İdeolojinin felsefesi ve teorinin maddi gücü
“Bir proleter, ‘ihtiyaç’ yüzünden zorunlu olmasa çalışmayacaktır; hukuki ideoloji tarafından buna tabi kılınmasa veya çalışmaya ilişkin ahlaki-ekonomik ideoloji tarafından buna tabi kılınmasa, ya da, eğer çalışmaya ilişkin dinsel bir ideoloji tarafından buna tabi kılınmasa çalışmayacaktır.”
27-12-2020 00:05

Burak Çetiner
İdeoloji kavramı, siyasetin kuramsal tartışmalarında her zaman için önemli bir rol oynamıştır. Nitekim Marksistler arasında “ideoloji” üzerine dönen tartışmalar dikkat çekicidir. İdeoloji tartışmaları konu olduğunda Fransız Filozof Louis Althusser’in ayrıcalıklı bir yeri olduğu kolaylıkla söylenebilir. “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” eserinde Althusser’in öne sürdüğü tezlere girmeden önce eserin kaleme alındığı dönemdeki siyasi atmosfere değinmek tartışmanın arka planını anlamlandırmak için faydalı olacaktır.
Fransız Filozof Louis Althusser, 1948’de katıldığı Fransız Komünist Partisinin (FKP) her zaman için “yaramaz çocuğu” oldu. Bir yandan partinin önde gelen teorisyeni konumundayken diğer taraftan Sovyet çizgisinin dışına çıkan bir teorik yaklaşıma sahipti. Ancak partiyle olan bu açı, Althusser’in özellikle Fransa’daki üniversite gençliği üzerindeki etkisiyle birlikte olumsuz bir durum olmak yerine ona kuramsal anlamda bir serbestlik ve popülerlik kazandırıyordu. Marx’ı Spinoza’yla birlikte okuyan ve Gramsci’nin tarihsicilik eleştirisi üzerinden kendi kavramsallaştırmalarına girişen Althusser; epistemolojik kopuş, üst-belirlenme, devletin ideolojik aygıtları üzerine geliştirdiği teorik çalışmalarıyla Avrupa’da geniş yankı uyandırdı.
1960’ların Avrupa’sındaki sosyal hareketlilik, Paris’in adeta eylemlerin başkenti haline geldiği Mayıs ‘68 öğrenci hareketiyle zirve noktasına ulaştı. Her ne kadar Althusser’in ‘68 eylemlerine dair tavrı çelişkili ve fazlasıyla eleştirilebilir (FKP’nin tavrıyla paralel şekilde) olsa da eylemleri düzenleyen öğrenciler üzerinde Althusser’in etkisi hiçbir şekilde yadsınamaz. Devrimci fikirlerle buluşan ama Sovyet çizgisinin dışında bir ideolojik yönelime sahip, heterojen bir kitle olan ‘68 öğrenci hareketinin Althusser gibi bir Marksist’ten etkilenmesi elbette ki şaşırtıcı olmayacaktır.
Gençliğin Althusser’de bulduğu şey salt bir doktrin değildi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra teorik açıdan kısırlaşan ve krize giren Marksist düşüncenin devrimci özünü kaybetmeden ortaya konulmasıydı. Herhangi bir idealize etmeye düşmeden Althusser’in halefleri açısından önemini anlamak için bu tarihsel arka planı görmek gereklidir.
Althusser’in ideolojik etkisine ve bu etkinin tarihsel arka planına değindikten sonra onun Magnus Opus’u olarak değerlendirebileceğimiz “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” eserine geçebiliriz. İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabın girişinde, Althusser kendisine yöneltilen yapısalcılık eleştirisini reddederken, kitabında öne sürdüğü tezlerin Marksist teoriye içkin olduğu konusunda ısrar ediyor.
Althusser’in yapısalcılıkla ve Marksizm dışı olmakla suçlanmasının temelinde, yazarın ana akım Sovyet Marksizmi’nin dışına çıkarak üst-belirlenme kavramına, yani üstyapı ile altyapının karşılıklı ilişkisini önceden yapılmadığı kadar derinlikli incelemesi yatıyor.
Althusser Marksizm’in geleneksel tezi olan ve bina metaforuyla ifade edilen “Üstyapı son kertede altyapı tarafından belirlenir.” ifadesinin, devlet analizine sadece bu öncülden hareketle bakılmasını betimleyici devlet teorisi olarak görür ve şu yorumu yapar: “Betimleyici devlet teorisi doğru olmakla beraber aşılması zorunludur.”
İdeoloji başlığına geçmeden önce bu noktada biraz durup Althusser’in neyi kastettiğini anlamaya çalışmanın ve bu analizin Marksist teori için neden çığır açıcı olduğunu tartışmanın yararı var. Betimleyici devlet teorisi ifadesiyle Althusser, Marksist kuramda devletin burjuvazinin bir aracı olarak ele alınmasını doğru ama yetersiz bir teori olarak yorumlar. Bu analiz, betimleyici kalmakta ve aşılmadığı ölçüde “…her betimleyici teori, teorinin vazgeçilmez gelişimini engelleme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.”
Buradan hareketle Althusser’in ideoloji üzerine yorumlarına ve devletin baskı aygıtları ile devletin ideolojik aygıtları (DİA) arasındaki ayrımına gelebiliriz. Kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesinde, bu ilişkilerin yeniden üretimi kilit rol oynamaktadır. Althusser tam da bu yeniden üretim sürecine odaklanır. Devletin sadece zor yoluyla (aynı anlama gelmek üzere devletin baskı aygıtlarıyla) yeniden üretimi sağlamadığına hatta daha ağırlıklı olarak rıza yoluyla, başka bir deyişle devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla üretim ilişkilerinin her defasında yeniden ve yeniden üretildiğini iddia eder. (Bir başka ifadeyle kapitalist sömürü ilişkilerinin yeniden üretimi) Althusser, DİA’ların işleyişini şu cümleyle özetler: “(baskıcı) Devlet Aygıtı şiddet kullanarak işler, oysa DİA’lar ideoloji kullanarak işler.” Bu noktada tartışmayı uçlaştırabilecek çarpık yorumlara izin vermemek için şunu da ekler:
“(Devletin baskı aygıtları) öncelikle baskıya dayanarak işler, ancak ikincil olarak ideolojiye dayanarak işler. Bütünüyle baskıya dayanan aygıt yoktur. Aynı biçimde; ancak tam tersi yönde, DİA’lar öncelikle ideolojiye ağırlık vererek işlediğini, ikincil anlamda ise baskı kullanarak işlediğini söylemek gerekir.” Bu açıklamayı “Salt ideolojik aygıt yoktur.” İfadesiyle tamamlar.
Althusser’in o dönemde Marksist teoride büyük bir sıçrama yaratan düşüncesini kısaca ifade etmeye çalıştım. Baskıcı devlet aygıtları derken; polis, ordu, mahkeme, idare, hükümet gibi kurumları, devletin ideolojik aygıtları derken ise; din, okul, aile, hukuk, medya, kültür gibi hayatımızın her köşesine sızan öğeleri ön plana çıkartıyor. Bugünden baktığımızda özellikle Batı toplumlarında devletin ideolojik aygıtlarının üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde ne kadar başarılı kullanıldığını görmek pekâlâ mümkün.
Kitapta Althusser’in altını çizdiği iki temel tez var, bunların eleştirisine çok fazla girmeden anlamları üzerinde durmaya çalışacağım:
Tez 1: İdeoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla kurdukları hayali ilişkiyi gösterir.
Tez 2: İdeoloji maddi bir varoluşa sahiptir.
İdeolojinin maddiliğine yapılan vurgu, Marx’ın şu satırlarıyla uyum içindedir: “Maddi bir güç ancak maddi bir güçle devrilebilir; ama teori de, kitleleri kavradığı zaman maddi bir güç haline gelir.” [1] Althusser’in burada Marksist teoriye katkısı, materyalist yöntemi kullanarak üst yapıya ait olan ideoloji ve devlet gibi kavramların derinlemesine bir analizine girişmesiyle ortaya çıkar. Soyut bir kavram olarak ele alınan ideolojinin, üretim ilişkileri ve üretim ilişkilerinin yeniden üretimi noktasında nasıl bir maddi güce dönüştüğünü tüm açıklığıyla ortaya çıkarır. Althusser bununla da yetinmeyip bu analizini, “İdeoloji bireyleri özne olarak çağırır.” diyerek burjuva ideolojisinin toplum üzerindeki ideolojik hegemonyası üzerine yöneltir. Burjuva ideolojisinin toplumsal süreçlerde nasıl işlediğini şöyle somutlar:
“Bir proleter, ‘ihtiyaç’ yüzünden zorunlu olmasa çalışmayacaktır, hukuki ideoloji tarafından buna tabi kılınmasa veya çalışmaya ilişkin ahlaki-ekonomik ideoloji tarafından buna tabi kılınmasa, ya da, eğer çalışmaya ilişkin dinsel bir ideoloji tarafından buna tabi kılınmasa çalışmayacaktır.”
Bu satırlar, kapitalist sistemin işleyişinin maddi zeminini ortadan kaldırmadan ancak indirgemeci bir yaklaşıma da düşmeden ideolojik hegemonyanın tekil bireyler üzerindeki etkisini başarıyla açıklar. Üretim ilişkilerinin ideoloji yoluyla nasıl yeniden üretildiğini ve sınıf mücadelelerinin belirleyici rolünün özlü bir şekilde ortaya serildiğini bu sayede görebiliriz. Toplumsal bireyler üzerinde kurulan ideolojik hegemonyanın, yani burjuva ideolojisinin sınıf mücadelesinde burjuvazi tarafından nasıl etkili bir silah olarak kullanıldığının tespit edilmesi, tam da bu sınıfın iktidardan uzaklaştırılması için verilecek mücadelenin dayanak noktalarını belirlemek için büyük önem taşıyor. Althusser, DİA’lar üzerinden geliştirdiği kuramsal incelemesiyle bu yolun önünü açan bir katkı sunmuş oluyor. Marksistlere çok uzak olan ya da olması gereken, geniş halk kitlelerini “kandırılmış güruhlar” olarak gören siyaseti ve yine aynı anlayışın bir sonucu olan “halkın bilinçlendirilmesi” siyasetini önüne temel amaç olarak koyan bir siyasetle -belki bu amaçla yola çıkmasa bile- hesaplaşıyor. Bunu ideolojinin maddiliği tezini öne sürerek başarıyor.
Bitirirken, Althusser’e yöneltilen çift yönlü eleştirilere değinmenin bu yazıda açılmaya çalışılan tartışmanın sürdürülmesi açısından verimli bir zemin yaratabileceğini düşünüyorum. Althusser’den sonraki dönemde onun hem Marksistler hem de Post-Yapısalcılar tarafından yapısalcı bir yorum getirmekle suçlandığını biliyoruz. Bu eleştiriyi getirenler arasında ondan etkilenen ya da doğrudan öğrencisi konumunda olan birçok düşünürün olması da bu eleştiriyi üzerinden atlanmaması gereken bir nokta haline getiriyor. Yazının sınırlarını zorlamamak adına, çok daha detaylı tartışılması gereken bu eleştiriler için kısaca şunu söylemenin yerinde olacağı kanısındayım: Althusser’in felsefi yönteminin yapısalcı sınırlar içinde kalıp kalmadığı tartışması bir yana, onun ideoloji üzerine geliştirdiği felsefenin ve bu kuramsal yaklaşımın, Marksizmin devlet ve siyaset alanına yaptığı katkıların bütünlüklü bir değerlendirmesi, bir dünya görüşü olarak Marksizmin gelişiminde ön açıcı bir nitelikte olduğunu söyleyebilirim. Bu felsefi katkının, dogmatik bir öğreti olmak yerine sürekli gelişim halinde olan bir yöntem olarak Marksizm adına ne şekilde yorumlanacağı ise bugünün Marksistleri olarak bizlere düşüyor.
[1] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları
KÜNYE: İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Louis Althusser, Çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2014, 148 Sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplarından sizler için derledik, keyifli okumalar dileriz…
17-01-2021 01:30

SHERLOCK HOLMES: ÖLÜM PAPİRÜSÜ - DAVID STUART DAVIES
Sör Arthur Conan Doyle'un Ölümsüz Karakteri Dedektif Sherlock Holmes Şimdi Yepyeni Maceralarıyla Karşınızda
Holmes ile Watson, medyum rolü yapan bir sahtekârın, Sebastian Melmoth'un gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için bir seansa katılırlar. Ancak daha sonra kendilerini bir cinayet ve hırsızlık sarmalının tam ortasında bulurlar.
British Museum'dan, ölümsüzlüğün sırrını barındırdığı söylenen bir papirüs çalınır ve Scotland Yard'ın imdadına yine Sherlock Holmes yetişir. Bu süratli serüvende, aksiyon Londra'dan uzaklaştıkça daha da acayipleşir ve ünlü dedektifimiz ile sadık ortağı bir kere daha şeytani düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalır.
Sekiz Sherlock Holmes romanı kaleme alan ve karakter hakkında önemli otoritelerden sayılan David Stuard Davies, Sör Arthur Conan Doyle'un yarattığı efsaneye saygısını asla kaybetmiyor ve Ölüm Papirüsü'yle tarihin en ünlü dedektifine çözmesi için dolambaçları eğlenceli bir gizem daha sunuyor.
"Görkemli derecede iyi bir hikâye… Holmes ve eski usul, sayfaları art arda çevrilen kitapların sevenlerine tüm kalbimle öneriyorum." –Sleuthing the Shelves
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sherlock Holmes - Ölüm Papirüsü, Yazar: David Stuart Davies, Çevirmen: Seda Çıngay Mellor, İthaki Yayınları, 2021, 176 Sayfa
KARANLIK MADDE VE KARANLIK ENERJİ: EVRENİN GİZEMLİ %95'İ ÜZERİNE - BRIAN CLEGG
İngiltere’de 2019 Yılının En İyi 5 Astronomi Ve Uzay Kitabından Biri
Karanlık madde ve karanlık enerji, evrenin bilim insanlarına sorduğu en zor ve en tuhaf bilmecelerden biri. Gördüğümüz ve ölçebildiğimiz şeyler evrenin yalnızca %5’ini oluşturuyor. Geri kalan %95’in varlığını sadece etkilerinden dolayı, sadece matematiksel hesaplamalar yoluyla anlayabiliyoruz. Bilim insanları evrenin bu anlaşılamayan, kayıp, gizemli kısmına “karanlık madde” ve “karanlık enerji” adlarını veriyor.
Popüler bilim yazarı Brian Clegg’in bu kitabı yalnızca karanlık madde ve karanlık enerji konusuna değil, astronomi ile modern fiziğin belli başlı konularına oldukça aydınlatıcı bir ışık tutuyor. Kaçırmayın.
“Açık, kısa ve öz. Evrendeki en büyük soru işaretlerinden birine dair okuyabileceğiniz, giriş niteliğindeki, anlaşılması en kolay kitaplardan biri.”
BBC Sky at Night
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji - Evrenin Gizemli %95'i Üzerine, Yazar: Brian Clegg, Çevirmen: Sinan Köseoğlu, Ege Can Karanfil, Say Yayınları, 2021, 160 Sayfa
KLASİK KADINLAR/MOLL FLANDERS - DANIEL DEFOE
Moll Flanders, 17. yüzyıl İngiltere’sinde dünyaya gelen bir kadının yaşamöyküsünü, kendi ağzından aktarır. Zindanda doğup on iki yıl fahişelik, on iki yıl hırsızlık yaparak yaşayan, başından beş evlilik geçen, maceraları İngiltere’den Amerika’ya uzanan Moll Flanders, tartışmaya açık hayat görüşü ve derinlemesine sunulan portresiyle İngiliz edebiyatının en ilgi çekici kadın kahramanlarından biridir.
Roman türünün ilk örneklerinden olan Moll Flanders, bir yandan dönemin toplumsal değerlerine ışık tutarken diğer yandan da suç dünyasını ve cinsellik konularını, ahlak dersi verme kaygısı gütmeksizin açıkça gözler önüne serer. İlk yayımlandığı 1722 yılından itibaren büyük ses getiren kitabın başkarakterinin temel olarak kabul ettiği ihtiyaçlarından vazgeçmeden ve kişiliğinden ödün vermeden toplum içinde hayatta kalabilme mücadelesi, Moll Flanders’ın Defoe’nun en ünlü eseri Robinson Crusoe’yla karşılaştırılmasına vesile olmuştur. Zira Moll Flanders, bin bir özveri ve kurnazlık göstererek göğüs gerdiği ataerkil toplumda, okyanusun ortasında bir adaya düşen Robinson Crusoe kadar yalnız, bir o kadar da yaratıcı ve beceriklidir.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Moll Flanders - Klasik Kadınlar, Yazar: Daniel Defoe, Çevirmen: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2021, 416 Sayfa
AİLE AŞÇISI: 100 TÜRLÜ SEBZE, 100 TÜRLÜ ÇORBA, 100 TÜRLÜ YUMURTA PİŞİRMEK USULLERİ - AVANZADE MEHMED SÜLEYMAN
1871'de doğan, çok farklı alanlarda irili ufaklı onlarca kitap yazmış Avanzade Mehmed Süleyman'ın kimisini Fransızcadan çevirdiği, kimisini Istanbul ve saray mutfağından çıkardığı, o dönem "Aile Asçısı" serisinde topladığı sebze, çorba ve yumurta pişirme usullerine dair üç ayrı kitapçık Aile Asçısı'nda bir araya geliyor.
Peynirli enginardan kereviz kızartmasına, badem çorbasından kestane ezmesi çorbasına, sirkeli yumurtadan Rus usulü yumurtaya çoğu basit ve hızla yapılabilecek tariflerden oluşan bu kitapçıklar sadece okuru yüzlerce lezzetle buluşturmakla kalmıyor.
Osmanlı mutfağında alışık olunmayan kurbağa, bira, şarap, trüf gibi ürünlere de yer vererek dönemin mutfağına ve kültürüne dair de ilginç bir panorama ortaya koyuyor. Özgün Ünver'in, bu kitapçıklardaki asıl tariflerden yola çıkarak yaptığı kimi uyarlama tariflerle zenginlesen Aile Asçısı, hem sofralarına değisik lezzetler katmak isteyenler için hem dönemin mutfak kültürünü merak edenler için zengin bir kaynak.
"(...) Türkiye'nin yaşadığı Batılılaşma/çağdaşlaşma sürecinin karmaşıklığını ve çok katmanlılığını bir yandan şaraplı yemek tarifl eri verirken diğer yandan İslâm kadınını yücelten, bir yandan tıp ve eczacılık konularında ahkâm keserken diğer yandan falcılık ve rüya tabiri öğretmeye soyunan, bu arada da hayatında seçkin tabakanın kenarından bile geçmemiş olan Avanzade Mehmed Süleyman gibi bir insanın şahsında bile görmek mümkündür. Bugünkü –ne Batılı ne Doğulu, hem Batılı hem Doğulu– Türkiye'nin beşik çağı, elinizdeki kitapta gözler önüne serilmektedir."
İrvin Cemil Schick
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Aile Aşçısı: 100 Türlü Sebze - 100 Türlü Çorba - 100 Türlü Yumurta Pişirmek Usulleri, Yazar: Mehmed Süleyman, Çevirmen: Hüsniye Koç, İletişim Yayıncılık, 2021, 152 Sayfa
RENGARENK ANADOLU: KÜLTÜR BALONU - PERİHAN ASLI ÖZDAL
Sıradan bir gün eğlenceli bir kültür turuna dönüşebilir mi? Kahramanlarımız Ece, Kaan ve Vecihi ile her şey mümkün.
Güneşli bir İzmir sabahında beraber topaç çevirirken kendilerini bir anda Tire’de bulacaklarını, hatta daha da uzaklara gideceklerini Ece ve Kaan da tahmin etmiyordu. Öğrenmeye hevesli iki küçük çocuk, Vecihi’nin Kültür Balonu’yla göklere yükselip Anadolu’nun farklı illerinde geçmişten bize kalan mirastan paylarını alıyorlar. Merak ettikleri her şeyin cevabını gittikleri yerlerdeki dostlarına sorarak eğlenerek öğreniyorlar. Halk kimdir? Keşkek ne zaman yenir?
Yörükler nasıl yaşar? Van kahvaltısında neler yenir? Ve daha birçok sorunun cevabını merak eden çocuklarımız bu kitabı okuyup Ece, Kaan ve Vecihi’ye eşlik ederek kendi kültürlerini keşfe çıkabilirler.
Rengârenk Anadolu kitap serisinin ilki Kültür Balonu, bu kitabı alacak ebeveynlere de çocuklarıyla kültür üzerine keyifli bir sohbet için bir kapı aralamayı hedefliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rengarenk Anadolu - Kültür Balonu, Yazar: Perihan Aslı Özdal, Nota Bene Yayınları, 2020 Aralık, 36 Sayfa
KIRK GÜN KIRK GECE: OSMANLI DÜĞÜNLERİ, ŞENLİKLERİ, GEÇİT ALAYLARI - METİN AND
Osmanlı şenlikleri, Türk gösterim sanatlarının hemen her türünü incelemeye bir ömür adamış ve harcamış olan Metin And için büyük, geniş bir keşif alanı gibiydi. 1950'li yıllardan başlayarak sürekli geliştirdiği çalışmalarını, makaleler ve kitaplar kaleme alarak ortaya koydu; biraz daha uzun yaşayabilse, yeni buluş ve bulgularını yansıtabilse konu gerçek bir "şenlik alanı"na dönerdi.
Kırk Gün Kırk Gece, güzel bir kitap adı olmakla birlikte sözel kültürün zirveleri olan masallardan da izler taşır. Masal kahramanlarının ayrıntısı bilinmeyen düğünleri ve çekilen çilelerin sırrını açığa vurmayan yolculukları kırk gün kırk gece sürer, geriye dönülüp bakıldığında dün gibi gelen, bir arpa boyu yol alınmamış gibi anlatılan masalların gücüyle zenginleşen şenlikler, bize gerçek bir uygarlık hikâyesi de anlatır.
Kırk Gün Kırk Gece, Osmanlı şenliklerine bir sanat bileşkesi olarak bakan And'ın tespitleri, yorumları, "erken" ve "yönlendirici" önerileri sanat tarihi için de iyi niyetli değinmeler içeriyor. Gösterim sanatlarının bu dalında hedefe giden yolun başlarında ve ortalarında onun olağanüstü gayret ve sezgiyle açtığı "çığır" ve bıraktığı "izler" var.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kırk Gün Kırk Gece: Osmanlı Düğünleri - Şenlikleri - Geçit Alayları, Yazar: Metin And, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 376 Sayfa
Mitolojik yansımalar ve insan
Say Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan David Adams Leeming imzasını taşıyan ‘’ Mitoloji Kahramanın Yolculuğu’’ kitabı, doğa ve insan zekâsının geçirdiği evrim aşamalarını anlamak ve gerçek dünyanın hayali ürünlerle yeniden kurgulanışını konu alıyor; Yazar mitolojileri insanın kendini anlama çabasının bir ürünü olarak sunuyor.
17-01-2021 01:24

Şadi Erarslan
Mitoloji tek bir yazıda anlatılamayacak kadar detaylı bir yapıya sahiptir. İnsanlık tarihinin uzunluğu ve tarih içerisinde aklının geçirdiği aşamaları işin içine dâhil ettiğimizde içinden çıkılamayacak bir hal alır. İnsanı diğer canlılardan ayrıt eden düşünme ve üretme kabiliyeti insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamasının ötesine geçerek, dünyayı ve kendini anlamlandırmaya çalışmasına sebep olmuştur. Tüm bu çabaların sonucu olarak mitler, insan doğasını ve düşünme tarzını anlamak için bakmamız gereken hayal ürünü olaylardır.
Say Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan David Adams Leeming imzasını taşıyan ‘’Mitoloji Kahramanın Yolculuğu’’ kitabı, doğa ve insan zekâsının geçirdiği evrim aşamalarını anlamak ve gerçek dünyanın hayali ürünlerle yeniden kurgulanışını konu alıyor; Yazar mitolojileri insanın kendini anlama çabasının bir ürünü olarak sunuyor.
Sekiz bölümden oluşan ‘’Kahramanın Yolculuğu’’ ilk olarak çocuğun rahme düşmesiyle başlıyor. Bu bölüm de rahme düşen çocuğun mucizevî bir şekilde doğmasıdır. İlkel insanların cinsel birleşmeyi hamilelikle ilişkilendirmemelerinden doğan her çocuk mucizevîdir. Bu mucizevî doğumlar mucizevî kahramanların ortaya çıkmasını sağlıyor. İnsanlar dünyaya düştüğünden itibaren, kastettiğimiz Âdem’in cennetten kovularak dünyaya gönderilmesi, işte buradan itibaren insanlar kendileri gibi lekelenmemiş bir Mesih arayışı içerisine girerek kurtarıcı beklemiştir. Örneğin Babil kralı Sargon bakireden doğmuştur, Herakles, Zeus’un annesini baştan çıkarıp otuz altı saatlik bir sevişme sonucu dünyaya gelmiştir. Vaftizci Yahya kısır bir annenin rahmine düşmüştür. İsa bakire Meryem’in rahmine tanrının oğlu olarak düşmüştür.
Çocukluk, Erginlenme bölümün de; insanın geçmişini yadsımadan geleceğini kurmaya çalıştığını okuyoruz. Bu da insanın kendini gerçekleştirmesine bağlıdır böylece bireyselleşme sürecinin başında insan kendisiyle yüzleşerek; iç benliğindeki iblislerle ve hayal dünyasındaki fantezilerle yüzleşmeye koyulur. Mitte çocuk ilahi bir güçtedir. Kayadan kılıcı çekerek babasıyla denk olduğunu gösterir. Bu da onun içindeki benlik duygusunun gelişerek kendini çevresine kanıtlamasına denk gelir.
Hazırlık dönemi çocuğun artık çevresini anlamaya çalıştığını ve taşları yerine oturttuğu dönemdir. Kendini burada bir sınava tabi tutarak kanıtlama çabasındadır. Böylece "kendini bulması için kaybetmesi gerekiyor." Uzun bir arayış dönemi neticesinde kahraman köşesine çekilir ve kendini sınar bu da meditasyondur. Daha çok Uzakdoğu animist inançlarda görülen meditasyon insanın kendini keşfetmesini sağlar. Muhammed’in Hira mağarasına çekilmesi, İsa’nın ve Buddaha’nın dünyadan çekilmeleri olumludur ve yeni bir hayatın doğuşunu simgeler. Ayrıca mağara mitinin tüm bu inançlarda önemli izleri vardır.
Her insanın kendini sınadığı dönemleri olmuştur bu da kişinin kendisini kanıtlamaya çalıştığı dönemdir. Kahraman artık yetkin bir varlık haline gelmiştir ve artık kendini sınayarak doğruyu bulmaya çalışır. Psikolojik olarak kahramanlar insanın benlik arayışını temsil eder. Arayış içerisinde olan kahraman bir yetişkin olarak acı çekmeye ve bunlardan kurtulmak için savaşmaya başlar. Böylece kendi adını duyurmaya ve kendini kanıtlamaya ihtiyaç duyar. Dionysos’un Yunanistan’dan Hindistan’a dek gitmesi bir yaşam arayışıdır. Herakles, Theseus ve Kutoyis ciddi vazifeler içerir ve bunların tamamlanması üstün insanın yükseldiği anlamına geliyor.
‘’Ölüm ve günah keçisi’ kısmında, Her kahraman toplumun ızdırabını çekmek ve bunun hesabını kendini feda ederek yapar. Kahraman toplumun korkularının günah keçisidir. İsa’nın çarmıha gerilip yargılanması buna örnektir. Kahraman aynı zaman da ölümün bir son olmadığını bize göstermeye çalışarak yeni bir hayat vaat eder. Tüm bunlar ölümün sıradan ve her insanın hayat cetvelinde bulunduğunu gösterme çabasıdır.
Yaşanan hayatın bir son bulması da doğanın bir sona ve yeni başlangıçlara işaret ettiğini gösterir. Burada insanın yaşadığı ömrün sonunda yeni bir hayat formuna kavuşacağını göstermeye çalışır. Doğanın bize olan armağanın tekrar kendi bünyesine çekerek insanın ilahlaşmasını sağlıyor. Mitolojilerde yer altı mitinin esasen anlamı budur. Öz benliğini bulmuş insanın bunu normal karşılayacağı evredir. Bu da meditasyonun son aşamasıdır. Âdem’in, Mesih’in ve Ereşkigal’in yer altına inişi bir haç yolculuğudur ve yaşamın sürekliliğinin ifade eder.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi doğa sonla beraber yeni bir başlangıçta sunar bize. Dirilişte kahraman yeniden hayat bulur. Gerçek hayatta doğada ki döngüselliği temsil eden yeniden doğuş miti buraya oturmaktadır. Tıpkı bir çiçeğin kışın solup yazın yeniden yeşermesi veya mevsimlerin arda arda gelmesi gibi. Tüm pagan inançlarda kendini gösteren yeniden doğuş miti doğanın döngüsünden başka bir şey değildir. Bazı hikâyeler de örneğin Adonis ölür ve canlı bir çiçeğe dönüşür.
Son bölüm artık her döngünün varacağı yeri temsil eder bu ise artık kahramanın son yolculuğu ve ilahlaşmasıdır. Kendini gerçekleştirmenin son evresi hamlaşan insanın, korkudan, sınırlamalardan kurtulmuş ve tam bir özgürlük halini almıştır. Bu da kahramanın yeni yolculuğu ve daima kozmosta kendini sürdürmesini gösterir. Örneğim İsa göğe yükselir ve artık ‘’o İsa değil her şeydir.’’
Kitapta dünyanın her köşesinde yaşayan toplumların mitlerinin derlenerek bir araya toplandığı, insanlık tarihi içinde kişilerin geleceğini nasıl tahayyül ettiğini gösteriyor. Böylece insanın kendini doğa da nerede konumlandırdığını, öz benliğini ve kendini nasıl gerçekleştirdiğinin sunulduğu bu eser, insanların gerçek yaşamlarından yola çıkıp kahramanlar yaratarak tarihini mitlerle açıklamaya çalıştığını anlatıyor. Dolayısıyla mitoloji, insan psikolojisinin imgelerinin dışavurumudur.
Künye: Mitoloji Kahramanın Yolculuğu, David Adams Leeming, Çev. Ilgız Yıldız, Say Yayınları, 2020, 405 sayfa
Karo zemin üzerinde büyümenin sancısıyla sarmalanırken…
Büyümenin ağrılı ve zor tarafını kendine yarattığı unutulmuş bir tavuk kümesinin arkasındaki köşesinden ve bir karo zeminde ayaklarının üstünden görüyoruz. “Herkesin Adı affedersin” bu zamana kadar çok da farkına varılmayan anların cümlelerini, belki de tam da ihtiyaçları olan zamanda, büyümeye çalışan çocuklarımızla buluşturuyor.
17-01-2021 01:22

Umut Dağlar
Büyümek zor ve sancılı bir süreç. İçimizin kalabalığı dışarının gürültüsünde kendine nasıl yer buluyor, bunu da olduğumuz yerden yorumlamak bir hayli karmaşık… Fakat hikayeler, yazılanlar, sözcüklerin arkasından uzatılan eller; hangi zamanda olursa olsun ve kim olursa olsun herkese güç veriyor. Edebiyatın ve okumanın sarmalayan tarafına ihtiyaç duyduğumuz her an bizleri kucaklayacak birçok sayfa olduğunu biliyoruz.
“Bugünlerde Herkesin Adı Afedersin” de hayatın özellikle büyüme çağındaki çocukları sarmalayan kitaplar rafında yerini alıyor. İyileştiriyor, cesaretlendiriyor; karmaşıklığın ve hüznün tablosunu yeniden çiziyor belki; suskunluğun ve arkasında olanların tanımını yeniden yapıyor. Ki tüm bunlar belki de çok uzun süreçler boyunca hayatlarımızda varlığını sürdürürken “Herkesin Adı Affedersin”de bir öğleden sonra anının içinde yol alırken karşılaşıyoruz hepsiyle. Kuytu bir köşede, vişne kompostosunun kapanması gereken kapağında, ayakların bitişik uzunca süreler boyunca durduğu o karo zeminde, acının ve hüznün kesilmiş ama yapıştırılması gerektiğine inanmayan fotoğraflarında, iki kelimenin yarısını duymanın verdiği cümlede, yarım bir kalbin atışında, tavuklara giden solucanlarda, o çok gürültülü anın sessizliğinde ve güzel yazılmış bir affedersin kelimesinin çiçekler içinde yer alarak nasıl renklendirebileceğinde…
Bianca, kocaman bir öfke balonunun içinde kendini nasıl konumlandıracağını bilemezken, büyümenin tüm sancılarının yanında bir de terk edilmişliğe denk gelmiş ve buna rağmen sevgi bağını koparmadığı babasını hala çok severken ve kalp hastası kardeşinin tüm bakımını üstlenen annesinin kendisini baş edilmez tanımlamasıyla karşı karşıya kalmışken tüm bu karmaşıklıkta kendine nasıl bir yer bulacağını düşünüp duruyor. Bianca, bize büyümenin içten tarafını ne kadar sancılı olursa olsun en gerçek duygularıyla birlikte anlatıyor. Kimseye ait olamamayı, suskunluğu, karmaşıklığı, hayranlığı… En sonunda ise elbette cesaretini…
“Herkesin Adı Affedersin” tek bir öğleden sonranın içine sayısız duyguyu en net halleriyle yerleştirmekle birlikte bu duyguların herkesin bildiği dilde yansıtabileceğini anımsatıyor bizlere her defasında. Bu sebeple satırlar arasında rastladığımız vurucu, hiç de alışık olmadığımız fakat olabildiğince sarsıcı cümleler hem hikayenin hem de okuyan kişilerin sarmalandığı ifadeler halinde karşımıza çıkıyor. Bianca, hayatının en önemli gününü kendi içinden anlatırken, dışarıya dair hissettiği duygular bir yana gözlemleri ve bunu ifade etme biçimiyle de herkesin içinde yer ediyor. Kimsenin haberi olmadığı karo zeminin üstünden bir çocuğun iç dünyasının ne kadar çalkantılı olduğunu görebiliyoruz; ötesi bunu hissedebiliyoruz. Bianca’nın başkaları tarafından tariflendiği tüm sıfatları dışında, onun içine açılan kapıları o bizlere anlattıkça elinden tutup birlikte açıyoruz. Hatta üstüne kendi kilitlerimizi de kırıp atıyoruz.
“Bir şeyleri yıkmaya kalktığında bu tür şeyler gelebilir insanın başına.” Diyor Bianca. Kendi tercih ettiği adıyla Perdon. Kendi dünyasının kilitlerini hayran olduğu bir dizinin oyuncusuyla tanışması ve ondan cesaret alarak bu gücü kendinden bulmaya başlamasıyla bir bir kırarken. Sığındığı o unutulmuş tavuk kümesinin arkasındaki kendine yarattığı kuytusundan çıkarken… Baş edilmez diye tanımlandığı anla birlikte bunun böyle olmadığını kendi içinde defalarca yaşayıp yine kendine anlatırken; ve elbette isminin yanına bir de ilginç sıfatı yerleştirilmişken… Bianca, bu yoğun ve kaygılı süreci yaşarken- ve elbette çabalarken- onun kırılmışlığını çevresindekiler ve eksik kalan taraflarını içinde bulunduğu dünya ne kadar onarabilecektir; bilmiyoruz… Fakat Bianca’nın dünyasından hareketle şundan eminiz: Affedersin kelimesinin etrafına çiçekler kondurabilmek ve içindeki harfleri olabildiğince güzel yapmak o kadar da zor bir şey değil.
Bianca –kendi tercih ettiği adıyla Perdon- karo zeminin üstünde yan yana birleştirilmiş ve ne kadar orada olduğunu bilmediği ayaklarının üstünden çocuklarımıza dokunuyor.
Künye: Bugünlerde Herkesin Adı Affedersin, Bart Moeyaert, Çev. Mustafa Özen, Can Çocuk Yayınları, 2020, 176 Sayfa.
Dünyanın en tuhaf harikası: Beyin
Beynimiz ve vücudumuz yaşamımız boyunca öylesine değişir ki, bu değişimi algılamak bir saatin akrebindeki hareketi algılamak kadar zordur. Kırmızı kan hücreleriniz her dört ayda bir tümüyle yenileriyle yer değiştirirken deri hücreleriniz de birkaç haftada bir yenilenir. Yaklaşık yedi yıl içinde, vücudunuzdaki her bir atomun yerini başka atomlar almış olur. Fiziksel açıdan siz, aslında sürekli olarak yeni bir size dönüşürsünüz. Neyse ki bütün bu farklı versiyonlarınızı birbirine bağlayan sabit bir olgu var gibidir: bellek.
17-01-2021 01:21

Ufuk Akkuş
Sinirbilimci David Eagleman; “Beyin senin hikayen” ile ezoterik bir konuyu okunması kolay, ilginç ve ayrıntılı bir popüler psikoloji kitabı haline getirerek bu alana ilgi duyanlara erişilebilir kılıyor. Eagleman; kendi gerçekliğimiz içine tutsaklığımızın farkına bile varamayacak kadar hapsolmuş durumdayken milyarlarca beyin hücresi ve birbirleriyle kurdukları bağlantılardan oluşan ağın içinde “kendimizi” bulabileceğimizi ve daha iyi hale getirebileceğimizi ortaya koyuyor. Altı bölümde, kendi donanımızı kırabileceğimizi etkili bir şekilde anlatıyor ve her bölümü “Ben Kimim ?”, “Gerçeklik Nedir?” gibi varoluşsal sorularla çerçevelendiriyor. İnsan beyninin nasıl geliştiğini, duyularımızın ve algılama yeteneğimizin nasıl değiştiğini, dış faktörlerin eylemlerimizi ve karar verme sürecimizi nasıl etkilediğini, nasıl sosyal varlıklar olduğumuzu ve teknolojinin duyularımızı nasıl etkileyebileceğini inceliyor.
İnsanlar tamamen aciz, gelişimi eksik kalmış, hayat karşısında esnek birer beyinle doğar, farklı ortamlarda yaşama becerisi göstererek diğer türlerden fazla gelişim gösterir. Kendimizi içinde bulduğumuz dünya tarafından biçimlendiririz. Deneyim beyni değiştirir, bir şeylere nasıl anlam yükleyeceğimizi belirler. Deneyim, algı ve çevre farklılığı her bir beyni bir kar tanesi kadar benzersiz kılar.
Dışarıdaki bilginin beyne girişi için tek yol vardır: duyu organlarımız. Ama görmek için gözlerden fazlası gerekir. Beynin görsel verilerin gerçek anlamlarını doğru yorumlayabilmesinin tek yolu sinyallerin, hareketlerimiz ve onların duyusal sonuçlarıyla eşleştirilmesidir. Görmek bize zahmetsiz bir iş gibi gelse de sanıldığı gibi kolay değildir.
Gerçeklik deneyimimiz sadece duyulardan gelen veri akışına bağımlı değildir. İçsel model devreye girince dünya sahneden çekilse bile gösteri sürer, beyin kendi imgelerini yaratmaya devam eder. Ama çevremizdeki dünyayı tüm ayrıntılarıyla algıladığımız bir yanılgıdır. Örnek olay incelemeleri; aldığımız kalorilerin yüzde yirmi kadarının beyne enerji sağlamak için kullanıldığını ve beynimizin gelen bilginin sadece dünyada yolumuzu bulmak için gerektiği kadarını işlediğini göstermiştir. Gerçeklik, biyolojimizle sınırlı, kafatasımızdaki sahnede canlandırılan ve beyinden beyine farklılık gösteren bir hikayedir.
Beynimiz çevreden sürekli bilgi toplar ve bu bilgiyi davranışlarımızı yönlendirmede kullanır. Freud da bilinçdışının bu derin mağaralarını aydınlatmak için uğraştı. Elimizde sıcak bir içecek olduğunda bir arkadaşımızla olan ilişkimizi anlatırken daha olumlu, soğuk bir içecek olduğunda daha olumsuz bir tavır takınabiliriz. Bilinçli zihin, özgür irade ne kadar kontrol sahibidir?
Beyin vücutla sürekli geribildirim ilişkisi içindedir. Farkında olmadan fizyolojik imzamız karar vermemize yardımcı olur. Beyin, deneyimlerimizden yararlanarak dünyayla ilgili sürekli bilgi toplar. Böylece seçenekleri kıyaslayıp değer biçeriz. Çevremiz ve algımız değişebildiği için, bu değerlendirmeleri kalıcı mürekkeple yazmamız mümkün değildir. Kim olduğumuz, ne yaptığımız, dünyayı algılama biçimimiz karar verme eylemimize bağlıdır. Bir tek kimliğe sahip olsak da, bir tek zihne sahip değiliz. Birbiriyle yarış halindeki güdülerin toplamıyız. Daha iyi karar verebilmemiz, seçeneklerin beyinde girdikleri rekabeti anlamamıza bağlıdır.
Toplumsal dünyanın içinde, başkalarının niyetlerini okumaya çalışarak, toplumsal yargılarda bulunarak yol alırız. Dünyada yolumuzu bulmamıza yarayacak antenlerle donanmış olarak doğar, bu yetimizi büyüdükçe zenginleştiririz. Bizim nöronlarımız gezegendeki herkesin nöronlarıyla karşılıklı iletişim içindedir. Bu bize ilerlemek için birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
İnsanların binlerce kuşak boyunca yineledikleri yaşam döngüsü aşağı yukarı aynı: Doğuyoruz, kırılgan bir bedeni idare etmeye çalışıyoruz, bize sunulan küçük bir duyusal gerçeklik kesitinin tadını çıkarıyoruz ve ölüyoruz. Bilim bize bu evrimsel hikayenin ötesine geçebileceğimiz araçları sağlayabilir. Artık kendi donanımıza müdahale edebileceğimize göre beynimiz onu teslim aldığımız şekilde kalmak zorunda değil. İnsanlık şu anda kendi kaderimizi elimize almamızı sağlayacak araçları keşfetme aşamasında.
Her yeni öğrendiğimiz şey, beyin plastisitesi (beynin uyum yeteneği) sayesinde biyolojimizle teknoloji arasında bir evliliği mümkün kılar. Beyin teknoloji vasıtasıyla bilgiyi aldığı sürece işini yapar. Dille “görmek”, vücutta dolaşan titreşimlerle “duymak” beynin duyusal değiştirim gücü ile gerçekleşir. Uzak gelecekte yalnızca fiziksel vücudumuz değil, benlik duyumuz da gelişmeye tabi olacaktır. Peki, ölüm kaçınılmaz olmaktan çıkabilir mi? “Alcor Yaşam Uzatma Vakfı”nın biyolojik çürümeyi önleyen bir derin dondurucuda saklamakta olduğu 129 kişi sadece bir kumar mı? Yapay zeka mümkün mü? Eagleman, bu soruların cevapları üzerine düşünmemizi sağlıyor. Kime dönüşeceğimiz bize bağlı diyor. Zeynep Arık Tozar‘ın harika çevirisiyle kitap bize ulaşıyor.
Künye: David Eagleman,”Beyin Senin Hikayen”, Çev: Zeynep Azık Tozar, Domingo, 21. Baskı, Ekim 2020, 265 Sayfa.
İnsani atık ve atık insanlar
Cezaevleri diğer pek çok toplumsal kurum gibi; atıkların geri dönüşüm işlevini bırakmış, tasfiyesine yönelmiştir. Modernitenin küresel zaferinin ve gezegenin bu yeni sıkışıklığının atık tasfiye sanayisinde yarattığı krizle savaşta ön saftaki yerini almıştır. Tüm atıkların potansiyel olarak zehirli ya da atık sınıfına girdikleri için bulaşıcı ve rahatsız edici oldukları, eşyanın düzenini bozdukları düşünülür. Geri dönüşüm artık bir yarar sağlamıyorsa ve randımanlı olmayacaksa, atıkla başa çıkmanın yolu onun “biyolojik bozunması”nı ve çürümesini hızlandırmak, bir yandan da onu sıradan yurttaşların yaşamından uzak tutmaktır.
10-01-2021 01:28

Ufuk Akkuş
İçinde yaşadığımız kapitalist sistem sermaye birikiminin sürekli geliştirilmesine dayanır. Başka bir deyişle sistemin tek amacı kar ederek tekrar yatırım döngüsü sağlamaktır. Burada söz konusu olan ekonomik büyüme, karlılığın ve sermaye birikiminin duraksamaksızın büyümesidir. Bunun için de birikimin büyümesine yönelik idari, hukuki ve teknik düzenlemelere başvurulur. İnsan ihtiyacının giderilmesi ve üretilenlerin adilce paylaşılması yerine birikimin nimetlerinin büyük bölümü sistemin doğası gereği yine sermayedara gider. Tüketimi artırmak amacıyla yapılan bu üretim döngüsünü sağlarken bu süreçte doğaya verilen zararlar ve tüketim mallarının tüketilmesi sonucunda oluşan atıklar sermayenin ilgi alanına girmez. Üretim esnasındaki çevre tahribatını azaltıcı önlemler ancak o ülkede hukuki yaptırımlar varsa ve kararlı bir şekilde uygulanıyorsa zorunlu olarak uyulması gereken kurallar kapsamında değerlendirilir. Tüketim sonucu oluşan atıklar da bir şekilde toplatılarak yeniden üretime sokulabilir ancak bu da atıkların genişleyerek çoğalması anlamına gelir.
Zygmunt Bauman, “Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları” kitabında gezegeni tehdit etme derecesine gelen atık meselesine odaklanıyor. Bauman, tüketim maddeleri atığı ile “atık insan” dünyasının benzerliğine değinerek iki yakıcı sorunu iç içe ele alıyor. Bauman’ın anlatımında “Atık insan”ı harcanmış insan olarak niteleniyor ve ihtiyaç fazlası ya da ıskarta insan olarak görülüyor. Atık insan, zorunlu nedenlerle ya da bilerek/isteyerek kayıt dışı bırakılan kalkınmasına izin verilmeyen insanları kapsıyor. Bauman’a göre; üretim ve tüketimin nerdeyse tümü piyasa ve pazarlar aracılığı ile gerçekleşiyor. Metalaşma, ticarileşme, parasallaşma süreçleri yerkürenin en ücra köşelerinde tedavüle giriyor. Bu gelişme sürdükçe, yerel sorunlara küresel çözüm getirmek, ya da yerel atıklara küresel çöplük bulmak imkansızlaşıyor. Tersine yerel yönetimler, modernitenin küresel zaferinin sonuçlarına katlanmak zorundalar. Şimdi küresel sorunlara yerel çözümler bulmaları gerekiyor, ancak bunu başarmaları da kolay gözükmüyor. Bauman, çağdaş hayatın günümüzdeki manzarasını anlatan bu sorunlara modernite/modernleşmenin yol açtığını öne sürüyor. Aslında tüm bu sorunlar kapitalist sisteme özgü olup, aşılmasının da doğaya saygılı ve israfa yol açmayan tarzda üretim planlamasının uygulanacağı toplumsal altüst oluşla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Atık insan meselesinin de sınırların kalktığı ve özgür insanların bireyselliklerini yaşayabileceği bir dünyada çözümleneceğini söyleyebiliriz.
Bauman’a göre; insani atıkların ve atık insanların tasfiyesi sorunları, bireyselleşmenin akışkan, modern, tüketici kültürü üzerinde her zamankinden fazla baskı yapıyor. Toplumsal hayatın en önemli veçhelerini esir alıyor, hayat stratejilerini ele geçiriyor, onları kendi atıklarını (başlamadan biten, yetersiz, sakat ya da yürümeyen, harcanmaya mahkum insan ilişkileri) üretmeye sevk ediyor. Iskartaya çıkmayı günümüzün en yakıcı sorunlarından biri olan işsizlikten de aşağı konumda gören Bauman, işsizin tıpkı sağlıksız, rahatsız gibi yoksunluk takısı almış bir sözcük olduğunu ve normun dışına çıktığını vurguluyor. Iskartaya çıkmak ise süreğenliği çağrıştırıyor ve durumun sıradanlığını ima ediyor. Bir karşı durumu değil bir hali tanımlıyor. Iskartaya çıkmak lüzumsuzluğu, gereksizliği, kullanım dışılığı anlatıyor. Başkalarının size ihtiyacı yoktur, siz olmadan işlerini eskisinden daha iyi bile yapabilirler. Iskartaya çıkmak deyimi ihtiyaç fazlası, hurda, defolu, çöp, atık gibi sözcüklerle aynı anlam dünyasını paylaşır. İşsizin, “emek ordusunun yedek askeri”nin geleceği, yeniden hizmet saflarına çağrılmaktı. Hurdanın geleceği ise, diğer hurdaların yanına çöplüğe atılmaktır. Bauman, ıskartaya çıkarılmanın sosyal açıdan bir yersiz yurtsuzluğa, dolayısıyla bir özgüven yitimi, hayatını amacının yitirilmesi gibi duygulara yol açacağı hissi veya bu durumla hiç karşılaşmamışlarsa bile her an karşılaşabilecekleri kuşkusu, kendileri de büyük ıstıraplar çekmiş “X kuşağı”na mahsus bir deneyim olduğunu savunur.
Iskarta insan birikiminin patlamaya yol açacağı korkusuyla 19. yüzyılda nüfusun sorunlu kesimini kitleler halinde yurt dışına yollayarak sosyal sorunların üstesinden gelinmek istenmişti. Kentlerde meydana gelen taşkınlıklar, yöneticileri göreve çağırıyordu. 1848 Haziran’ından sonra Paris’in kenar mahalleleri asi sefillerden temizlenmiş, “ayaktakımı” yığınları deniz ötesine Cezayir’e gönderilmişti.1871’de Paris Komünü sonrasında aynı işlem tekrarlandı, ancak bu kez istikamet Yeni Kaledonya idi. İhtiyaç fazlası ya da marjinal insanlar; tanımlanmış bir sosyal statüleri olmayan, maddi ve entelektüel üretim açısından ihtiyaç dışı kabul edilen kendilerini de öyle gören değer kaybetmiş bireyler olarak görülür. Örgütlü toplum onlara bedavacı, davetsiz misafir, muamelesi yapar ve çoğu kez onları her türlü kötülüğün kaynağı, suçun kenarında dolaşan, sosyal dokuyu sömüren kimseler olarak görür, en azından tembelliğe kılıf uydurmakla suçlar. Varsılların değer verdiği ama yoksulları perişan eden yol ve yöntemleri açıkça reddeder, saygı göstermezlerse bu da kamuoyunun başından beri söylediğinin -ihtiyaç fazlaları sadece yabancı bir doku değil, toplum sağlığını tehdit eden kanserli bir hücre, yaşam biçimimizin ve savunduğumuz her şeyin yeminli düşmanı olduklarının- kanıtı olarak algılanır.
Bauman; mültecileri, yerinden edilenleri, sığınmacıları, muhacirleri, kaçak göçmenleri küreselleşmenin atıkları olarak görür. Aynı zamanda modern üretimin bir yan çıktısı olan geleneksel sanayi atıklarının da çoğaldığını söyler. Bu atıkların tasfiyesi, atık insanların tasfiyesi kadar büyük, korkutucu bir sorun olup ikisinin nedeni de aynıdır: tıka basa dolan gezegenimizin en ücra köşelerine kadar yayılan, tüketim toplumu dışındaki tüm yaşam biçimlerini ezip geçen ekonomik ilerleme. Zehirli atıklar da ekonomik sathın en az direnç gösterdiği yerlerde daima en aşağıya sızar. Çin’in bir elektronik aletler çöplüğüne dönen Guiyu köyünden ve ekonomik ilerleme treninden düşen eski köylülerin yaşadığı Hindistan, Vietnam, Singapur ya da Pakistan gibi ülkelerde Batı’nın elektronik atıkları “geri dönüştürülür”.
Bauman’a göre modernitenin küresel zaferinin en vahim sonuçlarından biri insan atıklarının tasfiyesindeki ağır krizdir. Mevcut yönetim kapasitesinin giderek artan atık hacmiyle başa çıkamaması modern dünyamızın ne yeniden kazanabildiği ne de yok edebildiği kendi atıklarında boğulması ihtimalini güçlendiriyor. Biriken atıklardaki zehir oranının hızla arttığına dair işaretler var. Endüstriyel ve ev atıklarının gezegenin ekolojik dengesini bozması yoğun endişelere neden oluyor ama sayıları gittikçe artan “atık insanlar”ın gezegende bir arada yaşayabilmemizin ön koşulu olan siyasi denge ve toplumsal istikrar üzerindeki etkilerini tüm berraklığıyla anlamaktan çok uzağız. Iskarta insan yığınlarının giderek kalıcı hale gelmesi ayrımcı siyasetlerin daha da katılaşması ve olağanüstü güvenlik önlemlerini gerektirir ki toplumun sağlığı, sosyal sistemin “normal işleyişi” tehlikeye girmesin. Talcott Parsons’a göre her sistemin kendi varlığı için elzem olan “gerilim yönetimi” ile örüntünün sürdürülmesi, bugün atık insanları toplumun geri kalanından kesin çizgilerle ayırmaya, yasal çerçeveden soyutlanmalarına ve etkisizleştirilmelerine indirgenmiştir. “Atık insanlar”ı uzaktaki tasfiye alanlarına göndermek artık mümkün görünmemektedir. Bu yüzden bu insanlar sıkı gözetim ve denetim altında tutulmalıdır. Sosyal devlet adım adım ısrarla ve acımasızca bir karakol devletine dönüştürülmüştür.
İnsani atıkların ve atık insanların küreselleşmenin ve tüketim toplumunun yaygınlaşması ile geliştiği ve modern topluma ait olgular olduğunun altını çizen Bauman, bu konunun giderek yakıcı bir soruna dönüştüğünü ve insanlar arası ilişkileri de olumsuz etkilediğini örneklerle ortaya koyarak değişik bir bakış açısı sunuyor okuyucularına.
Künye: “Iskarta Hayatlar, Modernite ve Safraları”, Zygmunt Bauman, Çev. Osman Yener, Can Sanat Yayınları, 2020, 155 Sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
Değerli İleri Kitap takipçileri ve kitap severler, haftanın yeni çıkan kitapları arasından sizler için derleme yaptık. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar ve iyi hafta sonları diliyoruz.
10-01-2021 01:01

BEN VE GINNIE - HERMAN RAUCHER
Ben, yazma eylemiyle boğuşan bir yazar adayı; Ginnie ise titiz bir dansçıdır. 1951’de birbirlerine aşık olmuş ve her ne olursa olsun birbirlerine tutunmaya karar vermiş iki ürkek çocukturlar. Dünya ikisinin de önünde keşfedilmeyi bekliyordur...
Bir yanda 1950’lerin New York’unun büyüleyici cazibesi, diğer yanda Hollywood’un yıldızlarla parlayan neşeli şov dünyası: Ben ve Ginnie neon ışıklar arasında birbirlerine duydukları saf, yoğun ve kusursuz aşkı sürdürmeyi başarmışlardır. Bu aşk sonsuza kadar sürmeli, şimdiye kadar yazılmış tüm kitaplarda ve peri masallarında anlatıldığı gibi romantizm ve tutkuyla harlanmalıdır. Ne var ki, aşkları sahiden de sonsuza kadar sürebilecek midir ya da bu aşk ikisinin de fark edemediği beklenmedik bir kırılma nedeniyle sallantıdan kurtulabilecek midir?
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ben ve Ginnie, Yazar: Herman Raucher, Çevirmen: Belkıs Çorakçı Dişbudak, Ayrıntı Yayınları, 2020 Aralık, 560 Sayfa
SİCİLYA'DA BİR AŞK HİKAYESİ - ANN RADCLIFFE
Ölçüsüz tutkular, dehşet verici eylemlere yol açar.
Sicilya’nın ıssız kıyılarında, benzersiz bir doğa manzarasının ortasındaki muhteşem bir şato, karanlık sırların yatağı olabilir mi? Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi, sakin ve durgun görünen hayatları apansız bir çalkantıyla bulandırıyor. Şatonun dolambaçlı koridorlarında, insanı bir kez kendine çektikten sonra girdabından dışarı bırakmayan, kaynağı belirsiz bir korkuyu, günlük hayata istikrarla sızan bir psikolojik dehşete dönüştürüyor.
Ann Radcliffe’in erken dönem yapıtlarından Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi, gotik romanı romantik unsurlarla besleyen yetkin bir örnek. Radcliffe dehşetin anlatımını kendine özgü lirik bir üsluba bağlarken, korkuya da sıcak, çekici bir yön kazandırıyor: Haz ile dehşet arasındaki her an kopmaya hazır o ince çizgi ortadan kalkıyor.
Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi, 18. yüzyıldan günümüze gotik adını alan korku ve dehşet edebiyatının klasiklerinden biri.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi - Klasik Kadınlar, Yazar: Ann Radcliffe, Çevirmen: Duygu Akın, Can Yayınları, 2021, 228 Sayfa
KAN TER VE PİKSELLER: VİDEO OYUN YAPIMCILIĞININ ARKASINDAKİ ÇALKANTILI VE ZAFER DOLU HİKAYELER - JASON SCHREIER
“Birçok geliştirici ve stüdyonun iyi ve kötü günlerine dair son ayrıntısına kadar araştırılmış, yer yer acı veren, ustalıkla yazılmış bir kitap.”
Cliff Bleszinski, Gears of War’un yaratıcısı
“Okunması gereken bir kitap... Sonuna geldiğinizde, keşke daha uzun olsaydı diyeceksiniz.”
Forbes.com
Video oyunları geliştirmek… Kahramanca bir yolculuk mu yoksa aptalca bir çaba mı? Jason Schreier, Kan, Ter ve Pikseller’de oyun geliştiriciliğinin perde arkasını gösteriyor ve okurlarını, yaratıcıların bazen uzun saatler çalıştırılan altı yüz kişilik ekiplerden, bazen de yalnız bir bilgisayar dâhisinden oluştuğu sularda heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Yakın zamanda çıkmış, en popüler ve en çok satan oyunlardan bazılarını ele alan Schreier, RPG stüdyosu BioWare’in Dragon Age: Inquisition’ı yapmak için imkânsız bir iş takviminin ve sayısız teknik kâbusun üstesinden gelme mücadelesini, bağımsız geliştirici Eric Barone’un yalnız bir adamın hayali olan bir köy yaşamı RPG’sini multimilyon dolarlık bir fikrî mülke çevirmek için tek başına gösterdiği çabaları, Bungie’nin Star Wars ya da Yüzüklerin Efendisi kadar popüler olacağını umduğu, yepyeni bir evrende geçen Destiny’yi yaratmak için stüdyonun sonunu getirmek pahasına Microsoft’tan ayrılışı gibi konulara değinerek okurlarını oyun geliştiriciliğinin cehennem alevlerine çekiyor.
Gün boyu süren fazla mesaileri, yorgunluktan kızaran gözleri ve son dakika kurtarışlarını belgeleyen Kan, Ter ve Pikseller, hem oyun geliştiriciliği dünyasında çıkılan bir yolculuk hem de olabilecek en iyi oyunu yaratmak için dağ gibi engelleri aşan, isimsiz kahramanlara bir övgü niteliğinde.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kan Ter ve Pikseller: Video Oyun Yapımcılığının Arkasındaki Çalkantılı ve Zafer Dolu Hikayeler, Yazar: Jason Schreier, Çevirmen: M. İhsan Tatari, İthaki Yayınları, 2021, 280 Sayfa
MİTOLOJİ: KAHRAMANIN YOLCULUĞU - DAVID ADAMS LEEMING
Mitoloji: Kahramanın Yolculuğu, birçok kültürün mitlerindeki evrensel temalara vurgu yaparak mitoloji konusuna farklı ve etkili bir yaklaşım sunuyor. James Frazer, C. G. Jung, Karl Kerényi ve alanın önde gelen isimlerinin, mitlerin evrensel anlam arayışımızda bütün toplumlara nasıl hizmet ettiğini gösteren metinlerine yer veren bu antoloji, kahramanın doğumundan sınav ve arayışlarına, düşüş ve yükselişine, ölümüne ve yeniden doğumuna uzanan geniş kapsamlı bir mit araştırmasıdır.
Anlatımına gerçek karakterleri de dahil ederek mitlerin fiziksel olarak gerçek olduğu ve gerçek hayata uygulanabileceği teorisinin altını çizen Leeming, kadın kahraman mitlerinin yanı sıra Navajo, Endonezya, Hint, Çin ve Afrika masallarından örnekler sunuyor ve şöyle diyor: “Mitler, insanlığın hayalleri olarak da adlandırılabilir.”
Mitoloji: Kahramanın Yolculuğu, yalnızca bu engin konu hakkındaki bilgilerini pekiştirmek isteyenler için değil, insan ruhunu daha iyi anlamak isteyenler için de temel bir kaynak niteliğinde.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Mitoloji: Kahramanın Yolculuğu, Yazar: David Adams Leeming, Çevirmen: Ilgın Yıldız, Say Yayınları, 2020 Aralık, 408 Sayfa
YAŞANMAZ BİR DÜNYA: ISINMA SONRASINDA HAYAT - DAVID WALLACE-WELLS
Durum çok kötü, sandığınızdan da beter. İklim değişikliğinin yavaş ilerlediği hikâyesi bir peri masalı, aslında hiç olmadığını anlatan masal kadar habis belki de. Ve eğer siz sadece deniz seviyesinin yükselmesinden endişeleniyorsanız, buzdağının yalnızca ucunu görüyorsunuz demektir.
Artan sıcaklıklar, kıtlık, sel baskınları, salgın hastalıklar, ormansızlaşma, buzulların erimesi, ekonomik gerileme ve bunların beraberinde getireceği yıkım... İşte başımıza geleceklerin kısa bir özeti. Ve hepsi de sandığımızdan daha hızlı gerçekleşecek. Eğer milyarca insanın yaşam şeklinde devrim niteliğinde bir değişiklik yapmazsak, içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda gezegenin çok büyük bir kesimi yaşanmaz hale gelecek, kalanında ise yaşam koşulları oldukça zorlayıcı olacak.
David Wallace-Wells, Guardian gazetesinin “çağı tanımlayan kitap” olarak nitelediği Yaşanmaz Bir Dünya’da son bilimsel çalışmalardan faydalanarak bizleri yakın geleceğimizle tanıştırıyor. O geleceğin, içinde yaşayanlara nasıl görüneceği –ısınmanın küresel politikayı nasıl dönüştüreceği, böyle bir dünyada teknolojinin ve doğanın ne anlama geleceği, kapitalizmin sürdürülebilirliği ve insanın ilerleyişinin tuttuğu yol– üzerine kafa yoruyor.
Yaşanmaz Bir Dünya aynı zamanda bir harekete geçme çağrısı. Dünya tarihi boyunca salınmış toplam karbon miktarının yarısından fazlasını son otuz yılda atmosfere bıraktığımızı düşünürsek, sadece bir kuşak içinde gezegeni bu hale getirmişiz demektir. Ve tüm bu felaketleri önleme sorumluluğu yine tek bir kuşağın omuzlarında. O kuşak, bizim kuşağımız.
"Çağı tanımlayan kitap.” Matt Haig, Guardian
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yaşanmaz Bir Dünya - Isınma Sonrasında Hayat, Yazar: David Wallace-Wells, Çevirmen: Ebru Kılıç, Domingo Yayınevi, 2020 Aralık, 336 Sayfa
SANAT DÜNYAMIZ SAYI 180
Sanat Dünyamız dergisinin 180. sayısı çıktı. Dergi, sezonun öne çıkan sergileri üzerine derinlikli eleştiri yazılarını, gündemdeki konulara dair söyleşileri sayfalarına taşıyor ve sanat ekseninde gerçekleşen güncel tartışmaları yansıtan yazılara yer veriyor.
Sanat Dünyamız 180. sayısında kapağına 26 Şubat- 9 Mayıs 2021 tarihlerinde Güney Kore’de gerçekleşecek 13. Gwangju Bienali’ni taşıyor. Merve Ünsal, bienalin araştırma sürecini, çevrimiçi yayınlarını ve kamusal programlarını, Natasha Ginwala ile birlikte bienalin bu edisyonunun sanat direktörlüğünü üstlenen Defne Ayas ve kamusal programlar küratörü Özge Ersoy ile konuştu.
Begüm Özden Fırat’ın Pera Müzesi’nde 17 Ocak 2021’e dek süren “Minyatür 2.0” sergisi üzerine yazdığı bir deneme geleneksel sanatların yansımalarını kapsamlı biçimde ele alıyor. Sevil Tunaboylu’nun Depo İstanbul’da yer alan “Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler” sergisi üzerine Fatih Özgüven’in yazısı, Aylin Zaptçıoğlu’nun Galeri x-ist’te devam eden “in situ/ex situ” sergisi üzerine Seçil Epik’in yazısı ve Nilbar Güreş’in Galerist’te süren sergisi “The Sea Said Okey” üzerine Gencay Altay’ın yazısı dergide yer buluyor.
20 yılı geride bırakan Bayburt’taki Baksı Müzesi’nin yolculuğunu sivilleşme ve özne kavramlarıyla ele alan Hüsamettin Koçan’la gerçekleşen bir söyleşi de okurları bekliyor.
Bora Başkan’ın Öktem Aykut’ta gerçekleşen üçüncü kişisel sergisini ve “Ufku Olmayan Günler” adlı yeni video çalışmasını anlattığı söyleşisi, sanatçının pratiğine yakından bakmak için bir fırsat sunuyor.
Bu sayıda Açıklaya Açıklaya Sanat’ın beşinci yazısını kaleme alan Süreyyya Evren, “Sanatın özgür olmasını istiyor muyuz buna ihtiyacımız var mı gerçekten?” diye soruyor. Süreyyya Evren’in yazısında referans verdiği Alman yazar Hanno Rauterberg’in “Sanat Ne Kadar Özgür?” başlıklı yazısı da dergide yer alıyor.
Eleştiri dizisinde ise Semih Fırıncıoğlu özne ve matris kavramlarını ele alarak yeni soruları gündeme getiriyor.
Sanat İnisiyatifleri Söyleşileri’nde TAPA, Sanat Kütüphaneleri’nde ise İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesi derginin konuğu. Pandemi şartlarında sahnesini ormana taşıyan DotOrmanda’nın macerasını ise Murat Daltaban anlatıyor.
Son olarak Kasım ayında gerçekleşen ve genç sanatçıların üretimleri için bir alan açan Base’in izleri de dergide + “İz” bölümünde okurları bekliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sanat Dünyamız Sayı 180, Yazar: Kolektif, Yapı Kredi Yayınları, 2021