımı ve felaketi bile. Bu nedenle “ahlaksızlığın doruk noktası Borsa üzerine spekülasyondur” çünkü burada “insanlık hesaplar yapan ya da kumar oynayan bir spekülatörün hırsını tatmin edecek bir araca indirgenir.” Kendi çıkarını kovalayan iki yüzlülüklere darbe vurmaktan hiç çekinmeyen Engels, dürüst ve “saygıdeğer” tüccarın da borsadaki kumardan daha öne çıkmasına da izin vermeyin der, zira o da “borsa ve hisselerin spekülatörleri kadar kötüdür”.
Dönemin ekonomi politiği gibi, Engels de rekabetçi meta üretim sisteminin periyodik olarak aşırı üretim ve yetersiz tüketim krizlerine yol açacağını yazar. Bu durumda, bazı insanlar satılmamış, stoklanmış mallar ve yetersiz üretim kapasitesi içinde açlık çekecekler, diğerleri ise kıtlıktan yararlanarak zenginleşecek veya servetlerini koruyacaklar.
Bu insanlık dışı durumun, Malthusçuların önerdiği gibi çalışan ve tüketen nüfusu azaltmak için tasarlanmış politikalarla çözülmeyeceğini yazıyor. Bu fikirler, o zamanlar yoksulluğu tedavi edecek mucize ilaç gibiydi, bu yüzden Engels'in okuyucu kitlesini konu olarak da ilgilendiriyordu. Ancak Engels'in metninde daha çağdaş çekiciliği olan nüanslar da var:
- Eğer en yüksek faaliyet aşamasına getirilmezse, hiçbir sermaye bir başkasının rekabetine dayanamaz.
- Verimliliğini sürekli artırmıyorsa hiçbir toprak parçası karlı bir şekilde ekilemez.
- Eğer tüm enerjisini emeğe adamazsa hiçbir işçi rakiplerine karşı kendini koruyamaz.
- Rekabet mücadelesine giren hiç kimse bunun üstesinden gelemez.
Vardığı sonuç ise, bu insanlık dışı rekabet alanında hayatta kalmanın "gerçekten insani olan her amacı" yendiğidir.
Engels daha sonra okuyucularına mevcut İngiliz fabrika sistemi üzerinden bir tur ve onun gelişiminin tarihsel bir anlatımını vadediyor, belli ki Alman okurlarını kaderleriyle ilgili önceden uyarmayı amaçlıyordu.
Yıllar boyunca yaptığı yorumlardan da anlaşılacağı üzere, hâlihazırda mevcut koşullar içinde ortaya çıkacak sosyal felaketleri önceden tahmin etmeyi ve önlemeyi hedefliyordu.
ENGELS'TEN SONRA MARX – MARX'TAN SONRA ENGELS
Karl Marx kendinden geçmişti. Ekonomik kategorilerle ilgili sunumunu yakından takip ederek, hemen Engels'in eleştirisinin bir "özetini" hazırladı. Engels, Manchester'daki görevinden Barmen'deki aile karargâhına dönerken Paris'ten geçtiğinde, eski Rheinische Zeitung kolektifini yeniden ziyaret etmek için tekrar aradı. Görünüşe göre Marx, orada geçen konuşmalarda ikisi arasında bir iş birliği önermek için inisiyatif kullandı.
Planı, bu genç Hegelci çevrelerde ona göre yeterince radikal olmayan "eleştirel eleştirmenler"e tartışmacı bir saldırı yapmaktı. Siyasi kafa karışıklıkları, felsefi kafa karışıklıklarından ve Ludwig Feuerbach'ın din eleştirisini ateizmin mantıklı ve tamamen siyasi sonucuna götürmedeki başarısızlıklarından kaynaklanıyordu. Engels, üç bölümle başladı, ardından ayrı yazarlar arasında bölünmüş olan dördüncü bir bölüm geldi.
Sonrasında Engels yokken, Barmen'e eve döndükten sonra, Marx’ın becerikli kalemi, planlanan kitapçığın geri kalanıyla birlikte kaçtı ve onu çok uzun bir kitap haline getirdi. Yazışmalarda Engels, bundan etkilenmektense şikâyet etti. Bununla birlikte, itibar ve deneyim açısından kesinlikle haklı olduğu gibi, başyazar olduğu başlık sayfasından da açıkça anlaşılıyor. Marx fazlasıyla gerideydi, çoğunlukla sadece kendi gazetesinde gerçek manada yayınlanmış ve hepsi oldukça kısa birkaç düzine makale, bir bildiri kadar uzun bir şeyi bile yoktu.
Derlenmiş eserlerin modern baskıları bu dönemi Marx’ın ölümünden sonra yayımlanan el yazması materyalleri içeren eser listesinde yer almaktadır, bu nedenle karşıtlık daha az açıktır. Ve bu baskılar, Kutsal Aile'yi bir “Marx ve Engels” kitabı olarak sunarak genellikle başyazarlık durumunu gizler. Bu küçük tahrifat, teleolojik olarak ortaklıklarının birincil ve süregelen karakterine dair daha sonra ortaya çıkacak bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. Engels bu dönem bu yaklaşımdan tamamen bihaberdi, zira geri kalan herkes de öyleydi.
Ancak genç Friedrich'in, yayınlar ve itibar açısından çok daha az başarılı olmasına rağmen daha baskın olan bir aklın gölgesinde "kaybolduğuna" dair bir işaretimiz zaten var. 22 Şubat - 7 Mart 1845 tarihli bir mektupta Marx'a yazan Engels, Barmen'den şöyle haykırıyor: "Eleştirel Eleştiri hala gelmedi!" Bu, birlikte yazmadıkları ancak, birlikte yayınlamayı kabul ettikleri kitapçıktı. İkisi de ayrı ayrı bölümler yazarak ortak katkıda bulunuyordu.
“Yeni başlık, Die heilige Familie (Kutsal Aile) büyük ihtimalle beni hayli dindar ve şimdiden gergin ebeveynimle karşı karşıya getirecek, ancak sen elbette bunu bilemezdin”, diye devam ediyor Engels. Bu açıklama gereğinden fazla hürmetkâr görünüyor. Ne de olsa Marx, kendi aile çevresinin bazı aydınlanmış üyeleri bu tür küfürleri eğlenceli bir şekilde önemsiz bulsa bile, baskıcı bir Hristiyan devletinde ve ilinde ortak yazarı için ailevi sonuçlarının ne olacağını kesinlikle bilebilir veya tahmin edebilirdi.
Engels daha sonra, "Duyurudan benim adımı öne koyduğunuzu görüyorum" diyor. Bu yine, aşırı hürmetkâr ve sahte görünüyor. Marx için mantık ortadaydı. "Neden?" Engels soruyor. "Ben neredeyse hiçbir şey yapmadım ve tarzınızı herkes tanıyabilir." Marx gerçekten de projeyi kapıp kaçmıştı, Engels ise ona bunu yapma ve liderlik etme yetkisi veriyordu.
Diğerleri bir şekilde Marx’ın çevresinden ayrıldı. Engels yapmadı.
Aufwiedersehen dem Jüngling. Marx'tan önce Engels'e veda.
Kaynak: https://www.jacobinmag.com/2020/11/friedrich-engels-before-marx
Mark Twain’in, Turist Çağı’nın başlangıcını belgeleyişi
“Turistler karikatür arar; yurt içindeki seyahat acenteleri ve yurt dışındaki ulusal turizm büroları buna uyum sağlamak zorundadır. Turist, yabancı kültürün otantik (genellikle anlaşılmayan) ürününü nadiren sever; kendi taşra beklentilerini tercih eder. Fransız aksanıyla İngilizce şarkı söyleyen şantöz, sadece Fransızca şarkı söyleyen birinden daha çekici görünür.”
12-04-2021 00:15

Yazar: Marco d’Eramo
Çeviren: Ece Yaren Arslan
“Mark Twain” olan mahlasıyla daha çok tanınan yazar Samuel Clemens, seyahat öğretisi ile ilgilenen herkese hitap eden özgün eseri, Yurt Dışındaki Masumlar romanını 1869 yılında kaleme almıştır. Mark Twain’in yayımlanmış tüm eserleri içerisinde yaşamı boyunca en çok ün kazanmış olanı Yurt Dışındaki Masumlar romanıydı: 100.000 kopyası satılan romanın yalnızca 70.000’i ilk yılında satılmıştır. Günümüzde Twain’i çoğunlukla romanları ile tanısak da akranları daha çok seyahat kitapları ile ilgileniyordu. Örneğin, Tom Sawyer’ın Maceraları romanı henüz ilk yılında 24.000 adet ve Prens ve Dilenci ise 18.000 adet kopya sattı.
Yurt Dışındaki Masumlar, Twain'in 1867’de Avrupa kıtasının dört bir yanında, ABD’den gelen turistleri ağırlayan ilk organize yolculuk gemisi olan Quaker City’deki yolculuğunu anlatıyor. Gemi; yolcuların Paris’e ve Lyon’a, sonra Cenova’ya, buradan da Milano, Como Gölü, Padova, Verona ve Venedik’e seyahat edebilmelerine olanak sağlayarak Marsilya’da mola vermişti. Daha sonra gemi, yolculara Pisa ile Floransa’yı ve sonrasında Roma’yı görebilsinler diye Civitavecchia’yı ziyaret etme şansı vererek Livorno’ya doğru hareket etmişti. Ayrıca gemi, nihayet ABD’ye dönmeden önce Atina, İstanbul, İzmir, Kutsal Topraklar, Piramitleri görmek için gidilen Mısır gibi pek çok durağa da varmıştı.
Quaker City gemisine bindiğinde, Mark Twain 32 yaşındaydı ve tecrübeli bir gezgindi. San Francisco’ya dönmeden bir yıl önce, Sandviç (Havai) Adaları’na gitmişti ve 1866 yılının ağustos ayında orada iyice gezmişti. Virginia City, Carson City ve San Francisco'ya giderken konferans kürsüsüne çıkmıştı; kolerayla çalkalanan bir gemide üzücü bir yolculuktan sonra kıstak üzerinden New York'a yelken açmış, New York’tan Saint Louis, Hannibal ve Keokuk'a iki ay süren bir yolculuk yapmıştı.
Mark Twain, “Turist Çağı” olarak adlandırılabilecek bir dönemin başında geliyordu. Mark Twain’in Yurt Dışındaki Masumlar adlı kitabı sadece geçmişi değil, aynı zamanda geleceği de anlatır. Bu kitabın sayfalarında, bir turisti nelerin motive ettiği sorusuna farazi bir cevap bulabilirsiniz. Turistleri bu şekilde kendilerini yormaya, böylesine yıpratarak boş vakitlerini harcamaya zorlayan şey nedir? Ellerinin altındaki kısıtlı boş zamanlarında kendilerini bu şekilde yıpratmak için midir? Amaç nedir ki? Turist olmak için gerekli olan yatırımı garantilemek, gerçeği hayal gücü ile karşılaştırma ihtiyacı yeterli midir?
Mark Twain’in cevapladığı üstü kapalı soruların yanıtlarından bazıları şöyle: “Kısa bir süre sonra Paris sokaklarında hız yapıyorduk ve uzun zaman öncenin kitaplarından bize tanıdık gelen bazı isimleri ve yerleri keyifli bir şekilde hatırlıyorduk. Sokak köşesinde Rivoli Caddesi’ni gözlemlediğimizde eski bir arkadaşla karşılaşmak gibiydi; resminde olduğu gibi Louvre’un özgün ve çok büyük sarayını biliyorduk.” Aynı dizeler şöyle devam ediyor: “Notre Dame Katedrali’ni görmeye gittik. Önceden duymuştuk adını. Bazen ne kadar akıllı olduğumuzu ve ne kadar çok şey bildiğimizi düşünmek beni şaşırtıyor. Eski kahverengi gotik binayı anında tanıdık, aynı resimlerdeki gibiydi.”
Paris’te bir turist olan Mark Twain, okuduğu şeyleri onaylamayı; gazetelerdeki resimlerin ve kitaplardaki çizimlerin gerçek olduğunu kanıtlamak istiyordu. Dr. Johnson’ın da 1773 yılındaki bir mektubunda belirttiği gibi “Seyahat etmenin yararı hayal gücünü gerçeğe uydurmaktır ve bir şeylerin nasıl olabileceğini düşünmek yerine onları olduğu gibi görmektir.” Seyahat etmenin yararı, bir kişinin gördüğü şeyi, daha önce hayal ettiği şeyle karşılaştırabilmesi ve böylece ayarlaması, düzeltmesi ve değiştirmesidir.
Bu şekilde söylersek, cevap basit görünüyor. Yine de hâlâ bir şeyler eksik. Twain’in Paris’ten gelen seyahatnamelerinde ve Milano ile Filistin’den olanlarda da gördüğümüz gibi, tahta kurdu gibi sıkıcı olan başka bir soru: Gerçekliği hayal gücüyle kıyaslama ihtiyacı, turist olmak için gerekli yatırımı garanti etmek adına yeterli bir gerekçe midir?
“Masumların” seferinden sonraki yıllarda turist sayısı arttıkça bu soru daha da zorlayıcı bir hâle geldi. Başlangıç anında bir savurganlık (ya da aristokrasi için bayağılık) gibi görünen şey, kitlesel bir sosyal olguya dönüştü ve içerdiği insan sayısı arttıkça anlaşılması daha da zorlaştı.
İlk olarak; turist sorunu, gördüğümüz gibi, herhangi bir soruyu gereksiz kılan bir küçümseme ile bir kenara itildi. Turistler sadece bir sürüden oluşuyorsa, bu iki ayaklı büyükbaş hayvanların neden göç ettiğini açıklamak için hiçbir neden yoktur. Ne de olsa bu, sürü psikolojisi teorilerinin altın çağıydı.
1950’lerde ve 60’larda, turist, yani insan akını o kadar devasa boyutlara ulaştı ki, sorunu görmezden gelmek imkânsız hâle geldi. Böylece şu soru soruldu: Turistleri gerçekten çeken şey nedir? Ya da küçük ama önemli bir anlamsal düzenleme yaparak tekrar soralım, turistik cazibe nelerden oluşur? Olivier Burgelin, Roland Barthes ve Edgar Morin tarafından kurulan Communications dergisi için 1967’de biraz gösterişli bir ‘gezi teorisi’ araştırmasında bu soruya yanıt vermeye çalıştı. Neolojizm terimi, Thomas Cook tarafından düzenlenen ilk seyahatten sadece iki yıl sonra, 1847’de ortaya çıktı. Terim, Webster sözlüğünde “ilgi çekici yerleri ve nesneleri ziyaret etme ve görme eylemi” olarak tanımlanır.
Daha az iki yüzlü olan formülasyonlarında, sözde seyahat teorisi pek de bir teori sayılmazdı. Bundan ziyade, artık kitle kültürünün özgün olmadığına dair bir söylem olarak, zayıf bir şekilde gizlenmiş olan sonradan görme; avam kitlelere yönelik o asırlık küçümsemenin yeniden öne sürülmesiydi. Chicago Üniversitesi Sosyal Tarihçisi Daniel Boorstin, “Turistleri ne cezbeder?” sorusuna şu şekilde yanıt verdi: “Turistler karikatür arar; yurt içindeki seyahat acenteleri ve yurt dışındaki ulusal turizm büroları buna uyum sağlamak zorundadır. Turist, yabancı kültürün otantik (genellikle anlaşılmayan) ürününü nadiren sever; kendi taşra beklentilerini tercih eder. Fransız aksanıyla İngilizce şarkı söyleyen şantöz, sadece Fransızca şarkı söyleyen birinden daha çekici görünür.”
Turistlerin “taşra beklentileri” konusundaki tercihlerinde, Samuel Johnson’ın “hayal gücünü gerçeklikle düzenlediğinin” yankılarını ancak şimdilerde alaycı bir tonla duyuyoruz. Tahmin edilebileceği gibi Boorstin, gezgin ve turist arasındaki basmakalıp ayrımı “gezi” terimine aktarır: “Gezgin aktifken, turist pasiftir. Turist, başına ilginç şeyler gelmesini oturup bekler. Yalnızca “görmeye” gider.
Kaynak: Literary Hub
Tarihin en büyük borç krizi kapıda
Yoksul ülkeleri vuran borç yükü, zengin ülkelerdeki alacaklıların servetlerinin bir kısmından vazgeçmedikleri sürece hafiflemeyecektir.
12-04-2021 00:01

Yazar: John Smith
Çeviren: Muhammed Eroğul
Dünya Bankası başkanı David Malpass, yeni koronavirüsünün etkilerinin 2008’deki ekonomik krizden, Latin Amerika için ise 1980’lerdeki borç krizinden krizden daha kötü bir durumda olduğunu ifade etti.
2020 yılında zengin ülkeler Covid-19 salgınının vatandaşlar üzerindeki etkilerini hafifletmek ve ekonomik çöküşü önlemek için gayri safi yurt içi hasılalarının (GSYİH) %31’inden daha fazlasına tekabül eden yaklaşık 12 trilyon dolar harcama yaptı. Bu “mali teşvik”, düşük faiz oranlarını ve merkez bankasının finansal varlık satın alması şeklindeki parasal teşviki kapsamıyor.
Buna karşın, gelişmiş ülkelerinin koronavirüs salgınının Afrika, Asya ve Latin Amerika gibi sözde gelişmekte olan ülkelerdeki büyük ekonomik etkilerine verdikleri tepkiler büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Dünya Bankası Başkanı David Malpass, “2008’deki ekonomik krizden ve Latin Amerika’nın 1980’lerdeki borç krizinden daha kötü” yorumunda bulundu. Geçen kasım ayında Gana Maliye Bakanı Ken Ofori-Atta, “Batıdaki merkez bankalarının salgının ekonomik etkilerine hayal bile edilemeyecek ölçüde karşılık verme yeteneği ve öte yandan bizim gibi ülkelerin benzer etkilere karşılık vermede yaşadığımız zorluklar oldukça rahatsız edici. Ciddi anlamda ‘nefes alamıyorum’ diye bağırıyor gibi hissediyorsunuz” yorumunda bulundu.
Yoksul ülkelerin salgınla baş etme gücü aynı zamanda neredeyse hiç gelişmemiş sağlık sistemleri yüzünden de engellenmektedir. 2018 yılında yüksek gelirli ülkelerde kişi başına düşen ortalama sağlık harcaması 5 bin 562 dolarken düşük gelirli ülkelerde bir yılda kişi başı harcanan tutar ise 35,6 dolar yani 156 kat daha düşük ve gelişmekte olan ülkelerdeki kişi başına harcanan 262 dolardan 21 kat daha fazladır.
Suudi Arabistan’da kasım ayında gerçekleşen G20 Zirvesi’nin akşamında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, gelişmekte olan dünyanın ekonomik çöküşün, artan yoksulluğun, açlığın ve ıstırabın eşiğinde olduğu konusunda uyarıda bulundu ve makul bir yanıt için G20 liderlerine yalvardı. G20 aslında G7’dir: ABD, Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, Japonya, Kanada ve İtalya olarak yedi zengin ülkenin öncülüğündedir. Brezilya, Güney Afrika, Suudi Arabistan ve Hindistan dâhil olmak üzere geriye kalan diğer 13 ülke kararlara itaat ederken, “yedi ülke” gücü ellerinde tutuyor.
Zengin ülkelerin, yoksul ülkelerin başına dert olan bu virüs felaketine olan yanıtı “Borç servisinin askıya alınması” oldu. Bu, en az gelişmiş 77 ülkeyi kapsayan; Haziran 2021 tarihine kadar resmi alacaklılara (zengin ülkeler, IMF ve Dünya Bankası gibi) faiz ödemelerini askıya alma teklifidir. Askıya alınan ödemeler, zaten desteklenmeyen borçlarına eklenecek ve her kuruşun beş yıl içerisinde ödenmesi gerekecek.
Latin Amerika ve Karayipler’de, yalnızca Bolivya, Grenada, Guyana, Haiti, Honduras ve Nikaragua bu küçük ayrıcalıklara hak kazandı. Geriye kalan ülkeler paralarını ekonomik ve tıbbi acil durumlarla başa çıkmada kullanmak yerine zengin uluslardaki alacaklılarının ceplerini bir gün bile ara vermeden parayla doldurmaya devam etmek zorundalar.
ZENGİNLERİ KURTARMAK
Durum sadece bundan ibaret değil. Bu borç “ertelemesi” özel borçlara değil, yalnızca devletler arası borçlardaki faizlere uygulanıyor. David Malpass, bankaya olan faiz borçlarının 7 milyar dolarını dondurma isteklerini, bu toleransın bankanın yeni borçlar yapabilme kabiliyetine zarar vereceğini öne sürüp reddederek Dünya Bankası’nı bu küçük cömert hareketten muaf tuttu. Sonuç olarak, borcu ertelenecek ülkelerin 2020’deki borç ödemelerinde, borçlu olduğu 42,7 milyar doların yalnızca %41’i yardım için uygun halde.
Devlet alacaklılarına faiz ödemelerinin askıya alınması bu çaresiz yoksul ülkelerin borçlarını Blackrock, JP Morgan, HSBSC, UBS ve hizmet ettikleri zenginler gibi özel alacaklılara ödemelerini kolaylaştırıyor. Başka bir deyişle, zengin ülkelerin hükümetleri, yoksul ülkeleri kurtarmıyor aksine bu yoksul ülkelerdeki zengin yatırımcıları kurtarıyor.
Dünya Bankası’ndaki pozisyonundan önce 2019 yılında Donald Trump hükümetinde görev alan David Malpass, “Özel yatırımcıların tam ödeme aldığı ülkelerin resmi alacaklılarından elde etmiş oldukları tasarrufları kötüye kullanılma riski var” dedi.
Başından beri özel alacaklıların da faiz ödemelerinin ertelenmesi teklif edilerek borçları askıya alma teklifine katılmaya teşvik edildi fakat uzlaşma taraftarı olmayıp bu teklifi reddettiler. Kasımdaki G20 Zirvesi’nde, liderler bu anlamsız çağrılarını tekrarladılar: “Özel alacaklılar yeteri kadar katılım göstermiyor ve gelişmiş ülkeler talep ettiğinde benzer şartlarda katılım sağlamalarını şiddetle tavsiye ediyoruz.” Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nda Borç ve Kalkınma Finansmanı Başkanı Stephanie Blankenburg’un konuşması ise şu yönde oldu: “G20’deki gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında sadece alacaklı çıkarlarını temsil eden bir anlaşma mevcuttur.”
İSTEDİĞİNİZDE ALACAĞINIZ TEK ŞEY: KOCA BİR HİÇ
Şu ana kadar 44 ülke borçlarını askıya alma teklifine başvurdu ve toplamda 5,4 milyar faiz ödemesi ertelenip 2018 yılında 477 milyar dolar olan toplam ödenmemiş borçlarına eklendi. Bu tasarruf, GSYİH’nin %2,2’sine veya salgından dolayı vergi gelirlerindeki düşüşün yaklaşık onda birine eşittir.
Erteleme yapabilmek için borçlarını askıya alan ülkeler, Etiyopya, Kamerun ve Pakistan’da da olduğu gibi kredi itibarlarının sorgulanmasına ve kredi derecelendirme kuruşlarının borçlarını azaltmayı düşünmeye itiyor olmasına rağmen faiz ödemelerinin askıya alınması yönünde talepte bulunmaları gerekmektedir.
Daniel Munevar’a göre bunun riski “borçlu ülkeleri boyun eğdirmek ve kamu sağlığı üzerindeki sonuçlarına aldırmaksızın borçlarını geri ödemeye zorlamak için” kullanılıyor olmasıdır. “Maliyetler maalesef felaket bir virüsten dolayı değil, küresel ekonomi sisteminden dolayı kaybedilen milyonlarca iş ve canlarla ölçülecek.”
PEKİ YA GERİYE KALANLAR?
En yoksul ülkelerin karşı karşıya olduğu borç krizi, devasa boyuttaki bir küresel borç krizinin yüzüdür. Orta gelirli ve zengin ülkelerin kamu ve özel borçları da dâhil olmak üzere küresel borç şu anda toplam 277 trilyon dolardır. 2012 ve 2016 yılları arasında 6 trilyon, 2016 yılından 2020 Eylül ayının sonuna kadar ise 52 trilyon artış göstermiştir ve 2019 yılında %320’den yükselerek şu anda dünyadaki toplam GSYİH’nin %365’ine eşittir.
Koronavirüs salgınından önce bile küresel kapitalist ekonomi bu denli sıkıntıdaydı ve negatif faiz oranlarıyla artan borçlar gibi aşırı para politikaları sayesinde ekonomik krizi geçici olarak durduruyordu. Güçlü ve sürekli ekonomik bir büyümeye dönüş, niteliksel olarak tarihte deneyimlenen her şeyden daha derin bir krizi önleyebilir ancak bu büyümenin gerçekleşmesini beklemek için kesinlikle hiçbir neden yok.
Altı fakir ülke: Zambiya, Ekvator, Lübnan, Belize, Surinam ve Arjantin, küresel finansal kriz sırasında 2020 yılında borçlarını zaten ödeyememişti.
Yoksul ülkeleri saran borç krizi, artık kapitalist bir çıkış yolu olmayan küresel ekonomi sisteminin yapısal krizinin bir belirtisidir. Bir kişinin ya da bir ülkenin borcu başkasının mal varlığıdır. Azınlık tarafından çoğunluğa verilen borçların iptali tek çözüm yoludur ve fakir çoğunluğun borçlarının iptali, çok zengin olan azınlığın zenginliğinin iptali anlamına geldiğinden bu, gerekli devrimsel bir çözümdür.
Tüm ilerici insanlık, Küba Devlet Başkanı Miguel Díaz-Canel’in 22 Eylül 2020’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na yaptığı konuşmada, “Salgının sosyal ve ekonomik etkileriyle ağırlaşan, tahsil edilemeyen dış borcu silme mücadelesi, Güney halklarının hayatta kalmasını tehdit etmektedir” sözleri altında birleşebilir, birleşmelidir ve bu sözlere göre hareket etmelidir.
Kaynak: Open Democracy