Hayır, Karl Marx Avrupa-Merkezci değildi

Hayır, Karl Marx Avrupa-Merkezci değildi

Marx’a olan saldırılar arasında daha geniş çevrelere ulaşabilen, özellikle de ilerici entelektüeller ve akademisyenler arasında yaygın olan bir suçlama Marx’ın Avrupa-merkezci bir düşünür olduğudur. Bu kimseler için Marx yirmi birinci yüzyılın çok-ırklılık ve anti-sömürgecilik hassasiyetleriyle ahenkte olmayan, on dokuzuncu yüzyıla ait bir düşünür niteliğindedir.

Kevin B. Anderson

Çeviri: Ali Ekdal

Marx’ın eleştirmenleri onu Avrupai bir tarihsel gelişim modelini Dünya’nın geri kalanına dayatmakla suçlamışlardır. Fakat gerçek Marx Avrupa-merkezci düşünceyi reddetmiş, dünya tarihinin çeşitliliklerini ve karmaşıklıklarını hesaba katan çok yönlü bir görüş geliştirmiştir.

Kapitalizmin kritiğine karşı yeniden canlanmış bir ilgi söz konusu olsa da Marx’a birçok yönden saldırılar gelmeye devam ediyor. Bu saldırıların geniş bir çeşitlilik yelpazesi olmasına rağmen genel tanıları Marksizmin ölü, modası geçmiş, yeni teoriler ve olaylar tarafından geride bırakılmış bir düşünce olduğu yönünde. Fakat eğer Marksizm gerçekten öldüyse bu eleştirmenler neden kendi tezlerini tekrar ve tekrar “kanıtlamak” için bu konunun üzerinde durmaya devam ediyor?

Gerçek cevap apaçık ortada. Marksizm gerçek anlamda hiçbir zaman ölmedi; geriledi, ölü ilan edildi ve geçtiğimiz yüz elli yıl boyunca birçok defa hayata geri getirildi. Marx’ın eleştirmenlerinin, henüz başarıya ulaşmış olmasalar da, onu toprağa gömme isteklerinin nedeni işte tam olarak buradan geliyor.

EDWARD SAID’İN ELEŞTİRİSİ

Standart liberal görüşe göre Marksist sosyalizm ilk olarak totaliterliğin yükselişine, eninde sonunda ise ekonominin çöküşüne yol açar. Kısacası Marksist “deneyler” — Sovyetler Birliğine bakın! — tehlikelidir ve bizler daha uygulanabilir bir alternatif olan liberal kapitalizmden sapmamalıyızdır. Fakat Büyük Durgunluk’un ertesinde, bilhassa Donald Trump döneminde, yükselen güçlü faşist eğilimler ve liberal demokrasi ile kapitalizmin geleceği hakkında artan şüpheler bu türden argümanların temellerini zayıflatmıştır.

Marx’a olan saldırılar arasında daha geniş çevrelere ulaşabilen, özellikle de ilerici entelektüeller ve akademisyenler arasında yaygın olan bir suçlama Marx’ın Avrupa-merkezci bir düşünür olduğudur. Bu kimseler için Marx yirmi birinci yüzyılın çok-ırklılık ve anti-sömürgecilik hassasiyetleriyle ahenkte olmayan, on dokuzuncu yüzyıla ait bir düşünür niteliğindedir. Ana damarını bu düşüncenin oluşturduğu eleştiriler Edward Said’in Oryantalizm (yahut Şarkiyatçılık, 1978) eserinin ertesinde yaygınlık kazanmıştır.

Said Marx’ın düşüncesinde iki temel hata bulmuştur. İlk olarak Marx’ın bir üstanlatıya veya tek-yönlü bir sosyo-ekonomik gelişim dizisine saplı kaldığını söylemiştir. Bu perspektife göre, Marx Batı Avrupa tarihine dayalı bu tek-yönlü modeli, -gerçek bir gerekçe sunmadan- bu sınırlı coğrafya dışında kalıp kapitalist olmayan toplumları incelemek ve değerlendirmek için kullanmıştır. İkinci olarak Said Marx’a etno-merkezcilik bağlamında saldırmış, hatta Marx’ın batılı olmayan toplumları resmetme biçiminin ırkçı alt tonlara sahip olduğunu belirtmiştir.

Said birinci eleştirinin bir parçası olarak Marx’a göre Avrupa emperyalizminin insanlığın gelecekteki kalkınışıyla sonuçlanacak ileriye doğru yürüyüşünün “tarihsel bir gerekliliği” olduğunu yazmıştır. Said’in de altını çizdiği gibi, Marx’ın 1853’de New York Tribune’da Hindistan üzerinde yazdığı makaleler İngiliz sömürgeciliğine karşı şaşırtıcı bir destek barındırmaktadır.

Marx, İngilizleri “daha üstün, dolayısıyla Hint medeniyeti tarafından erişilemez” olarak tanımlamış, Hindistan halkını ise sabit bir doğaya sahip, emperyalizme karşı dişe değer bir direniş ortaya koymayı başaramayan bir toplum olarak nitelemiştir. Said’in Marx’ın duruşunu ifade ettiği biçimde: “Asya’yı yok ederken bile İngilizler gerçek bir toplumsal devrime olanak tanıyorlardı.”

Ancak Said tarafından altı çizilen bu sorunun belki de en bariz örneği 1853 tarihli Hindistan yazılarında değil, Marx tarafından beş yıl önce kaleme alınmış Komünist Manifesto’da (1848) yer almaktadır. Manifesto’da Marx ve Engels emperyalizmin Çin’e nüfuzuna adeta methiye diziyormuş gibi gözükmektedirler:

“Tüm üretim araçlarının seri bir biçimde gelişmesi ve iletişimin son derece kolaylaşması neticesinde burjuvazi en vahşi toplumları dahi medeniyete doğru çekmektedir. Çin duvarlarının tamamını yıkarken barbarların yabancılara karşı beslediği inatçı nefretin teslim olmasına sebep olan ağır havan topları burjuvazinin metalarının sadece ucuz birer ücretidir. Bu, yok oluş acısı altındaki bütün halkları burjuva üretim biçimini benimsemeye mecbur bırakmaktadır; ortalarına burjuvazinin tabiriyle ‘medeniyeti’ getirirken bir yandan kendilerini de burjuva olmaya zorlamaktır.”        

Manifesto’nun bu kısmında Marx sadece sömürgeciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan “kalkınmayı” över gibi gözükmekle kalmamış, aynı zamanda Çin halkını da “barbarlar” tabirini kullanarak aşağılamıştır. Marx’ın dilindeki bu ton Said’in ikinci eleştirisine, yani etno-merkezcilik suçlamasına bağlanmaktadır.  

Said, Marx’ı “[Ernest] Renan’dan Marx’a” uzanan ve bir “hakikat sistemi (Nietzsche’nin kullandığı biçimde ‘hakikat’)” geliştirmiş Batı Avrupalı düşünürler topluluğunun içerisine konumlandırır. Bu yüzden Doğu hakkında söyleyebilecekleri çerçevesinde her Avrupalının ırkçı, emperyalist ve neredeyse mutlak bir şekilde etno-merkeziyetçi olduğu doğrudur.

MARX’IN GÜZERGAHI

Peki bu argümanlar meşru mudur? Marx gerçekten de, terimin çift anlamıyla, Avrupa-merkeziyetçi midir? Bir taraftan dünya tarihini ve kültürünü Batı’nın tarihi ve kültürü içerisine dahil eden soyut bir üstanlatı inşa etmiş bir teorisyen, öbür taraftan da Batı Avrupa’nın dışında kalan toplumlara karşı aşağılayıcı (belki de daha kötü) bir tutum takınan bir etno-merkeziyetçi midir? 

Bu basit bir cevabı olmayan bir soru. Her ne kadar bahsi geçen savlar abartılı olsa da, en azından Marx’ın Batılı olmayan toplumlar hakkında 1848 ve 1853 yılları arasında kaleme aldığı yazılar söz konusu olduğunda kimi Marksistlerin aksine bu argümanlarda kısmi bir doğruluk payı olduğunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak aynı zamanda Avrupa-merkezci bir Marx görüşü kendisinin 1841 ve 1883 arasında yazdığı yazılar incelendiğinde çökmektedir. Zira Marx her şeyden önce kendi kavramsal aygıtı üzerinde yeniden çalışmaya ve onu geliştirmeye devam etmiş bir düşünürdür.

İlk olarak Avrupa-merkezcilik ve etno-merkezcilik, erken dönem Hindistan ve Çin yazılarında dahi, Marx’ın tonunda duyulan yegane unsurlar olmaktan oldukça uzaktır. Örneğin Hindistan üzerine kaleme alınmış tartışmalı 1853 yazıları bile şuna benzer pasajlar barındırır:

“Büyük Britanya’da iktidar olan sınıflar endüstriyel proletarya tarafından alt edilmedikçe veya Hintliler İngiliz boyunduruğunu bizzat kendileri alaşağı edecek kadar güçlenmedikçe Hindistan halkı Britanya burjuvazisinin toplumlarının içine yaydığı yeni unsurların meyvelerini toplayamayacaktır. Her halükarda, takriben uzak bir dönemde, kibarlıklarıyla İngiliz zabitlerini hayrete düşürmüş yerlilere sahip, coğrafyası dillerimize ve dinlerimize kaynak olmuş o muhteşem ve ilginç ülkenin yeniden yeşerişini göreceğimize güvenebiliriz.”   

Burada Marx Hindistan kültürü ve medeniyeti için yalnızca yüksek takdirini ifade etmekle kalmamış, aynı zamanda kendi döneminde eşine ender rastlanır bir biçimde Hint bağımsızlığını savunan bir Avrupalı olarak öne çıkmıştır.

İkinci olarak Marx’ın Hindistan ve Çin hakkındaki görüşleri bu ülke halklarının 1856 ve 1858 yılları arasında İngiliz emperyalizmi karşısında ortaya koydukları muazzam direniş neticesinde kayda değer bir değişime uğramıştır. Marx’ın Tribune’a yazdığı nadir tartışılan makalelerin odak noktası sadece Asya’nın “geri kalmışlığı” değil, Britanya’nın İkinci Afyon Savaşı’nda ortaya koyduğu sömürgeci vahşet de olmuştur. 1856 tarihli Tribune makalesinden alınan bu pasaj Marx’ın bahsi geçen görüşünün bir ifadesidir:

“Kanton’un zararsız yurttaşları ve barışçıl tüccarları katledildi, yaşam alanları yerle bir edildi, insan hakları ihlal edildi… İngilizlerin tek yarasına karşı Çinlilerin şikayet edeceği doksan dokuz yarası var.”

Hindistan’da 1857’de patlak veren Sepoy [Sipahi] başkaldırısının ertesinde Marx Tribune’da Hintli isyancıları İngilizlere karşı desteklemiştir.(1) Engels’e yazdığı 1858 tarihli bir mektupta ise isyancıları Avrupa işçi sınıfının sükunete gömüldüğü bir dönemde “en iyi müttefiklerimiz” olarak niteler.

Üçüncü olarak Marx’ın tarihsel gelişimin evrelerine dair olan düşüncesi 1850’lerin sonlarında önemli bir değişime uğramıştır. Marx ve Engels 1846 tarihli Alman İdeolojisi adlı eserlerinde sosyo-ekonomik evrelere dair daha sonra “üretim biçimleri” ismini alacak bir teori öne sürmüşlerdir; devletsiz kabile toplumları, Yunanistan ve Roma’nın köleliğe dayanan toplumları, Ortaçağ Batı Avrupa’sının serfliğe bağlı feodalizmi, akabinde resmiyette özgür olan ücretli emeğe dayalı kapitalizm, ve son olarak, Marx ve Engels’in düşüncelerine geleceğe yansıtarak ortaya koydukları özgürlük ve ortak emeğe dayanan modern, komünist bir toplum. Kısacası bunlar “ilkel”-köleci-feodal-burjuva-sosyalist üretim biçimleridir. 

Ancak Marx 1857-58 yıllarında Grundrisse’yi yazarken bu çerçeveyi genişletmiş, Yunanistan ve Roma sistemleri ile feodal Avrupa sistemlerinin yanına bir de Hindistan, Çin ve Orta Doğu’nun sömürgecilik öncesine dayanan tarımsal imparatorluklarını birbirine bağlayan Asyaî üretim biçimini (AÜB) getirmiştir. Marx bu genişletilmiş çerçeveyi Kapital’de “Asyaî, antik, feodal ve modern burjuva üretim biçimleri” ifadesini kaleme alırken de vurgulamaktadır. 

AÜB’ni Yunan ve Romalı toplumlar ile feodal toplumların bir mukabili olarak görebiliriz. Her ne kadar detaylandırılmamış olsa da AÜB bir konsept olarak Marx’ın tüm insanlık tarihini kölelik-feodalizm-kapitalizm güzergahına sığdırmaya çalışmadığını gösteren ana emare olarak oldukça önemlidir. Ne yazık ki Marx’ın takipçilerinin çoğu (özellikle Sovyetler Birliği içinde) kapitalizm-öncesi sınıflı toplumları Batı Avrupa’nın dışına itmek konusunda ısrarcı olmuşlar, bunu yaparken de bir hayli merkezileşmiş ve önemli kültürel merkezlere sahip tarım imparatorluklarını feodalizm gömleği içerisine sıkıştırmışlardır.

BİR MAYMUNCUK DEĞİL, BİR TEORİ

Bu türden konular Marx’ın 1877-82 yılları arasında kaleme aldığı geç dönem yazılarında merkezi bir öneme sahip hale gelmiştir. Bu dönemde Marx Batı Avrupa dışında Hindistan’dan Latin Amerika’ya, Rusya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş bir yelpazedeki kırsal tarım toplumları hakkında antropoloji ve sosyal tarih okumaları yapmıştır. Ayrıca yine bu tarihlerde Rusya’nın sosyal yapısını irdelemek için Rusça öğrenmiş, kendisini de şaşırtan bir gelişme olarak Kapital’in ilk tam çevirisi de Rusya’da yayımlanmıştır.

Marx’ın bu döneme ait olan araştırma notlarının özellikle Hindistan üzerine olan kısımlarının çoğu yayımlandı, diğerleri ise yayıma hazır hale getirilme süreci içinde. Marx ayrıca bahsi geçen tarım toplumlarından biri olan Rusya hakkında kavramsal olarak kayda değer iki adet mektup da yazmıştır.

Bu dönemde Rusya’nın en belirgin özelliği yerel seviyede köy komünlerine dayalı ve baskın şekilde tarımsal olan sosyal yapısıdır. Her ne kadar kökleri toprak sahipleri sınıfına dayalı despotik bir monarşinin kontrolü altında olsalar da bu komünler Batı Avrupa feodalizminin daha fazla bireyselleşmiş toplumsal ilişkilerine uymayacak bir düzeyde kolektif mülkiyet ve çalışma düzenlemelerine sahiplerdir.

Marx mektuplarında iki önemli soruyu gündeme getirmiştir. İlk olarak, Rusya’nın kaderi Batı Avrupa’nın gelişim rotasını takip etmek midir? İkinci olarak, Rusya’nın komünal köyleri devrimci ve anti-kapitalist bir potansiyele sahipler midir, yoksa bu yerlilerin ilk olarak, Marx’ın “ilkel sermaye birikimi” adını verdiği süreç içerisinde, sahip oldukları topraklardan mahrum edilmeleri ve ücretli işçilerden oluşan endüstriyel bir proletaryayı oluşturmaları mı gerekmektedir?   

Marx’ın Rusya hakkındaki bu akıl yürütmelerinin ömrünün son yıllarında üzerinde çalıştığı Küresel Güney tarım toplumlarıyla da bağlantılı olduğu konusunda birçok araştırmacı fikir birliğine varmışlardır. 1877 yılında radikal Rus aydınlarına yazdığı bir mektupta Marx genel ve tarihötesi bir sosyal gelişim teorisi yarattığı görüşünü sert bir biçimde reddeder:

“Dolayısıyla, bambaşka tarihsel bağlamlar içerisinde gerçekleşen çarpıcı derecede benzer olaylar apayrı sonuçlara yol açtı. Belirtilen tarihsel gelişimleri ayrı ayrı inceleyerek kolaylıkla bu hadisenin anahtarını keşfedebiliriz. Ancak en büyük erdemi tarihüstü nitelikte olmasında yatan genel bir tarihsel-felsefi teorinin maymuncuğu sayesinde bu hadiseyi açıklamak asla mümkün olmayacaktır.”

Burada Marx kendisine sonradan yöneltilecek olan Avrupa-merkezci “genel bir üstanlatıya” sahip olduğu suçlamasını reddeder gibi durmaktadır.    

RUS YOLU

Bu soruların acil bağlamı, Rusya’daki aydınların kendilerine de sorduğu gibi, Rus toplumunun, eğer ileri gidecekse, kaderinin “kaçınılmaz bir biçimde” Batı Avrupa’nın yolunu takip etmekten geçip geçmediğidir. Bu konuya ilişkin olarak 1881 tarihli bir mektubunda Marx Rus devrimci Vera Zasuliç’e şunu yazar:

“Kapitalist üretim biçiminin doğuşuna dair analizimde diyorum ki, ‘Bu sebeple, kapitalist sistemin çekirdeğinde üreticinin üretim araçlarından tamamen ayrıştırılması yatmaktadır… Tüm bu gelişmenin temelinde yetiştiricilerin mülksüzleştirilmeleri bulunur. Bu noktaya kadar belirtilen süreç sadece İngiltere’de kökten bir biçimde uygulandı… ancak Batı Avrupa’nın geriye kalan tüm ülkeleri aynı gelişim sürecinin içerisinde bulunuyor (Kapital, Fransızca baskı, s. 315).’ Dolayısıyla bu sürecin ‘tarihsel kaçınılmazlığı’ açık bir biçimde Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlıdır.” 

Marx bir kez daha temelleri Batı Avrupa güzergahında yatan, tek-yönlü bir sosyal gelişim modeli yarattığını reddetmektedir. Bu bağlamda Marx’ın bu dönemde Hindistan üzerine yazdığı araştırma notlarında sömürgecilik öncesinde Hindistan’ın feodal bir toplum olduğunu savunan görüşe açık bir biçimde saldırdığını not etmeliyiz.

Marx aynı dönemde, halihazırda önemli bir devrimci hareketin oluşmuş olduğu Rus toplumu içindeki toplumsal çelişkilerle ilgilenmeye başlamıştır. Rus muhatapları karşısında Marx kendi teorisinin, komünal köylerin Batı tarzı bir ilkel birikim süreci içinde “kaçınılmaz olarak” yok edilmeleri gerektiği anlamına gelmediğini söylüyordu. Hatta bunun da ötesinde bu köyleri yeni tarz bir devrimci hareketin toplumsal tabanı olarak görüyordu.

Manifesto’nun 1882 tarihli Rusça baskısının önsözünde Engels’le birlikte yazdığı gibi bu hareket Avrupa işçi sınıfıyla paralel olarak ilerleyecek, ancak onu takip etmeyecektir:

“Eğer Rus Devrimi, Batı’daki proleter bir devrim için bir işaret halini alırsa, ve bu ikisi birbirini tamamlayabilecek şekilde gelişirse, şu anki Rus ortak toprak sahipliği komünist bir ilerlemenin başlangıç noktası olarak hizmet edebilir.” 

Marx burada Rusya’nın köylü komünlerinin Batı’nın endüstriyel işçi sınıfları için önemli bir müttefik haline gelebildikleri çok-doğrultulu bir devrim konseptini ileri sürmektedir. Üstelik bunun da ötesine geçerek kapitalizmin çeperinde ortaya çıkacak bu türden bir köylü ayaklanmasının Avrupa’nın tamamını kapsayacak devrimci bir hareketin “başlangıç noktası” olabileceğini savunur. 

Ancak Marx hiçbir zaman tarımsal bir sosyalist otarşiyi desteklemez. Ona göre, gelişmiş ülkelerle bir bağlantıya sahip olmadan Rusya’da gerçekleşecek bir köylü devrimi kendi başına komünizmin uygulanabilir bir formuna ulaşamayacaktır. Aksine, Marx küresel bir tahakküm ve sömürü sistemine, yani kapitalizme karşı küresel bir devrimi savunur.

ZAMANIMIZ İÇİN BİR MARX

Böylece geç dönem Marx, temelleri Batı Avrupa’ya dayandırılmış, dünyanın geri kalanının kavramsal olarak içine sıkıştırıldığı her türden tek-yönlü gelişim teorisinden uzaklaşmıştır. Bahsi geçen geç dönem yazıları kapitalizmin çeperinde bulunan toplumlara karşı küçümseyici bir tavrın kanıtı olmaktan son derece uzakta olmakla kalmayıp bu savın tam aksini irdeler: bu toplumların devrimci potansiyelinin teorileştirilmesini.

Bu makalede ortaya konulan argümanların benzerleri Edward Said’in Marx eleştirisinin yaygınlık kazanmaya başladığı dönemde halihazırda ileri sürülmekteydi. Akıl hocam Raya Dunayevskaya’nın Rosa Luxemburg, Kadın Özgürlüğü ve Marx’ın Devrim Felsefesi (1981) ve Teodor Shanin’in Geç Dönem Marx’ı ve Rus Yolu (1983) eserlerinde çok-yönlü, toplum ve devrim üzerine -hatta toplumsal cinsiyeti de kapsayacak şekilde- tam anlamıyla küresel bir bakış geliştirmiş bir “geç dönem Marx’ı” anlayışı öne çıkmaktadır.

Marx’ın bu yorumlamaları neoliberalizmin, post-yapısalcılığın, postmodernizmin ve Marksizmin “ölümü” beyanlarının hakim olduğu bir dönemde pek fazla dikkat çekmedi. Ancak sonraki yıllarda bilhassa Aijaz Ahmad’ın Teoride Sınıf Ulus Edebiyat (1992)(2) ve Gilbert Achcar’ın Marksizm, Oryantalizm, Kozmopolitanizm (3)(2013) adlı eserlerinde Edward Said’in Oryantalizm’de ileri sürdüğü argümana karşı Marksist yanıtlar ortaya çıktı. Geç dönem Marx hakkında tartışmalar ayrıca Heather Brown, Marcello Musto, David Norman Smith gibi yazarların eserlerinde ve benim Marx Sınırlarda(4) adlı kitabımda yavaş yavaş yükselmeye başladı. Marx’a son yıllardaki geri dönüşle beraber bu görüşlerin doğru anı yakalamış olmalarını umuyorum. 


Orijinal Kaynak: Anderson, Kevin B. No, Kar Marx was Not a Eurocentrist. Jacobin. 19 Temmuz, 2022. https://jacobin.com/2022/07/karl-marx-eurocentrism-western-capitalism-colonialism

(1)“Sepoy” Avrupalı sömürgeciler için hizmet eden Hint askerlerine verilen İngilizce bir unvandır.

(2)A. Ahmad, Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat, çev. Ahmet Fethi, Alan Yayıncılık, 1995.

(3)G. Achcar, Marksizm, Oryantalizm, Kozmopolitanizm, çev. Engin Abat, Ayrıntı, 2019.

(4)Kevin B. Anderson, Marx Sınırlarda. Etnisite, Ulus, Ulusçuluk ve Batı Dışı Toplumlar, çev. Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2018.

DAHA FAZLA