Hem sorunun kendisi, hem sorunlar yumağı: Vakıf üniversiteleri -I

Hem sorunun kendisi, hem sorunlar yumağı: Vakıf üniversiteleri -I

Vakıf üniversitelerini ve buralardaki sorunlar ile çözüm önerilerini Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi’nden (VÜDAM) temsilcileri ile konuştuk.

Tugay Candan - @TugayCandann

Mail: [email protected]

Vakıf üniversitelerine dair konuşan VÜDAM temsilcileri, tüm vakıf üniversitelerinin kamulaştırılması gerektiğini ancak bu kapsamlı adım öncesi yapılması gerekenin vakıf üniversitelerinin sert denetimlere tabi tutulması ve mevcut antidemokratik işleyişin ortadan kalkması olduğunu vurguladılar. 

Eğitimde fırsat eşitliği ve eğitime ücretsiz ulaşım konularında her dönem tartışılan vakıf üniversiteleri, son dönemde akademisyenlere devlet üniversiteleri ile eşit ücretlerin verilmemesi ve üniversite sınavında barajın kaldırılması gibi konularla gündeme geldi.

Ancak vakıf üniversitelerindeki problemler bunlarla sınırlı değil. Vakıf üniversitelerini ve buralardaki sorunlar ile çözüm önerilerini Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi’nden (VÜDAM) temsilcileri ile konuştuk.

Vakıf üniversitelerindeki eğitim ve bilim emekçilerinin yaşadıkları sorunların özellikle pandemi dönemiyle birlikte arttığını ve kamuoyunda daha fazla görünür olmaya başladığını görüyoruz. VÜDAM olarak bu sorunlara dair genel yaklaşımınız nedir? En önemli ve acil çözüm bekleyen sorun başlıkları sizce nelerdir?

Her ne kadar Vakıf Yükseköğretim Kurumları Yönetmeliği madde 28’de “Vakıflar kendilerine kazanç sağlamak amacı ile yükseköğretim kurumu kuramazlar. Kurmuş oldukları yükseköğretim kurumundan herhangi bir surette gelir, kazanç ve hak elde edemezler” ibaresi yer alsa da bu üniversitelerin özel şirketler gibi yönetildiği herkesin malumu. Sorun bizce tam olarak burada başlıyor. Anayasal güvence altına alınmış olan ‘üniversitenin bilimsel özerkliği’nin gerçek anlamı, yükseköğretimi çeşitli siyasal çevre ve baskı grupları ile düşünce kümelerinin etkisinin dışında tutarak bilimsel amaç, hedefler ve gereksinimlerine bağlı olmalarını sağlamasında yatıyor. Ne var ki vakıf üniversitelerinin fiili işleyişine baktığımızda, akademisyenlerin rahatça bilimsel üretimde bulunması için gerekli olan –ekonomik güvenceden tutun bilimsel özgürlüğe kadar– bir dizi mefhumun, buraları işleten mütevelli heyetlerinin kar odaklı anlayışı ile doğası gereği bir çelişki içerisinde olduğunu görüyoruz.

Vakıf üniversitelerinde acilen çözülmesi gereken sorunlar üç ana başlıkta şöyle sıralanabilir:

- En önemlisi, 17 Nisan 2020 tarihinde vakıf yükseköğretim kurumları için çıkan “taban maaş” kanununun uygulanması ve bunun zamanında yapılması. Birkaç üniversite dışında istisnasız hepsi, sözleşme dönemlerini bahane ederek ocak ve temmuz’da devlette yapılan zammın üzerinden atlamakta, yasayı ancak yılın son birkaç ayında uygulamaktadırlar. Enflasyonun rekor kırdığı böylesi bir dönemde bu sorun, çok yakıcı hale gelmiştir. Şu an vakıf üniversitelerinde çalışan yaklaşık 30 bin öğretim elemanı, denetimle yükümlü YÖK başta olmak üzere, devletin yürütme organından bir Allah’ın kulunun çıkıp da yasama organınca emredilmiş bir kanunun uygulanması için harekete geçmesini beklemektedir. Vakıf üniversitesi akademisyenleri ve personeli, çalışma ve özlük hakları bakımından devletteki denkleriyle eşit koşullara sahip olmalıdır.

- Öğretim elemanlarının akademik alanlar dışında (üniversite tanıtım faaliyetlerinde çağrı merkezi çalışanı olarak ya da rektörün/yardımcısının özel asistanı gibi) görevlendirilmesine son verilmesi ve görev tanımının belirginleştirilmesi. En kırılgan grup olan araştırma görevlileri, idari ve kişisel işlerin baskısı altında “araştırma” görevlerini yerine getiremez durumdadırlar.

- İdari personelin ücretlerinin iyileştirilmesi ve yeterli sayıda istihdam edilmesi. Şu an birkaç istisna haricinde tüm üniversiteler, idari personeli asgari ücrete mahkûm etmekte ve yapabileceğinden fazla iş yüklemektedirler. Birçok sekreter iki fakültede birden görevlendirilmekte, denetim dönemlerinde ücretlerini alamadan fazla mesai yapmakta. Bu durum üniversite ortamında çalışanlar arasında uçuruma neden olmakta ve yine araştırma görevlilerinin idari işler altında ezilmesine yol açmaktadır. İdari personel insanca yaşayabileceği bir ücretle, makul bir iş yüküne tabi olmalıdır.

YÖK’ün bu alandaki tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?

Gelin, malum taban maaş yasasının çıktığı 2020 yılından itibaren YÖK’ün kamuoyu önüne çıktığı toplam üç ana noktaya bakalım. YÖK’ün tutumuna okuyucu karar versin.

İlk noktada nisan ayında yasanın çıkmasıyla vakıf üniversiteleri, YÖK’ten iki istekte bulundular. Birincisi, ücretler hesaplanırken devletteki net yerine brüt ücretin emsal alınabilmesi; ikincisi, ücretlerin devletteki seviyeye yükseltilmesinin kanunun yürürlüğe girdiği nisan ayından itibaren değil, daha geç başlatılabilmesi. YÖK, bu iki taleple ilgili hızla iki karar aldı. İlkiyle ilgili, devlet yükseköğretim kurumlarında ödenen emsal ücretin net veya brüt ücret miktarından birisini esas alabileceklerine karar verdi (2020.27 sayılı karar). İkincisiyle ilgili ise “emsal ücret uygulamasına 2020 yılı içinde olmak şartıyla öğretim elemanı sözleşmelerinin yenilendiği aydan itibaren başlatılmasının mümkün olduğuna” karar verdi (2020.39 sayılı karar). İlk kararda (2020.27) açıkça görülebileceği gibi YÖK, kanunu üniversite patronlarının lehine yorumlamıştır. Brüt ücret emsal alınınca, devlet üniversitesi çalışanlarının brüt ücreti çok daha az vergi kesintisine tabi tutulduğu için arada önemli bir fark oluşmaktadır. Kaldı ki kanunun gerekçesinde, düzenlemenin getiriliş sebebi “Vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının mali haklarının devlet yükseköğretim kurumlarında çalışan emsalleri ile eşitlenmesi” olarak öngörülmüştür. Bu durumda mali haklar eşitlenmemektedir. İkinci karar ise (2020.39) daha büyük bir fiyaskodur. Kanunlar, Resmi Gazete’de yayınlandığı tarihten itibaren yürürlüğe girmektedir. Fakat YÖK, aldığı bu gayrı kanuni kararla kanunun uygulanma tarihini patronların inisiyatifine bırakmıştı. Neyse ki Danıştay 8. Dairesi, 2020/5712 sayılı kararıyla 2020.39’un yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. Söz konusu yürütmenin durdurulması yazısı da 2021.12 sayılı kararla üniversitelere bildirildi. Sözün kısası, patronların iki isteğine akademisyenler aleyhine hızla olumlu cevap veren bir YÖK ile karşılaştık.

İkinci noktada, 2022 Mart ayı başında, kendilerine gelen şikâyet dilekçeleri posta kutularından taşmış olacak ki bir karar yayınladılar. Üniversitelere gönderdikleri kararın son cümlesi şöyle idi: “vakıf yükseköğretim kurumlarına, öğretim elemanlarına ücretlerinin zamanında ve mevzuata uygun olarak ödenmesi konusunda gerekli dikkat ve özenin gösterilmesi hususunun hatırlatılmasına karar verilmiştir”. Patronların taleplerine her türlü kolaylığı sağlayan YÖK, söz konusu 30 bine yakın akademisyenin hakkı olduğunda, oldukça kibar bir ‘hatırlatma’ ile yetindi.

Üçüncü noktada, Nişantaşı Üniversitesi’nde rektör yardımcısı Mehmet Ünal’ın, haklarını arayan akademisyenlerin üzerine yürümesi ile tekrar gündem olan vakıf üniversiteleri sorununun YÖK’ü harekete geçmeye zorladığını gördük. 14 Nisan 2022 tarihinde, yani yasanın yürürlüğe girdiği tarihten tam 2 yıl sonra YÖK, dokuz adet üniversite ile ilgili inceleme başlattığını, bu “sürecin şeffaf bir şekilde kamuoyu ile paylaşılacağını” duyurdu. Beklenen açıklama tam üç ay sonra geldi: “Bazı vakıf yükseköğretim kurumlarının Kanun’da açık düzenleme olmasına karşın görev yapan öğretim elemanlarına ödenen ücretlerde Devlet üniversitelerindeki ücret artışının gözetilmediği ya da ücret artışının sözleşme tarihleri bahane edilerek ilgili dönemlerde yapılmadığı” iki koca yıl sonra anlaşıldı, “…söz konusu tespitler çerçevesinde Kurulumuzun yetki ve sorumlulukları çerçevesinde gerekli işlemler yapılmakta…” idi. İşte YÖK’ün ‘şeffaf bir şekilde’ yürüttüğü incelemeden tek öğrendiğimiz buydu. Ne bu 9 üniversitenin hangileri olduğu, ne soruşturmada gözlenen usulsüzlükler, ne de uygulanacak yaptırımlar kamuoyu ile paylaşıldı. Zaten o günden sonra ortadan kayboldular.

Bir yandan eylemler, direnişler ve örgütlenme çalışmaları devam ediyor. Bu faaliyetleri nasıl değerlendiriyorsunuz? VÜDAM’ın bu süreçteki pozisyonundan ve çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

VÜDAM olarak sosyal medya hesaplarımızdan bize ulaşan meslektaşlarımıza elimizden geldiğince yol göstermeye, sorularını cevaplamaya çalışıyoruz. Sorunlarını yine bu mecralardan duyurmaya ve kamuoyu yaratmaya çalışıyoruz. Ne mutlu ki vakıf üniversitesi çalışanlarının sorunlarını görünür kılmayı başarabildik. Bunun yanında mütevelli heyetleri ve üniversite yönetimlerinin de VÜDAM’ı oldukça yakından takip ettiğini söyleyelim. Meslektaşlarımız kendilerini yalnız ve çaresiz hissetmemeliler. Patronların, kendilerinin vereceği mücadeleden oldukça endişe duyduğunu bilmeliler.

Bunun yanında, zaman zaman açığa çıkan eylemliliklerde yer almaya, mümkünse örgütleyicisi olmaya çalışıyoruz. Son olarak tek tip kıyafet dayatmasıyla gündeme gelen Nişantaşı Üniversitesi önünde, beş akademisyenin işten çıkarılmasına karşı Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası ve Eğitim Sen ile birlikte bir protesto gerçekleştirdik. Akademisyen ve idari personelin bir araya gelmesini, yıllardır süren suskunluklarını bozmasını, birer özne olarak haklarına göz diken, yasaları çiğneyen kim varsa gövdeleriyle karşısına dikilmelerini her şeyden önemli görüyoruz. Elbette ki adil ve demokratik bir üniversiteyi inşa edene dek mücadelemiz sürecek.

VÜDAM’ın vakıf üniversitelerindeki sorunların çözümü için önerileri nelerdir? Belirlediğiniz hedefler var mı?

Sorunlar genel olarak ortaklaşsa da her üniversitenin kendine özgü koşulları, iç işleyişi, dinamikleri olabiliyor. O yüzden bu sorunun tek bir cevabı yok. Atılabilecek en somut adımlardan ilk olarak, hukuki süreçlere başvurmadan önce üniversite yönetimine bir dilekçe ile talepleri iletmeyi öneriyoruz. Yönetim 30 gün içinde olumlu ya da olumsuz bir cevap vermek zorunda. Fakat burada sıkça karşılaştığımız şey, yönetimlerin emriyle ilgili dekanlığın ya da personel daire başkanlığının dilekçeyi kabul etmemesi, kabul etmiş gibi görünse de işleme almaması oluyor. Şaka gibi ama gerçek. Bu durumda mutlaka dilekçe numarası istenmeli, aksi durumda PTT’den ‘alma haberli’ olarak kargolanmalı. Bu noktadan sonra idari mahkemeye dava yoluna gitmek, yüksek oranda akademisyen lehine sonuçlanıyor. Fakat dava yoluna giden akademisyen sayısı işten atılma veya mobbinge uğrama gibi kaygılardan dolayı oldukça az. Ne yazık ki çoğu akademisyen, hukuki yollara ancak işten ayrılması söz konusuysa başvuruyor. Geride kalanlar ise ayrılan kişinin hukuki kazanımlarından yararlanamıyor. Çalışırken bireysel olarak dilekçe verenler gözden çıkarılıyor, hemen değilse de bir sonraki sözleşme döneminde işten çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bu yüzden burada da kolektif olarak hareket etmek oldukça önemli.

VÜDAM herhangi bir kurumsal yapıya sahip değil; yalnızca birleştirici bir dayanışma ağı. Dolayısıyla çalışanların acilen sendikalaşması, iş yerlerindeki sonuç alıcı mücadeleler için olmazsa olmaz. Maalesef özel sektördeki akademisyenlerin örgütlenmesi sorunu, güvencesizlik ve iş bulmanın zorlukları nedeniyle her zaman çetrefilli bir konu olageldi. Diğer yandan ise ‘kendimden başkası beni ilgilendirmez’ tavrının hiçbir işe yaramadığı, bunun tüm açıklığıyla görüldüğü bir süreçten geçiyoruz. Akademisyenlerin şu çok basit denklemi görmesi gerekiyor: konfor alanından çıkıp elleri taşın altına koymadan hiçbir şey değişmez. Umarız vakıf üniversitesi çalışanları, üzerlerindeki tedirginliği ve ölü toprağını atıp hem kendi yaşamları için hem de özgür ve üretken bir akademi için; dolayısıyla yaşanabilir ve adil bir dünya için ellerini taşın altına koyarlar. Ne de olsa dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.

Seçim dönemine girilirken üniversiteler ve yükseköğretim alanı sıkça gündeme gelen başlıklardan birisi olmaya başladı. VÜDAM nasıl bir üniversite ve yükseköğretim sistemi tarif ediyor?

VÜDAM, üniversitelerin sermayenin kucağına itilmesinin karşısındadır. Bu nedenle tüm vakıf yükseköğretim kurumları kamulaştırılmalıdır; eşit, ücretsiz ve bilimsel bir eğitimin en önemli şartı budur.

Elbette bu kapsamlı ve uzun bir çalışmanın ürünü olacaktır. Bu yapılana kadar tüm vakıf üniversitelerinin sert denetimlere tabi tutulması gerekir. İşe 2547 Yükseköğretim Kanunu ve Vakıf Yükseköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin doğru düzgün uygulanması ile başlanabilir. Bu bile yapıldığında zaten mevcut üniversitelerin en az yarısının faaliyet izninin kaldırılması gerekecektir.

Diğer yandan tüm üniversitelerde mevcut anti demokratik işleyiş ortadan kaldırılmalıdır. Rektörler, öğretim elemanları tarafından seçilerek iş başına gelmeli, bunun yanında karar alma süreçlerine birim birim temsilcilerini seçen akademisyenler de dahil olmalıdır. Üniversitedeki karar alma süreçlerine öğrenciler de etkin olarak işletilen temsilcilikler yoluyla katılabilmelidir.

 

DAHA FAZLA