Hizayı cepheden almak

Pusulamıza bakmak gerekirse, gezi direnişinde olduğu gibi hizayı yanımızda durmak isteyenlerden değil karşı cephemizde duranlardan almak ilerletici olacaktır.  

Son aylarda ülke gündemini belirleme yetisi azalan ve muhalefetin bu alandaki etkisini arttırmasıyla birlikte tökezlemeye başlayan iktidar "en iyi bildiği" stratejiyi yeniden devreye soktu. Ekonomik krizin etkisinin ve rejimin baskıcı uygulamalarının her geçen gün arttığı bir süreçte kendi politik hegemonya alanının daraldığını fark eden saray rejimi, çözümü muhalefetin farklı unsurlarına önce saldırıp ardından ayrıştırarak zayıflatmakta bulmuş durumda. Yakın süreçte yaşanan üç örnekle devam etmek gerekirse Aysel Tuğluk, Sezen Aksu ve Sedef Kabaş'a yönelik saldırılar ve bu saldırılar karşısında alınan tutumlar anlatılmak isteneni kolaylaştıracak.

HDP'nin hukukçu milletvekili Aysel Tuğluk, Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttüğü sırada 2016 yılında HDP yöneticilerine yapılan operasyonda gözaltına alınarak siyasi faaliyetleri sebebiyle tutuklandı. 5 yılı aşkın süredir haksız şekilde tutuklu bulunan Aysel Tuğluk, cezaevinde bulunduğu sırada annesinin yaşamını yitirmesi sonrasında cenazeye ve mezarına yönelik iktidarın organize ettiği saldırılar sonrasında cezaevinde rahatsızlanarak kendisine Demans teşhisi konuldu. Şu anda yaşamını cezaevinde sürdürmesi mümkün olmadığı hastane raporuyla da belgelenen Aysel Tuğluk'un yaşam hakkının yok sayılarak ve infaz kanunlarının dahi uygulanmayarak iktidar tarafından ölüme terk edilmesi gerçeği apaçık ortada duruyor.

Bir kısım gerici odağın, Sezen Aksu'nun yıllar önce yazmış olduğu bir şarkı sözü üzerinden kopardığı yaygara sonrasında Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla bir camide cuma fetvası vererek "dilini kopartacağız" tehdidi ise dönemin karakteristik özelliklerini barındırmakta. Kendisinden olmayanı tehdit, baskı, tutuklama dahil her türlü zor yöntemiyle sindirmek ve daha da önemlisi bu saldırıları özellikle kamuoyunda tanınmış kişiler üzerinden yaparak tüm topluma "tanınmış kişilere bunu yapıyorsak size neler yapabiliriz" mesajı verilmekte.

Son olarak ise gazeteci Sedef Kabaş bir televizyon programında söylediği bir atasözü sebebiyle yine bilindik yöntemlerle önce sosyal medyada trollerce linç edilip, ardından Adalet Bakanının ve diğer iktidar mensuplarının hedef göstermesi sonucunda yargının kullanışlı silahına dönüşen "Cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla gece yarısı evinden gözaltına alındı ve akabinde de tutuklandı.  
 
Her üç olayın failinin de siyasi iktidar olduğu ve kendi bekaları için her türlü hak ihlalini gözlerini kırpmadan hayata geçirdikleri konusunda herhangi bir tereddüt yok. Aysel Tuğluk'un yaşam hakkına, Sedef Kabaş'ın özgürlük ve güvenlik hakkına, Sezen Aksu'nun ise ifade özgürlüğüne yönelik saldırılar aynı bütünün birer parçası. Gelinen noktada bu saldırıların kime yöneldiği değil kimin tarafından yönetildiği sorusunun cevabına yönelecek tepkinin ortaklaştırılması önemlidir.  

Saldırıların failini ve nedenlerini ortaya koyduktan sonra  muhalefetin konumlanışına da değinmeden geçmek olmaz.  İktidarın uzun yıllardır en büyük başarısının kendi gücünü arttırmaktan ziyade karşısındaki toplumsallığı bölmek ve birbirine karşı pozisyon almasını sağlamak olduğu çok defa dile getirildi. Son süreçte de benzer bir yaklaşımın ortaya çıkmasının işaret ettiği tehlikeleri görmezden gelerek devam edemeyiz.  Sözü dolandırmadan söylemek gerekirse Aysel Tuğluk'un Kürt siyasi hareketinin bir öznesi olması sebebiyle  yaşam hakkına yönelen saldırıya karşı mesafeli durulması, Sezen Aksu'nun "yetmez ama evetçi" olması gerekçesiyle bazı muhalif çevre ve kişilerce yönelen saldırıya "ama/fakat" içeren şerhli itirazları ve son olarak Sedef Kabaş'ın Atatürkçü kimliği sebebiyle tutuklanmasına diğer politik çevrelerce gerekli tepkinin verilmemesi günümüzün muhalefet açısından en büyük açmazı olarak tespit etmemiz gereken somut bir olgu.

Önemli olan bu olgunun tespiti değil, bunun hızlıca çözülmesi gereken politik bir mesele olduğunun kabul edilmesidir. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da otoriterleşen bir iktidardan gelen saldırının hedefinde kim olduğuna bakılmaksızın  saldırının sona erdirilmesi için ilkesel tutum alınmalı ve bu tutumda "amasız-fakatsız" tepki gösterilmeli.  Aksi halde iktidara geri adım attırılması, çeşitli kazanımların sağlanması ve iktidarın değiştirilmesinin hayli zor olacağı da unutulmamalı. Sosyalistlerin bu ve benzeri başlıklarda sergilediği ilkesel duruşun ve tutumun nedeni tam da bu sıralanan gerekçelerden kaynaklanıyor. 2016 yılında ilan edilen OHAL sonrasında  ister mensubu olsun ister olmasın Fethullahçılık suçlamasıyla gözaltına alınan kişilere işkence yapılmasına kayıtsız-şartsız itiraz edilmesi gibi bir tutumun sergilenmesi de son derece önemliydi. Fethullahçıların gerici, faşist ve hatta darbe yanlısı olmaları da bu tutumu değiştirmemiştir. İşkenceye ve kötü muameleye karşı çıkmak sosyalistler için ilkesel bir tutum olup o gün için de bugün için de hatalı bir politik konumlanış değildi.

Buradan hareketle Sezen Aksu'nun "yetmez ama evetçi" olması, Sedef Kabaş'ın Atatürkçü, Aysel Tuğluk'un ise HDP'li olması kendilerinin politik kimlikleri ve tercihleridir. Siyasi iktidarın haksız ve hukuksuz saldırılarının muhatabı olduklarında bu saldırıların karşısında durmak, dayanışma sergilemek ve failleri olan iktidara tepki göstermek ise bizler için ilkesel bir tutumdur.

Pusulamıza bakmak gerekirse, gezi direnişinde olduğu gibi hizayı yanımızda durmak isteyenlerden değil karşı cephemizde duranlardan almak ilerletici olacaktır.