Haiti İsyanı’nın perde arkası: Bağımsızlık süreci
"Küçük bir ülke olan Haiti, günümüzde hala bu borçların yükünü taşımaktadır, öyle ki Latin Amerika’nın en fakir ülkesidir. Bağımsızlıktan sonra beyazların toprak sahibi olmaları yasaklandı, yapılan bir toprak reformuyla topraklar siyahlara dağıtıldı."
06-12-2019 12:22

Özgür Yılmaz
Haiti bugün büyük bir isyan ve protesto dalgasıyla karşı karşıya. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) destekli Devlet Başkanı Jovenel Moïse’nin istifasını talep eden eylemler, ülkedeki petrole gelen zamlardan sonra ortaya çıktı. Haiti bugün, Latin Amerika ve Karayipler’in en yoksul ülkesi konumunda. Ancak Haiti’nin bugünkü yoksulluğuna yol açan sebeplerin kökeni, bağımsızlık sürecine dayanmaktadır.
1- L’OUVERTURE
Toussaint L’ouverture 20 Mayıs 1743 tarihinde Saint Dominique adasında doğmuştur. Ailesinin kökenleri Batı Afrika’daki Allada Krallığı’na dayanan aristokratlardır. 1740’da Dahomey İmparatorluğu (Batı Afrika’da bir imparatorluk) üyeleri onları yakalar ve Fransa’ya köle olarak satar. Veterinerlik eğitimi alan L’ouverture, Cizvitlerden de dini eğitim alır. L’ouverture’ün neden azat edildiği bilinmese de, azat edildiğinde 33 yaşındadır. L’ouverture, azat edildikten sonra tıpkı adadaki diğer 28.000 özgür köle gibi kendine köle alma yoluna gider. Bunun yanında L’ouverture, hayatının ilk dönemlerini bir at yetiştiricisi olarak geçirmiştir.
L’ouverture’ün yaşadığı yıllarda ada büyük bir şeker yetiştiricisiydi. Bu durum Fransa için ciddi bir gelir kaynağıydı ve dolayısıyla bölgede ciddi bir köle emeği söz konusuydu. Doğal olarak Haiti’nin nüfusu Afrika’dan getirilen siyah kölelerden oluşuyordu. O dönem ada, dünyanın en zengin kolonisiydi, yarım milyon kölenin emeğiyle 2000 plantasyonda şeker, pamuk, kakao, kahve ve tütün üretiyordu. “Code Noir” adlı köle yasası yürürlükteydi ve plantasyon sahibi köleler üzerinde her türlü hakka sahipti.
2- HAİTİ DEVRİMİ
“Siyah Napolyon” olarak tanınan L’ouverture liderliğindeki Haiti Devrimi’ni özgün kılan, modern tarihte başarıya ulaşan ilk köle isyanı olmasıydı. L’ouverture, daha önce Fransa’nın köle ordusunda yer aldığı için, savaş taktiklerini bilen bir komutandı ve ordularını gerilla savaşına uygun olarak yetiştirdi. 1795’te köleleği sonlandırmasında bu önemli bir faktördü. L’ouvertue bunu amaçlamamış olsa da Haiti Devrimi, Batı yarımkürede dengeleri değiştirdi ve Avrupalı devletlerin koloni faaliyetlerinin yıkılışına yol açan faktörlerden biri haline geldi. Öyle ki, Napoleon Bonaparte (1769-1821) Haiti Devrimi’nden sonra kolonileri kontrol edemeyeceğini düşünerek Kuzey Amerika’daki Louisana’yı Amerika Birleşik Devletleri’ne sattı. Toussaint L’ouverture’ün öncülük ettiği devrim, kendinden sonraki yüzyılda Latin Amerika’daki birçok devrime ilham kaynağı oldu.
22 Ağustos 1791 tarihinde “Ateş Gecesi” adı verilen gecede, Fransız kolonisi Saint Dominique’deki köleler isyan etti, beyaz plantasyon sahiplerini öldürdü ve çiftlikleri yaktı. Bu köleler açık şekilde Fransız Devrimi’nden etkilenmişti. İlk başlarda L’ouverture, isyana karışmadı. Çünkü o tarihte artık 50’sine yaklaşan, küçük bir toprağa sahip olan bir toprak sahibiydi. Ancak isyan onun yaşadığı bölgeye sirayet edince, “köleliği yasaklayan Katolik inancına” sahip olduğu ve John Locke (1632-1704), Jean Jacques Rousseau (1717-1778) gibi aydınlanma filozoflarından etkilendiği için isyana katıldı..
Toussaint L’ouverture, en başta adanın doğu kısmına kaçıp ailesini güvene aldı ve eski sahibi M. Bayou de Libertas’ın ABD’ye kaçışına yardım etti. İlk başta, İspanyollarla ittifak yapıp Fransızlara karşı savaşan Georges Biassou’nun asileri arasına katıldı. Köleliği boyunca, alternatif tıp yöntemlerini öğrenmiş olan L’ouverture, asi birliklerde doktor olarak hizmet etti. L’ouverture hızlıca yükseldi ve 600 kişilik bir gerilla birliğine komuta etmeye başladı. Daha sonrasında bu birlik 4000 kişiye yükseldi. Jean-Jacques Dessalines (1758-1806) adlı eski köle, L’ouverture’a katıldı ve zamanla onun en güvendiği adamlardan biri haline geldi. Toussaint, Fransızca “Yol açmak” anlamına gelen “L’ouverture” soyadını bu süreçte aldı. 1793 yılında Haitililer, Fransız Meclisi’ne temsilci gönderdiler.
Britanya hükümeti, bu köle isyanının kendi adası Jamaika’ya sıçramasından korkuyordu. Böylece, Fransa’ya isyanı bastırması için silah desteği yaptı. Köle isyanlarının yayılmasından korkan Fransa, 1794 yılında, imparatorluk sınırlarındaki tüm kölelere özgürlük verdi. Fransa’nın bu kararından sonra Toussaint L’ouverture, Fransız kuvvetleriyle ittifak yapıp İspanya’ya saldırmaya başladı. İlk görevi, adanın doğusundaki İspanyol kontrol alanı olan Santo Domingo’ya saldırmaktı. Şimdi, eski köle arkadaşlarına karşı dövüşüyordu. 1795’te imzalanan Basel Anlaşması, İspanya ve Fransa arasındaki savaşı bitirdi ve İspanya Hispaniola adasından çıktı. L’ouverture, adadaki Britanya güçlerine karşı savaşmayı sürdürdü ve bunlar da adadan çıkmak zorunda kaldı. L’ouverture, 4000 adamla, 7 gün süren 7 büyük çarpışmada 60.000 İngiliz askerini yenilgiye uğrattı.
Böylece L’ouverture, 1796 yılında tüm kolonilerde bilinen askeri ve politik bir önder haline geldi. Özgürleştirilmiş köleler kadar, adayı teknik olarak yöneten Fransızlar da ona saygı duyuyordu. 1799 yılında, kölelerini geri isteyen bir Mulatto (Melez) ordusunu da püskürttü. Böylece L’ouverture, adanın fiili önderi konumuna yükseldi. Toussaint, ABD ve Britanya ile ticaret anlaşmaları yaptı, tarımı iyileştirmek için hamleler yaptı. Fransız Devrimi yasalarına uymayarak, devrimden sonra kaçan plantasyon sahiplerini bağışladı. İş gücü üzerinde askeri bir disiplin uyguladı.
1799 yılında Napoleon Bonaparte Fransa’da iktidara geldi. Yeni bir anayasa ilan etti ve kolonilerin özel yasalara tabi olacağını açıkladı. L’ouverture bunu köleliğe dönüş olarak algıladı. Tam bir bağımsızlık ilan etmekten çekindi ve bir Fransız olarak Napoleon’a sadakatini beyan etti. Napoleon da adayı köleliği getirmeyeceğini söyledi. Aynı zamanda Napoleon, L’ouverture’e Fransız yetkililerin İspanyolların çıkmasından sonra düzeni tesis etmeye çalıştığı Santo Domingo’yu işgal etmeyi de yasakladı. Ancak Ocak 1801’de Toussaint adanın doğusunu da işgal etti, bu savaşta da 55.000 kişilik bir orduya komuta ediyordu. Köleliği yasaklayarak yeni anayasa ilan etti ve bunu Napolyon’a gönderdi. Bunun üzerine Napoleon adaya 20.000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Yıllar sonra kendisi de sürgüne gönderildiğinde, neden Toussaint’a bu kadar kötü davrandığı sorulduğunda “Bir zencinin ölümü beni neden etkilesin ki?” diye yanıtladı.
SONUÇ
Toussaint direnişi birkaç ay sürdürmeye çalışsa da, ittifakı çöktü ve adada yaşayan melezler ve Avrupalılar Fransızların safına geçti. Eş zamanlı olarak L’ouverture’ün en iyi generalleri de düşman safına geçti. Bunun üzerine Toussaint yenildi ve Fransa’da sürgünde, açlıktan öldü. Ancak direnişi Jean-Jacques Dessalines (1758-1806) sürdürdü, melezlerle bir ittifak kurdu, kendini imparator ilan etti ve 1 Ocak 1804 tarihinde Haiti’nin bağımsızlığını ilan etti.
Böylece, Haiti ilk bağımsız siyah cumhuriyeti ve Latin Amerika bağımsızlık sürecinde en önce bağımsız olan ülke haline geldi. Ancak Fransa Haiti’nin bağımsızlığını çok geç bir tarihte, 1825’te yüklüce bir tazminat karşılığında kabul etti. Haiti, 1804 yılında bağımsızlığını elde etmesinin karşılığında Fransa'ya 1825-1946 yılları arasında 121 yılda bugünün parasıyla yaklaşık 21 milyar dolar tazminat ödemek zorunda bırakıldı. Küçük bir ülke olan Haiti, günümüzde hala bu borçların yükünü taşımaktadır, öyle ki Latin Amerika’nın en fakir ülkesidir. Bağımsızlıktan sonra beyazların toprak sahibi olmaları yasaklandı, yapılan bir toprak reformuyla topraklar siyahlara dağıtıldı.
İLGİLİ HABERLER
ÇEVİRİ | Heteroseksüellik tehlikelidir
Kadın cinayetleri üzerine yapılan çalışmalar, kadınların, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir politik konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi olduğunu ortaya koyuyor. Kadınların ve erkeklerin özgürleşmesini mümkün kılmak için heteroseksüellikten kurtulmalıyız.
19-01-2021 02:24

Yazan: Paul B. PRECIADO
Çeviren: Hazal Destina ALARCIN
İstatistiklere göre, Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinden birinde, her gün yedi kadının evli oldukları veya boşandıkları erkekler, çocuklarının babaları ve ya erkek arkadaşları tarafından öldürüldüklerini ortaya koyuyor. Bu cinayetlerin çoğu ev içi alanda veya yaşam alanlarının 300 metre çeperinde ve hayatını kaybeden çoğu kadının partnerlerinin şiddetini güvenlik güçlerine en az bir kez bildirmesinden sonra meydana geliyor. Kadınlar tarafından yapılan bu şikayetler, onlar hayatını kaybedene kadar dikkate alınmıyor. Bu görmezden gelmenin, sözde demokratik yönetim biçimleriyle yönetilen Batı ülkelerinde gerçekleştiğini belirtmek isterim.
Kadın cinayetleriyle ilgili istatistikleri incelemek, yalnızca nekropolitika hakkında değil, aynı zamanda hükümet ve cinsiyet farklılığı arasındaki ilişki, toplumdaki saldırganlık, terör ve cinselliğin yönetimi hakkında da bazı çıkarımlar yapmamızı sağlıyor. Her şeyden önce: 2020 yılında Dünya üzerinde "kadın" olarak tanımlanan bir vücut olmak, yüksek riskli bir politik pozisyondur diyebiliriz. Özellikle anatomik pozisyon değil, "politik pozisyondur" diyorum çünkü ampirik olarak konuşursak, erkekler ve kadınlar arasında önemli bir fark oluşturmaya izin veren anatomik hiçbir şeyin konuyla ilgisi yoktur. Alnına çizilen bir XX kromozom haritasıyla etrafta dolaştığı için saldırıya uğrayan veya saldırının gerçekleşmesi için bir ön koşul olarak rahim muayenesi isteyen erkek şovenizmi eylemlerine maruz kalan herhangi bir kadın bilmiyorum.
Kadınlar, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir siyasi konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi halindedir. Trans kadınlar, gayler ve vücut koreografisi veya kıyafet kodları sosyal ve politik bağlamda cinsiyet açısından kendilerinden beklenenlerle uyuşmayan kişilerin de bu şiddetin mağduru olmasının sebebi budur. Bolivyalı feminist María Galindo'nun dediği gibi; demokrasilerde değil, tüm kadınlara ve tüm heteronormatif olmayan bedenlere sistematik şiddet uygulanan "maçokrasilerde" yaşıyoruz. Görünüşe göre Bolivya, Türkiye veya Fransa gibi farklı siyasi rejimlerin uygulandığı ülkelerde bile bu durum değişmiyor.
Bu nekro-sekso-politik bağlamda, özellikle trans kadınlara karşı transfobik konumlar alan TERFlerin eleştirileri ampirik olarak hatalıdır. Trans kadınlar yalnızca şiddet unsuru değil, aynı zamanda hetero-ataerkil şiddet karşısında en savunmasız siyasi organlardan biridir. Dolayısıyla şunu unutmamak gerekir, feminist devrim ya herkesin devrimi olacak ya da hiç olmayacaktır.
Şiddet uygulayan erkekler ve şiddete maruz kalan kadınlar arasındaki ilişkiyi taraflar arasındaki kromozom farklılıklarına bağlayan düşünceden kaçınmalısınız. Eğer sadece erkek kromozomlarına sahip olmak onları şiddet uygulamaya itseydi, istatistiklerin bize söylediği gibi her gün yedi erkeğin de aynı cinsiyetten ilişkilerde partnerlerinin şiddetiyle hayatını kaybetmesi gerekirdi.
Örneğin, Fransa'daki 2016 yılı verileriyle yapılan kapsamlı bir çalışmayı ele alalım: Cinayet ve kasıtlı şiddet nedeniyle ölümle sonuçlanan yıl boyunca toplam 138 olay kaydedildi. Bu olaylarda hayatını kaybedenlerin 109’u kadın, 29’u erkekti. 29 erkeğin katilleri olan 29 kadının 17’sinin, öldürdükleri erkekler tarafından uzun süreli sistematik şiddete maruz kaldıkları tespit edildi (nefsi müdafaa). Kaydedilen 138 olaydan sadece bir tanesi gay bir çift arasında yaşandı, lezbiyen ilişkilerde ise yıl boyunca tek bir kadın öldürülmedi. Dolayısıyla kadın cinayeti figürlerinin incelenmesi amaçlı yapılan bu çalışmada; ev içi alanda kadına yönelik saldırı, istismar ve cinayetin heteroseksüel ilişkilerde gerçekleştiği sonucuna kolaylıkla varabiliyoruz. Kadın cinayetinden bahsederken bu gerçek asla dile getirilmez, ancak politik olarak belki de en önemlisidir. Heteroseksüellik; kadını, cis veya trans'ı kurban konumuna yerleştiren, güç farklılıklarını ve şiddeti erotikleştiren ölümsüz bir cinsel rejimdir. Bu yüzden, heteroseksüellik kadınlar için tehlikelidir.
Şiddet ve heteroseksüellik arasındaki bu sessiz ilişkiyi kabul etmek, politik hedeflerimizde de bir değişikliğe gitmemizi gerektiriyor. LGBTi hareketi otuz yıldır herkes için evliliği yasallaştırmaya odaklanmışken artık şiddeti meşrulaştıran evlilik kurumunu tamamen ortadan kaldırmayı hedeflemelidir. Aynı şekilde, çocuklara yönelik cinsel istismar ve şiddetin çoğunun heteroseksüel aile içinde gerçekleştiğinin kabulü üzerinden aynı cinsten ebeveynler tarafından çocuk sahiplenmenin yasallaştırılması talebinden ziyade artık, bir sosyal yeniden üretim kurumu olarak ailenin ortadan kaldırılması talebinde bulunulmalıdır. Evlenmemize gerek yok. Ataerkil aileler kurmamıza gerek yok. Tek eşliliğin, genetik soyun ve hetero-ataerkil ailenin ötesine geçen yeni politik iş birliği biçimleri icat etmeliyiz.
Heteroseksüelliğin şiddet içeren karakteri, 1970'lerden beri birçok radikal feminist tarafından kınandı, ancak bu eleştiriler, ataerkil sistemden geçen ve feminizme de nüfuz eden lezbofobi nedeniyle çok fazla duyulamadı. Şimdi, yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, heteroseksüel bir konuma yerleştirilmiş ama özgürlüklerini geri kazanıp politik lezbiyenliğe yöneldiklerini söyleyen ve kendilerini ‘cimarronnes (vahşiler)’ olarak tanımlayan kadınları dinleyelim: 1968'de, Ti-Grace Atkison, kendisini bir lezbiyen olarak tanımladı ve Betty Friedan'ın önderliğindeki Amerikan feminist hareketi NOW’dan ayrıldı. Atkison, evliliği, kadınların erkek zevkine boyun eğmesini dolayısıyla da kadın seks işçiliğinin kamulaştırılmasını meşrulaştıran bir kurum olarak gördüğünü söyledi. ABD’nin Village Voice gazetesi köşe yazarlarından Jill Johnston ise, yazılarında eşcinsel olduğunu açıklayarak bir ilke imza attı. Sıklıkla partilere ve toplantılara katılan Johnston, heteroseksüel kadınları baştan çıkartmak üzere orada olduğunu belirtti ve bunu ‘heteroseksüelliğe karşı politik bir protesto’ olarak savundu. ‘Feminizm teori, lezbiyenlik eylemdir’ sözü de bu şekilde doğdu.
Birkaç yıl sonra, romancı, filozof ve aktivist Monique Wittig, heteroseksüelliği cinsel bir pratik değil, politik bir rejim olarak tanımladı. Monique Wittig, bazı kadınların doğal olarak heteroseksüel olduğu iddiasının, erkeklerin doğal olarak şiddet uyguladığı iddiası kadar yanıltıcı olduğunu söyledi. Şair ve teorisyen Adrienne Rich için ise heteroseksüellik, cinsel bir yönelim veya seçim değil, kadınlar için politik bir zorunluluktu. Rich buna “yazılmamış kanunların heteronormativitesi” adını verdi. Şair ve feminist aktivist Audre Lorde, heteroseksüellik ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi inceledi ve bize hegemonik kolonyal ve postkolonyal kültürlerde ikincil bedenlerin şiddet içeren erotikleştirme biçimlerini araştırmayı öğütledi. Virginia Woolf için bir kadının yazı yazmak için kendi odasına ihtiyacı varsa, Audre Lorde için, eğer kadın özgür ve güvende olmak istiyorsa, bu odaya heteroseksüel bir evde ve hatta herhangi bir ilişki içinde asla sahip olamazdı.
İlk gerillalardan elli yıl sonra, heteroseksüel kadınlar hala partnerleri, erkek arkadaşları veya eski partnerleri tarafından öldürülmeye devam ediyor. Bugün kendinizi lezbiyen olarak iddia etmenin 1960'takinden daha kolay olduğu doğru olsa da inatçı heteroseksüellik hala ölümcül. Queer ve trans aktivistleri Gayle Rubin, Pat Califia ve Kate Bornstein, heteroseksüelliğin artık cinsiyette farklılığı değil güç asimetrisini gösterdiğini söylüyor ve "heteroseksüel" ilişkilere sahip olmayı topyekûn reddetmemiz gerektiğini söylüyorlar. Aslında burada sormamız gereken şu; sözde "heteroseksüel" bir ilişki, kadın ve erkek olmadan neye benzerdi? Artık normatif heteroseksüellik içindeki kendi iktidar konumlarından eleştirel bir kimliksizleştirme sürecini başlatması gereken cis erkeklerdir. Heteroseksüelliği depatriarkalize etmeli ve sömürgelikten kurtarmalıyız.
Ekolojik politikalar için olduğu gibi cinsiyet politikaları için de aslında aynı şey geçerli: Neler olup bittiğini çok iyi biliyoruz, sorumluluğumuzu biliyoruz, ancak değişmeye hazır değiliz. Değişime karşı bu direnç, yalnızca hegemonik konumlarda bulunanlarda değil, aynı zamanda bu iktidar rejiminin sonuçlarından doğrudan en çok etkilenen ikincil organlarda da kendini gösterir. Ayrıcalıkları kaybetmekten veya sahip olduğumuz az şeyden vazgeçmekten, kendimizi sefil olanla aynı tarafta görmekten korkarız. Ama hayat, sefillerin yanındadır, ölüm ise normların. Yalnızca arzunun dönüşümü politik bir geçişi harekete geçirebilir. Söylediklerimin kitleler arasında anında bir coşku yaratmadığını biliyorum, ancak bir gün ataerkilliğin nekropolitan mirasının sonuçlarıyla toplu olarak yüzleşeceğimizi hayal ediyorum. Yalnızca heteroseksüelliğin depatriarkalizasyonu, iktidar konumlarının yeniden dağılımına izin verecektir. Ve ilişkilerin heteroseksüelizasyonunu ortadan kaldırmak yalnızca kadınların değil, aynı zamanda ve paradoksal olarak erkeklerin de özgürleşmesini mümkün kılacaktır. Bu gerçekleşene kadar her kadının bir silahı olmalıdır. Silahtan kastım bir kitap, bir şiir, bir papağan, bir siborg farketmez… Onu nasıl kullanacağını iyi öğrenmelidir. Kaybedecek zamanımız yok. Devrim çoktan başladı.
*Bu metin, aktivist yazar Paul B. PRECIADO tarafından 25 Kasım 2019'da İspanyol El Pais gazetesinde yayımlanan köşe yazısının uyarlaması olarak 30 Kasım 2020 tarihinde Fransız mediapart internet gazetesinde tekrar yayımlanmıştır. Yazıldığı tarihte İspanyol basınında tartışmalara yol açmış ve El Pais gazetesi tarafından yazıyla ilgili sansüre gidilmiştir.
Onur Bütün yazdı | Kadınlığın bir özne olarak yeniden kurulumu
"Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar."
14-01-2021 00:29

Onur Bütün
Geçtiğimiz hafta sonu üç kadın arkadaşımla zoom üzerinden kahkahalı, durmalı-düşünmeli bir sohbet yaptık. Benim dışımdaki kadınlar, kadın dayanışma kurumlarında çalışan, feminist psikoloji/psikoterapi üzerine düşünen kadınlardı. Bir sonraki buluşmamızda da kentli, eğitimli, entelektüel ve politik erkeklerin uyguladığı psikolojik taciz üzerine konuşmaya karar verdik. Bu yazı o sohbetler dizisine bir giriş yazısı olarak da okunabilir.
Fiziksel şiddetin her türü üzerine toplumsal farkındalığın yüksek olduğu, psikolojik tacizinse görünmezliği ya da fark edilemezliğine vurgu yapan yazılar/çalışmalar okuyoruz. Bu iki önermenin her zaman geçerli olmadığını bildiğimiz örnekler var. Şiddet üzerine düşünmek neredeyse bir ömür boyu sürecek didinme haline benziyor; toplumsal cinsiyet eşitliği, kültür, ekonomi, eğitim, geleneksel yapı gibi pek çok parametreyle cebelleşerek…
Şiddete maruz kalan kadınlar üzerine tartışırken temel sorulardan birini psikolog arkadaşlarım şöyle ifade ediyorlardı;
“Şiddetin içinde kalan bir kadın olarak, ben nasıl bir özneyim?”
Her türden şiddete maruz kalan kadınların aile ve geleneksel yapı içinde ekonomik, toplumsal nedenlerle mecburen durduklarını biliyoruz. Ayakta kalabilmek için destekleyici hukuksal, kurumsal hizmetler son derece sorunlu, kadınlar için geriye kalan hakikaten sadece dayanışma ve birbirini güçlendirme. Dolayısıyla şiddete maruz kalan kadının kendini yeniden kurması, geçmişini sağlıklı bir biçimde yorumlaması ve geleceğini de yaratması gerekiyor.
Şengül Can’ın Devamsız adlı öykü kitabındaki Bahçede öyküsünde kadın karakter bu bağlamda yeniden özne kurulumunu ruhsal aygıtın git-gelleriyle şöyle anlatır;
“Telefonum çalmış gibi baktım. “Sonra ararım,” dedim, annemdir.
Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum. Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışarıdan baktığında anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu. Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Birini arayınca nasıl bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım, bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam. Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışarıdan duyulsa. Ondan mı istiyorum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dâhil beni çoğaltıyordu Bedia.”1
Anne baba evinden ayrılmak, boşanmak, sevgiliyi terk etmek, ilişkiyi sonlandırmanın sorumluluğunu almak, iş bulmak, çocuk veya yaşlı bakım emeği harcamak, şehir değiştirmek, aile-akraba ilişkilerini yeniden düzenlemek, sınırlar koymak veya bazı sınırları esnetmek, kadınların kendilerini yeniden doğururken yaşadıkları sancıları betimliyor. Bu sancılar metaforik olarak suçluluk duygusu ve utanç gibi duyguları da temsil ediyorlar. Eril tahakkümden kaynaklanan nedenleri aramak yerine, kadın öznenin kendine döndüğü, kendi ruhsalllığı üzerine kapaklandığı bu duygular psikolojik tacize katlanmanın nedenlerini oluşturuyor. Üstelik bu katlanma hali kadınların erkeği değiştirip, dönüştürebileceği düşüncesini de dayanabiliyor. Oysaki kadınlar; erkek egemenliğinin nimetlerine alışkın bir erkeğin psikolojik tacizinin yarattığı değersizleştirme pratiklerini kontrol etmekten sorumlu da değiller.
Terapi odalarında konuşarak kendini onarmaya arzulu kadınların önemli yanılgılarından biri bu… Suçluluk duygusunun eşlik ettiği bir içe dönmeyle birlikte “psikolojik tacizi kontrol edebilirim” fikri, kadınları kendilik hallerinde çözülmeye itiyor. Kadınla ilgili bir şey çöküyor orada… Yanında yöresinde öyle bir erkeğin olmadığını görmek, o olmayan erkeğin yasını tutmak, o adama atfettiği değerlerin çöktüğünü kabullenmek… Çünkü o değerler benim (kadının) zihninde varlar. Hayal etmişim o adamla yaşlanmayı, çocuk yapmayı, yürümeyi, sohbet etmeyi… Demek kendiliğimin de yasını tutuyorum bir yandan psikolojik tacize maruz kalıp mücadele ettiğimde. Beklediklerim, beklentilerim gerçekleşmeyecek çünkü… Erkeği değiştirebileceğimi umarken, onun şiddeti üzerinde kontrolüm olmadığını fark ediyorum.
Peki, bu yordamdan çıktığında kadınlar ne yapıyorlar?
Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar.
Kadınların psikolojik tacize maruz kaldıkları her ortamda fiziksel tacizin de gerçekleşme olasılığı bulunuyor. Bu taciz veya şiddet türleri birbirinin içinden çıkma, Hegelyan bir deyişle içerip aşma pratiği olarak tezahür ediyorlar. O nedenle biri diğerine göre daha görünür, bilinir olsa da aslında hepsi benzer bir değersizleşmeye ait duyguları, düşünceleri zorunlu kılıyor, eril tahakkümün değersizleştirme pratiklerini…
1 Devamsız, Şengül Can, Can Yayınları, s: 19
İsmet Konak yazdı | Saray totalitarizmi
12-01-2021 09:01

İsmet Konak
Saray rejimi, tıpkı volan kayışı kopmuş bir araç imgesi uyandırmaktadır. Her otokratik sistemin tipik niteliği zamanla bir alüminyum gibi oksitlenmesidir. Tayyip Erdoğan'ın övgüyle dem vurduğu ve toplumu bir "ulu toyon" gibi yönettiği "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" artık hazine ve bütçe tarafından "metabolize" edilememektedir. Metabolize edilemeyen her madde, vücutta bir zehirlenmeye (toksitite) sebep olabilir. Kamu bütçesi, parazitleşmiş Beştepe'ye tahammül edemeyecek bir konuma ulaşmıştır. Erdoğan, emrinde 16 uçak, 268 makam aracı ve 2250 odalı sarayıyla bir "kral" gibi yaşamaktadır. Türkiye toprağı ne yazık ki Erdoğan'ın "memâlik-i şahanesine" dönmüştür. Aleviler ve Kürtlerin vergilerinden de müteşekkil bütçeden her yıl olduğu gibi bu sene "örtülü ödenek" adı altında pay alan Erdoğan yönetimi, kamusal alanda her iki kimliğe yönelik "nefretini" devam ettirmektedir.
Şeffaflık, bağımsız yargı, özgür basın ve normlar hiyerarşisi rüzgârın önünde savrulan birer saman çöpüne dönmüştür. Erdoğan idaresi artık mutlakıyetçiliğin bataklığına sürüklenmiştir. Yunan mitolojisindeki "ouroboros (kendi kuyruğunu ısıran yılan)", kokuşan saray rejimini çok açık bir şekilde temsil etmektedir. Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, RTÜK ve TÜİK gibi kurumların "özerkliği" ve bağımsızlığı ayaklar altına alınmıştır. Baskıcı "sentralizasyon" politikası, artık Erdoğan'ın müzahirleri tarafından da kabul görmemektedir. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın istifaları bunun en iyi örnekleridir. Kralın tahtını adeta "Serafim melekleri" suretinde koruyan Devlet Bahçeli gibi figürler de yakın zamanda "mütekait siyasetçiler müzesinde" yerini alacaktır. Pişekar ile Kavuklu'nun ortaoyunu, artık son perdesini oynamaktadır.
Beştepe, bir kibrit gibi yanarken etrafındaki her entiteyi de tutuşturmaktadır. Tüm Türkiye toplumunu tehdit eden Erdoğan yönetiminin özellikle Kürt halkının iradesine yönelik bir "gıllügiş (gizli kin)" beslediği her halinden bellidir. HDP'li Kars Belediyesi'nin maruz kaldığı "kayyım saldırısı", Beştepe'nin refleksini ve "Türk tipi" demokrasi kültürünü gözler önüne sermektedir. Anayasa'nın 127. maddesi ve Belediyeler kanunu'nun 47. maddesini gerekçe gösterip Kars valisini kayyım olarak atayan bir devlet, özünde kanun devletidir. Her türlü evrensel değerden ve demokratik işleyişten korku duyan bu sistem, "idarî vandalizme" tutsak olmuştur. İstikrar ve "huzur" adı altında Anayasa'da bazı değişiklikler yapan saray rejimi, nedense Anayasa'nın 127. maddesini "iştiyakla" muhafaza etmiş ve idarî vesayetini devam ettirmek için bu normu fütursuzca kullanmıştır. Daha da kötüsü sarayın "rikapdarlığını" yapan vali Türker Öksüz'ün belediye binası önünde kıldığı namaz ve okuduğu Fetih Suresi, tek kelimeyle sefil bir taassup örneğidir. Eğer vali, İslam'ı referans alarak yaşam sürdürmek ve "ehl-i sünnet" olmak istiyorsa öncelikle "Hucurat" suresinin 13. ayetini okumalıdır. Tamamen militanlaşan valiler, kaymakamlar, hakimler ve savcılar Maksim Gorki'nin deyimiyle ülkeyi "kör solucanlar gibi kaynaştıkları karanlık bir çukura" çevirdiler.
Erdoğan'ın sarayı, tıpkı pandoranın kutusunu andırmaktadır. Kürt halkına "kötülük" ve "mutsuzluk" yaymaktan zevk alan bir kutu gibidir. Van'ın Çatak ilçesinde Türk askeri tarafından işkence edilerek ve helikopterden atılarak öldürülen Servet Turgut, saray yönetiminin Kürt sorunu karşısındaki tutumunu yeterince yansıtmaktadır. Kemalistler, şovenizm nöbetini İslamcılara bırakmışlardır. Neyzen Tevfik'in dizelerinde geçtiği gibi "türkü aynı türkü, sazlarda tel değişti".
Roboski, Sur ve Cizre olaylarında saray yönetiminin gösterdiği "statükocu" yaklaşım, en son Kurmancca tiyatro oyunu Bêrû'nun (Yüzsüz) yasaklanmasında da tezahür etmiştir. Aslında İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun "Yüzsüz: Klakson, Borazan ve Bırtlar" adlı eseri Kurmancca'ya uyarlanmıştır. Temelde iktidar, sermaye ve kitle arasındaki "rabıtayı" konu etmektedir. Lakin sarayın "mutripliğini" yapan yargı organları tarafından "kamu düzenini" bozduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ortada kamu düzeni yoktur, sarayın düzenbazlığı vardır.
Ulus-devletler, özünde savaş ve fetih üzerine bina edilmiştir. Rıza yerine "husumet" üretirler. Egemenliğin yolu, kutuplaştırmaktan geçer. Bir "retrograd" olmaktan büyük mutluluk duyan Erdoğan'ın muktedir olma şifresi de Kürt düşmanlığıdır. "Lale" devrinde düz ovada siyaset yapma teranesini terennüm eden saray rejimi, "ifsat" devrinde düz ovada siyaset yapanları birer birer kodese atmıştır. Ne kadar dahice bir strateji ama! Suyu kurut, balığı yakala.
Lakin her gecenin vardır bir sabahı, geceler "tulû-i haşre" kadar devam etmez. Fransa, Cezayir'in uzun soluklu özgürlük savaşı (1830-1962) karşısında nasıl boyun eğmek zorunda kaldıysa, Türk egemen sınıfının da Kürtlerin özgürlüğü karşısında çaresiz kalacağı günler yakındır. Patolojik bir hâl alan saray, "israf, despotizm ve şovenizmin" timsali olarak zihinlerde yer edinecektir.
Av. Onur Güneş yazdı | Tanıdık hukuku
04-01-2021 08:46

Av. Onur Güneş
Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinin “Hukuk Başlangıcı” derslerinde ilk duydukları kavramlardan biri normlar (kurallar), hiyerarşisidir. Normlar hiyerarşisi, hukuk düzenini bir piramit haline sokar ve hukuk normlarının birbirilerine karşı ast-üst ilişkisini ortaya çıkartır. Her norm, gücünü bir üstündekinden alır ve kendini buna göre düzenler.
Kısaca bizdeki normlar hiyerarşisine göre piramidin en üstende Anayasa vardır. Ardından ise milletler arası sözleşmeler, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler ve diğer düzenleyici işlemler (genelgeler, tebliğler) olarak aşağı doğru ilerler.
Çok sık kullandığımız ve duyduğumuzda bize güven veren bir kavramdır normlar hiyerarşisi. Çünkü kendisine gönderilen bir genelge sebebiyle hukuka aykırı işlem tesis etmeye çalışan bir kamu kurumu personeline, işlemin hukuka aykırı olduğunu bir yönetmelik veya kanun maddesi ile ispat ettiğinizde bu tavrından vazgeçeceğine, hukuka uygun işlem yapacağına inanırsınız. En azından teoride durum böyledir.
Tabii kavramın kendisinin güven vermesi ile uygulamadaki karşılığı arasında bazı ülkelerde açı vardır. Açı ne kadar genişse ülke o kadar büyük bir kaos cumhuriyeti demektir.
Memurlar kendisine en yakın (en hızlı sonuç doğurabilecek) normları hayata geçirmek konusunda daha heveslidir. Kanundansa tüzük, yönetmeliktense genelge, hatta Anayasa'dansa amirinin emrini uygulamayı daha çok tercih ederler. Çünkü tehlike en yakın nereden gelebilecek durumdaysa onu savuşturmayı isterler. Amirin emrine itaatsizlik yapmaktansa, bile isteye kanuna hatta Anayasa'ya aykırı işlem tesis etmeyi daha zararsız görürler.
Devletin yöneticileri de aslında bu durumu körükler. Kim uğraşacak Anayasa değişikliği ile kanun düzenlemesi ile… Ver emri yukardan, sıkıysa yapmasınlar.
Her devlet memuru bu emirlere dayanamaz. Üzerindeki baskıyı kiminin gözünden anlarsınız. O durumda bazen siz de “ne yapsın emir kulu” düşüncesine kapılırsınız. Ama kimi de hukuka aykırı işlemden zevk alır. “Beğenmiyorsan git şikayet et” sözü en yaygın zevk alma biçimidir. Bilerek hukuka aykırı karar vermek, haksız gözaltı-tutuklama yapmak, çıplak arama yapmak, işkence etmek de sıkça karşılaşabileceğiniz zevk alma halleri arasındadır.
Kavga etmek de tekil olarak bir yere kadar sizi ilerletir. Tek başınıza koca mekanizmalarla her seferinde kavga etmekten yorulur, yaptığınız işten, yaşadığınız ülkeden tiksinme noktasına gelirsiniz.
İşte o anda bir karar vermek zorundasınızdır. Eğer kökten çözümlere sırtınızı çeviriyorsanız, ya tası tarağı toplayıp memleketi terk edeceksiniz ya da onların hukuk düzenine ayak uyduracaksınız. Elinizdeki normlar hiyerarşisi üçgeni ile Anayasa ve temel kanunlar kitabınızı bir köşeye kaldırıp hiç olmamışlar gibi davranacaksınız.
Çünkü onların hukuk düzeni “TANIDIK HUKUKU”dur. Tanıdık hukuku devlet mekanizması ile olan işlemlerinizi inanamayacağınız derecede kolaylaştıracak, kapısından geçemeyeceğiniz memurların odasında bacak bacak üstüne atıp çay-kahve içmenizi sağlayacak bir hukuk dalıdır. Kökleri eskilere dayansa da ülkemizde bugünü ve görünen o ki geleceği en parlak olan tek ve yegane hukuk dalı da ''tanıdık hukuku''dur.
Ben kendi alanım olması sebebiyle yalnızca “tanıdık hukukunu” anlatabilirim. Ancak herkes kendi yaptığı işe bu durumu uyarlayarak örneğin “tanıdık maliyesi”, “tanıdık akademisi” gibi kavramları kullanıma sokabilir.
“Tanıdık hukuku”nda yapmanız gereken tek şey her kademede güçlü veya güçsüz tanışlar bulmaktır. Kimseyi küçümsememek gerekir, bir mübaşir tanımak, hayatta size 5-6 saat kazandırabilir. Yargıtay’da tanıdık varsa dosyanızın lehinize bozulma ihtimali, savcılıkta tanıdık varsa çabucak tahliye olma ihtimali, mahkeme kaleminde tanıdık varsa normal şartlar altında yapamayacağınız sorguları yaptırma ihtimali, icra müdürlüğünde tanıdık varsa icra memurunun masasına oturup onun sistemini bizzat oymuşçasına kullanarak sonsuz bir özgüven ile işlem yapma ihtimali belirecek/kuvvetlenecektir.
Artık oturup senelerce dirsek çürütmenin, duruşmalarda “boş boş” konuşmanın, savcı kapılarında sürünmenin, bir ödeme emrinin tebliği için icra memuruna şirinleşmenin gereği kalmamıştır. Enerjiyi doğru yere harcamak ve tanıdık hukukunun ruhunu kavramak tüm sorunlarınızın çözüm anahtarıdır.
ÇEVİRİ | Hollanda’da saatlik asgari ücret mücadelesi: 14 İçin
Kampanya Hollanda’da artmakta olan eşitsizliğe de dikkat çekiyor ve zenginliğin daha adil dağılımını talep ediyor. Bu elzem çünkü en zengin yüzde 10, bütün zenginliğin üçte ikisine sahip durumda. Bu eşitsizlik ayrıca birkaç CEO’nun sadece birkaç günlük kazancının asgari ücretlinin bir senelik kazancına eşit olmasından da gözlemlenebiliyor.
02-01-2021 01:33

Pankart: Zenginler daha çok zengin oluyor, refahın daha eşit dağılması gerekiyor.
FNV [Hollanda İşçi Sendikaları Federasyonu] 14 Nisan 2019’da “14 İçin” (“Voor 14”) kampanyasını başlattı. Kampanyanın amacı [saatlik] asgari ücretin 14 euro olması. Daha yüksek bir asgari ücret, emekli maaşı gibi birçok kazancın da artmasını sağlayacak. Daha yüksek bir asgari ücret ayrıca hali hazırda 14 euro civarında kazanan insanlar için de daha iyi bir pazarlık payı sunacak. Dolayısıyla bu kampanya, maaşlı bir işi olsun olmasın, bütün çalışan sınıfının menfaatini barındırıyor.
SERMAYENİN HÜKMÜ
Kampanya Hollanda’da artmakta olan eşitsizliğe de dikkat çekiyor ve zenginliğin daha adil dağılımını talep ediyor. Bu elzem çünkü en zengin yüzde 10, bütün zenginliğin üçte ikisine sahip durumda. Bu eşitsizlik ayrıca birkaç CEO’nun sadece birkaç günlük kazancının asgari ücretlinin bir senelik kazancına eşit olmasından da gözlemlenebiliyor.
Koronavirüs ve ekonomik krizle birlikte son yıllarda devasa kârlar kazanmış en büyük firmaların, hükümetten de ilk destek görenler olduğunu görüyoruz. En kötüsü ise hükümetin onlara kulak vermesi ve vergi ödeyen milyonlarca insanın parasıyla onlara destek vermesi!
FNV’nin haklı biçimde söylediği gibi: Hollanda’da büyük sermaye hüküm sürüyor. Muhtelif birçok siyasi parti sadece o sermayenin menfaatlerine kulak veriyor. Sermaye aynı zamanda şu bilindik argümanı beraberinde getiriyor: Yüksek maaşlar iş kayıplarına yol açar. Sermayedarların daha yüksek bir asgari ücret istememesi doğal çünkü daha yüksek maaş, daha az kâr demektir ve sermayenin tek amacı olabildiğince çok kâr etmektir.
Hollanda işçi sınıfının durumu onlarca yıldır kötüye gidiyor ve FNV’nin müzakere kültürünün de bunda payı oldu. Güncel olarak sendika [FNV] muntazaman işçi sınıfının menfaatlerini savunan savaşımcı bir organizasyon değil, daha ziyade önderliğinin sıklıkla sermayeye tavizler verdiği bir sendika. Bu durum, işçi sınıfından birçok insanın ve özellikle gençlerin sendikayı yararlı bulmamasına katkıda bulunuyor. “14 İçin” kampanyası ve FNV’nin birçok başka (grev) eylemi sendikanın hala mücadeleci olabileceğini gösteriyor. Biz komünistlerin içtenlikle takdir ettiği bir husus. Sadece mücadeleci bir işçi sınıfı eşitsizliğe ve gittikçe kötüleşen durumuna karşı koyabilir.
IRKÇILIĞA VE CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Ayrıca kampanyanın kadın mücadelesine desteği ve ırkçılık karşıtı mücadele vurgusunu da takdir ediyoruz. İşçi sınıfının ortak çıkarları olduğunu; cinsiyetçilik ve ırkçılığın ise bu ortak işçi sınıfı çıkarlarına zarar verdiğini anlaması önemli. İlginçtir ki kampanya Güney Rotterdam’ın Arikaanderwijk [mahallesinde] başlangıç aldı. Batılı olmayan birçok göçmenin yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu, fakir bir mahalle. Ayrıca 1972’de Hollanda’nın ırsi birçok kargaşasının baş verdiği mahalle. Sebebi, emekli bir Türkiyelinin, Türk göçmen işçileri yerleştirmek için Hollandalı bir kadın kiracısını evden çıkarmasıydı. Temel problem aslında bütün işçi sınıfı için ödeyebilecekleri fiyatta yeterince konut olmamasıydı. Hollandalı işçiler çoğunlukla Türkiyeli işçilere karşı mücadele ettiler ve bu nedenle sınıfın asıl düşmanına karşı mücadele verilmedi. Ödeyebilecekleri fiyatta konut ihtiyaçlarını sağlamanın onun için yeterince kârlı olmadığı, sınıfın asıl düşmanı…
Afrikaanderwijk [mahallesinde] birçok sokak ismi Güney Afrika’daki aparthayd (ırk ayrımı) kurucularına ve uygulayıcılarına atfedilmiş durumda. Hal böyleyken, suçları, kahramanlıkmış gibi yüceltilmiş oluyor. Irkçılığı anlamak ve ona karşı mücadele etmek ise, sınıf mücadelesinin işçi sınıfı adına kazanılması için elzem. Zwarte Piet'in ırkçılık olduğunu açıkça söyleyen Voor 14 aktivistlerini ihraç etmesi, FNV önderliğinin henüz ırkçılıkla tutarlı olarak mücadele etmediğini gösteriyor.
Çevirmenin Notu: “Voor14” kampanyasının Rotterdam kolu bu sene Zwarte Piet’i resmi olarak protesto etmiştir ancak sendikanın geneli sessizliğini korumaktadır.
MÜCADELECİ BİR İŞÇİ SINIFI İÇİN
Hollanda kapitalist olduğu sürece, parlementodaki partiler -sol ya da sağ farketmez- sermayeye hizmet edeceklerdir. Marx’ın da belirttiği gibi, işçi sınıfı her dört senede bir ancak kendilerine kimin zulmedeceğini seçebilmektedir. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti anayasa tarafından korunmaktadır. Ofisleri, hammaddeyi, fabrikaları ve makinaları (üretim araçlarını) ellerinde tutarak sermayedarlar diğer insanları çalıştırabilmekte ve işçilerin ürettiği her şeye el koyabilmektedirler. Maaşlar, elde edilen kârın sadece küçük bir kırıntısıdır. İşçi sınıfının sorunlarını çözmek için bu temel anlayış gerekmektedir. Bu nedenledir ki siyasi partilere odaklanılması kampanyanın büyük bir problemi halindedir. Özellikle politik spektrumun sol tarafındaki partiler “14 İçin” kampanyasına sempati ile bakmaktadır ancak bu eğer bir koalisyon hükümeti içerisine olma fırsatı verilse yapabilecekleri konusunda hiçbir şey ifade etmemektedir.
Partilerin çoğunluğunun asgari ücret zamını seçim programlarına eklemeleri, böylece ümit ederek sonraki bir hükümetin gerçekten de asgari ücrete zam yapması, durulması gereken nokta olmamalıdır. Hayır, asıl nokta işçi sınıfının öyle güçlü olmasıdır ki, öyle çok mücadele vermesi ve öyle çok patronu [saatlik] 14 euro vermeye zorlamasıdır ki yeni hükümetin asgari ücreti artırmak dışında başka hiçbir seçeneği olmasın.
FNV ayrıca [Hristiyan demokratik parti] CDA ve [sosyal liberal parti] D66’ya da gitti ve diğer partilere onların da çoğunluk destekçilerinin daha yüksek bir asgari ücretten yana olduğunu göstermek istedi. Kulağa şaşırtıcı geliyor ama bu aslında çok doğal. Bütün Hollandalı işçi sınıfı ortak çıkarlara sahip ve farklı siyasi partiler sadece işçi sınıfının bir seçim şansı varmış gibi gösteren ilüzyonu yaratıyor. Eğer sendika siyasi sahneden inmeye cesaret eder, gerçekten savaşır ve bir güç oluşturursa, o zaman tam olarak bu -siyasi eğilim ne olursa olsun bir işçi olarak aynı menfaatlere sahip olunduğu- sendika hareketinin zaferlerinin sarsılmaz temeli olacaktır.
Gittikçe daha fazla organizasyon “14 İçin” kampanyasına destek veriyor ve birçok sokak eylemi gerçekleşiyor. Bir tebeşir eylemi, [Süpermarket zinciri Albert Heijn] AH bir fotoğrafı 14 euroluk asgari ücret talebini silecek şekilde montajladıktan sonra viral oldu. Bu, çalışanlarına çok değer verdiğini iddia eden, ama hala daha yüksek ücret ödemeyen, süpermarket patronlarının riyakarlığını gösteriyor. Bir kez daha bize, işçilerin çıkarları için organize olmasının önemini ve sermayedarların kendiliğinden daha iyi olacaklarının umulmaması gerektiğini gösteriyor. FNV’nin sürekli tekrar eden ve ahlak dersi veren üslubu işçilerin bir mücadele ortaya koyması gerektiğini açıkça ifade edemiyor. Kampanyanın gelecek periyodu için bu büyük bir engel teşkil ediyor, çünkü desteğini ifade etmek ve online kampanya imzalamak elbette yeterli değil.
Mücadele tek yoldur ve mücadele sonuç verir. Bu nedenle CJB 14 euro asgari ücret talebine destek veriyor ve bunu hayata geçirmek için mücadele veriyor.
Hollanda Komünist Gençlik Hareketi CJB’nin resmi sitesi vorwaarts.net’teki 9 Haziran 2020 tarihli yazısından çevrilmiştir.
Çevirmenin Notu: Türkiye İşçi Partisi Hollanda birimi de Temmuz 2020’den beri “14 İçin” hareketine Rotterdam kolunda aktif ve fiziki olarak destek vermektedir.
ÇEVİRİ | REM uykusu yeme davranışlarını etkiliyor
Biz uyuruz ve beynimiz yoğun bir şekilde çalışır: REM uykusunun belirgin olarak yeme davranışlarımızla bir ilgisi olduğu, fareler üzerinde yapılan çalışmaların sonuçlarıyla daha açık hale geliyor. Bu uyku evresinde besin alımını kalıcı olarak etkileyen sinir hücreleri aktif hale gelir. Bu işlev yapay olarak bastırıldığında, kemirgenlerin iştahına zarar verir. Araştırmacılar kesin bağlantıların henüz kanıtlanmak zorunda olduğunu, ancak bu keşfin yeme bozuklukları ve bağımlılık davranışları araştırmalarında önemli olabileceğini söylüyorlar.
28-12-2020 08:58

Çeviri: Umut Döner
Uyku olmadan olmaz, ancak uykunun hangi işlevleri ve önemi olduğu hala tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Uyurken çeşitli yollarla dinlenme hissine katkıda bulunan farklı evrelerden geçeriz. Diğer evrelerin yanında, araştırmanın odağında, gözler kapalı biçimde yapılan hızlı göz hareketleri ile karakterize edilen uyku evresi duruyor. Bu REM (Rapid-Eye-Movement) adı verilen uyku evresi insanların uyku süresinin yüzde 25’ine tekabül ediyor. REM uykusu farelerde görüldüğü gibi hayvanlar için de geçerli olan bir uyku unsurudur. Bu uyku sadece hareketli rüyalarla bağlantılı değildir, aynı zamanda duyguların düzenlenmesi ve farklı bilişsel kabiliyetlerle de alakalıdır.
ARAŞTIRMACILARIN HEDEFİNDE ÖZEL BİR UYKU EVRESİ
Araştırmalardan bilindiği üzere REM uykusu sırasında farklı beyin bölgeleri yoğun şekilde çalışır. Bu elektriksel aktivitenin neye yaradığı şimdiye kadar geniş ölçüde belirsiz kalmıştır. Bern Üniversitesi’nden Lukas Oesch önderliğindeki araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, lateral Hipotalamusun(1) da REM uykusunda artan aktiviteye sahip olduğu görüldü. Burada söz konusu olan tüm memeli hayvanların ara beyinlerinde mevcut olan bir yapıdır. Bu bölgedeki beyin hücrelerinin, insanlar uyanıkken iştahın düzenlenmesi ve besin alımında rol oynadığı, ayrıca motivasyonda ve bağımlılık davranışlarında önem sahibi olduğu bilinmektedir. Böylece beynin bu bölgesinin fonksiyonu ve REM uykusu arasında olası bir bağlantı belirmiştir. Araştırmacılar çalışmalarının çerçevesinde bu bağlantı izini fareler üzerindeki araştırmaları vasıtasıyla takip ettiler.
Bunun için deney hayvanlarının lateral hipotalamusundaki sinir hücrelerinin örnek aktivitelerini beyin çalışmalarının modern metotlarıyla saptadılar. Böylece öncelikle hayvanların, REM uykuları ile uyanık oldukları sıradaki yeme alışkanlıkları arasındaki olası bağlantıyı temellendirebildiler: Uyanıklık esnasında besin alımı için sinyal veren nöronların belirli aktivite kalıplarını keşfettiler. Bunlar aynı zamanda REM uykusu esnasında da sahneye çıkan nöronlardı.
MANİPÜLASYON İŞTAHSIZ HALE GETİRİYOR
Araştırmacılar, sonradan belirebilecek olası etkileri araştırabilmek için optogenetik(2) yöntemini kullandılar. Optogenetik, belirli fare genlerinde sinir hücrelerinin aktivitelerini, ışık atımları ile etkilemeyi mümkün kılar. Araştırmacılar denemelerinde, lateral hipotalamustaki daha önceden gözlemlenmiş sinir hücrelerinin nöronsal faaliyetlerini REM uykusunda kasıtlı olarak ekarte ettiler. Bir başka deyişle, fareler doğal uykularında REM uykusunun bu yönünden yoksun kaldılar. Ardından araştırmacılar bu manipülasyonun deney hayvanlarının davranışlarına ne ölçüde etki ettiğini analiz ettiler.
Araştırmacıların bildirdiği gibi, sinyallerin ekarte edilmesi, uyanık haldeki farelerin yeme aktivitesi kalıplarının değişmesine ve daha az besin almalarına yol açtı. Lukas Oesch, “lateral hipotalamustaki müdahalemizin uzun süreli etkisi ve gücünün yanında farelerin davranışlarını bu kadar etkilemesi bizi şaşırttı. Aktivite kalıplarının değişimi henüz dört gün sonra saptanabilir vaziyettteydi” diyor. Araştırmacılar ise, “Bu araştırmalar böylece, rem uykusunda besin alımının hipotalamik tasvirinin stabilize edildiğini ve öte yandan gelecekteki yeme davranışlarının etkilendiğini göstermektedir” diye yazıyorlar.
Bu sonuçlar doğrudan bir sürece veya doğrudan iştahı etkileme imkanına çevrilememektedir. Ancak araştırmacılar köklü bir potansiyel ortaya çıktığını söylüyor: REM uykusunda hücrelerin aktivitesi ve yeme davranışı arasında keşfedilen ilişki, yeme bozuklukluklarına yönelik yeni terapi yaklaşımlarında işe yarayabilir. Ek olarak bağımlılık davranışları ve motivasyon araştırmalarında da önem sahibi olabilir. “Ancak bu tam sinir devrelerine, uyku evresine ve hala incelenmesi gereken diğer faktörlere bağlıdır” diyor çalışmanın kıdemli yazarı, Bern Üniversitesi’nden Antonie Adamantidis.
(1)Çevirenin Notu: Beyinde yeme düzenlemesi ile ilgili olan bölge.
(2) Çevirenin Notu: Bu yöntemde genleriyle oynanmış hücrelerin davranışları ışık ile kontrol edilmektedir.
Kaynak Site: wissenschaft.de
Link: https://www.wissenschaft.de/gesellschaft-psychologie/rem-schlaf-praegt-essverhalten/