İletişim uzmanı Gülçin Demir ile göçü konuştuk: 'Madem Türkiye o kadar harika sen niye memleketine dönmüyorsun?'
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
09-04-2021 10:17

Hilal Seven – Londra
Başka Yerde Hayat söyleşilerinin bu haftaki konuğu kurumsal iletişim uzmanı Gülçin Demir. Gülçin Demir Türkiye’de uzun yıllar Koç Grubu, Ciner Medya Grubu gibi firmalarda Kurumsal İletişim Müdürü olarak çalıştıktan sonra, kendi tabiriyle iyi iş koşullarını ardında bırakarak Londra’ya yeniden bir hayat kurmaya gelen, enerjisi yüksek bir kadın. Gülçin’in adını ilk kez muhasebe işlerimi yapan arkadaşım Sibel Alp’ten duydum, sonra Gülçin ile telefonda konuştuk ve kısa zaman içerisinde yine sıcak olmasını hayal ettiğim bir Londra gününde Turnham Green’de buluştuk. O anda fotoğrafımızı çekecek üçüncü bir kişi olmadığından yanımızda oturan lise öğrencisi Ella’nın gözünden fotoğraflandık.
Zor anımızda bize kapılarını açan Chris Church papazı Richard’a ve sevgili genç arkadaşımız Ella’ya teşekkürü borç bilirim…
Biraz kendinden bahseder misin?
41 yaşındayım. Londra’ya 2017’de İstanbul’dan geldim. Ankara anlaşmalıyım. Başka bir ülkede yaşamak benim her zaman hayalimdi çünkü ben on üç yaşındayken teyzem Fransa’ya eğitime gitti ve orada uzun yıllar kaldı. Ben de teyzem gibi olacağım, yurt dışında yaşayacağım derken hep paramı bunun için biriktirdim. İngiltere’ye gelmemin sebebi ise hem bir yanıyla aile bağlarım hem de Amerika gibi uzak bir yerde yaşamak istemiyor olmamdı. Tabi bir de Royal Family (Kraliyet Ailesi) reklamları da açıkçası beni etkilemedi değil. (Gülüyor) Aslında ben iletişimci olarak kariyerime Koç Holding’de başladım ve sonrasında hep medyada çalıştım. Bir dönem de Sabah, ATV’de çalıştım ve sonrasında ara verdim. Daha sonra 2014 yılında ilk kez buraya yüksek lisans için geldim. Sonrasında Türkiye’ye döndüm ve bir buçuk sene kadar çalıştıktan sonra buraya geri geldim. Kısaca benim hikayem bu.
Anladığım kadarıyla Türkiye’de iyi bir iş hayatın vardı ve yaşam standartların da iyiydi, peki yine de seni buraya dört sene önce yaşamaya getiren ne oldu?
Sanırım kariyerle ilgili olmak istediğim yerlere gelmiştim. Evet, iyi paralar kazandım ama sanırım yüksek lisans benim kırılma noktamdı. Buraya gelip iyi kötü insanların yaşamlarını, çalışma şekillerini görünce etkilendim ve dedim ki acaba buradaki şirketler beni işe alır mı, ben de bir dünya vatandaşı olabilir miyim? Benim sınırım nedir gibi sorular beni buralara getirdi. Yoksa tabii ki kalabilirdim Türkiye’de. Elbette bir kadın olarak, ülkenin geldiği da beni düşündürmedi değil. Sürekli kadına şiddet haberleri git gide artıyordu. Şöyle örnekleyeyim, 2000’li yılların başında ben üniversiteye giderken, Taksim’de arkadaşlarımla sabahlara kadar oturup, eğlenip korkusuzca evime dönebiliyorken şimdi durum tamamen değişti. Artık aynı yerlere gidince arkadaşlarıma saat on olmadan eve dönelim diyorum. Bir de o dönem her yerde patlamalar oluyordu. Benim ülkem nereye gidiyor diye düşündüm. İyice güvenliğimden endişe etmeye başlamıştım. Tabii bu da beni tetikledi. Çünkü kendimi güvende hissetmek benim için çok önemli. Dolayısıyla kazandığım parayı da harcayamıyordum çünkü dışarı çıkmaya korkuyordum ya bir yerde bir şey patlarsa diye. Bu da ülkeden ayrılmam için artı bir nedendi.
'PANDEMİYE KADAR GAYET İYİ ÇALIŞIYORDUM'
Buraya geldikten sonra neler yaptın?
Yüksek lisans için buraya geldiğimde, dil okullarıyla çalışmıştım. Onların Türkiye’deki web sitelerine blog yazıları yazmak, çeşitli materyallerini Türkçe’ ye çevirmek gibi işler yapmıştım. Eğitim sektöründe çalışmayı da sevdim. Hangi dil okulları iyi ve uygun diye çok araştırdım. İnsanlar da bana nereye gidelim, nerede okuyalım diye soruyorlardı. Sonra burada eğitim sektöründe çalışma fırsatı doğunca, Ankara Anlaşmalı olarak bir eğitim firmasıyla çalışmaya başladım. Pandemiye kadar da gayet iyi çalışıyordum ama sonra iş durdu.
Pandemi başlayınca ne oldu peki?
Pandemiden dolayı sınırlar kapandı ve uluslararası öğrenciler buraya gelemez oldu. Zaten ister istemez bazı finansal sıkıntılar yaşanınca çalıştığım okul ne yazık ki iflas etti.
Bir anda işini kaybettiğini söyledin, peki sonrasında geçimini nasıl sağladın?
Biraz birikimim vardı, biraz da sağ olsun İngiliz Hükumeti ufak tefek de olsa yardım edince en azından kiramı ödeyebildim çok şükür. Açıkçası ben o dönemde Türkiye’ye de dönebilirdim ama dönmedim. Bir işe başlayınca onu bitirmek isteyen biriyimdir. Buraya kadar gelip emek vermişken bırakıp gitmedim, kaldı ki bir de seviyorum burada yaşamayı. Türkiye’ye gitmek benim için sadece ailemi ve arkadaşlarımı görmek demek. Yani Türkiye defteri benim için kapandı.
Pandemi döneminde neler yaptın, işsizlikle nasıl baş ettin?
Çok zordu. Yani ben de dahil herkes için zordu. İş aramaya devam ettim tabii ki ama başvurduğum işlere hep ‘o pozisyon dondu’ yanıtı geliyordu. Bunlar tabii hep hayal kırıklığıydı. İster istemez de özel bir vizeye bağlıyız ve o vizenin birtakım şartları var, sonuçta onları yerine getirmek zorundayız. Yani çalışmak zorundayız. Home Office’e demişsin ki ben işimi yapacağım ve kendimi geliştireceğim. Oturum izninin devamı için bunları sağlamak zorundasın.
'İLK SENE HAYATI GÖZLEMLİYOR GİBİYDİM'
Yaklaşık 4 yıldır Londra’da yaşadığını söyledin, genel olarak bu zaman dilimi senin için nasıl geçti?
Açıkçası, ilk sene biraz hayatı gözlemliyor gibiydim. Arkadaşlarıma da hep söylüyorum, buraya gelin harika bir yer ama yaşamanın çok zor olduğunu da bilin. Zorluğu da ne, eğer başka bir ülkede yaşamaya gidiyorsanız şunu biliyor olmanız lazım, geldiğiniz ülkede sahip olduğunuz konfora burada sahip değilsiniz. Mesela benim Türkiye’de sahip olduğum kariyer ya da kazanç buradakiyle aynı değil. Bunun da iki nedeni var, birincisi ilk etapta bu ülkeye, buradaki insanlara yabancısın, ikincisi ise buradaki çalışma şekillerine hâkim değilsin. Ben geldiğimde İngilizce biliyordum ve o konuda çok sıkıntı yaşamadım ama yine de işin terminolojisini bilmiyorsun diyelim, bu da çalışmanın önünde bir sorun olabiliyor. Doğal olarak ilk sene hazır bir para gerekiyor.
Sence ilk sene geçimini finanse edecek hazır bir paranın olması rahat yaşamanı da sağlamaya yeter mi?
Aslında dediğim gibi şöyle bir durum var, ne olursa olsun buraya gelirken Türkiye’deki konforlarınızdan vazgeçiyorsunuz. Mesela daha küçük bir evde yaşıyorsunuz ya da Türkiye’de pek yaygın olmasa da burada insanlar evlerinin odalarını kiraya veriyorlar ve siz de daha az kira ödeyeyim diyerek odalarda kalıyorsunuz. Ki bence biz Türkiye’de epey konforlu yaşıyoruz. Yani şundan bahsediyorum, Türkiye’de aşağı yukarı herkesin evinde bulaşık makinesi vardır ama burada yok. Bir bankada hesap açmak istiyorsunuz diyelim, Türkiye’de bu işlemin süresi beş dakikadır burada ise birkaç ay sürer. Türkiye’de biz işlerimizi çok hızlı hallederiz, tez canlıyızdır buradaysa kimse kendini bir iş olsun diye incitmez. Burada akşam beş olunca mesai biter ve ‘hadi yarın görüşürüz’ der işten çıkarsınız. Mesela bizde bu tarz şeyler yoktur. Bunlara da zamanla alışıyorsun. İlk geldiğimde hatırlıyorum her yere koştururdum. Sonra baktım ki böyle bir şeye hiç gerek yokmuş. Yani biraz daha rahat olabilirim. Bana bu ülkenin kattığı en önemli şey nedir diye sorarsan, ben ki tez canlı biriyimdir, burası beni yavaşlattı derim hem de pozitif anlamda. Yani bu kadar panik olmak zorunda değilim. Dedim sakin ol Gülçin, bir problem yok, her şey eninde sonunda halloluyor. Çünkü ben bu sebeple ilk senemde sağlığıma çok zarar verdim. Müthiş paniktim. İşim olacak mı olmayacak mı, burada kalabilecek miyim, vizem yenilenecek mi, para kazanabilecek miyim diye sürekli düşünüyor ve panik yapıyordum.
Sibel (Alp) bana ilk kez senden bahsettiğinde Ankara Anlaşması vize başvurusu ve sonucu bekleme süreçlerinde stresten kaynaklı sağlık problemleri yaşadığını söylemişti, neler yaşadın biraz bahseder misin?
Çok kaygılıydım. Bir süre ciddi anksiyete problemleri yaşadım. Mesela gece uyuyordum sonra birden uyanıp deliler gibi ağlıyordum. Birkaç kez hastaneye kaldırıldım. Bir süre boyunca gerçekten sağlığım hiç iyi değildi. Acaba çalışma vizemi uzatacaklar mı diye çok kaygılanıyordum. Çünkü bu kadar emek verdim, bir şeylerden vazgeçtim ve buraya geldim, bu yüzden emeğimin karşılığını almalıyım diye düşünürüm. Bir de ben bu ülkedeki yaşamı çok sevdim, Türkiye’ye geri dönmek istemem.
'BURADA KÜLTÜR SAYGI ÜZERİNE KURULMUŞ'
Burada yaşamayı çok sevmeni sağlayan ne oldu?
Burada çok sevdiğim bir şey var, saygı. Kültür saygı üzerine kurulmuş, herkesin herkese saygısı var. Yani bugün şurada çöpü toplayan adama da restorandaki garsona da saygı duyuluyor. Burada insanların sana saygı duyması için bir statünün ya da koltuğunun olmasına gerek yok. Mesela çalıştığım yerlerde genel müdürler bana su getirmekten gocunmuyor. Ya da sen çok basit bir iş yaptığında bunu değerli buluyor ve seni motive ediyor, çok teşekkür ediyor. İlk defa burada çalışmaya başladığımda çok şaşırmıştım. Yaptığım çok basit işlerde bile bana, ‘’Harika, çok güzel olmuş” diye teşekkür etmeleri çok garibime gidiyordu. Ya da bazen hafta sonu ekstra işler olunca ben hemen gelirim çalışırım, benim için sorun değil derdim. O zaman da yine bana ‘’Hafta sonunu bizim için feda ettin’’ derlerdi. Sonra düşününce tabi, ben Türkiye’de cumartesi işe gitsem beni pazar da çağırırlar diyorsun. (Gülüyoruz). Şimdi eğri oturup doğru konuşmak lazım.
Londra’da yaşamak sende ne gibi değişiklikler yarattı?
Artık daha az paniğim ve geleceğe daha fazla güveniyorum. Çünkü benim burada dört senelik yolculuğumda gördüğüm hep şu oldu: çok ümitsizliğe düştüğüm, yok olmayacak galiba ne yapsam Türkiye’ye mi dönsem dediğim zamanlarda bile her zaman her şey yoluna girdi. Yani burada kendimi güvende hissediyorum ve bu çok önemli. Daha sağlıklı yaşıyorum, daha az et yiyorum. Hayatım boyunca hiç spor yapan bir insan olmamıştım ama şimdi burada spor yapıyorum. Yogaya başladım. Bunlar benim için Türkiye’de yoktu. Enteresan bir şekilde Türkiye’de muhtemelen arkadaşlarım daha fazla olduğu için dışarı çıkıyordum ve daha fazla alkol kullanıyordum, burada ise daha az tüketiyorum. İnsanlara davranış anlamında çok bir değişikliğim olmadı. Ben o anlamda Türkiye’de çok sorun yaşıyordum zaten. Benim insanlara gösterdiğim inceliği insanların bana göstermeyişinden dolayı çok sıkıntı çekiyordum. Burada da diyorum ki ne güzel aslında bende bir acayiplik yokmuş, olması gereken benim yaptığımmış.
'20'Lİ YAŞLARIMDA GELSEM DAHA HAREKETLİ OLURDUM'
Sıradan bir gününü nasıl geçiriyorsun?
Sabah 6.30’da uyanıyorum, çıkıp sporumu yapıyorum. Ya yürüyüşe çıkıyorum ya da hava kötüyse evde yoga yapıyorum. Sonra kahvaltımı yapıyorum ki o alışkanlığımda değişti artık her gün Türk kahvaltısı yok, porridge yiyorum. Aslında pandemiden önceye dönecek olursak; sabahları işe gidiyordum, akşama kadar çalışıyordum. Genelde Perşembe ve cuma akşamları burada insanlar dışarı çıkıyor hafta sonuna yakın olduğu için, ben de arkadaşlarımla çıkar sosyalleşirdim. Onun dışında evime gelir yemeğimi yaparım. Biliyorsun ki burada çok ciddi anlamda bir tiyatro ve müzikal kültürü var ve tabi ondan müthiş keyif alıyorum. Onun dışında değişik bir hayatım yok. Tabii bunun yaşımla da alakalı olduğunu düşünüyorum. Ben buraya 20'li yaşlarımda gelseydim daha hareketli olurdum. Güvende hissetmek, huzur duymak şimdi bunları aradığım için bana bu hayat çok iyi geliyor. Hafta sonları Londra’ya yakın yerlere trenle seyahat ediyordum; Cambridge, Oxford, Hastings gibi. Birkaç tane Ankara Anlaşmalı arkadaşım var bazen onlarla da görüşüyorum.
Genel olarak nasıl bir sosyal çevren var?
Dil okulunda iki buçuk sene çalıştığım için İngiliz arkadaşım daha çok benim. Çünkü okulda İngilizce öğretmenleri, yine onların aileleri, arkadaşları hep iletişim kurduğum kişiler oldu. Benim çevrem biraz yabancı oldu diyebilirim.
İngiliz kültürünü ve toplumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Yani her toplum gibi artıları da var eksileri de. (Gülüyor). Benim için en zorlandığım özellikleri çok yavaş olmaları. Aslında bu yavaşlık onlar için kendilerini yormamak, kendilerinin kıymetini bilmek, iş ve özel hayatlarında denge sağlamak demek. Ben ilk geldiğim zaman işimde çok zorlandım çünkü benim için bir iş varsa yapılır ve bitirilir, önce iş denir ve hemen halledilir. Ben şunu biliyorum mesela, 1,50 boyunda bir insanım, Türkiye’deyken çalıştığım etkinliklerde boyum kadar koli taşırdım. Şimdi düşünüyorum da neden yapıyordum ki, aslında benim işim değildi. Bununla birlikte İngilizlerin bizim kültürümüze göre çok yakın ilişkiler kurmadıklarını söyleyebilirim. Çok yakın ilişkilerinde bile bir mesafeleri var. Buraya yeni gelenler bu durumu ilk başta garip bulabilirler. Şöyle bir örnek vereyim benim erkek arkadaşım İngiliz, ben ona haber vermeden bir kere bile sürpriz yaparak evine gitmedim. Çünkü biliyorum ki kendi alanına değer verdiği için bunu yaparsam bu yaptığımdan hoşlanmayacak. Çünkü o bir kere bile benim evime haber vermeden gelmedi. Bunun da yine saygıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu bizim kültürden farklı olarak kimse burada çocuğuna müdahale etmez. Bizde ise anneler ya da babalar sürekli çocuklarına karışırlar.
'BURADA ÇOCUKLAR DAHA ÖZGÜR YETİŞTİRİLİYOR'
Burada çocukların daha özgür yetiştirildiklerini düşünüyor musun?
Elbette daha özgür yetiştiriyorlar ama bazılarında bu özgürlük gözlemlediğim kadarıyla sevgisizlik noktasında da zuhur edebiliyor. Biz çocukları çok severiz, onlara sarılırız ve onları öperiz. Burada öyle şeyler yok, çocuk ağlasa da üzülse de bir kural varsa ona uyması bekleniyor. Yani ben bir yerde bunun bir sorun olarak yetişkinlik dönemlerinde ortaya çıktığını düşünüyorum. Yeterince sevilmeden yetiştirildikleri için yetişkinliklerinde kendilerine daha az güven duyan bireyler olabiliyorlar. Birkaç arkadaşımda böyle gözlemledim.
Yine senin buradaki yaşamına dönecek olursak, Ankara Anlaşması ile burada bulunmanın çok kolay olmadığına işaret ettin, konuya vakıf olmayan okuyucularımız için Ankara Anlaşmalı bir birey olarak burada çalışma deneyimini biraz tarif eder misin?
Sürekli iş yapmak ve fatura kesmek zorundasın. Hesaplarını tutacak bir muhasebecin olmak zorunda. Şirketini geliştirmek ve yatırım yapmak da ayrı bir zorunluluk. Yine bu durumda birtakım masrafların oluyor. Şirketini tanıtmak ve daha fazla kişiye ulaşmak için reklamını yapmak zorunda kalıyorsun. Bu bir gazete ilanı olabilir ya da internet ilanı. Doğrusu hiç kolay bir iş değil. Hep tetikte olmak zorundasın. Normalde diyelim ki Türkiye’de bir şirketin finansçısı var, reklamcısı var, ajansı var ama burada bunların hepsi sensin. Ve bu da hiç durmadan çalışmak demek. Öyle sabah dokuz akşam beş çalıştım işim bitti eve gidiyorum diyemiyorsun.
'HER ŞEY SİSTEMLİ VE KURALLI'
Genel olarak burada çalışma hayatının kolaylıkları ya da zorlukları senin için neler oldu? Örneğin işe giderken toplu taşıma kullanman gerekiyor mu? Örnekse benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye’deki çalışma hayatının aksine burada iş yerlerinde yemek ya da yol ücretleri için ayrı bir ödeme yapılmıyor, bununla birlikte neredeyse herkes öğlen yemeğini de evden getiriyor.
Ben buradaki yaşamı İstanbul’dakinden her anlamda daha kolay buluyorum. Burada her şey daha sistemli ve kurallı. Şöyle bir örnek vereyim, günün en yoğun saatinde işe gideceksiniz diyelim ve bu bir kere başıma da geldi. İnanılmaz bir kalabalık var ve sizin o kalabalıkta o trene binmeniz mümkün değil. Ama burada insanlar sisteme öyle alışmışlar ki, tren gelince bir anda herkes sıraya giriyor ve öylece trenine biniyor. Tren doldu mesela kimse kimseyi itmiyor. Kimse size ‘haydi arkadaş, orada bir milimlik yer var, oraya sığalım’ demiyor. Herkes sakince bekliyor. Bunlar gündelik hayatta insanın yaşarken anlamadığı ama burada yaşayınca fark ettiği detaylar. İstanbul’da bir metrobüste olmayı düşüneyim mesela ne derim kendime; ayağım yere basacak mı, birisi beni itecek mi, o esnada ya çantamdan biri bir şey çalarsa, ya birisi beni ellerse bunlar hep günlük rutin kaygılar. Ve o kaygılar burada yok. Burada hayat kolay ve paniğe gerek yok. Sen bir birey olarak yaşamanın bir yolunu kendin bulmak zorunda değilsin, sistem sana onu veriyor. İşte benim yaşadığım o vize kaygısı da bu yüzden hep, ya Türkiye’nin o kaosuna geri dönersem?
Her vize başvurunda aynı kaygıyı yaşıyor musun?
İlk seneki gibi değil, çünkü artık sistemi de biliyorum. İlk geldiğinde sistemi, işleyişi bilmiyorsun o yüzden dediğim gibi ilk sene en zoru. Çünkü hem yeni bir dile adapte olmaya çalışıyorsun hem yeni bir hayatı yaşamaya. İlk sene tam bir bombardıman.
Sohbetimizin başında pandemi sürecinde birikimini harcamak durumunda kaldığını söyledin ve bir de devletin korona virüs nedeniyle serbest çalışanlara verdiği destekten faydalandığını da ekledin. Bu yardım miktarları geçinmek için yeterli miydi sence?
Ben sana söyleyeyim ne aldığımı, aylık 480 pound. Yani ortalama bir odanın kirasından bile daha az. Çok minimum yaşadım ben. Kiramı, faturalarımı ve market masraflarımı öyle ödeyebildim. Çalıştığın zaman tabi dışarıya da gidiyorsun, arkadaşlarınla görüşüyorsun, bir şeyler yiyorsun derken masrafın oluyor. Ama şimdi ancak elzem ihtiyaçların var, o da yeme içme. Mesela bir tencere yemeği yapıyorsun onu üç gün yiyebiliyorsun.
Türkiye’de olsaydın ve pandemi döneminde devlet aynı miktarda lira değerinde para yardımında bulunsaydı nasıl geçinirdin?
Ben Türkiye’de olsaydım ve devlet bana ayda 500 TL verseydi, ben o parayı alır annemle babamın evine giderdim. Derdim ki arkadaşlar durumum bu, işler düzelene kadar sizinle kalayım. Gidip ailemin üzerine yığılırdım. Ne yapacağım, yani mümkün mü o kadarcık parayla geçinebilmek?
'SON DÖNEMDE GÖÇENLERİN ÇOĞU BEYAZ YAKALI'
Britanya’ya son yıllarda göç eden Türkiyeli popülasyonunu nasıl gözlemliyorsun?
Aslında çok iyi bilmiyorum ama son dönemde gelenlerde gördüğüm kadarıyla eğitim seviyesi daha yüksek. Ankara Anlaşmalı gelenlerin birçoğu İngilizce biliyor hatta bazıları başka yabancı dilleri de konuşabiliyor. Bunlar daha çok Türkiye’de iyi bir kariyeri ardında bırakıp gelen insanlar. Birazda bu dönemde gelenler beyin göçü yapanlar olarak tanımlanabilirler. Yine son dönemlerde gelenlerin pek çoğu beyaz yakalı. Çoğu üniversite mezunu ve yüksek lisanslı kişiler. Bazıları da Türkiye’de çalıştıkları şirketlerin vasıtasıyla geliyorlar.
Bir iletişimci olarak burada iletişimi nasıl buluyorsun?
Burada dediğim gibi çok kurulu ve işleyen bir sistem var. Her şeyin kuralına uymak zorundasın. Ancak sistemin kurallarına uyarsan var olabilirsin. Türkiye’de genelde işler ahbap çavuş ilişkisiyle ilerler ya, ben burada İngilizlerin iş yapısının içinde böyle bir şeye hiç rastlamadım. Diyelim ki bir işe başvuruyorsun o işe başvuran herkesle eşit seviyedesin. Ben bu anlamda sistemin işleyişini olumlu buluyorum. Sadece insan olarak bile burada bir değerin var. Servetinden, statünden bağımsız.
Türkiye’yi hiç özlediğin zamanlar oluyor mu?
Evet tabi oluyor. Bu pandemi döneminde işsiz kalınca, keşke benim de annem babam burada olsaydı dedim. Benimle birlikte işsiz kalan diğer İngiliz arkadaşlarımın Londra dışında aileleri var ve onlar neden burada kalıp kira ödeyeyim, yabancılarla birlikte oda paylaşayım diyerek gidip ailelerinin evinde kaldılar. Ben de o zaman dedim keşke de benim de öyle bir imkânım olsaydı. Enteresan bir yalnızlık hissettim o dönem. Düşün ki ben işsiz kaldım ve paraya ihtiyacım da oldu, burada bana kim yardım edebilirdi, kim bana evini açabilirdi? Elbette yardım isteyebileceğim birkaç arkadaşım var ama onların da kendi ihtiyaçları var, onlar da buraya yeni bir hayat kurmaya geldiler. Yine düşünüyorum da Türkiye’de hastalandığım zaman bana bakmaya herkes gelebilir; annem, babam, teyzem, halam, yakın arkadaşlarım yani gelecek insan çok. Burada Türkiye’deki kadar insan bolluğu yok. Velev ki insan var ama imkân yok.
'MADEM TÜRKİYE HARİKA NEDEN DÖNMÜYORSUN?'
Bugüne kadar İngiltere’de yaşayan Türkiyeli göçmenlerin genel olarak dayanışmacı olmadıklarını düşünen epey insanla tanıştım. Sen buradaki Türkiyelilerin yardımsever olduklarını düşünüyor musun?
Hayır, değiller. Ben buraya gelmeden önce bile kimseden cesaretlendirici bir tane söz duymamıştım, bu da çok enteresandı. Bana hep buraya gelme, burada hayat çok zor diyorlardı ve ben de o zaman şunu diyordum öyleyse siz niye geri dönmüyorsunuz, madem Türkiye o kadar harika sen niye memleketine dönmüyorsun?
Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Gelmek isteyen herkes bence buraya gelsin. Tabi zor yanları da var ama Türkiye’de hepimizin hayatı çok mu kolay? Dil çok önemli bir kere. Dil biliyorsanız bir adım öndesiniz. Benim için buradaki hayatımı zorlaştıran bir vize kaygım ve de uymam gereken şartlar var. Belki de bundan bir buçuk sene sonra süresiz oturma hakkını edindiğimde bu zorunluluklarım ortadan kalkacak ve daha kolay bir hayatım olacak. Ama şu şartlarda Türkiye’de olduğumu düşünüyorum, dört sene önce buraya gelmeseydim ve orada kalsaydım şu kaygıyı yaşayacaktım; ekonomi çok kötüye gidiyor acaba işimi kaybedecek miyim kaybedersem yeni bir iş bulabilecek miyim? Sanırım burada geleceğe daha umutla bakabiliyorum, daha stabil bir hayatım var.
Söyleşi dizisinin bir sonraki konuğu, senarist Sıla Çetindağ.
Haftaya Cuma (16 Nisan) İleri Haber'de...
İLGİLİ HABERLER
Kick boks eğitmeni Neslihan Pişket'in gözünden Londra'da yaşam
“Annemin sandığından diplomamı gizlice aldım ve evimizin oradaki ticaret lisesine gidip kaydoldum. Annem yine de ısrarla okula gidemezsin deyince ben de madem öyle beni okula göndermezseniz ben de Kuran kursuna gitmem, dedim. ‘Biliyorum siz beni evlendireceksiniz de zaten, çünkü okumayan kız ne yapar ev işi yapar, kocaya gider. Bu benim hayalimde yok’ dedim.”
02-04-2021 00:48

Hilal Seven – Londra
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
Başka yerde hayat söyleşilerinin bu haftaki konuğu Neslihan Pişket serbest çalışan bir muhasebeci ve aynı zamanda Kick boks eğitmeni. İki yıldır İngiltere’de yaşayan Neslihan Pişket ile yollarımız ilk kez bir muhasebe firmasında kesişti. Sonrasında ise vergi beyannamesi hazırlıklarından pandemide alınan kiloların nasıl verileceğine kadar birçok konuda fikir alışverişinde bulunduk. Neslihan iyiliğin bulaşıcı olduğuna ve tüm iyilerin arkadaş olması gerektiğine inanıyor. Biz önce iyi bir sohbetle bu işin olurunu tartışmaya karar verdik, sonra cezve kahvelerimizi içtik ve bol miktarda güldük. Birkaç saat boyunca yabancı dünyalarımızı daha bir iyileştirdik. Ve dedik ki, kim bilir belki Neslihan’ın heyecan dolu hikayesinden ve umut dolu sözlerinden iyilik hali hepimize bulaşır.
Bize biraz kendinden bahseder misin?
Ben Neslihan Pişket, 28 yaşındayım. İzmit, Kocaeli’nden geldim Londra’ya ama doğma büyüme Karslı bir ailenin kızıyım. Annem ev hanımı, babam kasap, ikisi de İzmit’te yaşıyorlar. Bir tane kardeşim var, o da annemle beraber bizim lokantamızda babama yardım ediyor. Ben uluslararası ticaret mezunuyum, Türkiye’de iki sene muhasebe öğretmenliği yaptım. Bunun yanında gündüzleri kişisel antrenör olarak çalışıyordum bir spor salonunda. Akşamları da Açık Öğretim Lisesinde, muhasebe öğretmenliği yapıyordum. Sonra iki işimden de istifa ettim ve buraya gelmeye karar verdim.
Seni İngiltere’ye getiren ne oldu?
Aslında ben hep üniversiteden mezun olduktan sonra yurt dışına gidip İngilizce öğrenmeyi hayal ediyordum. Sonra önüme çok güzel bir fırsat çıkınca geldim.
Nasıl bir fırsat çıktı karşına?
Şöyle ki, bir gün annem beni aradı ve bana iş bulduğunu söyledi. Ben de o ara Malta’ya ya da İrlanda’ya İngilizce öğrenmeye gideceğim diye vize evrakları hazırlıyordum. Burada yaşayan bir tanıdığımız çocuklarına bakacak birini arıyormuş. Ben de olur, benim için problem değil dedim çünkü kalabalık bir ailede büyüdük, zaten alışkınım. Yani 54 tane kuzenim var benim. (Gülüyoruz) Dolayısıyla böyle hep bir arada olduğumuz için çocuk bakmak bana hiç zor gelmez diye düşünüyordum. Sonra anlaştık ve ben İngiltere’ye çocuk bakmaya geldim.
Nasıldı peki çocuk bakmak?
Çocuklarına baktığım kişi, Derya ablam, onu kendi ablam gibi seviyorum. Bana o kadar yardımcı oldu ki, onun sayesinde iyiliğin bulaşıcı olduğunu öğrendim. 7 ay onun çocuklarına baktım. Böylece biraz İngilizce öğrendim. Ondan sonra da Türkiye’ye geri dönmek istemedim çünkü kendi ülkemde görmediğim anlayışı burada gördüm. Türkiye’de ben çoğu yerde başörtülü olduğum için işe alınmadım. Burada barda çalıştım ama kimse bana başörtünü çıkar demedi. Bir keresinde çalıştığım bardaki Taylandlı bir barmen, yılbaşında ben de onlarla içebileyim diye alkolsüz bir kokteyl yapmıştı. Ben onu Türkiye’de yapsam daha bara girişte fotoğrafımı çekip sosyal medyada linç ederlerdi. Bara gidip sabaha kadar dans edip eğlendiğim de oldu. Bir keresinde sıra beklerken bir İngiliz kız bana dedi ki, ‘’Biz şimdi içeri gireceğiz ama galiba sen daha çok sıra bekleyeceksen, bizimle girebilirsin istersen’’. Onu duyunca şok oldum ve dedim ki bu nezaketi bana Türkiye’de göstermezler. Daha sonra Hint düğünlerinde garsonluk yaptım, Hindistan kültürünü gördüm, birkaç Musevi düğününe de gittim. Böylece birçok kültürden insanla tanışma fırsatım oldu.
GİZLİCE LİSEYE KAYIT...
Türkiye’de nasıl bir yaşamın vardı?
Kapalı bir ailede büyüdüm. Teyzelerim hoca, dayım imam. Ortaokulu bitirince ailem seni hafız yapacağız dedi. Ben de dedim ki, yapmayın bende o zekâ yok, tabii ki herkes hafız olmak ister ama çok zor bir şey o Kuran’ı ezberlemek, onun yanında başka dersleri de görmek. Sonra beni ortaokuldan sonra okutmadılar, liseye gidemedim. Bir sene kuran kursuna gittim ve bu esnada Arapça da öğrendim. Tabii, ben okula gitmek istiyordum ama ne yapacağımı da bilmiyordum. Ben de annemin sandıkta sakladığı diplomamı çalıp okula kaydoldum!
Ailenden habersiz mi liseye kaydoldun?
Annemin sandığından diplomamı gizlice aldım ve evimizin oradaki ticaret lisesine gidip kaydoldum. Annem yine de ısrarla okula gidemezsin deyince ben de madem öyle beni okula göndermezseniz ben de Kuran kursuna gitmem, dedim. "Biliyorum siz beni evlendireceksiniz de zaten, çünkü okumayan kız ne yapar ev işi yapar, kocaya gider. Bu benim hayalimde yok” dedim. Hatta bir gün ilkokulda bir arkadaşım vardı, kapandığımı görünce bana; ‘’Ay Neslim seni eve mi kapattılar hem de başını da kapatmışlar’’ demişti ve o söylediği çok zoruma gitmişti. O gün eve gelip saatlerce ağlamıştım. Şimdi o arkadaşımın üç tane çocuğu var, bense evlenmedim. O kız üniversiteyi okumadı, ben liseyi okul birinciliğiyle bitirerek üniversiteye girdim. (Gülüyoruz)
İlk başlarda ailenin okumana karşı olduğunu söyledin, peki sonrasında ailen sana destek verdi mi?
Ben aslında hem her gün Kuran okuyordum hem de sabahlara kadar ders çalışarak iki saatlik uykuyla okula gidiyordum. O dönem teyzemle dayım benimle bir sene konuşmadılar. Mesela ben küçükken bayramda pantolon giyip aile ziyaretine anneannemlere gittiğimde dayım beni içeri almazdı. Ailece toplaşırdık, ben içeri girebilmek için anneannemin eteklerini giyerdim hep, herkes bayramlıklarını giyerken bense uzun etekle otururdum. Artık tabii bilinçaltıma nasıl işlediyse şimdi asla uzun etek giyemiyorum. (Gülüyor) Şimdi de dayım benim için, yeğenim İngiltere’de kendi ayakları üzerinde yaşıyor gibi gururlu sözler söyler.
Cesurca bir adım attığını düşünüyor musun?
Tabii. Bu ülkeye ilk geldiğimde 26 yaşındaydım ama yeni doğmuş bir bebek gibiydim. Dil yok, tamamen yabancı bir yer, buradaki yaşama dair hiçbir şey bilmiyorum. İlk etapta çok afalladım. Örneğin çocukları okula götürüyordum, sonra bir öğrendim ki başkasının çocuğunu sevmen yasak, buna çok şaşırmıştım.
İNGİLTERE’DEN TÜRKİYE’YE LGBTİ+ KARŞILAŞTIRMALARI
Genel olarak nasıl buldun İngiliz kültürünü?
Buradaki insanlar çok kibarlar, bu da beni çok şaşırtmıştı, sana yol verirken bile özür diliyor herkes. Şimdi de Türkiye’ye gidince sürekli neden kimse özür dilemiyor diyorum. Bir de buraya ilk geldiğimde gey ve lezbiyenleri her yerde görünce şaşırıyordum. Haklarında çok fazla bilgim olmadığı için ne olduğunu pek anlayamıyordum doğrusu. Ama öte yandan geçenlerde Türkiye’ye gidince fark ettim, oradaki arkadaşlarım LGBTİ+ bir birey görünce bana hayretle gösteriyorlarken ben hiç dikkat bile etmediğimi gördüm, çünkü farklılıklarla yaşadıkça farklı olanı normal bulmaya alıştım.
Türkiye’deki arkadaşlarının LGBTİ+ bireyleri gördüklerinde verdikleri tepkileri nasıl buluyorsun?
Doğrusu onların ne gördükleriyle ben pek ilgilenmiyorum. Sanırım alışkın olmadıkları için tuhaf buluyorlar. Ben bu konularda çok daha açık görüşlüyüm, çünkü dar görüşlü bir ailede büyüyünce başka insanları çok yadırgayamıyorum. Ben kendim bu zorluklardan geçtim. Hani bana da insanlar böyle çok ön yargılı davrandı, o yüzden ben hiç kimseye ön yargılı davranmıyorum. Onların doğrusu budur deyip bunu öyle kabul ediyorum. Bir de Hackney bölgesi o anlamda rahat bir yer, burada her kesimden insan var. Ama mesela Londra’nın dışına gittiğimiz zaman bizi de tuhaf buluyorlar yani biz de İslami ayrımcılık görüyoruz.
Nasıl bir ayrımcılık?
Nasıl söyleyeyim, ırkçılık. İnsanlar İslam hakkında seni konuşturup sana iğneleyici sözler söylüyorlar. Bir de o zamanlar İngilizcem de iyi olmadığı için kimseye cevap veremiyordum. Yani baş örtüme bakıp bunu takmana gerek yok diyorlardı. Ama Londra’da böyle tepkilerle hiç karşılaşmadım. Bir de artık bunlar normal geliyor bana çünkü ben kendi ülkemde bile bu muameleyi görmüşken burada niye yadırgayayım?
‘ÜLKEMİZDE KADINLARIN ÖLDÜRÜLMESİNE O KADAR ALIŞTIK Kİ…’
Geçen günlerde Londra’da, Sarah Everard adlı genç bir kadın bir arkadaşının evinden çıktıktan sonra sokakta yürürken kaçırılıp öldürüldü. Bu olay çoğu kadında bir tedirginlik yarattı ve televizyonlar ülkedeki kadınların güvenliğini daha çok tartışır hale geldiler. Sen ne hissettin bu olanlar karşısında?
Biraz şaşırdım tabii, önce Londra’da böyle bir olay nasıl olabilir diye düşündüm. Önceden çalıştığım işlerde gece yarısından sonra işten çıktığım ve eve doğru yürüdüğüm olmuştur. Ama başıma bir şey gelmedi bu zamana kadar. Tabii yanımda biber gazıyla geziyorum her ihtimale karşı. Ama o da Türkiye’den kalma bir alışkanlık. Burada birçok insan alkol aldığı ya da başka maddeler kullandığı için ne yapacaklarını kestiremiyorsun.
Bir de doğrusu bu olay beni o kadar da korkutmadı biliyor musun? Çok normal geldi bana, yani biz kendi ülkemizde kadınların öldürülmesine o kadar alıştık ki insan artık ne korkabiliyor ne üzülebiliyor. Tabii iyine de dikkat ediyorum insanlara.
Nasıl, rahatlıkla ilişki kurabiliyor musun buradaki insanlarla?
Çok rahat arkadaşlık kurabiliyorum çünkü burada insanlar aileleriyle yaşamadıkları için arkadaş olmak daha kolay. Kendin seçebiliyorsun arkadaşlarını. Zorlandığım zamanlar da oldu. İlk geldiğimde daha ikinci ayımdı, kendime sen hiç çocuk bezi değiştirecek biri misin de kariyerini bırakıp geldin dedim. Sonra da hayır aklını başına topluyorsun ne zorluklarla geldin buraya dedim ve direndim. Ben aslında aileme kendimi ispat etmek istedim. Çünkü bizim ailede neredeyse herkes erkek, e kadınları da zaten okutmuyorlardı. Şimdi mesela elimde valizim Türkiye’ye ziyarete gittiğimde herkes gelip bana sarılıyor, ilgi gösteriyor. Bende biraz da ilgi açlığı var galiba, o yüzden böyle karşılanmayı seviyorum. Bilirsin eskiden kızlar misafirlikte çay getirirdi, orada bir şeyi kırdığın zaman sana kızılırdı ama şimdi öyle mi? Çocuklar sevgiyle, özgüvenle yetiştiriliyor.
Türkiye’ye dair özlemlerin oluyor mu?
Dün yine annemi düşündüm ve biraz ağladım. Onun dışında kendimi boş bırakmıyorum pek, o duygusallığa vaktim olmuyor. Çalışıyorum, spor yapıyorum, kitap okuyorum, İngilizce öğreniyorum ama pek başaramıyorum. (Gülüyor) O da şu yüzden aslında, bir senedir İngilizce konuşmuyorum, hep evdeydim. Zaten çevremdekiler de hep Türkçe konuşuyor. Şuradaki bakkal, terzi, ev arkadaşları, iş arkadaşlarım hepsi Türk.
Londra’da yaşamayı seviyor musun?
Burayı seviyorum. Türkiye’ye gittiğim zaman bir haftadan sonra canım sıkılıyor. Burada bir kere daha çok özgür hissediyorum. Her şeyi yapabiliyorum Türkiye’de de artık üniversite bitirdikten sonra ailem artık o kadar karışmıyordu ama nasıl diyeyim burada eve istediğim saatte gidiyorum. Türkiye’de öyle değildi, ailem hep arayıp nerde kaldın diye sorardı. Şimdi de annem iyi ki İngiltere’ye gittin daha çok yüzünü görüyoruz diyor. En son yine Türkiye’ye üç günlüğüne bayrama gitmiştim.
Bayram demişken dini bayramları nasıl yaşıyorsun burada?
İlk bayramımda Londra dışındaydım, o zaman çocuk bakıyordum. Bir camiye gittim ve oturup ağladım. Çünkü ilk kez bayramı tek geçirmiştim. Geçen Ramazan Bayramı’nda kalabalık geçmişti. Buradaki Türk ailelerle pikniğe gitmiştik. Onlar börek yapmıştı biz de ev arkadaşlarımla bir şeyler hazırlamıştık. O zaman Türk kültürünün içinde hissettim, yani yalnız değildim. Çünkü buradaki Türkler hiç asimile olmamış gibi yaşıyorlar.
‘TÜRKİYE’DE LÜKS İÇİNDE YAŞIYORMUŞUZ MEĞER’
Genel olarak buradaki Türkiyeli göçmenlerle ilgili ne düşünüyorsun?
Sürekli Türklerle çalıştığımız için, işimden örnek vereyim. Türkiye’de yaptıkları gibi burada da muhasebecilere çok yükleniyorlar. Türkiye’de her şeyi muhasebeci yapıyor ya. Özellikle son dönemlerde gelen Ankara Anlaşmalılardan bahsediyorum tabii. Bir yerde onları da anlıyorsun. Buraya yeni gelenler çok tedirgin oluyorlar, sisteme de yabancı olunca iyice panik oluyorlar. Gerçi ben de henüz çok iyi bilmiyorum ama gözlemlediğim kadarıyla stresliler ve işleri hemen görülsün istiyorlar. Müşterinin aklına bir şey geliyor mesela, sabahın 5’inde arayıp bu böyle miydi diye soruyor sana. Biraz da buranın sistemine alışamamakla alakalı. Zor geliyor buranın koşullarına uyum sağlamak. Bir kere bu ülkede lüks yok. Bir kuzenim geldi geçenlerde, aradan çok geçmedi ve dedi ki ben Türkiye’ye gidince kendi yorganımı, yastığımı getireceğim. Karslı olduğumuz için bizim yastıklarımız hep kaz tüyü. Yahu normal pamuklu yastıkta yat ne olacak diyorum, yok ben yatamam diyor. Türkiye’de bayağı lüks içinde yaşıyormuşuz meğer.
Türkiye’de yaşamanın konforlu yanı neydi sence?
Mesela annem bu eve bakınca küçücük kutu gibi yerde yaşıyorsunuz diyor ama bana göre burası öyle büyük ki… Ben çok daha küçük odalarda kaldım. Şimdi düşününce Türkiye’de yaşadığımız evlerde üç dört aile rahat yaşarmış. Türkiye’deyken ben üniversiteden mezun olana kadar çalışmadım bile. Lokantamız olduğu halde orada bir kere garsonluk yapmadım. Buraya geldiğimde garsonluk nasıl yapılır hiç bilmiyordum.
Kick boks ve diğer ekstrem sporlara ilgin nasıl başladı?
Bir ara yine çok kiloluydum. (Gülüyor) O zamanlar 13 yaşındayım ve 50 kiloya çıkmışım. Beni doktora götürdüler ve doktor da fazla kilosunu ancak sporla verebilir dedi. Sonra spor salonuna kaydoldum. Bir yandan da koşuya da başladım. Sonra Kick boks ve karate kurslarına yazıldım ve o alanda kendimi epey geliştirdim. Zamanla Kick boks dersleri vermeye başladım.
O halde kendini nasıl koruyacağını iyi biliyorsun?
Evet, Aikido dersleri de aldım ben. Biraz da o yüzden de gece dışarı çıkınca pek korkmuyorum. Gözüm çabuk korkmaz benim. Dışarıda bir kavga göreyim hemen gider ayırırım. Şiddete her anlamda karşıyım. Yapılmaması gereken bir şey. Birinin canını yakmak çok insani bir şey gibi gelmiyor bana.
Buradaki kadın erkek ilişkilerini nasıl gözlemliyorsun?
Yani yakın dost olarak iki arkadaş ilişkisinden bahsetmiyorum da kadın erkek ilişkisi konusuna, diyelim kafelerde tanışırsın, mahallede tanışırsın, arkadaşının arkadaşı vardır hep böyle toplumun içinde tanışıp flört edebileceğin daha sonra beraber çıkabileceğin belki daha sonrasında evlenebileceğin ilişkileri daha kolay aslında. Ben mesela düğünlere çalışmaya gittiğim zaman orada birine selam verip görüşüp tanışabiliyorum. Benim biraz da çevrem hep Hintli, Pakistanlı, Türk olduğu için onların da ilgisi beyaz tenliler olunca ben hep onları çekiyorum. (Gülüyor) Ama hiç İngiliz biriyle arkadaş olmadım mesela ya da İngiliz biriyle tanışıp konuşmadım bile. Bazen parkta falan selam verip konuşuyorsun ama o kadar.
Burada çok tanıdığın olmadığı için bizim de kültürümüz biraz farklı olduğu için gidip bir barda rastgele tanışamıyorsun birileriyle. Ya da güvenemiyorsun. Burada biriyle tanıştın ve bir şeyler yaşayabileceğini düşünüyorsun diyelim, sonra o kişi iki gün sonra bir bara gidiyor ve o barda başkasıyla tanışıyor. Seni de bir daha aramıyor. Türkiye’de öyle bir şey yok.
Neden sence?
Seçenek çok burada, seninle konuşurken başka biriyle de konuşuyor, sonra hangisi daha iyiyse onunla görüşmeye devam ediyor. Ne de olsa bu ülkede özgürüm diyor insan. Türkiye’de böyle bir şey yok. Bir kişiyle tanıştıktan sonra artık mecbur mu hissediyorsun ne oluyor bilmiyorum ama sonra o ilişkiyi hızlıca bitiremiyorsun.
Buradaki toplumda bir aile kurmak ya da çocuk sahibi olmak ister miydin?
Tabii ki de istiyorum. Burada doğan çocukların hepsi çok şanslı. Yani düzgün bölgelerde tabii, Hackney’i kastetmiyorum. Ama arkadaşlarımın çoğu özellikle burada doğmuş büyümüş olanlar, burada dünyaya çocuk getirilmez diyorlar. Burada kültür karmaşası oluyor çocukta. Evde Türk kültürü var dışarda ise yabancı kültür. Evde Müslümanlık, dışarıda başka dinler. Bir sıkışmışlık var. Burada çok duyuyorum Türk çocuğu intihar etti, madde kullanmaya başladı gibi hep bu sıkışmışlıktan geliyor bence. Bir erkek arkadaşım vardı burada, doğam büyüme İzmitliler. Şey diyordu bana, ‘’Kapalılar namaz kılar, içki içmez, kendini geliştirir, dinini yaşar’’. E tamam biz özleyiz de ya sen? Bir bakıyorum ot içmiş, ya da içki tüketmiş gelmiş sallanıyor. Niye ki ama, din bana varsa sana da var.
İngiliz kültürünün yaşandığı bir evde kalmak ister miydin?
Öyle bir yerde yaşadım aslında. İlk geldiğim zaman kaldığım evde domuz eti yeniyordu. Bana en başta söylediler biz domuz eti yiyoruz diye, ben de onlara ben yemediğim sürece sorun yok dedim. Zaten buraya gelen Türklerin bazıları tüketiyor. Aslında baktığın zaman günah olduğundan değil de etin kendisinden tiksindirildik biz. Sanırım çoğu kişide bu yüzden tüketmiyor. Çoğu arkadaşım da böyle söylüyor zaten. Türkiye’de domuz eti pistir denildiği için aslında burada pek çok kişi denemiyor. Ben günah olduğu için ve de tiksindiğim için yiyemiyorum. Babam kasap ama ben zaten et sevmem. Et kokusu beni hep rahatsız etmiştir. Ama domuz eti yiyene ya da içki içene karşı bir tepkim yok, herkesin kendi tercihi. Zaten ailem beni hiç insan seçerek büyütmedi, mesela Alevilik Sünnilik ayrımını da lisede öğrendim ben. İnsanın merhametli ve saygılı olması önemli benim için, başka türlü insan ayırmam.
‘KUTUPLAŞMA: SEBEBİ BİRAZ CEHALET, DAHA ÇOK BAŞIMIZDAKİLER’
Türkiye’de son yıllarda artan kutuplaşmaları nasıl değerlendiriyorsun?
Bence o biraz cehaletten geliyor. Ve ne kadar okursan oku değişmiyor. Başımızdaki insanlardan kaynaklanıyor daha çok. Önceden, insanlar dini kendi arasında yaşıyordu şimdi din siyasete de girdi. Bu olduğu için insanlar kutuplaştı. Bana bakıyor ben kapalıyım o zaman sen AKP’lisin diyor, ne alakası var? Ben oy bile kullanmıyorum.
Oy kullanmayışının sebebi nedir?
Oy kullanmaya gitmiyorum. Birine oy atsam dini kullanıyor hem de yönetimi adil değil, bir diğeri adaletten bahsediyor ama ben kapalı olduğum için bana ayrımcılık yapıyor, e bu da adaletli değil. Gezi olayları sırasında bir arkadaşım bana daha üniversitedeyken Facebook’tan, ‘’Sizin gibiler yüzünden bak devlet ne hale geldi Allah belanızı versin sizin diye yazmıştı.’’ Ki ben ne bir partiye üyeyim ne de bir siyasi görüş belirtiyorum, hiç alakam yok.
Arkadaşının yazdıkları sana ne hissettirdi?
Yani bir şaşırdım, bu ne diyor dedim. On sekiz yaşında bir insanın fikirleri, beyanları tabii ki olur ama ne yaşadı da bana bunları söyledi diye düşündüm. Gezi olayını kapalılara ya da sadece AKP’ye oy verenlere bağlamasını da anlayamadım.
Pandemi döneminde evden çalıştın bunun dışında yapmayı sevdiğin bir şey oldu mu?
Yürüyüş yapıyorum, sabahları koşuyorum. Türkiye’de böyle bir şey olmuyordu, 7’de uyanıp hemen çalışmaya gidiyordum. Buradaki güzel parklar sayesinde koşma alışkanlığı kazandım. Onun dışında Netfilix’te birçok dizi izledim. En son Behind Her Eyes’i izledim, çok güzeldi. Zülfü Livaneli’nin kitaplarını bitirdim.
Masadaki kurabiyelere gözüm takıldı, hamur işlerine meraklı mısın?
Bazen arada canım sıkılıyor, ben de kalkıp bir şeyler yapıyorum. Dışarıdan almayalım diye evde ekmek pişiriyorum. Gerçi o da şöyle oluyor, bir gün yapıyorum sonuç şahane oluyor ikinci kez yaptığımda ise hiç olmuyor. Bir keresinde yaptığım ekmek taş gibi oldu, sonra nimet çöpe atılmaz günahtır dedik onu buharla ısıttık, o da pek fayda etmedi ama yine de domates suyuna bandırıp yedik bir şekilde. (Gülüyoruz)
Bir ara diyet sayfaları çok meşhurdu ben de deneyeyim dedim. Sonra tarifleri paylaşınca birden reklam teklifleri gelmeye başladı.
Yani hobi amaçlı paylaşımlar yaparken işi teklifleri mi almaya başladın?
Sahte bir Instagram hesabı açtım, oradan eski erkek arkadaşımı takip edecektim aslında. (Gülüyor) Derken baktım paylaşımlar yapınca epey takipçim oldu, sonra o sayfayı kullanayım dedim.
Öyle bir diyetisyen sayfası yapmışım ki. Sonra burada bir haber sayfasından röportaj teklifi geldi! Biz farklı meslek gruplarından insanlarla röportaj yapıyoruz sizinle de görüşelim dediler. (Gülüyoruz)
Sonra da takipçilere diyet yemekleri tarifleri vermeye başladım. Ama sayfayla pek ilgilenemiyorum çok fazla onu yapacağıma kitap okurum ya da başka bir şey yaparım diyorum. Bir de doğrusu vücudumun da biraz toparlanması lazım.
‘YA HAYATIMIN AŞKIYLA MARKETTE TANIŞIRSAM…’
Buraya ilk kez geldiğimde şunu fark etmiştim, kimse kimsenin nasıl göründüğüyle, vücut yapısıyla ya da ne giydiğiyle ilgilenmiyor. Örneğin, bazı sabahlar evde süt bitmiş oluyor ve markete gidiyorum, sonra şunu fark ediyorum bazı kişiler pijamalarıyla alışverişe gelmiş ve kimse bu durumu tuhaf bulmuyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Ben pijamayla markete gitmem, çünkü hep şuna inanıyorum, “Ya hayatımın aşkıyla markette karşılaşırsam?”, (gülüyoruz) o yüzden ben hep şalımı ütüleyerek gidiyorum. Tedbiri elden bırakmamalı.
Sence Londra’da yaşamanın en zor yanı nedir?
Çok pahalı bir şehir. Benim maaşımın yarısı kiraya gidiyor. Onun dışında yiyecek, giyecek çok ucuz. Alım gücü yüksek. Paranın burada değeri var.
Bir gün Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyor musun?
Yok. Ben mümkünse oradakileri de buraya getirmek istiyorum. (Gülüyor)
Son olarak söylemek istediğin ya da okuyucularımıza iletmek istediğin bir söz var mı?
Tebdil-i mekânda ferahlık vardır derler. Risk alıp yeni yerler keşfetmek, yeni bir kültürü tanımak iyidir. Daha güçlü oluyor insan. Ben böyle bir ailede bunları yaptıysam herkes yapar. Aklında bir fikir varsa risk alıp denemelisin. Hemen pes etmesin kimse. Türkiye’den risk alıp buraya gelmek, buraya geldikten sonra da vazgeçmemek lazım.
-----------
Söyleşi dizisinin bir sonraki konuğu, kurumsal iletişim uzmanı Gülçin Demir
Haftaya Cuma (9 Nisan) İleri Haber'de...
Tiyatro yönetmeni Emrah Elçiboğa ile göçü konuştuk: 'İyi ki Türkiye'den ayrılmışım demedim'
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
26-03-2021 08:49

Hilal Seven - Londra
Bu haftaki söyleşimizin konuğu oyuncu ve tiyatro yönetmeni Emrah Elçiboğa ile Türkiye’den Almanya’ya taşıyarak sürdürdüğü yaşamını, şimdilerde giderek büyüyen ailesini, ekranlardan uzak kalışını, sanatın göçünü ve yurda dair gözlemlerini konuştuk. Yeditepe İstanbul, Kurşun Yarası, Çemberimde Gül Oya, Asi, Bir İstanbul Masalı gibi birçok yapımda rol alan Emrah Elçiboğa şimdilerde Almanya’nın Ravensburg kentinde yaşıyor.
Elçiboğa ile yaklaşık bir saatte biteceğini düşündüğüm söyleşimiz üç saatlik bir sohbete dönüştü. İki İstanbul kafadarı bir araya gelince, Mustafa Amca’da çay içmekten, taş simidin benzersiz tadına özlediğimiz ne varsa yad ettik. Bizle başlayıp, sizle devam eden keyifli sohbetimiz sonlara doğru sen ile ben halini aldı. Bu söyleşi dizisinin en sevdiğim yanlarından biri de yeni dostlar edinmek. Zira başka yerde pek çok şey ziyadesiyle olsa da dost muhabbeti noksan.
Yurt dışında yaşama süreciniz nasıl gelişti, biraz bu yolcuktan bahseder misiniz?
Benim evliliğim beş buçuk yılı doldurdu. Biz evlendiğimiz zaman Almanya’ya gelmek gibi bir durumumuz yoktu. Bu tabii ki Gezi sonrası döneme denk geliyor. Yaklaşık iki sene üç bin kilometreden hem ilişkimizi hem evliliğimizi sürdürdük. Tabii ki Gezi’den sonra şunu şiddetle hissetmeye başladık, ‘burada bize akacak mecra yok’. Ama bunun için direnmeye devam ettim. Senaryo yazdım, oyun yönettim, radyo programı yaptım; ama ekranlardan uzaktım, daha doğrusu uzaklaştırıldım. Bu ‘kara liste’ diye bir hikâye vardı bir ara, gerçi bu aralar olmadığı söyleniyor ama ben bunu bizzat gözümle gördüm. Birçok projede bekletildik, sonra, “Projede yoksunuz” dendi, bazen de hiç söylenmedi. Ama gelen bir oyuncu listesinde, anlaştığım bir işte, üstümün kara kalemle çizildiğini gördüm. Yalnız şunu özellikle belirtmek isterim, Gezi sürecinde onlarca insan canını kaybetti, birçok kişi yerinden yurdundan oldu, hayatları karardı birçok insanların. O insanlar öyle ağır bedeller ödemişken, ben sadece çalıştırılmıyor olmakla bir bedel ödemiş gibi olmuyorum, bazı arkadaşlar bizlere bedel ödediniz gibi yakıştırmalar yapıyorlar ama ben bunu doğru bulmuyorum. Kesinlikle o insanlara saygısızlık etmek istemem, bu kısmın bilhassa altını çizmek isterim.
Bahsettiğiniz kara liste nedir, biraz açar mısınız bu konuyu?
Muhalif ses çıkartan ya da iktidarın yanlışlarını eleştiren, -tabi ki bunu düzgün bir dille yaparak kimseye hakaret etmeden- kimi kişilerden oluşan bir liste. Bu da şöyle ki, benim bir akrabam hayatını kaybediyor ve ben cenaze kaldırıldığı anda orada bulunamıyorken diğer yanda eski bir tarikat şeyhinin cenazesine devlet erkanı katılıyor hatta Sağlık Bakanı bile orada bulunuyor. Şimdi ben buna ses çıkartmayayım mı yani? Yani bu tarz şeyleri dillendirenler ekrandan uzaklaştırıldı. Daha sonrasında sosyal medya hesabını sileceksin ya da direkt kapatacaksın gibi uyarılar oldu hatta bunlar sözleşmelere yazıldı madde olarak. İki sene boyunca böyle bir mücadele oldu ve ben sonra düşündüm ve dedim ki madem öyle eşimden niye uzakta kalayım. Ve buraya gelme kararı aldım.
'GERÇEKTEN MEMLEKETİNİ SEVEN İNSANLARDAN BİRİYİM'
Almanya’ya yerleştikten sonra, ‘İyi ki Türkiye’den taşınmışım’ dediniz mi?
İnanın ki hiç öyle bir duygum olmadı. Elbette burada yaşamak başka, sosyal güvenliğiniz var, trafik sorunu yok, bir yaşam düzeni var ama yine de ben buraya geldikten sonra iyi ki gelmişim demedim. Hatta memlekette olan bitenle daha çok ilgilenmeye başladım. Çünkü orada bir sürmenaj durumu yaşıyor insan ve artık bazı şeyler nasır tuttuğu için bir şekilde onlarla yaşayabiliyorsunuz. Ama her ne kadar buradan memlekete bakmak yürekler acısı olsa da yine de burada hiçbir yabancıyla da memleketimi yeren bir konuşma içine de girmemişimdir. Çünkü gerçekten memleketini seven insanlardan biriyim. Bununla birlikte zaten orayla bağımı da kopartmış değilim.
Peki Almanya’ya gittikten sonra ne yaptınız?
O da enteresan, aslında eşimin benim buraya hemen gelmem konusunda tereddütleri vardı çünkü ağır iş koşullarında çalışmam onu endişelendiriyordu. Ama sonuçta İbn-i Sina’nın da dediği gibi ben de ‘Sanat takdir edilmediği yerden göç eder’ dedim ve geldim. Geldikten iki ay sonra yaşadığımız bölgenin belediyesinin kültür derneğinden bana bir mail geldi. Benimle tanışıp görüşmek istediklerini; birlikte bir proje üretme yönünde bir fikirleri olduğunu söylediler. Görüşmeye gittim ve on beş gün içerisinde bir proje üretmeye başladım. Ve bir sonraki görüşmemizde uzunca bir dosya olarak hazırladığım projemi onlara sunduğumda daha okumamı bitirmeden kültür müdürü ayağa kalkıp, ‘’Respect, respect, respect’’ dedi ve hemen projeyi onayladı. Böylece ilk işimi öyle yaptım. Sonra ortaya çıkan oyun, Aritmik Dünya’dan o kadar memnun oldular ki sonrasında da arka arkaya oyunlar onu takip etti. Daha önce hiç böyle bir saygı görmedim, beni şu anda el üzerinde tutuyorlar. (Gülümsüyor). Daha sonrasında yine başka bir tiyatro oyunu için kültür müdürüne bir tekst gösterdiğimde bana okumak istemediğini direkt oyunu izlemek istediğini söyledi. O zaman anladım ki yaptığım işe gerçekten güven duyuyorlar.
Daha önce böyle bir saygı görmedim dediniz, bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Mesela oyun sonrasında kulis kapısının önünde belediye başkanı vardı, kültür daire başkanı, tiyatronun sahibi ve belediyeden birkaç yetkili daha vardı. Normalde ilk oyun sonrası fuayeye çıkarsınız orada kanepeler şaraplar vardır, orada yapay bir kibarlıkla ‘elinize sağlık’ denir. Ama burada öyle bir şey yoktu. Gerçekten o samimiyeti görüyorsunuz. Burada oyun sonrasında izleyicilerle saatlerle konuşabiliyorsunuz. Herkes sizi bekliyor. Ben oyundan sonra o kadar şaşırmıştım ki, baktım herkes elinde içkisiyle bizi beklemiş. Ve sırayla herkes gelip bana oyunu neden sevdiklerini en az on dakika konuşarak anlattı ve bu dediğim her oyunda oluyor. Türkiye’deyken genelde izleyici gelirdi ve elinize sağlık çok güzel olmuş dedikten sonra hemen ‘bu hafta dizide ne olacak’ derdi. Ama aslında biz orada sahnede başka bir şeyi ortaya koymuşuz. O yüzden Türkiye’de oturup da gerçekten oyun üzerine konuşacağımız tiyatro seyircisi çok azdı.
'İSTANBUL ARTIK ESKİ İSTANBUL DEĞİL...'
Türkiye’nin son yirmi yılına bakınca yaşamın her alanında olan üretimlerin ciddi bir değişikliğe uğradığını görüyoruz. Örneğin yine yer aldığınız projelerden Yeditepe İstanbul’da -ki benim çok severek izlediğim bir diziydi- orada anlatılanlar sanki fazlasıyla izleyiciye aitti, yani ülke atmosferine çok yakındı ve gerçek yaşamı ele alıyordu. Şimdi bakınca bugünün üretimlerini çok farklı buluyorum. Siz bu değişimi nasıl değerlendirirsiniz, aslında bir anlamda göçlere de sebep olan bu kültürel değişimle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Şöyle diyeyim ben Instagram’da pandemi döneminde kırk yayın yaptım ve elli civarında sanatçı dostumu ya da ustalarımı yayınlarda ağırladım ve yayınların her biri üç saatti. (Gülüyor) Orada da bana en çok gelen sorulardan biriydi, niye Yeditepe İstanbul gibi diziler çekilmiyor diye. Benim cevabım da şu, biz artık yirmi sene önceki İstanbul’da değiliz. O öykündüğümüz bütün dizilerin ortak noktasına bakın, Süper Baba, Perihan Abla, Mahallenin Muhtarları gibi. Oralarda bir mahalledeki insanların yardımlaşması ve dayanışması vardı, hani komşu komşunun külüne muhtaçtır, herkes birbirine el verir gibi ve bunlar gerçek hikayelerdi. Ama artık komşuluk anlayışı şuna geldi, kadın canlı yayına çıkıp ne diyor, ‘biz sitede kimin ne olduğunu biliyoruz ve elimizde elli kişilik liste var’ ve bunu söylediği için bu insan ceza da almıyor. Bu durumda da Yeditepe İstanbul gibi bir diziyi nasıl yapacaksınız ki? Türkiye’de senaryo yazan arkadaşları o kadar iyi anlıyorum ki, çünkü binlerce tabu var. Askerle, polisle, savcıyla ilgili bir şey yazamazsın, yani yazarsan da hepsinin iyi olması lazım. Ülkede yolsuzluk ve rüşvet almış başını gidiyor ve bunu senaryoda gösteremezsin. Asker ve polis kötü olamaz. Aşkı konu ettin desen, öpüşme sahnesi koyunca kanal kapanıyor. Aile içi şiddeti işleyeceksin diyelim o da sadece kadın dövülüyorsa serbest, onun dışındaki her şey yasak.
Almanya’daki komşuluk ilişkileri nasıl?
Biz Ravensburg’da yaşıyoruz. Aslında Almanlarla ilgili soğuklar diye bir önyargı vardır ama burada dışarıda insanlar sizi görünce günaydın ya da iyi akşamlar dileğini ihmal etmezler. Öte yandan bizdeki gibi öyle can ciğer kuzu sarması olma hali yok. Tabii ki bir Almanla dost olduğunuz zaman iyi bir ilişki kurabilirsiniz ama şöyle bir anda, ‘Hey Thomas ben geldim’ deyip de kapılarını çalamazsınız. Öncesinde randevu almanız gerekir. Daha böyle hesaplı kitaplı her şey. Ben 47 yaşında bir adamım doğrusu bu saatten sonra böylesi beni biraz zorluyor ama sanırım buradaki dostlarımı da kendime benzettiğim için biraz daha esnek olabiliyoruz. (Gülüyor).
Daha önce değindiğiniz Instagram yayınlarınızdan bahsedelim isterim biraz. Ben de yayınlarınızdan bir kısmına denk gelmiştim, hatta Ece Temelkuran ve Nur Sürer ile yaptığınız yayınları sağ olsunlar arkadaşlarım önceden bildirmişti ve heyecanla işi gücü bırakıp sizi izlemiştik. (Gülüyoruz). O zaman bir gözlemim olmuştu, doğrusu şöyle bir hisse kapıldım. Sanki büyük bir özlemi gideriyordunuz o yayınlarda, dostlarınızda hasret gideriyordunuz da bizleri de o buluşmalara davet ediyordunuz gibi...
Kesinlikle çok doğru. Hatta ben onu başta da söyledim. Gerçekten dostlarımı çok özlemiştim ben ve normalde çoğuyla fazla konuşmaya vaktimiz olmuyordu. Ama pandemi sürecinde hepimiz evdeydik ve ortamımız da bu muhabbetleri yapmaya müsaitti. Yayına katılan dostlarımla normalde nasıl saygı çerçevesinde ve samimi bir şekilde konuşuyorsam o yayınlarda da öyle yaptım ve buna insanların tanık olmasını istedim. Herkes evde doğal haliyle yayınlara istediği gibi katılsın istedim. Ama özlem tespitiniz çok doğru. Gerçekten çok özlüyorum.
Sevdiklerinizle hasret giderdiğinizi söylediğiniz bu yayınlara tanımadığınız yüzlerce insan tanıklık etti. Şimdilerde Instagram hesaplarımız aracılığıyla belki de tüm çevremize hayatımızı açıyor gibiyiz. Tanımadığınız on binlerce insan tarafından sürekli izleniyor, takip ediliyor olmak nasıl bir duygu?
O sizin nasıl yaşadığınız ya da yaşamınızı insanlara nasıl sunduğunuzla doğru orantılı. Ben açıkçası Facebook ve Instagram hesaplarımı buraya geldikten sonra aktif kullanmaya başladım. Bütün bunların çoğunun kurmaca olduğunu düşünüyorum. Evet, tabii ki çok takipçisi olan arkadaşlar taciz ediliyor, bunlar yaşanıyor ama hayatınızı nasıl yaşıyorsanız inanın karşı tarafa da öyle geçiyor. Bana bu zamana kadar kimse özel bir soru sormadı ya da özel bir yorum yapmadı. Genel olarak yemek ya da içecek fotoğrafı da paylaşmam. İşte şimdi kumsaldayım, ya da rakı sofrasındayım gibi paylaşımlarım olmuyor. Bir taraftan bunu yapamayan insanlar var, buna sahip olamayan insanlar var. Ülkendeki insanlar o kadar açlık içindeyken o sofraların fotoğrafını paylaşmayı, başkaları güçlük içindeyken sürekli o içkilerin fotoğrafını göstermeyi sevmiyorum. Ayrıca öyle yapınca bir yerden sonra takipçilerinize göre de hayatınızı şekillendirmeye başlıyorsunuz ve orada başka bir hayat kuruyorsunuz. Ve bu da hep beklenti getiriyor.
Geçtiğimiz günlerde ortak arkadaşımız Nur (Yazıcı) sağ olsun beni söyleşimizden hemen önce aile planlamanıza dair kısmen bilgilendirdi, akabinde sosyal medya hesaplarınızdan yaptığınız paylaşıma da denk gelince bu konuya değinmeden olmaz diye düşündüm. İkinci kez evlat edindiniz ve ne tesadüftür ki çocuklarınız öz kardeş. Bu nasıl oldu biraz anlatır mısınız?
Geçen yılbaşında eşim Zeynep, kızım Ezo ve ben otururken birden eşim şey dedi, evlat edinsek ne düşünürsünüz? Biz de hani önce bir şaşırdık ama sonra belki bir bebek olursa olabilir dedik çünkü böylece kendi dilimizi ve kültürümüzü aktarabileceğimiz bir çocuk olur diye düşündük. Burada evlat edinmek için iki aylık bir kursa gittik. Tabii bizim hiç umudumuz yoktu, çünkü yetkililer bize yirmi senede bir ancak evlatlık edinebilecek bir bebeğin denk geldiğini söylediler. Sonra bir şekilde bize haber geldi ve on aylık bir bebek olduğunu söylediler. Sonra biz gittik ve Pria’yı aldık. Daha sonrasında Pria’nın annesinin tekrardan hamile olduğunu, çocuğu doğurmak istediğini ama çocuğun babası, kadının şimdi birlikte olduğu erkek arkadaşı da dahil o bebeği kimsenin istemediğini öğrendik. Tabi bunu öncelikle olarak bize bildirdiler, kanuni olarak kardeşi bizde olduğu için önce bebeği ister misiniz diye bize sordular. Ama biz de ne yaparız diye düşündük, çünkü şartlarımız belliydi ve evimizin de durumu buna müsait değildi. Sonra bebeğe aile aranmaya başlandı ve öğrendik ki doğacak bir bebeği kimse istememiş. Ben bu duruma çok şaşırdım, herkes evlat edinmek için sıradaydı ama kimse o bebeği istemedi. Sonra düşündük ve dedik ki bir çocuk dünyaya gelecek, onu öz annesi istemiyor, öz babası istemiyor, üvey babası da istemiyor ve onu isteyen de hiçbir aile yok ve aynı zamanda benim kızımın da kardeşi o an karar verdik dedik ki biz bebeği alacağız.
İçinden geçtiğimiz bu zor dönemlerde, bilhassa sevgisizliğin hızla yaygınlaştığı bir zamanda iki çocuğu birden evlat edinmek doğrusu büyük cesaret. Bu konuda başkalarına ilham verdiğinizi düşünüyor musunuz?
Elbette. O kadar çok eş dost ve dışarıdan insan da yazıyor ki, ben çok mutlu oluyorum duyduklarım karşısında. Çünkü çok samimi duygularda dönüyorlar ve insanların güzel sözleri, uzağı yakın eden duyguları bize o kadar iyi geliyor ki aldığımız bu duyguları çocuklarımıza daha iyi geçiriyoruz. Bu dönemde en az otuz kırk kişi bize ciddi anlamda örnek oldunuz dedi. Bir yandan da tabi ben Türkiye’de yaşıyor olsaydım bunu gerçekleştirmem çok zor olurdu. Avrupa’ya yaşadığımız için bunu yapmak daha mümkün. Yine de ben Türkiye’de yaşayan ve maddi imkanları buna el veren kişilerin kesinlikle evlat edinmelerini salık veririm.
Almanya’da yaşam koşullarının iyi bir hayat sürdürmeye, aile kurmaya elverişli olduğunun altını çizdiniz. Peki bu arada başka bir yerde yaşamaya başladığınızdan beri hiç ‘Şimdi Türkiye’de olmak vardı’ duygununa kapıldığınız oldu mu?
Tabii mesela bir örnek vereyim, burada tiyatroda dekoru hazırlıyoruz diyelim orada bir tahta eksik ve kırık bir sandalye var bir köşede, ben onu hemen alıp değerlendiriyorum ama burada her şey düzenli olduğu işin insanlar bu pratik çözümlere şaşırıp kalıyorlar. Normalde onun için mağazaya gidecek, o parçayı oradan alıp getirecek. Çünkü her şey düzen ve kurallar çerçevesinde işlediği için doğal olarak bazen bu gibi durumlar işinizi yavaşlatabiliyor. Türkiye’de ise bir arkadaşını arayıp hemen kısaca işlerini görebilirsin ama burada öyle olmuyor. (Gülüyor)
Almanya’daki Türkiyelilerle temasınız nasıl?
Açıkçası buradaki Türklerle çok iletişim halinde değilim. İlk geldiğim zamanlarda herkes önce benimle bir fotoğraf çektirmek istedi ama sonra burada kaldığımı duyunca böyle birden uzaklaşmaya başladılar, sanki pasta bölünecek gibi. Gerçi çok fazla kimseden bir talebim de olmadı ama yine de o uzaklaştılar, bunu da anlıyorum. (Gülüyor)
Pasta bölünmesinden bahsettiniz, bölüşülmek istenmeyen ve insanların sizden uzaklaşmasına neden olan nedir?
İnanın ben de çok anlamıyorum ama belki bazen sosyal medyadaki eleştirilerim ve yazdıklarım yüzünden olabilir. Bir de Yengeç Sepeti Sendromu’na benzetiyorum bu durumu. Bu Türklere çok uygun bir ifade aslında, sürekli diğer insanları aşağıya çekme durumu var bizde. Farklı iş kollarında da olsanız bile insanlar sizin başarılı olmanızı ya da bir yerlere gelmenizi istemiyorlar. Konuşmaya gelince herkes çok iyi ama sizin onu uygulamaya geçeceğinizi duydukları an size öyle caydırıcı bir konuşma yapıyorlar ki artık neredeyse ben tası tarağı toplayıp Türkiye’ye döneyim en iyisi diyorsunuz.
Daha önceki söyleşilerimizde de buna benzer ifadelere denk geldim. Biri Londra’da yaşayan bir gazeteci, diğeri Brighton’ta yaşayan bir yazar ve şimdi de Ravensburg’dan bir oyuncu neredeyse ‘göçmen rekabeti’ diyebileceğimiz ortak bir duruma işaret ediyor. Peki bu durumun aksini yaşadığınız oldu mu?
Tabi mesela size sahip çıkan kişiler de sonuna kadar yanınızda oluyorlar. Benim etrafımda öyle olan dört beş kişi var ve onlarla çok rahat iletişim kuruyorum. Birbirimize çok yardımcı oluyoruz burada, hiçbirimiz bir ötekinin müşkül durumda olmasını istemiyoruz. İşin riyakâr tarafı ise şu: zamanla ben burada işler yapmaya çalıştıktan sonra gazetelerde röportajlarım yayınlanmaya ya da oyun tanıtımları gösterilmeye başladı. Ve sonrasında o en başta uzak duran Türkiyelilerin zamanla selam vermeye ve konuşmaya başladıklarını gördüm. Başta sizi tanımaya çalışmayan kişiler, Almanların size olan saygısını ve ilgisini görünce birden sizinle tanışmak ve konuşmak istiyorlar.
Almanya’da da ‘sizi bir yerden tanıyorum ama çıkaramıyorum’ gibi tepkilerle karşılaşıyor musunuz hiç?
Tabi tabi ilk geldiğimde çok yaşadım ama şimdi duruldu. Hatta komik bir hikayemde var bununla ilgili. Burada bir Tevfik Abimiz var, onun barına gideriz bazen. Bir gün birisi oturdu yanımıza, bana dikkatle bakarak, ‘’Ben seni birine benzetiyorum’’ dedi. Türkiye’deyken de beni görünce böyle söyleyenlere civardaki esnaflardan biri olduğumu söylerdim. Sonra adam, ‘’Ya tamam Kurşun Yarası’nda oynayan biri vardı çok da severdim onu, sen ona benziyorsun’’ dedi. Böyle olunca Tevfik Abi adama dönüp benim zaten o kişi olduğumu söyledi. Ama adam inanmadı, hatta onunla dalga geçtiğimizi zannedip bize kızdı. En sonunda ‘’Yahu sen o adam olsan burada ne işin olur, gelip de Ravensburg’da bira mı içeceksin bizimle?’’ dedi. Ben de eyvallah abi deyip çıktım gittim zaten. Aradan iki hafta falan geçti, yine bir yerde karşılaştık o kişiyle, sonra çok özür diledi. (Gülüyor)
'ALMAN HÜKÜMETİ SANATA VE SANATÇIYA DEĞER VERİYOR'
Son dönemlerde Almanya’ya dair şunu çok duyuyoruz, Türkiye’den ayrılan birçok oyuncu, yönetmen, yazar ve gazeteci için adeta bir buluşma noktası haline geldiği söyleniyor. Sizce de öyle mi?
Tabi onun da sebepleri var. Birincisi burada Türkiyeli popülasyonu çok fazla. Yani yaptığınız işi öncelikle kendi dilinizde yapmak isteyeceksiniz. Buraya gelen her oyuncunun ya da yazarın Almancası yoktur. Tabi Almanca bir şey yapana kadar da üretiminizi Türkçe yapmak zorundasınız. Burada da oyunlarınızı rahatça seyredebilecek bir nüfus var. İkincisi de sosyal devlet anlamında çok rahat bir ülke burası. Burada bir dernek kurdunuz diyelim kültürel faaliyetlere çok önem veriliyor. Gerçi bizim insanımız bu durumu zamanla suiistimal etmiş ama yine de burada sanatla ilgili bir şey yaparsanız devlet kapılarını size sonuna kadar açıyor. Yani Alman hükümetinin sanata ve sanatçıya gerçekten değer veriyor olması buraya gelinmesi için bir tercih sebebi oluşturuyor.
Türkiye’de bir yandan dışarıya doğru göç artışı yaşanırken diğer yandan sanat alanında üretimler devam ediyor. Bu üretimleri nasıl yorumluyorsunuz?
Valla ben kelimenin tam anlamıyla Türkiye’de sanatla uğraşan bütün dostlarımı gerçekten alınlarından öpüyorum. Türkiye’de yaşarken de bunu söylüyordum ama buraya geldikten sonra daha fazla söylüyorum. Her ne kadar burada da bir proje hayata geçirmek için çok uğraşıyor ve emek veriyor olsak da Türkiye’de durum daha başka. Orada gerçekten sanatçılar yokluklar ülkesinde sanatı var etmeye çalışıyorlar bu nedende onlara saygım çok büyük. Bunca çamur deryası içinde her gün bir şeyler üretmeye çalışan insanlar var. İstanbul’da her geçen gün bir tiyatro kapanıyor olmasına rağmen genç arkadaşlar yılmıyorlar bir apartman dairesini ya da bir yerin kömürlüğünü tiyatro sahnesi haline getiriyorlar. Umudu dürtmekten asla vazgeçmiyorlar. Bunlar alkışlanası çabalar.
Konusu açılmışken, Türkiye’deki çevrenizden sizi öneri almak için arayan ya da yurt dışında yaşama umudunu dile getiren tanıdıklarınız oluyor mu?
Söyleşinin başında da bahsettiğim o beş senelik periyod esnasında, yani ben Türkiye’den ayrılmadan önceki son yıllarda daha önce susmayan telefonumun hiç çalmadığı zamanlar oldu. Aramasını beklediğim insanlar aramadı, ben aradığımda telefonlarıma çıkılmadı. Bazısı yan yana durmaktan çekiniyordu, bazısı da ‘aman bizden bir şey ister mi’ diye uzak duruyordu. Çok zor zamanlar da geçirdik. Tabii sonra biz burada bir şeyler yapmaya başlayınca, o telefonlarıma bile çıkmayan kişilerden bazıları hemen arayıp sormaya başladılar. Tabii ki soruyorlar nasıl gelebiliriz, acaba yapabilir miyiz ne dersin diye.
Gerek Twitter paylaşımlarınızda gerekse pandemi sürecinde yaptığınız Instagram yayınlarında, yeniden gösterilen dizi ve film projeleriyle ilgili oyunculara telif ödenmediğini dile getirdiniz. Diyelim siz on yıl önce bir dizide rol aldınız ve o dizi şimdi Afganistan’da gösteriliyor. Size bu durumda bir gösterim bedeli ödenmiyor mu?
Afganistan olsa da yine iyi ama Türkiye’de bile yeniden yayınlandığında bir şey alamıyorsunuz. Şöyle ki ekrandan ayrı kaldığım o dört senelik dönemden sonra geçen sene pandemi döneminde insanlar yüzümü hatırlamaya başladılar. Hatırlamayanlar da biz sizi dizide gördük diyorlardı. Çünkü haftanın beş günü beş ayrı kanalda benim rol aldığım diziler yeniden gösteriliyor. Her bir kanalda farklı bir dizimiz gösteriliyor ama biz bundan bir şey kazanmıyoruz ama o işin yapımcısı ondan sadece kaset çalıştırarak para kazanıyor. Bize daha öncelerde zorla dayatılan sözleşmeler yüzünden sendikalar kurduk, oyuncular olarak bu konuda ciddi davalar açtık ve haklarımızı kazandık ama devlet bizi bu konuda desteklemediği için bir sonuç alamadık.
Geçtiğimiz bir yıllık pandemi sürecinde hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?
Daha önce de değindiğim gibi yaptığım Instagram yayınları sayesinde görüşemediğim insanlarla görüştüm, konuştum. Hiç tanımadığım güzel insanlarla dostluklar kurdum. Bazı insanların beni tekrar hatırlamasını sağladı pandemi süreci. Bunların dışında da benim hayatımda çok büyük bir değişiklik olmadı. Çünkü ben zaten normalde de kitabını okuyan, filmini izleyen, eşiyle ilgili olan ve dostlarını arayıp soran biriyimdir. Karantina sürecinde sıkıntıdan ah şu arkadaşımı arayıp sorayım demedim, çünkü ben zaten normalde de sevdiklerimle iletişim halinde olan biriyim. Farklı olarak sahneden ve var olan projelerimden uzak kaldım, bir de onun dışında bu süreçte iki proje daha ürettim.
Son dönemlerde çok beğenerek okuduğunuz bir kitap oldu mu?
En son gazeteci arkadaşım Asu Maro’nun Tuğrul Eryılmaz 68’li ve Gazeteci adlı söyleşi kitabını okudum ve çok sevdim. Gerçekten o kadar beğendim ki kitap üzerine altı sayfa yazı yazıp gönderdim kendisine.
Pandemi nedeniyle oluşan kısıtlamalar kaldırıldığında neler yapacaksınız? Beklemekte olan projeleriniz var mı?
Söyleşinin başında da bahsettiğim oyunumuz Aritmik Dünya’nın yeniden gösterimini planlıyoruz, dans ve müzikle anlatılan 70 dakikalık bir oyun. Oyuncuların hepsi de farklı ülkelerden gelen göçmenler; ikisi Kürt, biri Afgan, diğeri Kosovalı hepsi farklı yerlerden gelen çocuklar. Çalışmalar esnasında onlara şöyle söylüyordum, ben burada bu tiyatronun yönetmeni olabilirim ama sonuçta ben de göçmenim. Benim de bir derdim var ve bunu sizlerle birlikte atlatmak istiyorum. Ve çocukların inanılmaz hikayeleri vardı. Ben bunlardan hiçbir yerde bahsetmedim ama mesela biri Iraklı diğeri Suriyeli olan iki Kürt çocuk buraya 25 gün boyunca yürüyerek gelmişler. Ki bu çocukların hiçbiri daha hiç tiyatroya gitmemiş ve tiyatro eğitimi almamış kişiler. Ve dört ay çalışıp oyuna hazırlandılar. Aslında 14 kişiyle başladık ama 4 kişi sonradan ayrıldı. Çünkü oyun çırılçıplak başlıyor, yani ten rengi bir tayt var üzerlerinde ama baktığın zaman çıplak görünüyorlar. Ve Müslüman çocuklar oldukları için kadın erkek birbirine dokunduğunda onlar için çok büyük bir şey. Almanları da etkileyen de bu olmuştu. Müslüman çocukları o kostümle sahnede görmek çok şaşırtıcı gelmişti onlara. Ve ben onlara da şunu söyledim, evet insanlar buraya iş gücü olarak geldi ama biz düş gücünü ortaya çıkaracağız. Bu arada Özen Yula’nın Dünya’nın Ortasında Bir Yer adlı oyunu ile diğer oyunumuz Çingene Boksör var. Küçük tiyatro grupları için yeni izin geldi, ben de Sofia Shcoll’u yapmak istiyorum. Çünkü Almanya’da bu sene yüzüncü yılı. Eğer bir aksilik olmazsa o oyunda yaz aylarında bitmiş olur.
Sizce Türkiye’den başka bir yerde yaşamanın zorlukları neler ve bu konuda çözüm önerileriniz var mıdır?
En önemli şey dil. Dil bilmeden olmuyor ki ben hala Almancayı tam olarak çözebilmiş değilim. Eşim olmazsa gerçekten ne yaparım bilmiyorum. (Gülüyor). Bir de nereye geldiğinizi çok iyi bilmeniz lazım. Gittiğiniz yerin koşulları nelerdir, önceden iyice araştırmak lazım. Çünkü her yerin farklı bir dinamiği var. Bir de gerçekten sabırlı olmak lazım. Çünkü buraların ne insan yapısı ne yemeği ne de suyu bizim coğrafyamıza benzemiyor. O yüzden hayıflanmaya gerek yok. Ben de mesela istediğim beyaz peyniri burada bulamıyorum.
Konu açılmışken ben de iyi siyah zeytin bulamıyorum ve Türkiye’den buraya kim gelse muhakkak annem bana zeytin gönderiyor. En azından bir dönem onunla yetiniyorum. Peki sizin beyaz peynirin haricinde özlediğiniz başka tatlar oluyor mu?
Kokoreci özlüyorum, yine bizim yaprak döneri özlüyorum. Bir kere en başta dostlarımla birlikte olmayı yani o dost masalarımızı özlüyorum. Nerede olursa olsun ister bir apartman dairesinde olsun ister deniz kıyısında olsun. Örneğim benim yaşadığım yerde Lindau adında bir göl var, dört ülkeyi birleştiriyor. Karşıya bakıyorum bir taraf İsviçre, diğer taraf Fransa, bir tarafı Avusturya ve hava iyi olduğu zaman hepsi görünüyor. Ama yine de buna rağmen İstanbul’un denizinin kokusu yok. Yosun kokusunu özlüyorum. Sokaklarda satılan taş simitlerini özlüyorum. Bir de işte daha o İstanbul’un canlılığını özlüyorum, çünkü burada saat sekizde kapanıyor her yer. Hayat erkenden bitiyor. Ya da en geç 10.00’a kadar oturabilirsiniz bir barda. Ama o da bizim alışık olduğumuz bir durum değil.
Buna benzer bir cevabı gazeteci Tan Morgül vermişti. Anlatsam Roman Olur programına konuk olduğu bir bölümde dinlemiştim, ‘’Ben taşı toprağı ya da duvarı özlemem ki, onları niye özleyeyim? Ben insanı ya da mekânı özlerim, mekânı da kendi başına değil o insanlarla yoğrulmuş hâlini özlerim’’ diyordu.
Kesinlikle ben de Tan’la aynı fikirdeyim. Zaten o mekanları mekân yapan insanlarla olan temaslar. İnsan o yaşanmışlığı, o maneviyatı özlüyor. Benim de onlara olan özlemim daha çok. Yoksa mesela İstanbul’da iken bir yakadan diğerine gitmek için tüm günümü trafikte geçiriyordum, şimdi bunun neyini özleyeyim? Bazen burada kayınvalidem başka bir şehre gidelim ama yol uzun nasıl olacak sana zahmet olmasın dediğinde ben seve seve gidelim diyorum. Çünkü burada 150 km yolu 1.5 saatte giderken İstanbul’da 3.5 saatte 34 km yol gidebiliyordum. O yüzden benim için burada araba kullanmak hiç sorun değil. (Gülüyor)
Söyleşi dizisinin beşinci haftaki konuğu spor danışmanı ve muhasebeci Neslihan Pişket. Haftaya Cuma (2 Nisan) İleri Haber’de…
Akınhay ailesiyle göçü konuştuk: 'Çok hasret çekeceğinizi hesaba katarak yola çıkın...'
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
19-03-2021 12:08

Hilal Seven - Londra
Bu haftaki söyleşimizi yazar ve çevirmen Osman Akınhay, eşi Eylem Asrav Akınhay ve kızları Asyak Akınhay ile Türkiye’de başlayan ve şimdilerde Brighton’da sürdürdükleri yeni hayatları üzerine yaptık. Virginia Woolf’tan Gabriel Garcia Marquez’e birçok yazarın eserini Türkçe’ye kazandıran Osman Akınhay, 150 kitabın çevirmeni olmakla birlikte aynı zamanda Gün Ağarmasa, Ölüme Bakmak, Ölülerimiz Bir Tutar Bizi, Piyasa Sosyalizmi Tartışması, Gezi Ruhu Bir İsyanın Halesi, Dünyanın Bütün Sokakları İsyanda adlı kitapların da yazarı.
Akınhay ailesiyle son derece keyifli, uzun ve bir o kadar da hüzünlü bir söyleşi yaptık. Düşünüyorum da sanırım başka yerde yaşamanın aslında en meşakkatli yanı dostane muhabbetlerden mahrum olmak ve düne hasret kalmak. Bununla birlikte geçmişi ortak bir hafızayla anmak… Ne kadar hatırlasa insan yaşadıklarını o kadar hatırı kalır unuttuklarının.
Bu sohbetin yapıldığı anda kadınlar günü kutlanıyordu ve söyleşinin tamamlandığı gün ise yaşasaydı Ali İsmail Korkmaz 27. yaş gününü kutlayacaktı. Dilerim seslerimiz her neredeysek oradan duyulur, dost kelamlarında yankı bulur, demlenmiş çaylar etrafında toplanır ve başka diyarların hikayelerine bir nefes olur. Hakikati her yere taşımak üzere…
İngiltere’ye taşınma maceranız nasıl oldu?
Eylem: Ben İstanbul’dayken avukatlık yapıyordum. Cihangir’de yaşıyorduk. Firuzağa kahvesiydi, İstiklal Caddesi’ydi, iyiydi güzeldi, ama Asyak artık bisiklete binmek istediğini, bahçelerde koşturmak, çocuklarla oynamak istediğini söylüyordu. (Gülüyorlar) Bunun üzerine bir maceraya kalkışıp Kilyos tarafında, Arıköy’de bir siteye taşındık. Sonra gördük ki, bize uygun değilmiş villa hayatı. Aynı dönemler Taksim’de bir patlama olmuştu, sonrasında diğer patlamalar geldi. Sıtkımız sıyrılmıştı; Asyak on iki yaşında sabahın köründe kalkıp Feriköy’e okuluna gidiyordu. Gümüşlük’e taşınmaya niyetliyken Reina saldırısı da gündeme gelince yönümüzü İngiltere’ye doğrulttuk. Brighton’da Osman’ın çok eski arkadaşları vardı. Turist olarak gidip geldiğimiz, bildiğimiz bir şehirdi zaten. Sonra, Nisan 2017’de ev tuttuk ve buraya taşındık.
Türkiye’den ayrılma kararı almanızdaki temel motivasyonunuz neydi?
Osman: Aslında bu sorunuzun iki yönü var. Birincisi, benim gözümde ülkede artık bir kız çocuğunun hem eğitimi hem kariyeri açısından geleceğinin giderek bulanıklaşmasıydı. O yüzden, şahsen Asyak’ın eğitimini İngiltere’de sürdürmesinin daha rasyonel olacağı kanaatindeydim.
Asyak: Ben burada şunu eklemek istiyorum. Ben şimdi burada, Lewes’deki East Sussex College’da, devlet lisesinde tiyatro okuyorum, en yakın arkadaşım ise Türkiye’de tiyatroyu özel bir sanat okulunda paralı olarak okuyor. Çünkü arkadaşımın okulunda tiyatro kulübünü kaldırdılar. Benim önümdeyse her türlü imkân serili. Biz hem kendimin, yani bir kız çocuğunun geleceği için, ama aynı zamanda -bir tiyatrocu olmayı geçtim- bir tiyatro öğrencisi olmak için de taşındık buraya. Ortak kararımızda bunun da etkisi var.
Osman: Yukarıdaki sorunuzun ikinci ve daha politik boyutu, biraz geçmişimle ilgili. Aslında İngiltere’nin benim aklıma düşmesi 1979’da başlar. 1979 yılında Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken İGD’liydim. Daha sonra, 1979’da TKP bölündü; bizim seçtiğimiz taraf olan TKP-İşçinin Sesi fraksiyonunun merkezi İngiltere’ydi. Hatta Londra kanadı deniyordu. Ben 1980’de yakalanıp müebbet hapis cezası aldım, 11 yıl yattım. Şimdi bakıyorum da geçmişimden değil elbette ama İşçinin Sesi’nden bana kalan, bir, İngiltere ilgisi oldu; ikincisi, İngilizce’yi önemsememi sağlaması.
Tahliye olduktan sonra da yurtdışı denince aklıma önce İngiltere geliyordu. Bu ülkeye turist olarak ilk gelişim 1999 yılındaydı. Özellikle Londra, tarihi ve edebiyatıyla çok büyüledi beni, halen de öyle. Daha sonra Londra Kitap Fuarı vesilesiyle aşağı yukarı her yıl geldim. 2010’dan itibaren de Eylem’le beraber, yine kitap fuarları zamanlarında ve fırsat buldukça gezmeye, Brighton’a, Cambridge’e arkadaş ziyaretine geliyorduk. Geldiğimizde arkadaşlarımızın Londra’da Old Street’teki ya da Brighton’daki evlerinde kalıyorduk. Dolayısıyla bütün şehri fuar dışında da gezme imkânımız oluyordu. Şehri şu anda çeperleri dışında iyi biliyoruz.
GÖÇMENLERİN VALİZLERİ
Gözlemlediğiniz kadarıyla burada yaşayan Türkiyeli göçmenleri yaşamın neresinde görüyorsunuz?
Osman: Daha önceki gelişlerimizde turisttik. Türkiye’den beraber geldiğimiz yayın dünyasındaki arkadaşlar vasıtasıyla turistik yerlere takılıyorduk. Turistken Stoke Newington High Street gibi bir caddeye gittiğinizde Türkçe tabelalar üstünüze doğru gelince enteresan buluyorduk tabii. Fakat yaşamak için Brighton’a geldiğimiz andan itibaren Türkiyeli insanlarla çeşitli temaslarımız oldu. Bir de yerleşik olunca etrafınızdaki insanları, burada ‘komünite’ denen çevreleri daha fazla gözlemleme şansını buluyorsunuz. Aslında Türkiyeli kavramını bile burada öğrendik ve kullanıyoruz, öyle değil mi? Türkiye’de Türkiyeli demek hâlâ garip ama burada Kıbrıslı Türk, Türk, Kürt, Alevi, geniş bir topluluğu temsil ediyor. Türklerin hepsi tercih etmese de özellikle Kürtler haklı olarak Türkiyeli demekte ısrar ediyorlar.
Negatif bir gözlem olarak benim dikkatimi çeken şu: İstanbul’da yerleşik hayat sürerken normal sırt çantanızla işinize gücünüze gidiyorsunuz. Görüştüğünüz insanlarla birbirinizi aşağı yukarı tanıyorsunuz. Şaşırma noktanız az. Fakat burada insanlarla çarpıştığınızda, benim tabirimle göçmenler sanki altı yedi valizi sürükleyerek gündelik hayatlarını yaşıyorlar. Ve o valizin içine bütün geçmişlerini, geçmişlerinin olmuş ve olmamış yönlerini, başarılarını, komplekslerini, önyargılarını, bazen hınçlarını tıkıştırıyorlar. Sonra da olmadık yerlerde su yüzüne çıkartabiliyorlar.
Tekil dostlukları, yardımlaşmaları, cömertlikleri bir kenara ayırarak, buradaki toplulukların kendi içerisinde ya da birbirleri arasındaki ilişkilerde en düşük ortak payda diyebilirim ki esnaf zihniyeti. İlişkilere yön veren bu; ilk önce Kıbrıslı Türkler, sonra politik mülteciler, ekonomik göçmenler ve son dönemde Ankara Anlaşmalı (çoğu beyaz) orta sınıf, değişik kümeler halinde gelmiş ve yaşıyor olsalar da genel özellikler fazla fark etmiyor.
Pek bilmediğim akademik camiayı ve beyaz yaka profesyonelleri saymazsak, gündelik hayatta kesişme noktaları ağırlıkla kafe ve restoranlar, marketler, berber ve kuaförler ve spesifik buluşmalar. Bunların çoğu da Türkiyelilerin toplu olarak yaşadıkları semtlerde. Öğrenci olsun, Ankara Anlaşmalı olsun, geçinmekte zorlananlar hizmet sektöründe resmi ya da gayri-resmi işler buluyorlar ve dananın kuyruğu burada kopuyor, gizli bile değil, düpedüz asgari ücretin altındaki sömürü başlıyor. Daha bugün, 8 Mart için, Londra’da yaşadığını bildiğim bir Twitter kullanıcısı yazmıştı, “Londra’da kadın işçi çalıştırıp da onların gün boyu mesaide oturmalarına nefes almalarına bile izin vermeyen solcu dükkân sahipleri sizin de kadınlar gününüz kutlu olsun. Ne de olsa en çok faydayı siz sağlıyorsunuz,” diye. Bu, emsal oluşturacak cümlelerden birisi.
‘HER ULUSTA İKİ ULUS VAR, TÜRKİYELİ KOMÜNİTESİNDE DE…’
Bahsi geçen ‘solcu dükkân sahipleri’ sosyalist kişiler mi sizce?
Osman: 2019’daki son genel seçimlerdeki örneği biliyorsunuzdur, İşçi Partisi’nden aday olan bir Kürt iş adamı ve politikacı İşçi Partisi’nin her zaman kazandığı bir bölgeden aday gösterildi ve seçimi kaybetti. Kaybetmesinin sebeplerinden biri, kendi işletmelerinde saati 3 pounda çalıştırdığı işçilerin bordrolarının internette yayılması ve öncelikle İşçi Partisi seçmeninin onayını alamamasıydı. Lenin’in tekrarladığı ünlü bir söz vardır, “Her ulusta iki ulus vardır,” diye. Her yerde olduğu gibi burada da ‘ısınma’ turları bittikten sonra kendini belli eden topluluk hayatında, yani Türkiyeli komünitesinde, nüfusun ‘iş (dükkân) sahipleri’yle saat ücretli çalışanların keskin bir şekilde ikiye ayrıldığını görüyoruz.
Yeri gelmişken Ankara Anlaşmalı (AA) göçmenlerin nasıl geçinebildikleri konusuna biraz değinelim isterim. AA’lıların burada kurdukları iş gücü üzerinden gelir elde etme gibi bir mecburiyetleri var. Bir keresinde Türkiye’de avukatlık mesleğini bırakıp buraya gelip pizzacıda teslimat işi yapan birine denk gelmiştim ve bu işten iyi kazandığını ve mutlu olduğunu söylüyordu. Öte yandan, kendi işinden gelir etme edemeyip de farklı bir işte çalışmak zorunda kalanlar da mevcut. Sizce daha önceden buraya yerleşen Türkiyeliler bu son dönem dalgasıyla gelen göçmenlere iş olanakları sağlama konusunda destek oluyorlar mı?
Osman: Londra ya da İngiltere’de bulunan yerleşik Türkiyeli esnaf, son yıllardaki, daha mesleki kariyeri olan, beyaz yaka geçmişli insanlarla karşılaştığı zaman, mecazen önce onların kartvizitlerini gasp edip burnunu sürtmeye çalışıyor. Örneğin, Birleşik Krallık’ta geçen yıl saatlik asgari ücret saat başı 8.21 pounddu, bu yıl 8.90’a yükseltildi. İşte bu asgari ücret hem ahlaki hem siyasi bir eşik işlevi görüyor. Bir iki yıllık gözlemimden sonra bir tweet atmıştım, “Türkün Türkü, Kürdün Kürdü, Alevinin Aleviyi asgari ücretin çok altında çalıştırdığı bir sistem kurmuşlar, adına da diaspora demişler” şeklinde. Bu tweetim o kadar çok etkileşim aldı ki. “Burada da aynı, burada da öyle” diye Almanya, Fransa, Hollanda, Kanada, Avustralya, Yunanistan, neredeyse dünyanın her ülkesinden teyit mesajları atıldı.
Şahsen bizim de Brighton’da (aralarında siyasi de olan) Kürt arkadaşlarımızla yaşadığımız sekiz aylık iş kurma deneyiminde, neticede anlaşarak ortaklığı sonlandırsak da iki temel ihtilafımız oldu. Birincisi, en başından en sonuna kadar ortak olduğumuzun hukuki güvencesini sağlatamadık. İkincisi, kuracağımız işin kırmızı çizgilerinden birinin asgari ücretin uygulanması olmasını kabul ettiremedik.
Bu şundan dolayı önemli. Burada asgari ücretle bir ya da bir buçuk saat çalıştığınız zaman bir kilo iyi et alabilirsiniz. Oysa Türkiye’de asgari ücretle çalışan birisinin bir kilo et alabilmesi için tam bir gün mesai yapması gerekiyor. Bu satın alma gücü ve öğrenci olsun yerleşik olsun Birleşik Krallık’a göçenlerin geçimi, hayat standardı, özetle karnını doyurması bakımından çok büyük bir farklılık demek. Çünkü Ankara Anlaşmasıyla gelenlerin kendi meslekleri buranın hayat standardına göre onları geçindirecek parayı kazandırmaya yetmiyorsa, işte o zaman yolları mecburen kafelerde, restoranlarda, Off-Licence denen bakkal, marketlerde çalışmaya düşüyor ve işe mecbur oldukları için de (belli bir kısmı solcu, Alevi, Türk, Kürt işletme sahiplerinin patronluğunda) saati beş altı pounda çalışmaya razı geliyorlar.
Eylem: Ben yirmi üç yıllık avukatım; avukatlık yaptığımı işim sorulursa söylerim, yani çok bahsini geçirmem, bir unvan olarak fazla önem atfetmem. Aynı şekilde buraya gelirken de her işi yaparım duygusuyla geldim ve gerçekten de yapmak istedim. Sosyal hayatın içinde olmak istedim. Aylar sonra bir tanışımızın kafesinde gönüllü olarak çalışmaya başladım. İki üç ay kadar çalıştım, ama bir türlü o kahve makinesine erişemedim. Bir gün kafe sahibine dedim ki, “Ben gerçekten kahve yapmayı öğrenmek istiyorum”. Bir yandan garsonluk da yapıyorum ve onu da çok sevdim. Akademik araştırmalar da yapan kafenin sahibi, “Ya sen ne zannediyorsun, hukuk diploman var diye sen bu kahve makinesini kullanabilir misin?” diye çıktı karşıma. Şaşırıp kaldım. Böyle böyle bu kahve yapma olayı benim içimde kaldı. Burada bir kısır döngü var zaten. Garsonluk veya bulaşıkçılık yapmaya da markette raf dizmeye de talip olsan, “Akıcı İngilizce ve deneyim” istiyor bizimkiler. Ee, başlamadan nasıl deneyim edineceksin? Oysa göçmenlere karşı bazı durumlarda İngilizler daha bir esnek ve hoşgörülü. Örneğin büyük zincirlere başvurursan seni eğitime alıp istihdam etme konusunda daha fazla fırsat sunuyorlar. Sonra da işte, “Tamam, ben artık kendi mesleğimi yapacağım burada, yeniden hukuka döneceğim,” dedim. Buna da artık “sen yapamazsın” diyemezler diye düşünüyorum. (Gülüyoruz) Yani o pizzacıda çalışan avukat şanslıymış, ona ‘değer’ verip o işte çalıştırmışlar.
İNGİLTERE’DEN TÜRKİYE’YE GİDEN TEMİZLİKÇİ
Sizce o kafe sahibi size neden öyle davrandı?
Eylem: Orada bir kibir var. O kişi orada seni yıkmak ve ezmek istiyor. Bana en son şunu söylediler, “en fazla temizliğe gidebilirsin”. Eyvallah, ben temizliğe de gittim. Evin dışına çıkmak, hareket etmek, ekiptekilerle, ev sahipleriyle İngilizce konuşmak bana çok iyi geldi. Bu arada benim bu temizlik işi içimde kalmıştı zaten. İstanbul’da temizlik işlerine giden bir arkadaşım vardı. Onunla birlikte de evlere gitmeye niyet etmiştim, ama bir türlü denk getirememiştik. (Gülüyor) Örneğin babam hayattayken, evlerini temizlemeye Türkiye’ye giderdim. Babamın iki evi vardı, boya badana taşıma, bir evden öbürüne, her işini yapardım. Bir keresinde büyük ablam, “Aa bizimkiler İngiltere’den temizlikçi tuttular,” dedi, ben de “Evet, aslında doğru söylüyorsun,” dedim. “Ben zaten temizlikçilik yaptım” deyince neye uğradığını şaşırıp, bana “o kadar zor durumda mısınız” gibi şeyler söyledi. Muhtemelen aile içinde de konuşuluyordur. Söyleşide bu kısım da yayınlanırsa çok sevinirim, böylece buradan deklare etmiş olurum. (Gülüyor)
Eylem Akınhay
Aslında yaşadığımız mahallede çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın kafesi var, uzun yıllardır tanırım kendisini, böyle deneyimlere de açık birisidir. Buraya geldiğinizde kahve yapmayı denemeniz için sizi oraya götürebilirim. Bu konuda size olanak sağlayacaktır diye düşünüyorum. (Hep birlikte gülüyoruz)
Eylem: Çok teşekkürler. Bu arada meslektaşım, Av. Sezgi Subaşı Şahin’le Londra’da iş birliği yapmaya karar verdik. Hem Birleşik Krallık’tan Türkiye’ye hem Türkiye’den Birleşik Krallık’a bütün ihtiyacı olanların hukuki işlemlerinde danışmanlık sunacağız. Ama yine de içimde kaldı, o kahve makinelerinden alacağım bir gün. (Gülüyor)
Bugün sosyal medyadan sürekli feminist gece yürüyüşü videoları paylaşıldı. Böyle anlarda İstanbul’da olmayı ve o coşkuyu hissetmeyi istediğim çok oluyor. Sizin de şimdi Türkiye’de olsaydım dediğiniz böyle anlar oluyor mu?
Eylem: Ben artık zaman zaman diyebiliyorum bunu, bugünkü gibi özel günlerde. Ama genel olarak “ah şimdi Türkiye’de olsam” demiyorum.
Asyak: Ben tam tersini düşünüyorum. Şöyle söyleyeyim, kadınlarla, kız çocuklarıyla birlikte olmak, büyümekte olan bir genç kız için harika bir duygu. Bugün sosyal medyada gördüm, Sıraselviler’de bir yürüyüş olacaktı sanırım, benim büyüdüğüm yer orası ve doğal olarak orada olmayı çok isterdim. Ayrıca orada kurduğum arkadaşlıkları da özlüyorum, ki benim kurduğum arkadaşlıklar -yakınımızda oturan birkaç ilkokul arkadaşım dışında- kırk yaş üzeriydi. Şimdi bir tane yaşıtım olan yakın bir arkadaşım var. Bir de burada ayrımcılığa uğradım, o nedenle henüz oturtmuş olduğum bir arkadaş çevrem yok.
ÖZLEMLER…
Nasıl bir ayrımcılığa uğradınız?
Asyak: Mesela, dili bilmiyorum diye. Dil bilmemek ya da yaşadığın ülkenin etnik kökeninden olmamak bir suç değil, bu normal bir şey. İngiliz değilsin ve ana dilin İngilizce değil diye yapmadıkları kalmıyor bazı insanların. Bu öğretmenin ya da sınıf arkadaşın oluyor, hatta sokaktan geçen bir insan da olabiliyor bazen, ki bana hepsi güzel tecrübeler yaşattı. O yüzden, oturmuş bir arkadaş çevrem yok. Her zaman değil ama bazen Türkiye’deki, zamanında bundan dolayı feryat figan ağladığım, yani annem ve babamın arkadaşlarını dahi özlüyorum. (Gülüyorlar)
Eylem: Şöyle açıklayayım, Cihangir’de bir teras katında yaşıyorduk, bir gün doğum günü yaptık, hiç düşünememişiz, partide bir tane çocuk yoktu. Sonra karşıdan bir komşum seslendi, “akşam sosyalistleri toplamıştın”, “hayrola ne oldu” deyince “bizim kızın doğum günüydü” dedim ve sonra fark ettim ki doğum gününe gelenlerin yaş ortalaması elli yaş ve üzeri. Arıköy’de bir siteye taşınmak istememizin sebeplerinden birisi o gündür. (Gülüyor)
Asyak: Sorun şu, kendi doğum günümde yalnızdım. Aslında acı bir şey. Ben kendi odamdaydım ve o iki saat boyunca orada geçirdim doğum günümü. Düşünün, kendi doğum gününde yalnız olan bir çocuk yine de o konuştuğu insanları özlüyor.
Öncelikle bunu duyduğuma üzüldüm. Bence Londra’ya geldiğinizde sizinle arkadaşlık edebiliriz, bir şekilde toplumsal bir dayanışma yaratarak arkadaş çevrenizi oluşturan yaş aralığını düşürerek bir genç sosyal çevre edinmenizi de sağlayabiliriz diye düşünüyorum. (hep birlikte gülüyoruz)
Eylem: Aslında ben de Türkiye’ye dair birçok şeyi özlüyorum. Mesela Firuzağa’da kahvede oturmayı, Cihangir’deki kasabımı, Sevda Ferdağ’la sohbet etmeyi ve akşamları Esat Abi’ye uğrayıp şarap almayı özlüyorum. Nişantaşı’ndaki enginarcıyı da. Ben Giritli bir babanın kızıyım, ot yemeden öğün geçirmeye alışkın değildim. Şevketi bostan, Arap saçı, turp otu, sarmaşık; bunları çok özledim. Ama en çok bu dünyadan göçen babamı özlüyorum.
Osman: Ben şu anda Türkiye’yi özlemiyorum. Bizim Londra’da tanışıp hemen dost olduğumuz bir avukatımız vardı, Muhammet Çamkıran, kendisini geçen yıl elim bir hastalıktan dolayı kaybettik. Görüşmelerimizden birinde bana, “Osman Bey, siz İngiltere’ye göçme konusunda gördüğüm en kararlı kişisiniz,” demişti. Sonra da “Alıştınız mı?” diye sorduğunda ben de “Gelmeden alışmıştım,” cevabını vermiştim.
Ben sadece dostlarımı ve ablamı özlüyorum. Aslında şu anda yollar açılsa bile Türkiye’ye kalıcı olarak gitmeyi istemem. Bir seçenek ve imkân olacaksa, bir süre Yunanistan’da yaşamayı denemeyi daha çok arzu ederim mesela. Ama işimiz Türkiye’de olduğu için de neredeyse tüm gün sosyal medyadan Türkiye’yi takip ediyorum. Uzakta ve hariçte olduğumuzdan elden geldiğince çok az kelam edip yorum yapmaya gayret gösteriyorum. Bunun öncelikle bir saygı meselesi olduğunu düşünüyorum. Onca bedeller ödeyen ve elini sıcak demire değdiren nice insan varken, neyin nasıl yapılacağı konusunda uzaktan bir şeyler söylemek, üç dört yıldır dışarıda kaygısız yaşayan birine düşmez gibime geliyor.
Daha önceki bir röportajınızda da kaygı konusuna değindiğinize denk geldim. Bu kaygısız yaşama halini biraz açabilir misiniz?
Osman: Türkiye öyle bir ülke ki, on altı yaşımdan beri her yeni günün bir önceki günü aratırcasına geçtiğini gördüm. Coşkuyu da ürküntüyü de hevesi de yılgınlığı da bütün bedeninizle, denebilirse gözeneklerinizle yaşıyorsunuz. Uzun zamandır da ‘kaygı’yı silemediğimi fark ettim kendimde. Göçmek için uçağa bindiğimden itibaren de bu halimin değiştiğini sezdim. Dolayısıyla, ülkeyi ülke içinden takip etmek ile dışından takip etmek aynı etkiyi bırakmıyor, kastettiğim bu.
Yeni yaşamınızda kültürel ya da davranışsal olarak belirgin değişiklikler ya da yeni deneyimler oldu mu?
Eylem: Benim yemek kültürümde pek değişiklik olmadı, zaten farklı mutfaklara pek açık biri değilim. Bununla birlikte, göçmenliğin bana çok şey kattığına inanıyorum. Buraya geldiğimiz ilk andan bu yana dil bilgimde bir artış oldu ve bu sayede şimdi sözlük yardımıyla İngilizce roman okuyabiliyorum, zorlanmadan film seyredebiliyorum, derdimi rahat anlatabiliyorum, bu kendi payıma keyif aldığım bir başarı. Daha kendimle baş başa kaldığım için kendime daha çok şeyler kattığıma inanıyorum bu ülkede. Elbette huzurun da etkisi var. İstanbul’da ayda üç dört kitap ancak okuyabilirken, burada en az on kitap okuyabiliyorum.
Asyak: Benim biraz müzik kültürüm değişti, İngilizce’de daha az bilinen müzisyenlerin şarkılarını da dinlemeye başladım. Mesela Hindi Zahra’nın “Beautiful Tango” adlı şarkısını çok severek dinliyorum, Amy Winehouse’u çok dinliyorum. Onun dışında okuma kültürüm değişti. Türkiye’deyken henüz on üç yaşındaydım ve William Shakespeare okuduğumuz yoktu ama burada bir anda daha Türkçesini okumamışken birçok yazarın, klasik eserin İngilizcesini okumaya başladım.
Asyak Akınhay
BİR BAŞ UCU KİTABI, BİR CÜMLE
Kitaplardan bahsetmişken göçmenlerin yaşamını anlatacak iyi bir kitap öneriniz var mıdır?
Osman: Ayrıntı’dan çıkan Jay Parini’nin Benjamin – Dar Geçitteki Aydın başlıklı bir romanı var. Buraya gelirken uçakta bir kere daha okudum. Hâlâ çok etkilendiğim bir romandır. Fakat bu göçmenlik, yer değiştirme konularında, akademik kavramıyla yersiz yurtsuz olmada, benim en sevdiğim yazar İspanyol Jorge Semprun’dur, onun kitaplarını çok beğenirim. İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kampında kalmış ve özgürlüğüne kavuştuktan belli bir süre sonra hayatını yazmaya başlamış bir yazardır.
Jorge Semprun’un çok sevdiğiniz ve baş ucu kitabı olurdu diyebileceğiniz bir eseri var mı?
Osman: Evet, aslında baş ucu kitabı olabilir diyebileceğim bir kitabı var. Türkçede Yaşamak ya da Yazmak diye Can Yayınları’ndan çıkan, orijinali ve İngilizcesi Literature or Life olan, aslında “Edebiyat ya da Hayat” diye çevrilmesi gereken romanı benim gözümde bir numaradır diyebilirim, öyle bir kitaptan bahsedilebilecekse. Hatta bir yerinde bir cümlesi vardır: “İnsan yaşadığı en büyük neşeyi de en büyük kıyıcılığı da anlatabilir, yazabilir. Bunda şaşırtıcı olan bir şey yoktur; şaşırtıcı olan bunların yaşanmasıdır, insanın başına gelmesidir,” der. Örneğin, savaşın bitiminden birkaç gün sonra, Buchenwald toplama kampında serbest bırakıldığı anda toplu olarak kapılar açıldığında, onları kurtaran subaylar karşılarına geldiğinde onları görenlerden bir yüzbaşının gözlerinde yansıyanı anlattığı bir sekans vardır ki, hakikaten edebiyat varsa odur derim ben.
Geçenlerde gazeteci arkadaşım Rengin Arslan Twitter hesabında bir soru paylaştı: “Dünyanın bütün iyi kitaplarını okuyacak bir ömür diliyorum. Çok mu?” diye. Tam da o sabah yine güne okumak istediğim birçok kitap var ama buna zamanım yetecek mi diye düşünerek başlamışken o soruya denk geldim. Bir yayıncı olarak bu konuda siz ne söylemek istersiniz?
Osman: İstanbul’dayken 1990’lı yıllarda gittiğimiz, Bekar Sokak’ta bulunan Süper Restoran adında enteresan bir yer vardı, alt katında bir pavyon kısmı da vardır. Bir yanda gazeteciler ve yayıncılar, diğer yanda futbol severler, bir yanda alt katta çalışan konsomatrisler; kimsenin kimseye karışmadığı, işletenlerin de çok iyi insanlar olduğu güzel bir yerdi. Bir gün orada Orhan Koçak’la oturuyorduk, benim de ikinci romanım Ölüme Bakmak yeni çıkmıştı. Ki üç roman yazdım ve aldığım en iyi övgüdür. Bana, “Okunabıl bir roman yazmışsın,” dedi ve bu çok hoşuma gitti. İçmeyi pek severdi Orhan Abi, “Ben elli yaşıma geldim, bundan sonra okuyabileceğim yirmi tane iyi kitap vardır, ben de vaktimi çar çur etmemeye ve o yirmi iyi kitabı bulup okumaya çalışırım” mealinde bir şey söylemişti. Unutmadığım bir anekdottur bu.
Tabii ki bir bilgi deryasının ortasında yaşıyoruz, hele ki okumaya ayırdığımız gündelik zaman sosyal medyayı takip etmekten dolayı giderek azalıyorsa… Az sayıda kitap okuyabileceğiz artık ve onları da seçerek okumakta büyük fayda var. Ve bence insan sevdiği kitabı, merak ettiği yazarı okumalı. Her kitaba bakarak vaktimizi israf ettirecek bir yaşta değilim. Bir yayıncı olarak da bunu söylemek biraz kendi kendini vurmak oluyor tabii.
Osman Akınhay
Açıkçası ben bu saatten sonra böyle sohbetlere denk geldiğimde bana yayıncı Osman Akınhay böyle söylemişti, hiç kusura bakmayın derim. (Hep birlikte gülüyoruz)
Osman: Edebiyat her zaman ana lokomotif tabii. Agora Kitaplığı’nı 2003’te kurdum. Agora’da edebiyata da ağırlık verdik. Hayatımın talihlerinden birisi olarak Mehmet Eroğlu’nu da yayınladık. Fakat daha sonra edebiyatta kendi beğenim olarak okurluk ile editörlüğü biraz karıştırdığımı fark ettim. Hatta yakın bir arkadaşım beni uyarır dururdu, “kitapları sen basmıyorsun, yayınevi basıyor” derdi. Mesela bir gün Enver Aysever’in bir romanı geldi, beğenmedim. Gitti ertesi yıl o romanla Yunus Nadi ödülü aldı. (Gülüyor) Bugün ben hâlâ yayıncılığın biraz böyle yapılmasını seviyorum, yani yayıncılık şahsi olmalı.
‘SOSYALİZMİN ÖNEMLİ İSİMLERİNİN HAYATI SÜRGÜNLE, GÖÇLE GEÇTİ’
Bir yerden başka yere çeşitli nedenlerle göç edildiğini çok duydum ve buna sıkça şahit oldum. Öte yandan yaşamda daha yerleşik bir hal almış kişilerin göç etmesi bana hep ilginç gelmiştir. 150 kitabı Türkçe’ye çevirmiş ve Türkiye’de uzun yıllardır yayıncılık yapmış biri olarak o yerleşik hayattan sonra başka bir yerde yaşamak nasıl bir duygu?
Osman: Yayıncılığın evirildiği süreç itibariyle iki yanı var. Birincisi eser basma yönü, ikincisi teşrifat kısmı. Teşrifat kısmı bana hiçbir zaman cazip gelmedi. Zaten gelseydi muhtemelen Agora Kitaplığı’nda başka bir seyir izlerdim. Ben hep yayın camiasının şaşaalı kısmında değil de kenarında kalmayı tercih ettim. Teşrifat kısmı beni çok yoruyordu. Kitapla günde on altı saat mesaiyle kırk beş gün uğraşayım, ben yorulmam. Ama ‘reklam’ kısmında çok sıkılıyorum. Hatta bunu espri olsun diye söylüyorum, bir gün Çukurcuma’da otururken bir telefon geldi. O gün sanırım aldığım dördüncü telefondu ve gayri ihtiyarı olarak telefondakine “kardeşim, biz canlı yazar basmak istemiyoruz” dedim. O yüzden şu an, satış-dağıtımda ve mizanpajda yıllardır birlikte olduğumuz iki değerli çalışanımızın katkısıyla Cihangir’den ya da Brighton’dan yayınevi idare etmem arasında bir fark yok.
Daha çok Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasından alışık olduğumuz göç dalgalarına artık dünyanın başka ülkelerinde de denk geliyoruz. Evrensel anlamda da hızla artışa geçen bu göç dalgalarını nasıl yorumluyorsunuz?
Osman: Aslında Abdülhamit dönemini saymazsanız, Türkiye’de yaşayan insanların yurtdışına gitmesi işçi göçüyle 1960’larda başlar. Oysa dünyadaki sürgün edebiyatı 1800’lerin edebiyatıdır. Yani sürgün ve yersizlik, başka ülkelere göç tam tersine dünya için çok eski, Türkiye coğrafyası için yeni bir olgudur. Türkiye’de ya da İngiltere’de görüyoruz, önümüze çıktığı oluyor. Buraya gönüllü ya da metazori olarak buraya geldiği için kendini önemseyenlerin önüne ben hemen bir sürgün külliyatı sermek isterim. Edward Hallet Carr’ın Romantik Sürgünler adlı bir kitabı var, o kitap da 1800’lü yılların sürgünlerini anlatır. Aslına bakarsanız, sosyalizmin bütün ön isimlerinin hayatları sürgünle, göçle geçmiştir. Örneğin burada, iki arka sokağımızdaki bir evin duvarında “Pyotr Kropotkin altı yıl burada yaşadı” tabelası var. O nedenle tarihe kıyasla göçmenliği yeni, son yirmi otuz yılda deneyimleyen esas Türkiye coğrafyası.
‘BURADA DERİN BİR YALNIZLIK VAR…’
Göçmenliği yeni deneyimleyen insanlara başka bir yerde yaşam kurmaları konusunda önerileriniz var mıdır?
Eylem: Ben çok hasret çekeceklerini hesaba katarak yola çıkmalarını öneririm.
Osman: Benim öncelikle söyleyeceğim şey toplumsal dokunun bambaşka olduğu. Tabii daha çok burada biz Türkiye için Batı ülkelerinden bahsediyoruz. Siz de deneyimlemişsinizdir ki, buralar bireyleşmenin ön planda olduğu, yer yer had safhaya vardığı ülkeler. Türkiye’deyse bunun tam tersi. Diyelim ki burada bir kadınla erkek evleniyor, Türkiye’de iki sülale evleniyor. Orada toplu bir hayat var, burada bireysel bir hayat var. Klasik bir söz vardır İngiltere’ye gidince İngiliz arkadaş edinin diye, ama İngiliz arkadaş olmuyor ki. İngiliz yolda seni görünce kibarca selam verip sana gülümser. Ama istisnalar haricinde sen onun evinden bir metre içeri giremezsin. Bu insanların bildiğiniz üzere en büyük yakınlığı Christmas, neredeyse kutsal bir birliktelik o gün bir araya gelmek. Ama Türkiye’de yaşayan bir aile için her gün Christmas. Yeni göçen biri bu değişik ‘sınırlar’a karşı uyanık olmalı.
Türkiye’deki insanların sosyal hayatlarına değinmişken buradaki Türkiyeli toplumu ve ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eylem: Burada bence ilişki kurmak çok zor. Benim İngiliz bir arkadaşım var, diyelim iki hafta sonra görüşeceğiz, saati ve gününü belirleriz öncesinden ve o gün geldiğinde görüşmeye iki dakika bile gecikecek olsak mutlaka birbirimize haber veririz. Yani öyle Türkiye’deki gibi değil ve burada derin bir yalnızlık var.
Osman: Ben “içinden iyisini kendimize ayıralım” diyorum.
Asyak: Buraya ilk taşındığımızda babamların arkadaşları bizimle bu konuda konuşmuşlardı. Babamlarla yıllardır devam eden yakın bir ilişkileri vardır onların ve bize kimseyle bu derece yakınlık kurmadan ne din ve siyasetle ne de cinsel hayatla ilgili bir görüş belirtmememizi söylemişlerdi. Zaten biriyle bunları konuşamadığınızda ortaya çok büyük bir sohbet çıkmıyor. Çünkü yakınlık da kuramıyorsun.
Mesafeli olmak başka bir şey ama bence İngilizler aşırı kibar olmakla birlikte aslında soğuklar. Bu nedenle İngilizlerle arkadaşlık kurmak da biraz zor. Benim mesela İngilizlere kıyasla daha çok arkadaşlık kurduğum kişiler Ganalı, Nijeryalı ya da Macar kişiler oldu. Ama aslında ben üç ay sonra Londra’ya taşındığımızda biraz daha Türkiyeli toplumuna yaklaşmayı ve Türk arkadaşlar edinmeyi isterim.
***
Söyleşi dizisinin sonraki konuğu, oyuncu ve yönetmen Emrah Elçiboğa
Haftaya cuma (26 Mart) İleri Haber'de...
‘Gezenti’ bir sanatçının hikâyesi: Günyol Bakoğlu
Birbirinden renkli çiçeklerle kaplı, etrafı yeşilliklerle çevrili bir evin kış bahçesinde, Denizlili bir ev sahibesinin ardımızda yudumladığı cezve kahvesinden gelen kokular eşliğinde ve son derece soğuk bir kış gününde Günyol Bakoğlu ile uzunca bir söyleşi yaptık.
12-03-2021 09:25

Hilal Seven
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
Seslendirme sanatçısı Günyol Bakoğlu yeni hayatını anlatıyor.
Ekranda yüzünü sıklıkla Ruhsar dizisi ve başka birçok yapımdan gördüğümüz, sesini Beko reklamlarından Iron Man serilerine Türkiye’de ses getiren projelerden bildiğimiz seslendirme sanatçısı ve aktör Günyol Bakoğlu kendisini “gezenti” bir kişi olarak tanımlıyor. Son 15 yıllık hayatında aynı şehirde 6 aydan fazla kalmadığını söyleyen Bakoğlu 5 yıldır Londra’da demir atmış bulunuyor.
Birbirinden renkli çiçeklerle kaplı, etrafı yeşilliklerle çevrili bir evin kış bahçesinde, Denizlili bir ev sahibesinin ardımızda yudumladığı cezve kahvesinden gelen kokular eşliğinde ve son derece soğuk bir kış gününde Günyol Bakoğlu ile uzunca bir söyleşi yaptık. Bakoğlu’nun ayrılmaz parçam dediği ısıtıcı sabahlıkları (kaban dense yeri) sayesinde soğuğa meydan okuyarak, Ankara Anlaşmalı olmaktan göçmen olmaya birçok konuya değindiğimiz unutulmaz bir sohbet oldu.
Biraz kendinden bahseder misin?
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden mezun oldum, sonrasında tiyatrocu ve dublajcı oldum. Toplamda İstanbul’da hasbelkader 45 sene bir hayat sürdüm. Sonra bir gün bir arkadaşımın önerisi üzerine Ankara Anlaşmasıyla beş sene önce atlayıp Londra’ya geldim ve hayatımı tamamen değiştirdim. Türkiye’den ayrılma sebebim ise ne siyasi ne maddi oldu ne de herhangi bir şeyden kaçtım. Buraya gelmemin sebebi, kendime meydan okumak. Çünkü benim için hayat konfor alanıyla sonlanan bir yer değil. İlk defa askerdeyken şunu fark etmiştim, sekiz aylık askeriyeden sonra İstanbul’a döndüğümde üç sene boyunca hiçbir şey beni mutsuz edememişti, çünkü hayatımın ne kadar harika olduğunu fark etmiştim. Bir de hep merak ederdim, yaşadığın alanın dışına çıkmak, yabancı bir ülkede yaşamak nasıl bir duydu diye. Bir de mobil olmayı seven bir adamım, bileğime zincirler bağlamayı seven biri değilimdir.
‘ANKARA ANLAŞMASI 5 YILLIK BİR MAHPUSLUK!’
Ankara Anlaşması dediğimiz oturum türüne yapılan vize başvurularının bazen altı aya kadar yanıtlanmadığını biliyoruz. Bu süre zarfında çok elzem bir durum yaşanmadığı sürece seyahat etmeniz pek önerilmiyor, esasında oturum süreniz de dolduğu için İngiltere dışına çıktıktan sonra dönüşte vize engeline takılabiliyorsunuz. Peki, bu durumda senin gibi kendini ‘gezenti’ olarak tanımlayan biri olarak, bir anlamda seyahat özgürlüğünden mahrum kalmış olmuyor musun?
Aynen öyle, aslında bana göre beş yıllık bir mahpusluk bu. O da sonunda pasaport almak, yani rahat dolaşmak için. Ben yollarda ölmek istiyorum gerekirse. Çünkü gezmeyi, keşfetmeyi, yeni dilleri konuşmayı seviyorum. Ama benim buraya gelmemle de iyi ki yaşamışım dediğim birçok şey oldu. Mesela daha önce hiç on beş kişiyle aynı evde yaşamamıştım ve bir kere bu çok öğretici oldu. Neden dersen bu durum senin hayatla pazarlık gücünü artırıyor, insan ilişkilerini geliştiriyor ve sonunda yaşama tahammül düzeyini arttıran muhteşem bir deneyim oluyor. Tabii zor kısımları da olmuyor değil o da şöyle; bizim birlikte yaşadığımız insanların yüzde 90’ı Türkiyeli ve oradaki kültürle beslenmiş kişiler, bu yüzden evde en büyük problemimiz iktidar gösterecek alan yaratma derdi oluyor.
Türkiyelilerin çoğunlukta olduğu bir evde yaşamanın başka ne gibi zorlukları oluyor?
İngilizce konuşamadım mesela. Yani şimdi evde oturup karımla İngilizce konuşuyoruz gibi bir şey söylersem bu gerçek dışı olur, sonuçta evde hepimiz Türkçe konuşuyoruz.
Londra’da da iş bulman kolay oluyor mu?
İlk yılın en büyük problemi buradaki sisteme adapte olabilmek. Yani burada bir Anglosakson sitemi var ve örneğin Amerika’dan gelen bir arkadaşım bu sistemde bir sorun yaşamadı. Şöyle söyleyeyim, burası her şeyin kâğıt üzerine kurulu olduğu bir kâğıt ülkesi. Ve aynı zamanda söz ülkesi yani verdiğiniz söz çok önemli. Dolayısıyla buradaki işlerin oluşma süresinde öyle Türkiye’deki gibi herhangi bir adımını atlamanız mümkün değil, ya da sen dışarıdan gelen bir yabancıysan o süreci atlamana izin verilmiyor.
‘BİR BANKA HESABI AÇMAK İÇİN AYLARCA BEKLEDİM’
Bu süreçte seni en çok zorlayan ne oldu?
Somut bir zorluk olarak şu durumdan bahsedeyim, İngiltere’de bulunan kimi üniter yapılardan bazılarının, bizdeki İçişleri Bakanlığı, Vergi Dairesi gibi, birbiriyle olan bağlantısı şaşırtıcı şekilde çok zayıf. Bir ada ülkesi olarak İngiltere’nin Avrupa’nın diğer ülkelerinden en büyük farkı bu olsa gerek. Çünkü benim Almanya ya da Hollanda’dan gelen arkadaşlarım buradaki sistemin bu kadar kör topal işliyor olmasına hayret ediyorlar. Mesela ben buraya geldiğimde bana banka hesabı açmam gerektiği söylendi, sonra bankaya gittiğimde benden bir adres istendi, bu kez adres edinebilmek için ev sahibiyle görüştüğümde bana banka adresin nerede dedi ve birdenbire böyle ne yapacağım ben diye kaldım yerimde. Bir banka hesabı açmak için aylarca bekledim. Yani sistem sana göre düzenlenmemiş olduğu için seni yoruyor. Bir İngiliz vatandaşıysan ve burada doğup büyüdüysen zaten bir banka hesabın var yahut en kötü ihtimal bir adresin var.
Neden o kadar uzun sürdü banka hesabı açman?
Ben bankayla telefonda konuştuğumda ne dediğimi anlamıyorlardı, sonra rahmetli arkadaşım Micheal Dickenson benim için konuştu ki onun konuştuğu İngilizceyi kraliçe konuşur, onu bile yanlış anladılar. Hesabım geç açılmakla birlikte bir de sonunda ismimi yanlış yazmışlardı. Çünkü seni dinlemiyorlar ki, yani ne söylediğini anlamaya çalışmıyorlar.
SAHİPSİZLİK DUYGUSU…
Şimdiye kadar gözlemlediğin kadarıyla buradaki Türkiyeli toplumunu nasıl görüyorsun?
Çok katmanlı bir toplum olarak görüyorum. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Buraya geldiğimde daha çok gözlemleme şansım oldu. Bir kere sahipsizlik duygusu var içimizde. Hangi parçadan olursan ol devletin seni insan yerine koymadığından, o duyguyu beraberinde buraya getirdiğin için hep bir birey olamama problemi var. Benim hayatımdaki en ilginç deneyim şu oldu, Meksika’dayken bir Almanla tanıştım, kız Yahudi idi. Kıza, sen Yahudi’sin değil mi diye sorunca hayır ben önce Almanım diye cevap verdi. Bunu bir devlet sana söyletebiliyorsa seni insan yerine koyuyor olmasıyla ilgili bir durum var ortada.
Buradaki topluma bakacak olursam; her yapı bir meselenin peşine takılıp gitmiş, biri Kürt meselesinin, diğeri Aleviliğin derken hepsi bir şeyin peşine takılmış. Mesela oturup sorunca da bir bakıyorum kendi kimliği adına pek bir şeyden haberi yok. Neden çünkü o kendini oraya ait hissetmiş ve peşinden gitmiş, o kadar biliyor.
Sence buradaki Türkiyeli toplumda sanat dallarının bir karşılığı var mı? Yani sanat toplumda kendine bir yer edinebilmiş mi?
Tabii ki yok. Burada kabaca 600 bin kişilik bir nüfustan bahsediliyor ve bunların geldikleri yere bakmak lazım, o da şöyle ki plastik sanatların cumhuriyetle başladığı bir yer. Avrupa’da ise başka bir hikâye var, buradaki İngilizler tiyatroya ihtiyaçları olduğu için gitmiyor ki, dedeleri gittiği için gidiyor. Sanat onların bir parçası olmuş bizimse bir parçamız değil.
YEŞEREN AMA MEYVE VERMEYEN AĞAÇ
Buraya 1960’larda veya 1970’lerde gelen Türkiyeli göçmen toplumlarının neredeyse üçüncü kuşak nesilleri büyüyor. Sanatın başkentlerinden biri olan ve neredeyse her mahallede bir tiyatro sahnesinin olduğu bir şehirde yaşıyorlar, buna rağmen bu toplum sanatla yeterince içli dışlı olmuyorsa nedeni nedir?
Şöyle bir durum var bir kere buraya başka bir pozisyonda geliyor adam. Mülteci ya da göçmen olmak çok başka bir şey. Hep söylerim, kendime ait bir dünyam oldu benim, yalnızca taksiye binince ya da markete giriyordum hayata karışıyordum öncesinde. Örneğin yine İstanbul’dayken denk geldiğim Mardinli bir taksicinin söylediği ve beni çok etkileyen bir söz olmuştu ki asla unutmam, aslında buradaki durumu da çok iyi anlatır. Şöyle demişti: “Kırmızı toprağa diktiğin ağacı alır kumsala ekersen yeşerir ama meyve vermez.”
Burada da durum farklı değil. Adam buraya gelip sadece yaşıyor, sadece nefes alarak hayatta kalmaya çalışıyor, üretmiyor yani. İsterse 40 yıldır burada yaşıyor olsun, sonuçta o kişinin de annesi babası Anadolu’da yaşadı ve o topraklardan beslendi. Öte yandan Türkiye’nin doğu batı meselesi de var. Gerçi Türkiye’nin batısında da durum çok farklı değil. Bugün batılı bir ailenin haftada ya da ayda kaç kez bir sanat etkinliğine katıldığı, herhangi bir kültürel üretimin hayatında ne kadar yer edindiğini sorgulayalım, sonra ortaya çıkacak cevabı buraya uyarlayabiliriz.
Sanat dünyasının toplumun geri kalanından birçok anlamda farklı olduğunu mu düşünüyorsun?
Zeliha Berksoy’un güzel bir sözü var, sınıfsızdır sanatçı der, kendini bir sınıfta tanımlayamaz. Genelde burjuvaziyle bağlantılıdır ama kendini bir sınıfta tanımlayamazsın. Aslında genelleme yapmak istemem ama şöyle bir gerçek var sanatla uğraşan kimselerin çoğu burjuva sınıfından gelir ve ürettiği sanatı tüketen de yine burjuvadır, dolayısıyla hayatın onların arasında geçer. Ama bir yandan da senin ürettiğin sanat proletaryanın, ezilenlerin sesidir. Fakat onların içine girdiğin zaman karşılaştığın şey ise gerek Türkiye’de olsun gerek burada olsun lümpenlik maalesef.
‘KÜÇÜK BURJUVA SAHTELİK…’
Kendi ifadenle ‘küçük bir dünya’ olarak tarif ettiğin Türkiye’deki yaşamından çıkıp daha büyük ve toplumun geri kalan kısımlarıyla da içi içe geçmiş bir toplumda yaşamaya başladın, peki burada kendini yalnız hissettiğin oluyor mu?
Hayır, en ufak bir yalnızlık hissetmiyorum. (Gülüyor) Ben Türkiye’de olduğumdan farklı bir konumda değilim. Hatta Türkiye’de olduğumdan daha çok saygı görüyorum burada. Bir gün eşim Büşra ile birlikte bir bara (pub) gittik, İngiliz bir adam bana nereli olduğumu sordu, ben de Türküm dedim. Sonra adam “Lokantacı mısın bakkal mısın?” diye sordu. Ben de "Hayır tiyatrocuyum” dedim ve “Karım da ressam” diye açıkladım. Adam bir hayli şaşırdı. Aslında Türkiye’de mesela öyle değil, birine tiyatrocuyum dediğinizde “abi bana da rol versene” diyor hemen adam, yani garip bir ilişki var. Öte yandan burada saygı görüyorsunuz.
Türkiye’deki yaşamına dair özlemlerin oluyor mu?
Aslında hiç olmuyor diyebilirim. Çünkü ben zaten oradayken de son dönemde bir arayış içerisindeydim. İstanbul’dan Datça’ya taşınmıştım, 1,5 yıl orada yaşadım, zaten o dönem bir anda rezidans yaşamından kulübe hayatına geçiş yaptım ve benimle dalga geçiyordu o zaman insanlar. Aslında benim hiç umurumda değildi çünkü oradaki o iki yüzlülük o sahtelik var ya, o küçük burjuva hayatı yaşamak, beni aslında tahammül edemeyeceğim bir noktaya getirmişti. Herkesin aslında sınıf atlama çabasında olduğu, hiç kendiliğindenlik sürecini yaşamadıkları ve kendi kültürleriyle tamamen uzak düştükleri bir şeyden bahsediyorum. Şimdi diyeceksin ki sen de bir parçası değil miydin o kültürün, evet ama o benim kendi kültürümdü zaten. Yani benim dedem üniversite mezunu. Onun da yoktu öyle bir duygusu.
Ankara Anlaşmalılar olarak ifade edilen ‘yeni tip’ göçmenlerin aslında çalışma alanlarına baktığımızda daha önceki yıllarda göç eden kişilere göre farklı meslek gruplarından geldiklerini ve bazılarının beyaz yakalılar olarak sınıflandırıldıklarını duyuyoruz. Sana da bu anlamda benzeri yakıştırmalar yapıldı mı?
(Gülüyor) Sana bir anımızı anlatayım. Bir gün Angel’da bir barda (pub) eşim Büşra ve Türk bir arkadaşımla oturuyoruz. Arkadaşım da bayağı iyi bir piyanist, Hollanda’dan ondan ders almaya gelenler oluyor, öyle iyi piyanisttir. Büşra, ben ve arkadaşım kendi aramızda sanırım sanat muhabbetleri ediyorduk. Tuvalete gittim, o sırada hemen yan tarafta bir kızın telefonda konuşmasını duydum, duyabileceğim kadar yakındı çünkü. Çok ağır bir aksanlı bir Türkçesi vardı. Sanırım arkadaşına nasıl vakit geçirdiğini anlatıyordu telefonda. Şöyle söyledi; “Ya işte pub fena değil, çok dolu sayılmaz yani sadece birkaç tane beyaz Türk var o kadar”. Tabii bunu söylemek çok kolay bir şey. Ben zaten hep önyargının çok konforlu olduğunu söylerim.
TÜRKLÜK, KÜRTLÜK… AVANTAJLAR, KİMLİKLER…
Neden sence sizden beyaz Türk diye bahsetti?
E tabii çünkü onun gibi değilim ya, bir isim takması lazım. Çünkü bu ifade Türkiye’den ithal. Benim aslında hiç sevmediğim bir kavram bu. Post-modernist denen kişilerin Türkiye için uydurduğu bir ifade olduğunu düşünüyorum. Mesela şunu gözlemledim, Türkiye’nin doğusunda da aynı durum var. Türk olmak hiç avantajlı değil. Kürt olunca bir şeye dahilsin, birileri seninle bir şekilde ilgileniyor, adın var yani. Ama Manisalı bir köylünün adı da yok. Yani Türk olmanın da orada hiçbir avantajı yok. Evet mesela Kürt olmanın bir karşılığı var, her ne kadar acı ve ezilmişlik gibi zorlukları olsa da. Ayrıca benim oradaki düşüncem de farklıdır, devletin Kürtlükle ilgili bir sorunu olduğunu düşünmüyorum oradaki mesele Alevilikle ilgili, Aleviliğin muhalif karakteriyle ilgili. Aslında şunu söylemek istiyorum, Yahudi kızın Almanım demesindeki gibi, doğudakinin ben Türküm demesinin bir avantajı.
Bir Kürdün kendisini tanımlarken ben Türküm demesinin nasıl bir avantajı olabilirdi?
Yok işte avantajı. Çünkü kendini ait hissetmekle alakalı. Devlet o kadar sahipsiz bırakıyor ve o kadar insan yerine koymuyor ki seni… Sen alakasızsın çünkü… Öte taraftan bir Kürdün ben Kürdüm dediğinde kendini ait hissettiği kocaman bir kitle var. O sorunlarla ve mücadeleyle yoğrulmuş bir kültürü var orada. Doğal olarak hiç kimsenin kendine Türküm demesinin bir faydası yok. Ancak ve ancak bu düzenden politika üretenlerin kendine Türküm demesi bir anlam ifade edebilir. Yalnızca burada belki bunun bir karşılığı var, o da sadece geldiğin yere atıfta bulunuyorsun bir şekilde. Aslında her şeyi bir kenara koyarsak bana çok kabile işi geliyor bu ben Türküm ya da şu sınıfa aitim şeklinde tanımlamalar. Bir birey kendinden mesuldür, kendini kendinden tanımlamak değerlidir. Bu aitlikler üzerinden tanımlamalar yapmak ancak kültürel bazda besleniyorsan değerlidir. Ben burada Aydın Abi’ye (Aydın Çubukçu) şöyle söyledim; bir hayalim var yani bir kültür merkezi projesi. Diyelim o da Anadolu Kültür Merkezi olacaksa ve orada bir Kürtçe oyun oynanacaksa o Kürtçenin en üst Kürtçe olmasını tercih ederim. Yani orada bir edebiyat varsa dil en iyi düzeyde olmalı. Yani orada oyunu izleyen çocuk o kültürün en iyisini görsün.
Londra’ya son dönemlerde gelen Türkiyeli göçmenlerin adapte olmak konusunda yaşadıkları önemli sorunlar nelerdir sence?
Önce doğru tanımlamak gerekir. Şimdi bir grup kaçarak gelmiş buralara ve çoğunun siyasi kimliği de yok aslında. Ben çok konuştum insanlarla burada. Mesela askerden kaçmış gelmiş ama ben Türk mezaliminden kaçtım geldim diyor. Aslında buraya gerçekten sorun yaşayarak ciddi bir kopuşla, acı çekerek gelen insanın meselesini de biraz küçültüyor. Bu kişilerin genelde İngilizce bilgileri, sistemle alakaları yok ve uluslararası geçerliliği olan bir mesleğe de sahip değiller. Doğal olarak özellikle buraya son 5 ya da 10 yıl içerisinde gelmiş olan kişilerle onların arasında çok ciddi fark var. Birincisi zaten son dönemlerde buraya gelenlerin yüzde 80’i Ankara Anlaşmalı (“Fetöcüleri de” bir kenara atarsan) çoğu Türkiye’de kariyer sahibiler ve çoğunun dışarıya dair bir bilgisi var, zaten ikinci bir dili de biliyorlar.
‘KENDİ ÜLKESİNDEN BU KADAR NEFRET EDEN BİR TOPLULUK GÖRMEDİM’
Şöyle sözlerin sarf edildiğine de şahit oluyorum, buralara sonradan gelen göçmenler hep hazıra kondular eskiden hayat bu kadar kolay değildi diye. Ne düşünüyorsun bu söylemle ilgili?
Çok sağlıklı bir tavır olarak görmüyorum ben bunu. Bu bizim Anadolu’dan ürettiğimiz bir anlayış. Mesela adam Erzincan’dan gelmiştir İstanbul’a, beş sene sonrasında gelen birine “Biz neler çektik” diye dert yakınır. Onun üzerinden mağduriyet üretip o kişiyi sömürmeye çalışır. Buradaki Türkiyeli göçmenlerin de yapmadığı şey değil. Ankara Anlaşmalılar bir numaralı sömürü malzemesiydiler düne kadar. Onu da şöyle açıklayayım; Ankara Anlaşmalı kişinin diyelim reklam ajansı var ve müşterilerine fatura kesmesi lazım. Müşterisi de alacağı reklam hizmeti karşısında, Ankara Anlaşmalı kişinin de iş yapmaya ihtiyacı olduğunu bildiği için şöyle bir tutum sergiliyor; “Sen gel bana fatura kes ama bana verdiğin hizmet karşılığında ben sana sadece maliyetini ödeyeyim” diyor. Çünkü o reklam kampanyasını İngiliz bir firmaya yaptırsa belki de çok daha büyük bir para ödemesi gerekecek, oradaki işveren o durumda ne yapıyor Ankara Anlaşmalı kişinin bir zaafından yararlanıyor.
Yani Ankara Anlaşması olan kişilerin verdikleri hizmetler karşılığında buradaki diğer Türkiyeli göçmenlerden hak ettikleri ücreti alamadıklarını ya da onlar tarafından bedelsiz çalıştırıldıklarını mı söylüyorsun?
Tabii öyle bir durum yok mu? Adam önce gelmiş buraya, restoran açmış, Türkiye’den gelen çocukları çalıştırıyor orada, asgari saat ücreti 8.90 sterlin iken onun saatine verdiği ücret 5 sterlin. Öteki markette çalıştırıyor bir başka göçmeni, sabahtan akşama kadar sırtında yük taşıtıyor ona, karşılığında ise saatine verdiği ücret 4 sterlin. E bunun adı sömürü. Sadece oradaki kendi pozisyonunu kullanarak, kendini çalıştırdığı çocuktan üstün görüyor. Ankara Anlaşmalılar bu duruma fazla kanmadı tabii çünkü onlar da kurtlar sofrasından geliyor, köyden gelmiyor yani… İstanbul ya da İzmir gibi büyükşehirlerden geliyorlar. Zaten kuralları biliyorlar. Bu durum uzun sürmeyince, emek sömürüsü yapan iş verenin tadı damağında kaldı çünkü saatine 4 sterline işçi çalıştırmak, üzerine vergiden kısmak işine geliyordu. Ne güzel dünya! Genellemeler yapmak istemiyorum ama işte bu kişilerin tiyatroyu tüketmemesiyle bu sömürüye ortak olmasının arasından çok net bir bağlantı var. Çünkü o kişinin dünyası bu. Bununla birlikte “Türkler şöyledir ya da böyle insanlardır” gibi sözler söylemeyi sevmem ama şu da bir gerçek: Ben hayatımda kendi ülkesinden bu kadar nefret eden bir topluluğu başka bir yerde görmedim. Şu ana kadar 47 ülke gördüm ve böyle bir duruma başka yerde rastlamadım.
Bu “nefretin” nedenini neye bağlıyorsun?
Yani onun cevabını sosyologlar ya da tarihçiler versin, çünkü bende yok. (Gülüyor) Belki bir iki fikrim olabilir ama ben veremem cevabını. Bir kere ben öyle değilim, bambaşka bir dünyadan geliyorum ve doğal olarak böyle olmayı anlamam da hiç mümkün değil. Benim büyüdüğüm dünyada Aşık Veysel de var Beethoven da var. Benim kucağında büyüdüğüm adam, Vedat Günyol. Kürt kökenli, dedesi eski Diyarbakır valisi olan biri ve bana bunlarla ilgili bütün hikayeleri o anlatıyordu. Hem içeriden hem de çok dışarıdan bir bakış açısıyla bana anlatırdı bu meseleleri. O bildiğimiz ucuz türden bir milliyetçilikle değil yani… Doğal olarak ben hiçbir zaman bu anlayışın içinde olmadım. Düşün Ruhi Su benim Ruhi dedemdi yani, ben şimdi Türkiye’yi nasıl sevmem?
Türkiye’de sıklıkla tartışılan milliyetçilik, ırkçılık gibi kavramların buradaki toplumlarda karşılığı nedir sence? Bir örnekle, kendini ülkücü olarak tanımlayan bir kişi buraya da geldiğinde hâlâ ülkücülüğü savunuyor mu sence?
Ya Türkiye’de bile öyle değiller ki. (Gülüyor) “Biz milliyetçiyiz abi MHP’liyiz” dedi biri bana Türkiye’deyken, ben de” Hüseyin Nihal Atsız’ı tanıyor musun?” diye sorunca bana “Tanımıyorum abi, kim o?” dedi.
Yine buraya dönecek olursak birçok Türkiyeli ailenin çocuklarıyla Türkçe konuşmadıklarına denk geliyorum ve doğal olarak, buradaki Türklerin Türk gibi yaşamaktan ne kadar memnun olduğunu sorguluyorum. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Maalesef gerçekten öyle. Bu da demin söylediğimle çok bağlantılı, beraberinde buraya ne getirdiğinle ilgili bir durum. Hani kendi ülkesinden nefret eden insanlar topluluğunun çocuğuna Türkçe öğretmiyor olması hiç garip değil. Çünkü İngilizcede bir ayrıcalık görüyor, o dili öğrenip Türkiye’ye döndüğünde kendini ayrıcalıklı görüyor. Buradayken de buraya dahil olmuş hissediyor. Doğal olarak burada önce kendi dilini öğrenemeyince üretim yapamayacak kişi ve ağaç gibi yaşayacak.
‘BURADAKİ KÜLTÜRÜMÜZ SADECE SAZ SÖZ, O DA SAĞ OLSUN ALEVİLER SAYESİNDE…’
Burada nasıl bir sanatsal üretim içerisindesin, para kazandıran işler yapabiliyor musun?
Üretimle para kazanmayı ikiye bölüyorum. Çünkü sanatsal üretim parayla aynı oranda bir matematik çizgisinde giden bir eğride değil. Paramı hâlâ çoğunlukla Türkiye’ye yaptığım işlerden kazanıyorum. Ama burada durum şöyle; İngilizlerin kimi kısa filmlerinde oynadım, BBC’nin bir işinde tabii kötü Türk karakterini oynadım. Takdir edersin ki bu tipimle kötü adamdan başka birini oynayamazdım. (Gülüyoruz) Çünkü doğulu tip hiçbir zaman iyi adam olamaz. Ya mağdur olursun ya da kötü adamsındır. Çünkü bu bütün Avrupa’nın sorunu, bunlar önyargıdan ölecekler. Hikâyenin diğer kısmı ise şöyle; buraya geldiğimde Türkçe üretim yapan bir tiyatro ararken bana Arcola Tiyatrosu var dediler, baktım oranın da Türk tiyatrosuyla bir ilgisi yok. Ne Türkiye ile ne de Anadolu kültürüyle hiç ilgisi yok. Yani hiç iler tutan bir yanı yok. Uber’de taksicilik yapan çocuk orada bir oyun oynuyor, izleyiciler eşi dostu oluyor ve günün sonunda o işten para bile almıyor. Yani ayıp, evet biz plastik sanatlarda çok kötüyüz doğru ve tiyatro cumhuriyet ile beraber dünyamıza girdi ama bu durum nedir? Tabii bunlar bizim kültürümüzde değil yani bizim buradaki kültümüz sadece saz söz evet o da sağ olsun Aleviler sayesinde yoksa o da hiç olmayacaktı. Bu kadarı da olmaz ki yani nasıl başka bir şey olmaz?
Türkiye’deyse üreten insanlar var, piyano çalan var, resim yapan var, mimaride ödül alan var ama burada hiçbir şey yok. Yani insan hayret ediyor. Her şeyden önce senin üç bin yıllık kültür geleneğin var. Bakıyorum onların hepsi içimde var, ben buraya gelip de bunu hiç mi koyamıyorum ortaya dedim kendime 2016’da buraya gelince ve ne kadar üzücü… İşte o dönem de ben İrfan’ın (İrfan Şahin) oraya gittim, yani Fieldseat’e. Alt katı tiyatro yapmayı önerdim, o da olur deyince bir plan yaptık. Orada haftanın en az dört gecesi oyun sahneleyecektik. Elbette dört başı mahmur bir oyundan söz etmiyorum ama en azından izleyici, haftanın şu kadar günü Türkçe tiyatro oynanıyor diyecekti. Bir kültürel alan oluşacaktı yani. Oraya giden kişilerle bir muhabbet içerisinde oluyorsun ve o üretim çok değerli.
Bu oyunları sahneleme konusunda sana destek olan tiyatrocular var mı, yani nasıl bir topluluktan bahsediyoruz?
Var tabii… Bana telefonlar yağdı. Büyük bir potansiyel var. Ankara Anlaşmasıyla en son gelenlerin en az yüzde üçü sahneyle tiyatroyla uğraşan insanlar. Tabii kendilerini gösterebilecekleri bir platform olmadığı için hepsi kayıplar şu an.
‘EŞİM ÇIKTIĞINDA TACİZE UĞRAYACAK MI DİYE KORKMUYORUM’
Sanatla uğraşan Türkiyeli kişilerin göç oranında son yıllarda bir artış yaşanıyor mu sence?
Tabii artıyor. Çünkü Türkiye’de sosyal hayatta büyük bir baskı var. Hele ki benim gibi insanların üzerinde çok büyük bir baskı var. Mesela eşim Büşra evden çıkıp Covent Garden’a gittiğinde ben “Acaba sevgilim tacize uğrayacak mı…” diye düşünmüyorum burada ama Türkiye’de korkuyorum. Türkiye’de bir kadın bir adama gülümsediğinde bile tecavüze uğrayabileceğinden korkarsınız ve o adam hiçbir ceza almadan kurtulabilir ama burada öyle bir şey yok. Bu çok önemli bir şey. Türkiye’de iktidar kadını dışarıda görmek istemediği için bu özellikle ürettikleri bir şey. Kadını dışarıda görünce onun çocuğunu da muhalif görüyor toplum. Bir yandan da bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bütün bu olan biteni de kendime yediremiyorum yani bu ürküntü içerisinde olma halini. Zaten kadın olmak dünyanın her yerinde çok zor ama şu var Türkiye’de kadına yönelik bir suç işlendiğinde ceza yaptırımının olmaması suç işleyenleri cesaretlendiriyor, doğal olarak bu çok ürkütücü bir durum.
Aklıma takılan şu oldu, Türkiye’deyken küçük ve kendine has, hatta belki de bir fanusun içindeymişçesine korunaklı olduğun bir dünyada yaşadığını ifade ettin, daha önceki sohbetlerimizden de hatırladığım bu oldu. Peki o dünyanın bu tarz, belki de toplumun geri kalanını daha çok endişelendiren yani yaşamın içinden gelen gündelik korkularına senin de sahip olmanı nasıl açıklıyorsun?
Aslında kendi küçük dünyamızda zaten kendimizi bir anlamda koruyoruz. Ben ve benim gibiler hep öyle yaşıyorlar. Diğer insanlar pek fark etmiyor olsa da bu benimle benzer düşünce yapısında olan insanlar hep birbirleriyle görüşüyorlar. Öyle ufak bir dünyaları var. Ayrıca korunaklı derken özel güvenlikler tarafından korunmuyorlar. Şöyle ki; o kişiler kendini bir şekilde izole ediyor ve toplumun büyük bir kesiminden uzak yaşıyor haliyle. Bir yerden sonra öyle yaşamak zorunda kalıyorsun çünkü. Ama yine de o korku sen de dahil herkes için geçerli.
‘HİÇ NETFLIX İZLEMEDİM, BOLCA KİTAP OKUDUM’
Pandemi sürecinde neler yaptın?
Sahneden uzak kaldık o kötü oldu ve çok güzel bir projemiz vardı o da olmadı ama belki de yeniden provalar alıp daha sonra sahne alabiliriz. Tabii tekrar o motivasyonu oluşturmak gerekecek öncelikle, o da nasıl olur bilemiyorum. Ama kendi adıma, teknoloji dünyasıyla daha haşır neşir oldum. Video düzenlemeyi öğrendim. Hayatın temposu içerisinde kaçırdığım bazı şeyleri tekrar yakalama şansım oldu. Bolca kitap okudum. Neredeyse hiç Netflix izlemedim özellikle söylemek isterim, çünkü orada bize tükettirilen şeylerin gerçekten kötü olduğunu düşünüyorum.
En son hangi filmi izledin?
İyi soru. (Gülüyor) Çünkü çok tekrara düşmüşüm gibi hissediyorum, özellikle son zamanlarda hep 1990’larda yapılan filmleri tekrar izlerken buluyorum kendimi. En son “Yağmurdan Önce” filmini izledim yine. Şu aralar okuduğum bir kitap var aslında, onu sana tavsiye edebilirim, “Yalanın Siyaseti” diye Yalın Alpay’ın yazdığı, post-modernizmi ele alan ve içinde birçok yönetim biçimine dair örnekler bulunan gayet iyi bir kitap.
‘HEM ERGENEKONCU OLDUM HEM DE DARBECİ(!)’
Siyaseten kendini bir yere yakın görüyor musun?
(Gülüyor) Siyaseten kendimi hakka, eşitliğe, bilime ve akla inanan bir yerde görüyorum. Türkiye’de büyük partilerin iktidarda olmasının ekonomik anlamda halk nazarında bir karşılığı yok. Farklı olarak ne oldu AKP iktidara gelince 7-8 senelik bir yalan rüzgârı dolaştı ülkede. Askeri vesayeti yok edeceğiz, Kürt sorunu çözülecek falan denildi. Ne oldu mesela, ben hem Ergenekoncu oldum hem darbeci oldum. Mesela ben siyaseten hiçbir partinin yanında değilim. HDP’nin içinde çok sevdiğim insanlar var, öte yandan HDP’ye benden oy çıkmaz. Çünkü HDP bir Kürt partisi. Bana göre etnik köken üzerinden siyaset yapmak ırkçılığa gitme tehlikesi taşır.
HDP’nin siyasetinin ırkçılığa mı meylettiğini düşünüyorsun?
Hayır HDP’nin siyasetinin ırkçı olduğunu düşünmüyorum sadece oraya gidebileceğini söylüyorum. Aslında HDP’ye bir defa oy verdim çünkü meclise girmelerini istedim ve mutlaka her zaman mecliste olmaları gerektiğine de inanıyorum. Çünkü bir meselenin çözülmesi için konuşmak istiyorsan karşında kulakları olan birinin olması lazım, yoksa kime ne konuşacaksın. İletişim kuramayacaksan neyi çözeceksin. Ama bir daha oy vermem. Çünkü genelleme yapmayı sevmiyorum ama şunu söyleyebilirim, iktidara gelmek isteyen Kürtlerin çoğunun da kafasındaki şu: “Şimdi de biz Türkleri vuralım”. Dertleri bu yani. İktidarı isteyen klasik kafa da budur zaten. İktidara kim gelse aynen bunu yapar. AKP’nin de yaptığı aynı oldu. Ancak sosyalist bir iktidar başka bir yönetimi ister.
Şunu da söyleyeyim, o dönem biz Hayko Bağdat ile birbirimize girdik. Biz bayağı yakın dostken epey kavga ettik, hoş şimdi aramız iyi sayılır ama o zaman anlaşamadık. Ben o zamanlar, “Siz rüya görüyorsunuz arkadaşım, bunların hangi şartlarda iktidara geldiği, hangi politikaları süreceği belli, Kürtlere özgürlük ya da eşitliği vermez bunlar, zaten öyle bir iddiaları da yok” demiştim. Onlarsa AKP’nin askeri vesayeti sonlandıracağına inanıyorlardı. Ama sonunda aynen benim dediğim oldu, askeriyenin içindeki aydınlık kafaların hepsini sonlandırdılar yani askeri vesayet yok edilmedi. Eşitlik ve özgürlük alanından ziyade iktidarın tam tersi İslami ve faşist bir sistem yaratacaklarını söylüyordum nitekim öyle oldu. Zaten o dönemlerin liberallerine dair en büyük derdim de bu. Ben sıradan bir vatandaşım, milyonların okuduğu bir köşem yok. Ama sen okumuş yazmış birisin, geçmişi de geleceği de değerlendirme olanağına sahipsin ama daha iktidarı iyi değerlendirme yeteneğine sahip değilsen git evinde yaz kardeşim, o gazeteleri boşuna doldurma o zaman.
Yeni kültürleri keşfetmeyi ve yeni dilleri konuşmayı sevdiğini söyleyen biri olarak çoğunlukla Türkiyelilerin olduğu bir evde yaşıyorsun, bunun nedeni nedir?
Ne yapayım, ‘Money talks’ (para konuşur). (Gülüyor) Oda paylaşıyoruz burada dediğim gibi, tartışılmaz bir şekilde barınmak burada bir mesele. Sonuçta Londra dünya kapitalizminin merkezi.
Burada ev paylaşma kültürü Türkiye’ye oranla çok yaygın, sence neden?
Türkiye’de böyle bir durum yok. Bu ekonomik bir nedenden kaynaklı değil, az gelişmişlikle alakalı. Türkiye’de kaç kişi karısının dört erkekle aynı evde yaşamasını ister, bir düşün. Gecekonduda oturur o adam ama odalarını paylaşmaz.
‘BOĞAZDA RAKI İÇMEYİ ÖZLÜYORUM’
Türkiye’yi özlüyor musun?
Yani çok özlüyorum diyemem ama mesela boğazda rakı içmeyi özlüyorum. Sonuçta ben üç göbek İstanbulluyum, dolayısıyla tatillerde gidecek öyle bir köyümüz de yoktu. İstanbul’u özlediğim oluyor tabii.
Var mı aklında yeni bir proje ya da hayat geçirmek istediğin bir iş planı?
Bir kere sermayedar olmak gibi bir planım yok. Ama o dediğim gibi Anadolu Kültür Merkezi gibi bir yerin olmasını isterim. Ama gerçekçi de biriyim, şu an mesela Fieldseat var, orada ne yapabileceğimize yoğunlaşabilirim. Burada benim en çok derdini çektiğim şey o entelektüel muhabbete dair hasret. Belki de orayı insanların gelip sanat konuştuğu bir yer haline getirebiliriz. Ya da burada yaşayan göçmenlerin gelip bir oyun izleyerek güldüğü, iyi vakit geçirdiği bir mekâna dönüştürebiliriz.
Yeni bir göçmen adayına nasıl bir tavsiyede bulunurdun?
İyi bir parayla gelsinler. (Gülüyor) Şöyle bir durum var, buraya geldiğin ve hayata katıldığın süreçte parasızlık çekiyorsan zaten üretim şansın sıfırlanıyor. Bir ev bakıyorsun mesela, oturup onun üzerine bir kahve içerek şartlarını düşüneceğin, acaba nasıl olur diye inceleme fırsatının olacağı bir pozisyonun yoksa zaten yapamıyorsun.
***
Söyleşi dizisinin bir sonraki haftaki konukları, yazar ve çevirmen Osman Akınhay, eşi Eylem Asrav Akınhay ve kızı Asyak Akınhay
Haftaya cuma (19 Mart) İleri Haber'de...
Londra'da bir gazeteci Nida Dinçtürk anlattı: 'Göçmenin göçmene ettiği zulmü, yereller etmiyor'
''Buraya gelen her yeni göçmene sanki kendi yemek tabağından bir çatal yemek alıyormuş gibi davrandığı için diğer göçmenler, onun halinden anlamaya çalışmıyorlar ve ona yardımcı olmuyorlar. Yani bir tarafın diğer tarafı anlamaya gerçekten niyeti ve isteği olması lazım, zaten vicdan dediğimiz şey de bu. Empati ondan sonra geliyor. Empati kimseye hedef olup yüklenmiyor. Bence kişinin vicdanına bağlı olarak geliştirdiği bir yetenek diye düşünüyorum. Haliyle burada da bir arada yaşayabilmek için gerekli öncüllerden biri de bu bence.''
05-03-2021 12:34

Hilal Seven - Londra
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
Nida Dinçtürk Türkiye’den İngiltere’ye gazetecilik yolculuğunu anlattı.
Gazeteci Nida Dinçtürk, geçmişte Dünya Gazetesi, TRT Türk ve Sputnik Türkiye'de editörlük ve muhabirlik yaptı, Milliyet Kitap Eki, Milliyet Sanat Dergisi, İyi Kitap ve gazeteduvaR mecraları için kitap incelemeleri yazdı ve röportajlar yaptı. Medyapod'da Anlatsam Roman Olur adında bir kültür-sanat podcast'i ile birlikte Dünya Podcast’i yapıyor. Aynı zamanda Dünya Bülten ve Fikritakip isimli haber platformlarının kurucusu.
Bize biraz kendinden bahseder misin?
(Gülüyor) Zor bir soru. İstanbul Üniversitesi gazetecilik mezunuyum. Gazetecilik bölümünü kazanınca karalar bağlamıştım ama kaderimmiş yani. Mezun olduktan sonra bağımsız yazar olarak çalışmaya başladım. Önce çocuk kitapları incelemeleri yazdım. Tabii bir süre ajanslarda süründüm tahmin edersin ki. Bir gün Cem Erciyes’e, ben Radikal’de staj yapmak istiyorum diye mail attım. Cem Erciyes de çok tatlı bir adamdır sağ olsun beni görüşmeye davet etti ama farklı bir iş için görüştük. TRT Türk’te bir tarih programı için anlaştık ve ben sonrasında süresiz bir staja başlamış oldum. Bir süre sonra tarih programı bitirildi ve Açık Şehir adlı bir kültür sanat programına devam aldım. Yaklaşık bir yıl boyunca kitap karşılığı Açık Şehir’e destek verdim. Ama tabii işsizlik var, alternatif yaratmaya çalışıyordum. Sonra Sputnik Türkiye’de hem muhabir hem editör olarak çalışmaya başladım. Tam da 2013 yılı, Gezi Parkı olayları zamanı, kafamızda üstüne yazıcıdan çıktı aldığımız basın yazısını yapıştırdığımız bisiklet kaskı var, sözde kafamıza bir şey isabet etmesin diye ama aslında hiçbir şey ifade etmiyor tabii ki.
Bir anlamda gazeteciliğin zor dönemlerinde alanda habercilik yaptın?
Aynen öyle, o zaman sarı basın kartı almak hayal tabii. Polis gözaltına almasın diye ozalitten yapılmış basın kartlarıyla alana gidiyoruz. Benim için aslında hem çok heyecanlı hem de korkulu dönemler. Şeyi hiç unutmuyorum mesela, 31 Mayıs günü ben tesadüfen Taksim’deydim ve polis gaz fişekleri attığında Atatürk Kültür Merkezi’nin önündeydim, metal perdeler vardı. Bir anda polis saldırmaya başlayınca gayri ihtiyari kaçmaya başlıyorsun çünkü o zamana kadar polisin coplamasına alışıktık biz, polis gaz bombasını bizi dağıtmak için atıyordu, gaz bombasını bir silah olarak kullanmıyordu. AKM’nin metal perdelerine vurmaya başladıkları an şunu fark ettim, koşuyorum ve ayağımı kaldırdığım her yere bir gaz fişeği düşüyor, hedef alınıyorum yani. Bunu fark ettikten sonra biraz alana çıkmaya korktuğumu hatırlıyorum.
GAZETECİLİĞE KISA ARA: ÇOK ZOR KARAR…
Ne kadar sürdü sahada çalışman?
Gezi Parkı boyunca ben alandaydım, Berkin Elvan vefat ettiğinde cenazedeyim. Hep alandan canlı bildirdim. Bu arada bu çok önemli bir tecrübeydi benim için. Sonra onu yerel seçimler takip etti, ardından 17-25 Aralık dönemi yaşandı. Ben o zaman beynimin yandığını fark ettim, çalışamıyordum artık, yani eve tesadüfen gidiyordum. Bir taraftan çok ciddi bir zihinsel mesai, çalışma koşulları zaten malum olduğu için ayrıca tarif etmeye gerek duymuyorum ve gazeteciliği bırakabilirim diye düşünmeye başladığım dönemlerdi. Özel bir bankadan iş teklifi aldım. Bir prodüksiyon elemanına ihtiyaçları vardı, benim de iş aradığım bir dönemdi, çok zor bir karardı ama peki dedim. Böylece tam zamanlı gazeteciliği bırakarak 4,5 yıl bankada çalıştım. Fakat o yıllar içinde hep gazetecilik yapmak için bir çatlak aradım. Ama o işin hakkını da yemeyeyim, bir tür iç iletişim işi olduğu için o sayede yasaklar sırasında ben Cizre ve Mardin’e gidebildim. O bölgeyi o vesileyle de olsa ziyaret edebilmiş oldum.
Bir banka çalışanı olarak sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde nasıl bir vesileyle gidebildin Cizre’ye?
Aslında yine bir tür habercilik diyebiliriz buna. Çünkü şöyle şeyler deniyordu, sokağa çıkma yasakları yüzünden Doğu bölgesindeki şubeler açılamıyor. Mesela İzmir’deki bir şube Doğu’dan bir şubeden çek bekliyor ama Doğu’daki banka kapalı ve İzmir şubenin orada olandan haberi yok. Çünkü televizyonlar bunları böyle anlatmıyor. Haliyle bizden o bölgeye gidip hem banka çalışanlarıyla hem de müşterilerle görüşüp video röportaj yapmamızı istediler ki, iç iletişimde paylaşılabilsin ve diğer şubeler de Doğu’da ne olduğunu anlayabilsin. Diyarbakır, Mardin ve Şırnak’ta görüşmeler yaptık böylece. Ama bu durum beni tatmin etmiyordu, alanlarda olma hali bir kere kanıma girmişti çünkü… O adrenalini biliyordum.
LONDRA DEFTERİ
Peki bir gazeteci olarak tam da gazeteciliğe ve gazetecilere en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde bankada çalışırken neler hissettin?
Çok kötü ve işlevsiz hissettim kendimi. Yani bankada yaptığım şeyin hiçbir işe yaramadığını ve hiç kimseye bir faydam olmadığını düşünüyordum. Yine de bir şekilde dayandım ama dediğim gibi o zaman içerisinde de hep bir çatlak aradım gazetecilik yapabilmek için. Bir şekilde dışarıdan kültür sanat söyleşilerine ve incelemeler yazmaya devam ettim. 2018’de ise Medyapod’un kurulmasıyla hayatıma podcast girdi. O zaman da “güvenli bölgede kalarak” kültür sanat programı yapmaya başladım ama çok zevk alıyordum. Günün sonunda ise gazetecilik kazandı diye ağlayan kız sonra gazetecilik yapamıyor diye ağlamaya başlamıştı. 2019 Mayıs itibariyle de mutsuzluktan ölmek üzere olduğum için bankadan da istifa edip Londra’ya geldim.
‘BİR KADIN OLARAK HEP İKİ KAT FAZLA MÜCADELE ETMEM GEREKTİ’
Aslında asıl merak ettiğim, neden Londra’ya geldiğin. Daha doğrusu, neden Türkiye’den ayrılmak ve başka bir yerde yaşamak istedin?
Güzel bir soru. Birincisi bürokratik olarak gelebileceğim tek yer burası gibi görünüyordu. İkincisi ise gazetecilik yapmak istiyordum. Türkiye’de bir kadın gazeteci olarak maddi anlamda tek başıma yaşayamayacağımı fark ettim. Bu arada tek başıma değildim, evliydim ama öncelikle tek başıma yaşayabilmeyi sağlamam gerektiğini düşünüyorum. Mesela bugüne kadar kendi adıma hiç fırsat eşitliği, önceliği, gibi bir şeyle karşılaştığımı düşünmüyorum. Hep iki kat fazla mücadele etmem gerektiğini, madden ve manen iki kat fazla yorulduğumu düşünüyorum. Medyanın dili de maalesef eril olduğu için bir kadın gazeteci olarak bununla da mücadele etmeniz gerekiyor. Mesela bunu bizi övünmek adına söylemiyorum ama çalışırken kendi rahatsızlığımla fark ettiğimiz şeylerden birisi, Berkin Elvan dosyasından Gülsüm Elvan’ın hiç ağlamaktan kahrolduğu bir fotoğrafı kullanmadık çünkü ne olursa olsun o kadının çektiği acı zaten hepimizin malumu ve Gülsüm Elvan’ın kendisini bu mücadelede güçlü hissetmeye ihtiyacı var.
‘GÜVENLİK KAYGISIYLA EN ÖNEMLİ NEDENLERDENDİ…’
Aslında bu konuyu biraz daha açalım istiyorum. Hâlâ bir şekilde Türkiye’de yaşayıp gazetecilik yapan insanlar var, yani gazetecilik yaparak da hayatta kalınabiliyor. Bir anlamda 30’undan sonra yeni bir yaşam kurmanın, sıfırdan bir hayata başlayacak kadar güçlü bir kararı vermenin başka bir nedeni olabilir mi?
Aslında biraz travmatik olduğu için hemen doğru yanıt aklıma gelmemişti ama aslında Türkiye’den ayrılmamın en önemli nedenlerinden birisi benim gerçekten can güvenliğimden endişe ediyor olmamdı. O dönem peş peşe patlamalar olmuştu, zaten İstanbul’da deprem riskinin olması ve çok stresli bir hayat yaşıyor olmam da beni daha çok endişelendiriyordu. Biraz kırılgan bir insan olmamdan da kaynaklı Türkiye’deki toplumsal duyarsızlığa karşı daha fazla direnemediğimi fark edince uzaklaşmak istedim.
Öte yandan da başka bir sebep ise biraz da yeni bir şey öğrenme hevesi de diyebilirim. Çünkü benim en çok eksikliğini hissettiğim şey yabancı dildi. Bu arada biz iletişim fakültesinden mezun oluyoruz ama global bir dilde iletişim kuramayarak mezun oluyoruz.
Türkiye’de yaşayan bir gazeteci olarak İngilizceye neden ihtiyaç duydun?
Demek ki daha global bir alana hitap edebilmek istiyordum. Çok net cevaplar veremiyorum farkındayım ama dilin eksikliğini hissediyordum ve çok kısıtlı bir alanda kaldığımı düşünüyordum, sanki bir şeyleri yenileyemiyordum.
Aslında alışkın olduğumuz ve geleneksel olan gazetecilikte bize hep Türkçe yazmayı ve konuşmayı iyi bilmenin ne kadar önemli olduğu anlatılırdı, şimdi bu algı değişiyor mu?
Aslında galiba yanıt bu. Benim 2018 ile 2019 dönemi, gazeteciliği geleneksel olarak algılamaktan uzaklaşıp biraz daha yeni medyayla tanıştığım dönem… Yeni medya dediğimiz şey aslında çok global bir zeminde olan ve etkileşime çok açık bir mecra, haliyle o etkileşimi kurmakta zorlanıyordum.
Podcast serüveniyle beraber da gazeteciliğe bakış açın değişti diyebilir miyiz?
Tabii, hem podcast ile beraber hem de Medyapod’un bir medya girişimi olması ve o girişimin içinde olmak, kendi başına bir haber mecrası yaratabileceğini görmek yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Aslında dille ilgili inadım da bu yeni medyaya dahil olup bu işi sevmekle alakalı. Türkiye’deki gelir modelleri de malum, bir işi sıfırdan kurmak istediğinizde kişisel bir birikiminiz yoksa hiçbir biçimde ortaya sermaye koyamıyorsunuz. Haliyle bu işleri fonlarda destekleyebilmek için uluslararası arenada tarif edebilmek zorunda kalıyoruz ve bunlar için projeler yazıyoruz. Bu yüzden İngilizceye ihtiyacımız oluyor.
Türkiye’deki medya kuruluşlarının sahipleri neredeler, yani neden fonlara ihtiyaç duyuluyor?
Vallahi onu biz de bilmiyoruz. (Gülüyor) Türkiye’deki medya kuruluşu sahipleri kendi sermayelerinin derdindeler!
‘PODCAST’İN GÜZEL YANİ KURALSIZLIĞI’
Son dönemlerde Clubhouse’ta da tanık oluyorum nasıl podcast yapılır sorusu çok yaygınlaştı. Bilhassa bu konuda size danışan tecrübeli gazetecililer de oluyor mu?
Aslında henüz olmadı ama yakındır. Çünkü şeyi biliyorum, Doğan Cüceloğlu bile ölmeden önce podcast yapmayı öğrenmeye çalışıyordu. Tabii platform olarak soru soranlar oluyor ve danışmanlık verdiklerimiz de oluyor. Aslında zor yanı şu; radyoyu TRT ile algılamış bir toplumuz biz, haliyle bir ciddiyet ve kurallar silsilesi olarak algılanıyor, yani televizyona çıkmak kadar mühim bir mesele gibi. Halbuki podcast çok bireysel bir üretime dayalı ve podcast’in atası radyo değildir, blog dediğimiz web günlüğüdür aslında. Biz blogların seslisi olarak tarif ederiz ve bütün literatürde böyle tarif edilir. O yüzden de kendi içinde birçok kural var ama aslında podcast’in en güzel yani kuralsızlığı. Biraz da geleneksel medyada çalışan kişilere bu yeni medyadaki kuralsızlığı anlatmaya çalışıyoruz.
Geçen yılı pandemiyle geçirmiş olmamız sence de podcast yayıncılığına yaradı mı?
Evet tabi… Rakamlar da bunu söylüyor aslında. Geçen sene her iki dakikada bir dünyada yeni bir podcast yayınlanmış.
Peki Türkiye’nin bu alandaki payı nedir?
Açıkçası biz podcast anlatırken hep, “Podcast yapabilmen için bir derdinin olması lazım” diyoruz. Haliyle Türkiye’de çok ciddi bir karşılığı var. (Gülüyor) Yani medya tarafında da ciddi bir karşılığı var çünkü sansür yok ve hiçbir editöre konuk beğendirmek zorunda değilsin, bu da bir özgürlük alanı.
Yeni medya mecralarında en çok dikkatimi çeken dinleyici ile yayıncılar arasındaki mesafenin hızlıca yerini bir arada olmaya, birlikte söz söylemeye bırakması… Bu kimi zaman bir oyuncuyla izleyici arasında yaşanırken kimi zamanda bir gazeteciyle okur arasında oluyor. Deyim yerindeyse mesela Clubhouse’ta sanki online siyaset meydanları oluştu. Bu tarz alanların interaktif yayıncılığa daha çok olanak sağladığını ve gazeteciliği geliştirdiğini düşünüyor musun?
Kesinlikle öyle. Podcast’in de zaten sevilen yanlarından birinin bu olduğunu düşünüyorum. Mesela “Anlatsam Roman Olur” için benim en sık duyduğum yorum şu, ‘Nida Hanım biz masada oturan üçüncü kişi gibi dinledik ne güzeldi’. Çünkü insanların aslında kitabını okuduğu, konserini dinlediği ya da filmini izlediği birisiyle bu tür bir ilişki kurabilme fikri hoşlarına gidiyor. Evet belki podcast’te o soruyu soramıyor ama masadaki üçüncü kişi gibi kendini hissetmesi o formatla bu kadar sıkı bir bağ kurmasını sağlıyor.
‘FİKRİTAKİP BENİM BİR İHTİYACIMDAN DOĞDU’
Biraz da senin kendi çalışmalarına dönecek olursak, 2020 yılı sonunda kurduğun fikritakip platformundan bahseder misin? Nedir fikritakip?
Fikritakip tek cümleyle bir haber arşiv platformu. Aslında bir hafıza çalışması. Benim iş yaparken çok zorlandığım bir detaydan yola çıktı ve sonrasında birçok meslektaşımın bunda çok zorlandığını gördüm. Bir haberin girişini yazarken bile o kadar zorlanıyoruz ki, ne zaman olmuştu, nerede olmuştu, tarih doğru muydu, bu kişi doğru muydu derken aslında her şey karmaşık hale geliyor. Fikritakip’i yapmak istememin öncelikli nedeni buydu. Öte yandan, çok acımasızca unutuyoruz her şeyi. Biz bir dosyayı ele alıp ona haber değeri katan neyse o noktadan başlayarak günümüze kadar neler olduğunu adım adım kaynakçalarla not etmeye çalışıyoruz. Bunu tanıklıklarla zenginleştirmeye çalışıyoruz.
Bugünün güzel ve güneşli havasını saymazsak, Ortadoğu’nun sıcak ve güneşli ikliminden çıkıp bu kadar soğuk ve güneşi az bir iklime gelip yaşamak zor gelmiyor mu sana?
Kesinlikle zor geliyor, hatta sana komik bir anımı anlatayım. Sanırım 2017 yılıydı, arkadaşlarımızla Belçika’da Ostend Plajı’na gittik ve hayatımızda ilk defa ayağımızı kuzey sularına atacağız diye heyecanlıyız ve karşıda bir kara parçası gördüm. Bu arada coğrafyam çok kötü olduğu için İngiltere’nin karşımızda olduğunu ve Belçika’ya o kadar yakın olduğunu düşünemedim. O an, “Ya turistik olarak bile merak etmiyorum İngiltere’yi” dedim. O cümleyi kurduktan 2 yıl sonra aynı gün Londra’ya taşındım. (Gülüyor)
Peki iyi ki Türkiye’den başka bir yerde yaşıyorum diyebiliyor musun?
Aslında şu var, İngiltere’ye gelmek bir anlamda beni girişimci olmaya zorladı. Türkiye’de buna cesaret edemezdim. Özellikle Türkiye’de ’90 doğumlu çocukların çoğunda da vardır, hepimizin babasının bir batış hikayesi var. Ticaret yapmak ya da kendi işini kurmak benim için inanılmaz korkutucu şeylerdi. Ama buraya gelmekten ve Ankara Anlaşması vizesi yüzünden girişimci olmak zorunda kalmaktan çok mutluyum.
‘TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK İÇİN DİRENENLER İYİ Kİ VAR…’
İngiltere’de bizzat tanık olduğum bir tablo ise gazeteciliğin, esasında bilgiyle alakası olan mesleklerin birçoğunun kıymetinin olduğu. Türkiye’de bunun aksine neden olan nedir?
Bence Türkiye’de gazetecilik son dönemlerde itibarsızlaştırıldı. Eskiden çok saygın bir meslekti. Ama 2000’lerle birlikte iktidar aslında gazeteciliği o kadar iktidarsızlaştırdı ki hem toplum nezdinde hem ekonomiyi yönetenler olarak bu iş artık gayri ciddi bir hale getirildi. Oysa ki hâlâ çok takdire şayan işler yapılıyor. Türkiye’de gazetecilik yapmaya direnen bütün insanlara acayip saygı duyuyorum ben ve çok daha fazlasını hak ettiklerini düşünüyorum. Bu sırada bu inadın da bir yere varacağına inanıyorum. Çünkü bir taraftan da gerçekten yaptığımız işin karşılığı olduğunu hissettiren, bunun için takdir eden, maddi manevi destek veren insanlar da var. Şimdi onları da yok saymak çok ayıp olur. Bu inancı da bu inadı da o bir avuç azınlık insan canlı tutuyor. Ve iyi ki varlar yani. Bir taraftan da her şeye rağmen hala gazetecilik yapan insanlar varlar.
Umarım öyle olur yoksa geleceğimizi pek güzel günler beklemiyor…
Ama baksana her yerden kaçıyoruz. Gazetelerden atılıyoruz kendimize alanlar kuruyoruz. Alternatif medya diye bir şey yarattık. Ruşen Çakır gitti Maslak oto sanayiide, kaportacının yanında stüdyo kurdu. (Gülüyor) Perdelerle ayırdılar, burası stüdyo dediler ve öylece orası stüdyo oldu, şimdi neyse ki biraz daha rahat bir yere geçebildiler. Yani birçok insan bir ofisi olmasa bile bir platform yaratmaya çalışıyor. Yani kapıdan kovsalar bacadan girmeye çalışıyor, işimizi yapıyoruz!
Aslında Türkiye’de gazeteciliğin geldiği yere bakınca gazetecilik direnişi bir anlamda alternatif medyayı doğurdu diyebilir miyiz?
Tabii ki… Şimdi ben herhangi bir iş için proje teklifi yazarken önce Türkiye’deki bu alternatif medya ve ana akım medya ayırımını anlatmak zorunda kalıyorum. Çünkü bir karşılığı yok. Ne acıdır ki Türkiyeli olduğumuz için ne dediğimiz yine de bir şekilde anlaşılıyor.
‘İNGİLİZLERİ KAFAMIZDA FAZLA BÜYÜTMÜŞÜZ’
Peki buradaki Türkiyeli ve Britanyalı toplumlara bakınca ne gibi kültürel farklılıklar görüyorsun, senin için çarpıcı olan ne oldu?
Ya benim için şu çarpıcı oldu İngilizleri biraz gözümüzde fazla büyütmüş olabiliriz. (Gülüyor) Türkiye’de belki de Arap kültürünün etkisiyle çok idealize edilmiş bir Batı algısı var ya, batıdakilerin hep çok lüks içinde yaşadığını düşünüyoruz. Mesela kapitalizmin doğduğu topraklar diye andığımız bir ülkede ikinci el eşya tüketiminin bu kadar yüksek olması beni inanılmaz iyi hissettiren şeylerden biri oldu. Bu anlamda kolay adapte oldum. Henüz iki yılın tecrübesiyle söyleyebilirim ama İngilizlerin genel olarak mütevazi olduklarını gördüm. Bizim topluma bakınca ise şunu söyleyebilirim, biz göç ettiğimizde bile ayrışabiliyoruz.
Memet Ali Alabora, “Richmond yeni Cihangir oldu” demişti, haklı şu sebeple; 1980’lerde tekstil işçisi göçüyle buraya gelen peşinden de ailelerini getiren Türklerle, 2000’lerdeki beyaz yakalı göçü çok ciddi farklılık gösteriyor. Mesela biz kendi aramızda bile ayrışıyoruz. Burada mecliste ilk Türkçe konuşan kişi aslında bir Kürt fakat Kürt’e hala Kürt diyemiyorum ben İngiltere’de çünkü burada hâlâ inatla o insanların varlığını reddeden bir kitle var. Bırak artık kardeşim İngiltere’ye gelip de burada Kürt’ü neden hala reddediyorsun? Kaldı ki aslında Kürt toplumu Türklerden çok daha önce buraya göç etmiş. Belki de Türkiye’deki baskılardan yılarak göç etmiş. İnsanların yakasından düşer misiniz artık yani?
Yani göçmenin göçmene ettiği zulmü bilmiyorum yereller göçmenlere ediyor mu? Ben etmediklerini düşünüyorum. Ben bunun okumuşluk düzeyiyle de alakalı olduğunu düşünmüyorum. Bu vicdani gelişmişlikle alakalı.
ÖNCE VİCDAN VE SONRA EMPATİ…
Buradaki vicdani gelişmişlikten kastın nedir bunu biraz açar mısın?
Empatik değiliz Hilal, dil öğrenmekte zorlanmamızın bir nedeni de bu olabilir yani. Karşı tarafın ne dediğini anlamaya ne kadar açığız ben bazen şüphe ediyorum. Örneğin buraya gelen her yeni göçmene sanki kendi yemek tabağından bir çatal yemek alıyormuş gibi davrandığı için diğer göçmenler, onun halinden anlamaya çalışmıyorlar ve ona yardımcı olmuyorlar. Yani bir tarafın diğer tarafı anlamaya gerçekten niyeti ve isteği olması lazım, zaten vicdan dediğimiz şey de bu. Empati ondan sonra geliyor. Empati kimseye hedef olup yüklenmiyor. Bence kişinin vicdanına bağlı olarak geliştirdiği bir yetenek diye düşünüyorum. Haliyle burada da bir arada yaşayabilmek için gerekli öncüllerden biri de bu bence.
Türkiye’de olmaya dair en çok neyi özlüyorsun?
En çok Kadıköy’ü özlüyorum, o yüzden de Kingston’a yakınım. Bir sokaktan çıkıp su kenarına varabilmek, insanların nehir kenarında oturup bira içmesi, hemen ötede bir parkta yeşilliklerin olması ve de çok çeşitli yemek yerleri var ve aynı zamanda alışverişini yapabiliyorsun. Sanırım o yüzden burayı Kadıköy’e benzetiyorum.
Buradaki hayatında seni çok zorlayan ya da adapte olmanda güçlük çekmene neden olan bir şey oldu mu?
Öncelikli zorlandığım şey sanırım sosyal hayat. Ne olursa olsun benim burada İstanbul’daki kadar çok arkadaşım yok. Sosyal yaşamında bir değişiklik oluyor hayatında bence buna adapte olmak pek kolay değil. İkincisi, enteresan bir şekilde yemekle ilişkim bozuldu, ağzımın tadı bozuldu diyebilirim. Öte yandan en hızlı adapte olduğum şey ise bisikletle seyahat etmek oldu. Bir de kişiliğime uygun bir yerde yaşadığımı düşünüyorum. Mesela annem çok tez canlı biridir, şöyle ki; annem araba kullanınca minibüs şoförü gibidir bense çok sakinimdir, kahve almak için dakikalarca sıra beklerim gıkım çıkmaz. O yüzden annem buraya geldiğinde bana şunu demişti: “Kızım çok kendine göre bir yer bulmuşsun”.
'BAMBAŞKA BİRİ'
Sana şimdiki yeni hayatını bir şarkıyla tarif et desem hangi şarkıyı söylerdin?
(Gülüyor) Hiç düşünmemiştim, bu çok zor bir soru. Ama sanırım şey gibi olurdu, Ajda Pekkan’ın “Bambaşka Biri” şarkısı.
Bir anlamda yeni yerlerde yaşamak ve Türkiye’den ayrılmak isteyenlere bir önerin var mıdır?
Aslında ben buraya gelmeye çalışırken bana destek olmaya çalışan arkadaşlarım çok iyimser tablolar çizdiler ama göçmenlik gerçekten zor bir şey. Ve ben ne kadar tarif etmeye çalışsam da ancak bunun zorluğunun yaşanarak anlaşılabileceğini düşünüyorum. Bunu kimsenin hevesini kırmak için söylemiyorum ama bir taraftan çok ciddi bir mücadelenin içine giriyoruz o yüzden bu zorluğa hazırlıklı olmak lazım. Buraya en şahane koşullarla gelenler bile bir şekilde zorlanıyorlar ve aynı yerlerden vurulabiliyoruz günün sonunda. Bazı manevi eksikliklerin gerçekten karşılığı yok.
Bir gün Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyor musun?
Galiba, ama hiç emin değilim. (Gülüyor) Hiç önümü göremiyorum, o kadar ciddi bir belirsizliğe sapladı ki beni göçmen olmak. Ama sanki döneceğim… Neden hâlâ Türkçe işler yapıyorum? Memet Ali Alabora neden 40 yaşından sonra Galce çalışırken ben hala Türkçe çalışıyorum? Aslında burada yanıtını veriyoruz sorunun…
Londra’nın bir ucundan diğer ucuna seyahat etmeme vesile olan bu söyleşi sayesinde Nida ve Burak çiftinin hazırladığı şahane bir kahvaltı sofrasına teşrif ettim. Belki de haftalardır ilk kez böylesine doyurucu bir güne başlıyor ve muhabbetimizi demlenmiş çayla taçlandırıyorduk. Mesleğin zorluklarından, evlerin küçüklüğüne, gelecek hayallerimizden, memleket hasretine birçok konu hakkında konuştuk. Aslında Nida Dinçtürk bir kadın gazeteci olmanın zorluklarını anlatırken nasıl da güçlü bir şekilde bu zorlukların üstesinden geldiğini, kurduğu işler ve yaptığı projelerle nasıl da birçok gazeteciye ilham olduğunun ve destek verdiğinin belki de henüz yeterince farkında değildi, belki de bir çoğumuz onunla aynı durumdayız. Lakin şöyle de bir hakikat var, tıpkı yaşamın kendisini güzelleştirdiği gibi haberin de dilini elbette kadınlar güçlendirecek. 8 Mart Dünya Kadınlar günü vesilesiyle, tüm kadın gazetecilerin gününü Virginia Woolf’un sözleriyle kutlamak istiyorum.
“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.”
————
Söyleşi dizisinin üçüncü konuğu, oyuncu ve seslendirme sanatçısı Günyol Bakoğlu
Haftaya Cuma (12 Mart) İleri Haber'de...
Memet Ali Alabora anlattı: Galler dizisinde Ahmet Kaya şarkısı söylerken ağlamak…
"Bir yerin lokali olmaya çalışın, gittiğiniz yerli olun, o kentli o mahalleli o köylü olmaya çalışın. Elbette kendi hayatınızı ve bazı şeyleri oraya götüreceksiniz ama oralı olduğunuz zaman bence bambaşka keyifler alacaksınız."
26-02-2021 01:09

Hilal Seven
Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.
İlk söyleşide Memet Ali Alabora, Galler’de sürdürdüğü yeni yaşamını anlattı.
Bundan yirmi yıl önce bana akrabalarımın ekonomik sebeplerden ötürü kebap emekçisi olarak göç ettiği topraklara Memet Ali Alabora da politik bir oyuncu olarak göç etmek zorunda kalacak deseler muhtemelen ya inanmazdım ya gülerdim. Peki, nasıl oldu da Türkiye’nin en ünlü oyuncularından biri Galler’de bir göçmen oldu?
(Gülüyor) Öyle soruyu sormak kolay da cevabı o kadar kolay değil. Tabii ki her şey 2013’teki Gezi süreciyle oldu. Ben o yıl ülkeden ayrılıp daha sonra da dönmeyi tercih etmedim. Geldiğim ilk yer Galler oldu ve burada kalmaya karar verince Gallerli olmuş oldum. Burada neredeyse yeniden bir hayat kurdum. Hem bir tiyatrocu ve tiyatro yönetmeni olarak hem de yaratıcı işler yapmaya çalışan ajans sahibi biri olarak, yeni bir hayat kurmaya çalıştım ve Galler de benim evim haline gelmiş oldu. Böyle planlanmış bir şey değildi tam olarak. Neden Galler’e geldiğimiz çok soruluyor. Bu da birtakım tesadüflerin sonucunda oldu ama neden Galler de kaldığım aslında daha önemli bir soru haline geldi artık.
‘GÖÇ DNA’MIZDA VAR’
Peki göçmen olmak nasıldır, biraz tarif eder misiniz?
Benim durumum göçmenlikten biraz farklı. Hani göçmen misin, sürgün müsün, mülteci misin… Hatta ilk kez bana mülteci kelimesi söylendiği zaman, “Ben mülteci miyim?” diye düşündüm. Mültecinin anlamına baktığın zaman aslında uyuyor, çünkü sürgün olanlar da mülteci oluyorlar. Sonra sürgün olmakla mülteci olmak arasında gidip geliyorsun. Aslında tabii ki göçmensin, her şekilde bir yerden bir yere göçmüş olduğun için göçmensin. Göçmenlikle ilgili fikrim şu; Türkiyelilerin yoğunlukta olduğu bir masa kurarsanız, neredeyse herkes göçmen olacaktır, her zaman ve her yerde. En azından yüzde 80’i göçmen olacaktır. Yani mutlaka biri diyecektir ki “biz aslında Selanik göçmeniyiz”, diğeri diyecek ki “Girit göçmeniyiz”, bir diğeri diyecek ki “biz Diyarbakır’dan gelmişiz”, "aslında biz Dersimliyiz de Sivas’a, Erzurum’a gelmiş bizimkiler” şeklinde… Ama bu Türkiyelilikle ilgili bir durum. Burada öyle değil. Galler’de bir masaya oturduğunuz zaman öyle olmayacaktır. Dolayısıyla oradan baktığımız zaman neredeyse göç DNA’mızda varmış gibi bir durum var.
Yani göçmenlik Türkiyelinin kaderi mi?
Emre Koyuncuoğlu 2017 yılında Eurotopia adında bir proje yapmıştı Theatre Freiburg’da. Proje mübadeleyle ilgiliydi. Müslüman nüfusla Hristiyan nüfusun Yunanistan ile Türkiye arasında değiştirilme hikayesiydi. Şimdi ben de bir mübadil ailenin devamıyım. Benim babam ve dedem İstanbullu, dedemin babası Selanik göçmeni. Anne tarafından da yine oralara uzanıyor. Mesela bunun bir travma olarak aktarıldığını hiç hissetmemiştim ya da duyumsamamıştım Emre’nin oyununu görene kadar. Aslında oyuna baktığında, bunun bir travma olduğunu ama bizim neden o şekilde yaşamadığımızı sorguluyor. Oradan baktığın zaman 1910 yılında baba tarafından aile İstanbul’a gelmiş. İşte yüz yıl kalmışız. O kadar tutunabilmişiz. (Gülüyor) Şimdi bir göç daha. Muhtemelen onlar da Selanik’e bir göçle gitmişlerdi. Dolayısıyla aslında göçmenlik bana benim geldiğim coğrafyadan daha geniş bir şey düşündürtüyor.
Yeni yaşamınız sizde neyi değiştirdi?
Her şeyi değiştirdi ya… (Gülüyor) Tabii ki değiştirdiği ve değiştirmediği şeyler var. Bir kere bakış açısını değiştiriyor, en önemli şeylerden bir tanesi o galiba. Uzaktan bakma hali. Hem kendi yaratmış olduğun kimliğe hem içinde büyümüş olduğun kültüre hem içinde büyümüş olduğun dile belli bir mesafeden bakabilme hali, bana yeni perspektifler kazandırdı. Hem kendimle ilgili hem geldiğim ülkeyle ilgili hem de bu ülkeyle ilgili. Dolasıyla bu benim için iyi ve değişik bir deneyim oldu. Belki de insanın uzaktan bakabilmesi iyi bir şey. Ben İngilizceyi çok uzun yıllardır konuşuyordum, sağ olsunlar anam babam bir daire parasını özel okula yatırıp da bizi özel okula gönderebilmişler. Dolasıyla çok uzun zamandır İngilizce konuşuyorum. Ama İngilizce yaşamak başka bir şey ve tabii ki İngilizcem bambaşka bir yere evirildi. Şu anda İngilizce dilinin, Birleşik Krallık’taki kültürün hemen hemen her kıvrımını anlayabilecek durumdayım ve bu bana keyif veriyor açıkça söylemek gerekirse. Çünkü o zaman bu kültürü tam olarak yaşayabiliyor olduğumu hissediyorum. Sonuçta bizim yaptığımız işin ham maddesi dil olduğu için dil çok önemli bir şeye dönüşüyor. Ek olarak Galce bir dizide oynadım. Hayatında ne değişti diyorsun ya hani, adını bilmediğim bir dilde, böyle bir dilin varlığını bilmediğim bir dilde dizide oynadım. Hayatımda değişen şeylerden bir tanesi bu. Bir de ben hep şöyle baktım açıkçası, eğer ikinci bir şans verilse ne yaparsın diye sorarlar ya hep, sen de dersin ki, şimdi ki aklım olsa şöyle yaparım böyle yaparım… E işte verildi, şimdiki aklında var, ne istiyorsan ol. İstiyorsan kebapçı ol, istiyorsan tiyatrocu ol, ne istiyorsan onu ol yani. Dolayısıyla birazcık da o oldu. Onun için daha çok tiyatro yönetmenliği oldu. Tabii, oyunculuk yaptığınız zaman daha çok görünen o olmuş oluyor. Ama benim daha çok yaptığım aslında oyunculuk olmadı geldiğimden beri.
GALCE DİZİDE BİR DENİZ, BİR DE EKİN…
Peki oyunculuk da bir anlamda farklı hayatları yaşamak, yorumlamak, anlamak, hissetmek değil mi? Buradan hareketle yeni bir yaşam kurmak bir oyuncu için daha da avantajlı olur, diyebilir miyiz?
Aslında tam öyle olmuyor, çünkü o bir meslek. Oyunculuğun kattığı birtakım şeyler ona yardımcı olabilir tabii ki ama bence ondan daha da önemlisi şu: Eğer bir oyuncuysanız, sanatla uğraşan biriyseniz, bilim insanıysanız, bir gazeteciyseniz, ya da bir akademisyenseniz, -bu örnekler çoğaltılabilir- yani belli bir çevresi olan bir işi yapıyorsanız zaten başka bir ülkeye gittiğiniz zaman ilk bulacağınız insanlar kendi ülkenizden olan insanlar değil, kendi alanınızdan insanlar olacaktır. Gazeteciysen gazetecileri bulacaksın, matematikçiysen matematikçileri bulacaksın. Bunu bulabiliyorsan aslında çok tanıdık bir yerde oluyorsun. Buradan deminki göçmen sorusuna da dönüyorum, göçmen olmuyorsun yani. Tiyatro dünyanın her yerinde aynı ve tiyatroya gittiğin anda o kadar aynı ki her şey, aynı dili konuşuyoruz. Aynı şeyleri yaptığımız bir ortam orası. Biz böyle bir millet gibiyiz yani. Aynı şeyi gazeteciler için de, akademisyenler için de söyleyebilirsin, nükleer fizikçiler için de…
Geçenlerde S4C kanalında yayınlanan Fflam adlı Galce dizide rol aldınız. İki Türkiyeli karakterin hikayeleri etrafında da şekillenen senaryonun sizlerden esinlenerek yazılmasından bahseder misiniz biraz?
Pınar da ben de aynı yapım şirketinde, yönetmen Pip Broughton tarafından çekilen Un Bore Mercher, (İngilizcesi “Keeping Faith”) adlı dizide oynamıştık. Oradan bir tanışıklığımız var Pip’le ve bizim hikâyeyi çok iyi biliyordu zaten. Sonra başka bir dizide daha bize rol teklif etmişti. Bu dizideki rolü gerçekten bizi düşünerek yazmış. Önce bir test yazımı ve çekimi yapıldı sonra da “Evet, devam edelim güzel fikir” dediler ve bu proje hayata geçmiş oldu. Biz dahil olduktan sonra ben senaryodaki bazı şeylerin daha otantik olabilmesi için ufak tefek müdahalelerde bulundum ve ortaya Deniz ve Ekin ismiyle iki tane karakter çıkmış oldu.
Bir izleyici olarak iki Türkiyeli oyuncunun Galce bir dizide rol almasını ben çok heyecan verici bulurken bir oyuncu olarak sizin nasıl hissettiğinizi hayal edemiyorum. Nasıl bir duyguydu?
Çok güzel bir duygu elbette. Bir kere inanılmaz zordu, özellikle ezber yapma kısmı. Ben zona çıkardım set sırasında… Gerçekten stresliydi ama çok keyifliydi. Dilin içinde böyle var olabilmek çok iyi, çok özel bir duyguydu. Çok müthiş, çok keyifli bir setle çalıştık. Bazen setler çok güzel olur kimileri ise çok güzel olmaz, şimdi yalan söylemeyelim yani… Her zaman çok tatlı insanlar bir araya gelmez. Bu sefer çok tatlı insanlar bir araya gelmişti ve çok güzel bir çalışma oldu.
Peki Birleşik Krallık’a ilk geldiğiniz zaman Galce bir dizide oynayacağınızı hayal etmiş miydiniz?
Benim aklıma gelmezdi. Galce diye bir dil olduğundan, çok fazla da insanın konuştuğundan, hayatın içinde devam ettiğinden, Britanya’nın bir yerinde başka bir dilde konuşulduğundan haberim yoktu. Burada İngilizce konuşulur ya, yani doğrusu biz öyle biliyoruz ya… (Gülüyor) Dolayısıyla burada evet biz İrlandalıların, İskoçların, Gallerlilerin yaşadığını öyle ya da böyle biliyoruz ama bana uzaktan, bir ülke var bu da onların tatlılıklarıymış gibi geliyordu. Birleşik Krallık tarihini o kadar bilmediğim için böyle bir derin yarılma olduğunu da hissetmiyordum. Buraya geldikten sonra şunu görüyorsun; politik olan yarılmaları geçiyorum, kültürel olan yarılmaları, ayrılıklar da inanılmaz. Burada gerçekten dört ayrı ülke var. Bu dört ülke arasında birinden diğerine geçtiğin zaman bu ayrımı anlıyorsun.
'EN ÇOK ACITANLAR, TESLİM OLANLAR’
Türkiye’de yaşamaya dair en çok neyi özlüyorsunuz?
Bunun cevabı hep aynı. Lüfer.
Yine Türkiye’ye dönecek olursak, Türkiye’de yaşayan sanatçıların birçoğunun Gezi’den sonra ülke gündemine karşı daha temkinli yaklaştıklarını ve politik duruşlarının değiştiğini düşünüyor musunuz? Özellikle sanat dünyasından aynı projelerde yer aldığınız bazı kişilerin sizi yalnız bıraktıklarını düşünüyor musunuz?
Türkiye o kadar olağanüstü bir durum yaşıyor ki… Tedirgin olanları, çoluğunu çocuğunu düşündüğü için bir şeyler yapmayanları anlıyorum ve açıkçası insanlara cesur olmalarını söylemek ya da insanlardan cesur olmalarını beklemek büyük bir sorumluluk bence. Yani bir insana “Cesur olun kardeşim!” nasıl denir ki, bana zor gelir. Hani ben fikrini her zaman söylemiş biri olsam bile başkasına dönüp “Sen de söyleyeceksin!” demekte zorlanırım. Tabii ki nadir de olsa fikrini söylemeye devam eden arkadaşlarım oldu. Ama sanıyorum bir çetele tutulacaksa, hayali bir çetele -yani oturup da yazmıyorum bunları ama- teslim olanlar en çok acıtanlar galiba. Ve bu teslimiyet kimi zaman birlikte fotoğraf çektirmek, kimi zaman daha öteye giden bir teslimiyet olmuş oluyor.
Bir de sanırım Gezi döneminden size söylenmiş bir söz olduğundan bahsetmiştiniz. “Yemeği beraber yedik hesap sana kaldı” şeklinde… Bu sözden hareketle, bir anlamda, hesaba el atan, size destek veren dostlarınız oldu mu?
O bir tweet miydi, Ekşi Sözlük’te yazılmış bir şey miydi tam olarak hatırlamıyorum ama birinin söylediği çok tatlı bir şeydi. “Abi niye sen günah keçisi gösterildin anlamıyoruz ki, şey gibi oldu yani yemeği biz yedik hesap sana kaldı gibi oldu” demişti ve çok hoş bir şeydi. Çünkü bir meseleyi çok güzel anlatıyor… Niye ben olduğumu, hâlâ bilmiyorum. (Gülümsüyor) Bununla birlikte, elbette yanımda olan dostlarım oldu ama şimdi birinin adını söylesem diğerine haksızlık etmiş olurum. O yüzden isim vermem doğru olmaz. Geçenlerde yine online meyhanede bunun muhabbetini yapıyorduk. Haftanın bir iki günü online meyhane yapınca orada bu muhabbetler hep geçiyor… Şunu net olarak söylemek isterim, evet, birçok insan teslim oldu ama hiç unutulmamış olmak ve Türkiye’de ve Türkiye’den de göç etmiş binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın bir şekilde hatırlıyor olması, gönüllerinde bir yerimin olması ve bir şekilde desteklerini bir yerden küçük bir mesajla ya da Youtube’da bir şeyin altına yorum koyarak gönderiyor olmaları belki de benim daha güçlü olmama ya da kendi ayakları üzerinde durabilmeme katkı sağlayan önemli unsurlardan biri. Bunu burada ifade etmem ve teşekkür etmem lazım.
KUM GİBİ VE GÜLTEN KAYA’NIN TELEFONU…
Birazdan belki konuşacağız diziyi ama Galce oynadığım dizide rol gereği Ahmet Kaya’dan “Kum Gibi”yi söyledim. Dizide rol gereği dama çıkıyorum, sevgilim gitmiş, elimde bir rakı Kum Gibi’yi söylüyorum. O gün benim doğum günümdü ve çok özel bir gündü çünkü Ahmet Kaya’nın şarkısını söyleyecektim. Kaldı ki, Ahmet Abi’yi ben çocukluktan beri iyi tanırdım, evine gidip çıkmışlığım, yazları birlikte geçirmişliğim var. Sürgünde ölmüş bir adam. Ben de sürgündeyim, doğum günümde onun şarkısını söylüyorum, bir sahnenin içinde. Sabahleyin hiçbir bağlantı olmaksızın, durup dururken Gülten Abla (Gülten Kaya) aradı ve benim ilk sorduğum soru, “Abla telifle mi ilgili aradılar?” oldu. Çünkü yani 15 senedir konuşmamışız. Dedi ki, “Hayır Memet Aliciğim çok özledim ben seni, kaç yıldır ben senin sesini duymadım, bir merhaba demek istedim”. Bu arada o hafta Kum Gibi’yi öğrenmeye çalıştığım için sürekli o parçayı dinliyorum. Hafızamı tazeleyeyim diye dönüp bir daha Ahmet Abi’nin hikayesine bakayım istedim. Elbette hepimiz ne olduğunu iyi biliyoruz ama detaylarıyla ne olmuştu… O çatal fırlatma hikayeleri ve sonrasını. Ve şunu söyleyeceğim, o zamanlar ben daha gençtim ama yine de 2000 yılına geldiğimizde ben de artık magazin camiasında tanınan biriydim. O zamanlar hepimiz ben de dahil Ahmet Abi’yi o kadar yalnız bırakmışız ki, o kadar büyük bir sürgün olmuş ki ve o sırada da fazla milliyetçi bir söylem varmış. Tam böyle Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardı, milliyetçiliğin tavan yapmış olduğu zamanlar, böyle de bir retorik varmış Türkiye’de. Dolayısıyla Ahmet Kaya yapayalnız bırakılmış. Büyük ihtimalle adam kederinden ölmüş yani.
Aslında burada bir itiraftan hatta güçlü bir özeleştiriden bahsediyoruz…
Magazin Gazetecileri Derneği Gecesi’nde orada değildim. Ama sonrasında mesela yitti gitti yani. Benim o sırada, Yılan Hikayesi’nin ilk yılı, şöhretimin ünümün en parladığı zamanımdı. Ama, Ahmet Kaya ne yapıyordu? Hani hepimizin bir şeyi var orada. Ahmet Kaya çok ünlü bir adam çünkü… Öyle alternatif bir figür değil yani, o çok popüler biriydi.
O zaman bir yerde Ahmet Kaya’nın sevenleri, dostları da dahil ona destek vermeyen herkes ölümünden bir anlamda sorumlu mu?
Yani bunu söylemek bana düşmez. Onu Gülten Abla çok daha iyi söyleyecektir, çok daha yakından söyleyecektir. Ben duygumu söylemek istedim, o anlamda da benimkinin bir farkı var. Kendimi Ahmet Abi ile karşılaştırmak değil ama ister istemez insan kafasında karşılaştırmalar yapıyor. Gülten Abla’nın o aradığı gün nutkum tutulmuştu, bütün gün sette de onu anlattım. O sahnede mesela izleyince ağladığımı göreceksiniz, pek de rol yapmadığımı anlıyor olacaksınız.
‘ETKİLEŞİM BENİM İÇİN DEĞERLİ’
Dikkatimi çeken bir başka konu ise birçok ünlünün aksine Instagram hesabınızdaki paylaşımlarınıza gelen soru ve yorumların neredeyse hepsine tek tek cevap veriyorsunuz, ya da bir şekilde etkileşim sağlıyorsunuz. Doğrusu buna şaşırdığımı söylemeliyim çünkü gündelik hayatta ben bazen mesajlarıma bakmayı unutabiliyorum. Peki, siz bunu yapmayı nasıl sağlıyorsunuz?
Aslında hâlâ cevap veremediklerim var. Instagram’dan istek diye gelen mesajları başka bir yere aktarıyorum ve sonra vaktim olduğu zaman onlara bakmaya çalışıyorum. Şöyle hissediyorum açıkçası, yani Instagram’da öyle oldu; orası biraz daha kapalı bir topluluk gibi ve insanlar çok güzel mesajlar gönderiyorlar, çok güzel şeyler söylüyorlar ve o zaman o etkileşim değerli oluyor benim için. Çünkü galiba benim için etkileşim değerli. Benim galiba işim o. Sadece aktör olarak demiyorum, hayatım boyunca sevdiğim şeyler onlar oldu. Örgütlenmek, bir şey kurmak, bir şeyi yoktan var etmek, bir oyun yapmak, bir film yapmak ya da bir mekân kurmak gibi yani, eylem yapmak aslında etkileşmek bir araya gelmek gibi. Aslında bir araya geliyoruz. Onlar bir araya gelip bize el sallıyor gibi olunca sevmiyorum… Ben turne yaptığım zaman da oyundan sonra kalırım, insanlarla konuşmaya çalışırım çünkü onun için yapıyorum turneyi, insanlarla buluşalım diye.
Aslında, etkileşim oyuncu ile izleyici arasındaki bariyerleri ortadan kaldırmış oluyor sanırım?
Evet, bir de tek taraflı bir şeyi sevmem. Sen tiyatroda bir taraftan oyun oynuyorsun, seyirci oradan girip çıkıyor, sen başka taraftan gelip gidiyorsun ve karşılaştığınız tek yer sahnenin önü. Öyle bir tiyatro çok sevdiğim bir tiyatro değildir. Kendi tiyatro yapışımın içinde de değildir.
Yeni yaşamınızda sizi en çok zorlayan deneyiminiz ne oldu? Var mı böyle bir anınız?
En zorlandığım, araba kullanmak oldu arkadaş ya… 1996’da aldım ben ehliyeti 2013’te geldim, işte 17 senelik şoförmüşüm ama ehliyeti kaptırdım ben buraya geldiğimde. Deli gibi hız yapan bir sürücü de değilimdir aslında. 30 mille gidilecek yerde 38 ile 50 mille gidilecek yerde 55 ile gittiğim için bir iki kere, kaptırdım ehliyeti.
Bunun direksiyonun farklı bir yerde olmasıyla alakası var mı yoksa tamamen hızla mı alakalı?
(Gülüyor) Hayır, sadece kuralın uygulanmasıyla alakalı. İstanbullu bir şoför olduğumu, kuralsız bir yerden geldiğimi unutmuşum ben. Buradan başka yerde yaşamayı düşünen İstanbullu sürücülere Britanya’da yaşayacağınız zaman dikkatli olmalarını salık veririm.
‘TÜRKİYELİLER OLARAK SOKAKTA STRESİN OLMAMASINI BİLMİYORUZ…’
Başka bir yerde yaşamanın tıpkı sosyal medya platformlarında olmak gibi insanın yaşamını görece küçülttüğünü görüyorum. Siz de bir anlamda böyle yaşamanın hayatı sadeleştirdiğini düşünüyor musunuz?
Benimki tabii biraz farklı. Türkiyeli toplumun pek fazla olmadığı bir yerde yaşıyorum ve benim burada hayatım biraz farklı. Tabii ki Türkiye’deyken, İstanbul’da yaşadığım zamanki ulaştığım kişi ve kurum ya da etkileşim sayısı buradakiyle aynı olamaz çünkü bütün hayatını yaşadığın, tanındığın bir yer orası. Şöyle söyleyeyim, 7 yıldır buradayım neredeyse hiç takım elbise giymedim. Belki en fazla bir iki kez giymişimdir. Normalde Türkiye’de olduğum zaman mutlaka ayda bir iki defa bir galaya bir etkinliğe giderdim. Oradan karşılaştırdığın zaman birincisi bu. Ama zaten İstanbul gibi 16 milyonluk bir şehirden geliyorsun, Cardiff zaten neredeyse 400 bin nüfuslu bir şehir. Ben yine de küçük bir hayatım olduğunu düşünmüyorum. Burada çok fazla arkadaşım var hem kültürel hem politik hayatın içinde olan biriyim. Bağlantılarım var, bir hayatım, kendi ağım var. Dolayısıyla o dediğin sanki bana biraz daha belli topluluklar içinde kalarak yaşayanlara özgü bir şeymiş gibi geliyor.
Biraz da keyifli bir konudan bahsedecek olursak… Başka bir yerde yaşam kurmanın sizin için en güzel tarafı ne oldu? “İyi ki bunu yaptım” dediğiniz bir şey oldu mu?
Bir kere şunu söyleyeyim, gündelik hayatta stres olmaması çok acayip bir şey. İsterseniz buna medeniyet diyebiliriz. Aslında medeniyet çok karışık bir kavram, buna nezaketli olmak diyebiliriz. Mesela burada gündelik hayatta bir stres yaşamıyorsun, otobüs şoförüyle kavga etmiyorsun. Parklar var ve ağaçları indirilmiyor. Gündelik hayatta bir konfor alanı var ve Türkiye’den gelenler olarak sokaktaki stresin olmamasını biz bilmiyoruz.
Sürekli koşuyoruz, bir yerlere yetişir gibi…
Sürekli kavga halindeyiz. Bakkalla kavga ediyoruz, otobüs şoförüyle kavga ediyoruz, sürekli bir gerginiz filan… Burada, belli bir hayat standardını tutturuyorsan o gündelik stres yok. Tabii ki herkesin hayatında kendine göre stresleri var ama bir şekilde idare edebiliyorsun. Bir gün Londra’da seçmelere gittim. Hava çok sıcaktı. Nadiren sıcak oluyor Londra ama sıcak olduğu zaman da insanı perişan ediyor. Serinlemek için sinemaya gideyim diye düşündüm ve sonra dedim ki, niye gideyim ki sinemaya, git Green Park’a, yat bir ağacın altına, koy kafanın arkasına çantanı, tak kulaklığını müzik dinle ve uyu. Londra’nın göbeğinde yani… Orada bir buçuk saat vakit geçirdim sonra da otobüse bindim Cardiff’e döndüm.
Aslında ben de bazen Londra’nın yer altı trenleriyle seyahat ederken, bazı duraklarda klasik müzik çaldığına denk geliyorum ve o an hayat normalmiş gibi hissediyorum. İnsan olmak demek ki böyle bir şey ve demek ki burada mümkün diye hissetmiyor değilim bazen.
Ya bak bu sıradanlıklar bize sıradan dışılık olarak tezahür ediyor. (Gülüyor)
Geçen yıl 14 Şubat’ta ilk defa Cardiff'te sergilediğiniz tek kişilik performans oyunu, Nâzım Hikmet Ran’ın aynı adlı kitabından uyarlama Memleketimden İnsan Manzaraları’nı henüz izleyemeyenlerden biri de benim. Oyunun Londra gösterimi olacak mı? Ve başka nerelerde oynamayı planlıyorsunuz?
Şu anda artık hiçbir planlama yok. 16 Mart 2020 tarihinde Enfield Tiyatrosu’nda oynanacaktı oyun ama oynanamadı ve ondan sonra da kaldık. Bizim oturup tekrar prodüksiyon toparlamamız lazım, tekrar prova yapmamız lazım, bakacağız yani.
ONLİNE MEYHANE DENEYİMİ
Pandemi sürecinde başlattığınız online meyhane projesinden de bahseder misiniz biraz?
Nisan 2020’den beri yaptığımız bir dijital mekân. Siz bu dijital mekâna masa ayırtıyorsunuz ve belli gün ve saatte meyhaneye geliyorsunuz. Kendi dijital masanızda üç ya da beş arkadaşınızla sohbet ediyorsunuz ama bu sırada başka masalarda var, onları görüyorsunuz ama duymuyorsunuz. Ama diyelim ki başka masada arkadaşınızı gördünüz, oraya da gidebiliyorsunuz. Arada da Tan Morgül ile ben, meyhanenin iki tane barbası olarak, aralarda çıkıp anons yapıyoruz. Ve o günün konusuna dair bir şeyler anlatıyoruz, sonra masaları geziyoruz. Anonslar yapılırken mesela masalar arası kaynaşma olursa ve diğer masaya gitmek isterseniz de arada gidip gelebiliyorsunuz. Böylece insanlar gecede dört beş saat kadar vakit geçirmiş oluyorlar. Bunu neredeyse on aydır yapıyoruz.
‘GİTTİĞİNİZ YERLİ OLUN…’
Yeni projeleriniz var mı ufukta?
Bir taraftan online meyhane ve onun yazılımı gatherin ile uğraşıyorum, bir taraftan bir kreatif ajansım var onunla birçok kampanya yürütüyorum. Şimdilik bunlar var.
Korkulu ve zor bir dönem olarak tarif edilen pandemi sürecinde nasıl motive oldunuz?
16 Mart’ta benim oyun oynanacaktı, 15 Mart 2020’de Cardiff’e döndüm. Bugün röportajı yapıyoruz 24 Şubat 2021 daha iki gün üst üste oturup da hiçbir şey yapmadığım olmadı. Ama bu benim şansım da oldu. Daha doğrusu online meyhane inanılmaz bir fenomene dönüşünce, onun arkasından da meyhanenin bütün işini yapan bir ajansa iş düşünce benim hiçbir şey yapmadan durabildiğim bir gün olmadı ki. Pazar günleri de bir şey yapmayayım diye kendimi zorluyorum artık. Sonuç olarak benim için pandemi çalışmaktı.
Başka bir yerde yaşamak fikri veya planı olan kişilere bir öneriniz ya da notunuz var mıdır?
Geçenlerde bir toplantıda biri bana bir TED konuşması önerdi: Don’t ask where I am from, ask where I am a local (Nereli olduğumu sormayın, nerenin yerlisi olduğumu sorun). Benim önerim şu olur; bir yerin lokali olmaya çalışın, gittiğiniz yerli olun, o kentli o mahalleli o köylü olmaya çalışın. Elbette kendi hayatınızı ve bazı şeyleri oraya götüreceksiniz ama oralı olduğunuz zaman bence bambaşka keyifler alacaksınız.
Söyleşi dizisinin ikinci konuğu, gazeteci Nida Dinçtürk.
Haftaya Cuma (5 Mart) İleri Haber'de...