‘Gezenti’ bir sanatçının hikâyesi: Günyol Bakoğlu

‘Gezenti’ bir sanatçının hikâyesi: Günyol Bakoğlu

Birbirinden renkli çiçeklerle kaplı, etrafı yeşilliklerle çevrili bir evin kış bahçesinde, Denizlili bir ev sahibesinin ardımızda yudumladığı cezve kahvesinden gelen kokular eşliğinde ve son derece soğuk bir kış gününde Günyol Bakoğlu ile uzunca bir söyleşi yaptık.

Hilal Seven

Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır. 

Seslendirme sanatçısı Günyol Bakoğlu yeni hayatını anlatıyor.

Ekranda yüzünü sıklıkla Ruhsar dizisi ve başka birçok yapımdan gördüğümüz, sesini Beko reklamlarından Iron Man serilerine Türkiye’de ses getiren projelerden bildiğimiz seslendirme sanatçısı ve aktör Günyol Bakoğlu kendisini “gezenti” bir kişi olarak tanımlıyor. Son 15 yıllık hayatında aynı şehirde 6 aydan fazla kalmadığını söyleyen Bakoğlu 5 yıldır Londra’da demir atmış bulunuyor.

Birbirinden renkli çiçeklerle kaplı, etrafı yeşilliklerle çevrili bir evin kış bahçesinde, Denizlili bir ev sahibesinin ardımızda yudumladığı cezve kahvesinden gelen kokular eşliğinde ve son derece soğuk bir kış gününde Günyol Bakoğlu ile uzunca bir söyleşi yaptık. Bakoğlu’nun ayrılmaz parçam dediği ısıtıcı sabahlıkları (kaban dense yeri) sayesinde soğuğa meydan okuyarak, Ankara Anlaşmalı olmaktan göçmen olmaya birçok konuya değindiğimiz unutulmaz bir sohbet oldu. 

Biraz kendinden bahseder misin? 

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden mezun oldum, sonrasında tiyatrocu ve dublajcı oldum. Toplamda İstanbul’da hasbelkader 45 sene bir hayat sürdüm. Sonra bir gün bir arkadaşımın önerisi üzerine Ankara Anlaşmasıyla beş sene önce atlayıp Londra’ya geldim ve hayatımı tamamen değiştirdim. Türkiye’den ayrılma sebebim ise ne siyasi ne maddi oldu ne de herhangi bir şeyden kaçtım. Buraya gelmemin sebebi, kendime meydan okumak. Çünkü benim için hayat konfor alanıyla sonlanan bir yer değil. İlk defa askerdeyken şunu fark etmiştim, sekiz aylık askeriyeden sonra İstanbul’a döndüğümde üç sene boyunca hiçbir şey beni mutsuz edememişti, çünkü hayatımın ne kadar harika olduğunu fark etmiştim. Bir de hep merak ederdim, yaşadığın alanın dışına çıkmak, yabancı bir ülkede yaşamak nasıl bir duydu diye. Bir de mobil olmayı seven bir adamım, bileğime zincirler bağlamayı seven biri değilimdir. 

‘ANKARA ANLAŞMASI 5 YILLIK BİR MAHPUSLUK!’

Ankara Anlaşması dediğimiz oturum türüne yapılan vize başvurularının bazen altı aya kadar yanıtlanmadığını biliyoruz. Bu süre zarfında çok elzem bir durum yaşanmadığı sürece seyahat etmeniz pek önerilmiyor, esasında oturum süreniz de dolduğu için İngiltere dışına çıktıktan sonra dönüşte vize engeline takılabiliyorsunuz. Peki, bu durumda senin gibi kendini ‘gezenti’ olarak tanımlayan biri olarak, bir anlamda seyahat özgürlüğünden mahrum kalmış olmuyor musun? 

Aynen öyle, aslında bana göre beş yıllık bir mahpusluk bu. O da sonunda pasaport almak, yani rahat dolaşmak için. Ben yollarda ölmek istiyorum gerekirse. Çünkü gezmeyi, keşfetmeyi, yeni dilleri konuşmayı seviyorum. Ama benim buraya gelmemle de iyi ki yaşamışım dediğim birçok şey oldu. Mesela daha önce hiç on beş kişiyle aynı evde yaşamamıştım ve bir kere bu çok öğretici oldu. Neden dersen bu durum senin hayatla pazarlık gücünü artırıyor, insan ilişkilerini geliştiriyor ve sonunda yaşama tahammül düzeyini arttıran muhteşem bir deneyim oluyor. Tabii zor kısımları da olmuyor değil o da şöyle; bizim birlikte yaşadığımız insanların yüzde 90’ı Türkiyeli ve oradaki kültürle beslenmiş kişiler, bu yüzden evde en büyük problemimiz iktidar gösterecek alan yaratma derdi oluyor. 

Türkiyelilerin çoğunlukta olduğu bir evde yaşamanın başka ne gibi zorlukları oluyor? 

İngilizce konuşamadım mesela. Yani şimdi evde oturup karımla İngilizce konuşuyoruz gibi bir şey söylersem bu gerçek dışı olur, sonuçta evde hepimiz Türkçe konuşuyoruz. 

Londra’da da iş bulman kolay oluyor mu? 

İlk yılın en büyük problemi buradaki sisteme adapte olabilmek. Yani burada bir Anglosakson sitemi var ve örneğin Amerika’dan gelen bir arkadaşım bu sistemde bir sorun yaşamadı. Şöyle söyleyeyim, burası her şeyin kâğıt üzerine kurulu olduğu bir kâğıt ülkesi. Ve aynı zamanda söz ülkesi yani verdiğiniz söz çok önemli. Dolayısıyla buradaki işlerin oluşma süresinde öyle Türkiye’deki gibi herhangi bir adımını atlamanız mümkün değil, ya da sen dışarıdan gelen bir yabancıysan o süreci atlamana izin verilmiyor. 

‘BİR BANKA HESABI AÇMAK İÇİN AYLARCA BEKLEDİM’

Bu süreçte seni en çok zorlayan ne oldu? 

Somut bir zorluk olarak şu durumdan bahsedeyim, İngiltere’de bulunan kimi üniter yapılardan bazılarının, bizdeki İçişleri Bakanlığı, Vergi Dairesi gibi, birbiriyle olan bağlantısı şaşırtıcı şekilde çok zayıf. Bir ada ülkesi olarak İngiltere’nin Avrupa’nın diğer ülkelerinden en büyük farkı bu olsa gerek. Çünkü benim Almanya ya da Hollanda’dan gelen arkadaşlarım buradaki sistemin bu kadar kör topal işliyor olmasına hayret ediyorlar. Mesela ben buraya geldiğimde bana banka hesabı açmam gerektiği söylendi, sonra bankaya gittiğimde benden bir adres istendi, bu kez adres edinebilmek için ev sahibiyle görüştüğümde bana banka adresin nerede dedi ve birdenbire böyle ne yapacağım ben diye kaldım yerimde. Bir banka hesabı açmak için aylarca bekledim. Yani sistem sana göre düzenlenmemiş olduğu için seni yoruyor. Bir İngiliz vatandaşıysan ve burada doğup büyüdüysen zaten bir banka hesabın var yahut en kötü ihtimal bir adresin var. 

Neden o kadar uzun sürdü banka hesabı açman? 

Ben bankayla telefonda konuştuğumda ne dediğimi anlamıyorlardı, sonra rahmetli arkadaşım Micheal Dickenson benim için konuştu ki onun konuştuğu İngilizceyi kraliçe konuşur, onu bile yanlış anladılar. Hesabım geç açılmakla birlikte bir de sonunda ismimi yanlış yazmışlardı. Çünkü seni dinlemiyorlar ki, yani ne söylediğini anlamaya çalışmıyorlar. 

SAHİPSİZLİK DUYGUSU…

Şimdiye kadar gözlemlediğin kadarıyla buradaki Türkiyeli toplumunu nasıl görüyorsun? 

Çok katmanlı bir toplum olarak görüyorum. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Buraya geldiğimde daha çok gözlemleme şansım oldu. Bir kere sahipsizlik duygusu var içimizde. Hangi parçadan olursan ol devletin seni insan yerine koymadığından, o duyguyu beraberinde buraya getirdiğin için hep bir birey olamama problemi var. Benim hayatımdaki en ilginç deneyim şu oldu, Meksika’dayken bir Almanla tanıştım, kız Yahudi idi. Kıza, sen Yahudi’sin değil mi diye sorunca hayır ben önce Almanım diye cevap verdi. Bunu bir devlet sana söyletebiliyorsa seni insan yerine koyuyor olmasıyla ilgili bir durum var ortada.

Buradaki topluma bakacak olursam; her yapı bir meselenin peşine takılıp gitmiş, biri Kürt meselesinin, diğeri Aleviliğin derken hepsi bir şeyin peşine takılmış. Mesela oturup sorunca da bir bakıyorum kendi kimliği adına pek bir şeyden haberi yok. Neden çünkü o kendini oraya ait hissetmiş ve peşinden gitmiş, o kadar biliyor. 

Sence buradaki Türkiyeli toplumda sanat dallarının bir karşılığı var mı? Yani sanat toplumda kendine bir yer edinebilmiş mi? 

Tabii ki yok. Burada kabaca 600 bin kişilik bir nüfustan bahsediliyor ve bunların geldikleri yere bakmak lazım, o da şöyle ki plastik sanatların cumhuriyetle başladığı bir yer. Avrupa’da ise başka bir hikâye var, buradaki İngilizler tiyatroya ihtiyaçları olduğu için gitmiyor ki, dedeleri gittiği için gidiyor. Sanat onların bir parçası olmuş bizimse bir parçamız değil. 

YEŞEREN AMA MEYVE VERMEYEN AĞAÇ

Buraya 1960’larda veya 1970’lerde gelen Türkiyeli göçmen toplumlarının neredeyse üçüncü kuşak nesilleri büyüyor. Sanatın başkentlerinden biri olan ve neredeyse her mahallede bir tiyatro sahnesinin olduğu bir şehirde yaşıyorlar, buna rağmen bu toplum sanatla yeterince içli dışlı olmuyorsa nedeni nedir? 

Şöyle bir durum var bir kere buraya başka bir pozisyonda geliyor adam. Mülteci ya da göçmen olmak çok başka bir şey. Hep söylerim, kendime ait bir dünyam oldu benim, yalnızca taksiye binince ya da markete giriyordum hayata karışıyordum öncesinde. Örneğin yine İstanbul’dayken denk geldiğim Mardinli bir taksicinin söylediği ve beni çok etkileyen bir söz olmuştu ki asla unutmam, aslında buradaki durumu da çok iyi anlatır. Şöyle demişti: “Kırmızı toprağa diktiğin ağacı alır kumsala ekersen yeşerir ama meyve vermez.” 

Burada da durum farklı değil. Adam buraya gelip sadece yaşıyor, sadece nefes alarak hayatta kalmaya çalışıyor, üretmiyor yani. İsterse 40 yıldır burada yaşıyor olsun, sonuçta o kişinin de annesi babası Anadolu’da yaşadı ve o topraklardan beslendi. Öte yandan Türkiye’nin doğu batı meselesi de var. Gerçi Türkiye’nin batısında da durum çok farklı değil. Bugün batılı bir ailenin haftada ya da ayda kaç kez bir sanat etkinliğine katıldığı, herhangi bir kültürel üretimin hayatında ne kadar yer edindiğini sorgulayalım, sonra ortaya çıkacak cevabı buraya uyarlayabiliriz. 

Sanat dünyasının toplumun geri kalanından birçok anlamda farklı olduğunu mu düşünüyorsun? 

Zeliha Berksoy’un güzel bir sözü var, sınıfsızdır sanatçı der, kendini bir sınıfta tanımlayamaz. Genelde burjuvaziyle bağlantılıdır ama kendini bir sınıfta tanımlayamazsın. Aslında genelleme yapmak istemem ama şöyle bir gerçek var sanatla uğraşan kimselerin çoğu burjuva sınıfından gelir ve ürettiği sanatı tüketen de yine burjuvadır, dolayısıyla hayatın onların arasında geçer. Ama bir yandan da senin ürettiğin sanat proletaryanın, ezilenlerin sesidir. Fakat onların içine girdiğin zaman karşılaştığın şey ise gerek Türkiye’de olsun gerek burada olsun lümpenlik maalesef. 

‘KÜÇÜK BURJUVA SAHTELİK…’

Kendi ifadenle ‘küçük bir dünya’ olarak tarif ettiğin Türkiye’deki yaşamından çıkıp daha büyük ve toplumun geri kalan kısımlarıyla da içi içe geçmiş bir toplumda yaşamaya başladın, peki burada kendini yalnız hissettiğin oluyor mu? 

Hayır, en ufak bir yalnızlık hissetmiyorum. (Gülüyor) Ben Türkiye’de olduğumdan farklı bir konumda değilim. Hatta Türkiye’de olduğumdan daha çok saygı görüyorum burada. Bir gün eşim Büşra ile birlikte bir bara (pub) gittik, İngiliz bir adam bana nereli olduğumu sordu, ben de Türküm dedim. Sonra adam “Lokantacı mısın bakkal mısın?” diye sordu. Ben de "Hayır tiyatrocuyum” dedim ve “Karım da ressam” diye açıkladım. Adam bir hayli şaşırdı. Aslında Türkiye’de mesela öyle değil, birine tiyatrocuyum dediğinizde “abi bana da rol versene” diyor hemen adam, yani garip bir ilişki var. Öte yandan burada saygı görüyorsunuz. 

Türkiye’deki yaşamına dair özlemlerin oluyor mu? 

Aslında hiç olmuyor diyebilirim. Çünkü ben zaten oradayken de son dönemde bir arayış içerisindeydim. İstanbul’dan Datça’ya taşınmıştım, 1,5 yıl orada yaşadım, zaten o dönem bir anda rezidans yaşamından kulübe hayatına geçiş yaptım ve benimle dalga geçiyordu o zaman insanlar. Aslında benim hiç umurumda değildi çünkü oradaki o iki yüzlülük o sahtelik var ya, o küçük burjuva hayatı yaşamak, beni aslında tahammül edemeyeceğim bir noktaya getirmişti. Herkesin aslında sınıf atlama çabasında olduğu, hiç kendiliğindenlik sürecini yaşamadıkları ve kendi kültürleriyle tamamen uzak düştükleri bir şeyden bahsediyorum. Şimdi diyeceksin ki sen de bir parçası değil miydin o kültürün, evet ama o benim kendi kültürümdü zaten. Yani benim dedem üniversite mezunu. Onun da yoktu öyle bir duygusu. 

Ankara Anlaşmalılar olarak ifade edilen ‘yeni tip’ göçmenlerin aslında çalışma alanlarına baktığımızda daha önceki yıllarda göç eden kişilere göre farklı meslek gruplarından geldiklerini ve bazılarının beyaz yakalılar olarak sınıflandırıldıklarını duyuyoruz. Sana da bu anlamda benzeri yakıştırmalar yapıldı mı?  

(Gülüyor) Sana bir anımızı anlatayım. Bir gün Angel’da bir barda (pub) eşim Büşra ve Türk bir arkadaşımla oturuyoruz. Arkadaşım da bayağı iyi bir piyanist, Hollanda’dan ondan ders almaya gelenler oluyor, öyle iyi piyanisttir. Büşra, ben ve arkadaşım kendi aramızda sanırım sanat muhabbetleri ediyorduk. Tuvalete gittim, o sırada hemen yan tarafta bir kızın telefonda konuşmasını duydum, duyabileceğim kadar yakındı çünkü. Çok ağır bir aksanlı bir Türkçesi vardı. Sanırım arkadaşına nasıl vakit geçirdiğini anlatıyordu telefonda. Şöyle söyledi; “Ya işte pub fena değil, çok dolu sayılmaz yani sadece birkaç tane beyaz Türk var o kadar”. Tabii bunu söylemek çok kolay bir şey. Ben zaten hep önyargının çok konforlu olduğunu söylerim. 

TÜRKLÜK, KÜRTLÜK… AVANTAJLAR, KİMLİKLER… 

Neden sence sizden beyaz Türk diye bahsetti? 

E tabii çünkü onun gibi değilim ya, bir isim takması lazım. Çünkü bu ifade Türkiye’den ithal. Benim aslında hiç sevmediğim bir kavram bu. Post-modernist denen kişilerin Türkiye için uydurduğu bir ifade olduğunu düşünüyorum. Mesela şunu gözlemledim, Türkiye’nin doğusunda da aynı durum var. Türk olmak hiç avantajlı değil. Kürt olunca bir şeye dahilsin, birileri seninle bir şekilde ilgileniyor, adın var yani. Ama Manisalı bir köylünün adı da yok. Yani Türk olmanın da orada hiçbir avantajı yok. Evet mesela Kürt olmanın bir karşılığı var, her ne kadar acı ve ezilmişlik gibi zorlukları olsa da. Ayrıca benim oradaki düşüncem de farklıdır, devletin Kürtlükle ilgili bir sorunu olduğunu düşünmüyorum oradaki mesele Alevilikle ilgili, Aleviliğin muhalif karakteriyle ilgili. Aslında şunu söylemek istiyorum, Yahudi kızın Almanım demesindeki gibi, doğudakinin ben Türküm demesinin bir avantajı. 

Bir Kürdün kendisini tanımlarken ben Türküm demesinin nasıl bir avantajı olabilirdi? 

Yok işte avantajı. Çünkü kendini ait hissetmekle alakalı. Devlet o kadar sahipsiz bırakıyor ve o kadar insan yerine koymuyor ki seni… Sen alakasızsın çünkü… Öte taraftan bir Kürdün ben Kürdüm dediğinde kendini ait hissettiği kocaman bir kitle var. O sorunlarla ve mücadeleyle yoğrulmuş bir kültürü var orada. Doğal olarak hiç kimsenin kendine Türküm demesinin bir faydası yok. Ancak ve ancak bu düzenden politika üretenlerin kendine Türküm demesi bir anlam ifade edebilir. Yalnızca burada belki bunun bir karşılığı var, o da sadece geldiğin yere atıfta bulunuyorsun bir şekilde. Aslında her şeyi bir kenara koyarsak bana çok kabile işi geliyor bu ben Türküm ya da şu sınıfa aitim şeklinde tanımlamalar. Bir birey kendinden mesuldür, kendini kendinden tanımlamak değerlidir. Bu aitlikler üzerinden tanımlamalar yapmak ancak kültürel bazda besleniyorsan değerlidir. Ben burada Aydın Abi’ye (Aydın Çubukçu) şöyle söyledim; bir hayalim var yani bir kültür merkezi projesi. Diyelim o da Anadolu Kültür Merkezi olacaksa ve orada bir Kürtçe oyun oynanacaksa o Kürtçenin en üst Kürtçe olmasını tercih ederim. Yani orada bir edebiyat varsa dil en iyi düzeyde olmalı. Yani orada oyunu izleyen çocuk o kültürün en iyisini görsün. 

Londra’ya son dönemlerde gelen Türkiyeli göçmenlerin adapte olmak konusunda yaşadıkları önemli sorunlar nelerdir sence? 

Önce doğru tanımlamak gerekir. Şimdi bir grup kaçarak gelmiş buralara ve çoğunun siyasi kimliği de yok aslında. Ben çok konuştum insanlarla burada. Mesela askerden kaçmış gelmiş ama ben Türk mezaliminden kaçtım geldim diyor. Aslında buraya gerçekten sorun yaşayarak ciddi bir kopuşla, acı çekerek gelen insanın meselesini de biraz küçültüyor. Bu kişilerin genelde İngilizce bilgileri, sistemle alakaları yok ve uluslararası geçerliliği olan bir mesleğe de sahip değiller. Doğal olarak özellikle buraya son 5 ya da 10 yıl içerisinde gelmiş olan kişilerle onların arasında çok ciddi fark var. Birincisi zaten son dönemlerde buraya gelenlerin yüzde 80’i Ankara Anlaşmalı (“Fetöcüleri de” bir kenara atarsan) çoğu Türkiye’de kariyer sahibiler ve çoğunun dışarıya dair bir bilgisi var, zaten ikinci bir dili de biliyorlar. 

‘KENDİ ÜLKESİNDEN BU KADAR NEFRET EDEN BİR TOPLULUK GÖRMEDİM’

Şöyle sözlerin sarf edildiğine de şahit oluyorum, buralara sonradan gelen göçmenler hep hazıra kondular eskiden hayat bu kadar kolay değildi diye. Ne düşünüyorsun bu söylemle ilgili? 

Çok sağlıklı bir tavır olarak görmüyorum ben bunu. Bu bizim Anadolu’dan ürettiğimiz bir anlayış. Mesela adam Erzincan’dan gelmiştir İstanbul’a, beş sene sonrasında gelen birine “Biz neler çektik” diye dert yakınır. Onun üzerinden mağduriyet üretip o kişiyi sömürmeye çalışır. Buradaki Türkiyeli göçmenlerin de yapmadığı şey değil. Ankara Anlaşmalılar bir numaralı sömürü malzemesiydiler düne kadar. Onu da şöyle açıklayayım; Ankara Anlaşmalı kişinin diyelim reklam ajansı var ve müşterilerine fatura kesmesi lazım. Müşterisi de alacağı reklam hizmeti karşısında, Ankara Anlaşmalı kişinin de iş yapmaya ihtiyacı olduğunu bildiği için şöyle bir tutum sergiliyor; “Sen gel bana fatura kes ama bana verdiğin hizmet karşılığında ben sana sadece maliyetini ödeyeyim” diyor. Çünkü o reklam kampanyasını İngiliz bir firmaya yaptırsa belki de çok daha büyük bir para ödemesi gerekecek, oradaki işveren o durumda ne yapıyor Ankara Anlaşmalı kişinin bir zaafından yararlanıyor. 

Yani Ankara Anlaşması olan kişilerin verdikleri hizmetler karşılığında buradaki diğer Türkiyeli göçmenlerden hak ettikleri ücreti alamadıklarını ya da onlar tarafından bedelsiz çalıştırıldıklarını mı söylüyorsun? 

Tabii öyle bir durum yok mu? Adam önce gelmiş buraya, restoran açmış, Türkiye’den gelen çocukları çalıştırıyor orada, asgari saat ücreti 8.90 sterlin iken onun saatine verdiği ücret 5 sterlin. Öteki markette çalıştırıyor bir başka göçmeni, sabahtan akşama kadar sırtında yük taşıtıyor ona, karşılığında ise saatine verdiği ücret 4 sterlin. E bunun adı sömürü. Sadece oradaki kendi pozisyonunu kullanarak, kendini çalıştırdığı çocuktan üstün görüyor. Ankara Anlaşmalılar bu duruma fazla kanmadı tabii çünkü onlar da kurtlar sofrasından geliyor, köyden gelmiyor yani… İstanbul ya da İzmir gibi büyükşehirlerden geliyorlar. Zaten kuralları biliyorlar. Bu durum uzun sürmeyince, emek sömürüsü yapan iş verenin tadı damağında kaldı çünkü saatine 4 sterline işçi çalıştırmak, üzerine vergiden kısmak işine geliyordu. Ne güzel dünya! Genellemeler yapmak istemiyorum ama işte bu kişilerin tiyatroyu tüketmemesiyle bu sömürüye ortak olmasının arasından çok net bir bağlantı var. Çünkü o kişinin dünyası bu. Bununla birlikte “Türkler şöyledir ya da böyle insanlardır” gibi sözler söylemeyi sevmem ama şu da bir gerçek: Ben hayatımda kendi ülkesinden bu kadar nefret eden bir topluluğu başka bir yerde görmedim. Şu ana kadar 47 ülke gördüm ve böyle bir duruma başka yerde rastlamadım. 

Bu “nefretin” nedenini neye bağlıyorsun? 

Yani onun cevabını sosyologlar ya da tarihçiler versin, çünkü bende yok. (Gülüyor) Belki bir iki fikrim olabilir ama ben veremem cevabını. Bir kere ben öyle değilim, bambaşka bir dünyadan geliyorum ve doğal olarak böyle olmayı anlamam da hiç mümkün değil. Benim büyüdüğüm dünyada Aşık Veysel de var Beethoven da var. Benim kucağında büyüdüğüm adam, Vedat Günyol. Kürt kökenli, dedesi eski Diyarbakır valisi olan biri ve bana bunlarla ilgili bütün hikayeleri o anlatıyordu. Hem içeriden hem de çok dışarıdan bir bakış açısıyla bana anlatırdı bu meseleleri. O bildiğimiz ucuz türden bir milliyetçilikle değil yani… Doğal olarak ben hiçbir zaman bu anlayışın içinde olmadım. Düşün Ruhi Su benim Ruhi dedemdi yani, ben şimdi Türkiye’yi nasıl sevmem? 

Türkiye’de sıklıkla tartışılan milliyetçilik, ırkçılık gibi kavramların buradaki toplumlarda karşılığı nedir sence? Bir örnekle, kendini ülkücü olarak tanımlayan bir kişi buraya da geldiğinde hâlâ ülkücülüğü savunuyor mu sence?

Ya Türkiye’de bile öyle değiller ki. (Gülüyor) “Biz milliyetçiyiz abi MHP’liyiz” dedi biri bana Türkiye’deyken, ben de” Hüseyin Nihal Atsız’ı tanıyor musun?” diye sorunca bana “Tanımıyorum abi, kim o?” dedi.

Yine buraya dönecek olursak birçok Türkiyeli ailenin çocuklarıyla Türkçe konuşmadıklarına denk geliyorum ve doğal olarak, buradaki Türklerin Türk gibi yaşamaktan ne kadar memnun olduğunu sorguluyorum. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? 

Maalesef gerçekten öyle. Bu da demin söylediğimle çok bağlantılı, beraberinde buraya ne getirdiğinle ilgili bir durum. Hani kendi ülkesinden nefret eden insanlar topluluğunun çocuğuna Türkçe öğretmiyor olması hiç garip değil. Çünkü İngilizcede bir ayrıcalık görüyor, o dili öğrenip Türkiye’ye döndüğünde kendini ayrıcalıklı görüyor. Buradayken de buraya dahil olmuş hissediyor. Doğal olarak burada önce kendi dilini öğrenemeyince üretim yapamayacak kişi ve ağaç gibi yaşayacak. 

‘BURADAKİ KÜLTÜRÜMÜZ SADECE SAZ SÖZ, O DA SAĞ OLSUN ALEVİLER SAYESİNDE…’

Burada nasıl bir sanatsal üretim içerisindesin, para kazandıran işler yapabiliyor musun? 

Üretimle para kazanmayı ikiye bölüyorum. Çünkü sanatsal üretim parayla aynı oranda bir matematik çizgisinde giden bir eğride değil. Paramı hâlâ çoğunlukla Türkiye’ye yaptığım işlerden kazanıyorum. Ama burada durum şöyle; İngilizlerin kimi kısa filmlerinde oynadım, BBC’nin bir işinde tabii kötü Türk karakterini oynadım. Takdir edersin ki bu tipimle kötü adamdan başka birini oynayamazdım. (Gülüyoruz) Çünkü doğulu tip hiçbir zaman iyi adam olamaz. Ya mağdur olursun ya da kötü adamsındır. Çünkü bu bütün Avrupa’nın sorunu, bunlar önyargıdan ölecekler. Hikâyenin diğer kısmı ise şöyle; buraya geldiğimde Türkçe üretim yapan bir tiyatro ararken bana Arcola Tiyatrosu var dediler, baktım oranın da Türk tiyatrosuyla bir ilgisi yok. Ne Türkiye ile ne de Anadolu kültürüyle hiç ilgisi yok. Yani hiç iler tutan bir yanı yok. Uber’de taksicilik yapan çocuk orada bir oyun oynuyor, izleyiciler eşi dostu oluyor ve günün sonunda o işten para bile almıyor. Yani ayıp, evet biz plastik sanatlarda çok kötüyüz doğru ve tiyatro cumhuriyet ile beraber dünyamıza girdi ama bu durum nedir? Tabii bunlar bizim kültürümüzde değil yani bizim buradaki kültümüz sadece saz söz evet o da sağ olsun Aleviler sayesinde yoksa o da hiç olmayacaktı. Bu kadarı da olmaz ki yani nasıl başka bir şey olmaz? 

Türkiye’deyse üreten insanlar var, piyano çalan var, resim yapan var, mimaride ödül alan var ama burada hiçbir şey yok. Yani insan hayret ediyor. Her şeyden önce senin üç bin yıllık kültür geleneğin var. Bakıyorum onların hepsi içimde var, ben buraya gelip de bunu hiç mi koyamıyorum ortaya dedim kendime 2016’da buraya gelince ve ne kadar üzücü… İşte o dönem de ben İrfan’ın (İrfan Şahin) oraya gittim, yani Fieldseat’e. Alt katı tiyatro yapmayı önerdim, o da olur deyince bir plan yaptık. Orada haftanın en az dört gecesi oyun sahneleyecektik. Elbette dört başı mahmur bir oyundan söz etmiyorum ama en azından izleyici, haftanın şu kadar günü Türkçe tiyatro oynanıyor diyecekti. Bir kültürel alan oluşacaktı yani. Oraya giden kişilerle bir muhabbet içerisinde oluyorsun ve o üretim çok değerli. 

Bu oyunları sahneleme konusunda sana destek olan tiyatrocular var mı, yani nasıl bir topluluktan bahsediyoruz? 

Var tabii… Bana telefonlar yağdı. Büyük bir potansiyel var. Ankara Anlaşmasıyla en son gelenlerin en az yüzde üçü sahneyle tiyatroyla uğraşan insanlar. Tabii kendilerini gösterebilecekleri bir platform olmadığı için hepsi kayıplar şu an. 

‘EŞİM ÇIKTIĞINDA TACİZE UĞRAYACAK MI DİYE KORKMUYORUM’

Sanatla uğraşan Türkiyeli kişilerin göç oranında son yıllarda bir artış yaşanıyor mu sence?  

Tabii artıyor. Çünkü Türkiye’de sosyal hayatta büyük bir baskı var. Hele ki benim gibi insanların üzerinde çok büyük bir baskı var. Mesela eşim Büşra evden çıkıp Covent Garden’a gittiğinde ben “Acaba sevgilim tacize uğrayacak mı…” diye düşünmüyorum burada ama Türkiye’de korkuyorum. Türkiye’de bir kadın bir adama gülümsediğinde bile tecavüze uğrayabileceğinden korkarsınız ve o adam hiçbir ceza almadan kurtulabilir ama burada öyle bir şey yok. Bu çok önemli bir şey. Türkiye’de iktidar kadını dışarıda görmek istemediği için bu özellikle ürettikleri bir şey. Kadını dışarıda görünce onun çocuğunu da muhalif görüyor toplum. Bir yandan da bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bütün bu olan biteni de kendime yediremiyorum yani bu ürküntü içerisinde olma halini. Zaten kadın olmak dünyanın her yerinde çok zor ama şu var Türkiye’de kadına yönelik bir suç işlendiğinde ceza yaptırımının olmaması suç işleyenleri cesaretlendiriyor, doğal olarak bu çok ürkütücü bir durum.

Aklıma takılan şu oldu, Türkiye’deyken küçük ve kendine has, hatta belki de bir fanusun içindeymişçesine korunaklı olduğun bir dünyada yaşadığını ifade ettin, daha önceki sohbetlerimizden de hatırladığım bu oldu. Peki o dünyanın bu tarz, belki de toplumun geri kalanını daha çok endişelendiren yani yaşamın içinden gelen gündelik korkularına senin de sahip olmanı nasıl açıklıyorsun? 

Aslında kendi küçük dünyamızda zaten kendimizi bir anlamda koruyoruz. Ben ve benim gibiler hep öyle yaşıyorlar. Diğer insanlar pek fark etmiyor olsa da bu benimle benzer düşünce yapısında olan insanlar hep birbirleriyle görüşüyorlar. Öyle ufak bir dünyaları var. Ayrıca korunaklı derken özel güvenlikler tarafından korunmuyorlar. Şöyle ki; o kişiler kendini bir şekilde izole ediyor ve toplumun büyük bir kesiminden uzak yaşıyor haliyle. Bir yerden sonra öyle yaşamak zorunda kalıyorsun çünkü. Ama yine de o korku sen de dahil herkes için geçerli.

‘HİÇ NETFLIX İZLEMEDİM, BOLCA KİTAP OKUDUM’

Pandemi sürecinde neler yaptın? 

Sahneden uzak kaldık o kötü oldu ve çok güzel bir projemiz vardı o da olmadı ama belki de yeniden provalar alıp daha sonra sahne alabiliriz. Tabii tekrar o motivasyonu oluşturmak gerekecek öncelikle, o da nasıl olur bilemiyorum. Ama kendi adıma, teknoloji dünyasıyla daha haşır neşir oldum. Video düzenlemeyi öğrendim. Hayatın temposu içerisinde kaçırdığım bazı şeyleri tekrar yakalama şansım oldu. Bolca kitap okudum. Neredeyse hiç Netflix izlemedim özellikle söylemek isterim, çünkü orada bize tükettirilen şeylerin gerçekten kötü olduğunu düşünüyorum. 

En son hangi filmi izledin?

İyi soru. (Gülüyor) Çünkü çok tekrara düşmüşüm gibi hissediyorum, özellikle son zamanlarda hep 1990’larda yapılan filmleri tekrar izlerken buluyorum kendimi. En son “Yağmurdan Önce” filmini izledim yine. Şu aralar okuduğum bir kitap var aslında, onu sana tavsiye edebilirim, “Yalanın Siyaseti” diye Yalın Alpay’ın yazdığı, post-modernizmi ele alan ve içinde birçok yönetim biçimine dair örnekler bulunan gayet iyi bir kitap. 

‘HEM ERGENEKONCU OLDUM HEM DE DARBECİ(!)’

Siyaseten kendini bir yere yakın görüyor musun? 

(Gülüyor) Siyaseten kendimi hakka, eşitliğe, bilime ve akla inanan bir yerde görüyorum. Türkiye’de büyük partilerin iktidarda olmasının ekonomik anlamda halk nazarında bir karşılığı yok. Farklı olarak ne oldu AKP iktidara gelince 7-8 senelik bir yalan rüzgârı dolaştı ülkede. Askeri vesayeti yok edeceğiz, Kürt sorunu çözülecek falan denildi. Ne oldu mesela, ben hem Ergenekoncu oldum hem darbeci oldum. Mesela ben siyaseten hiçbir partinin yanında değilim. HDP’nin içinde çok sevdiğim insanlar var, öte yandan HDP’ye benden oy çıkmaz. Çünkü HDP bir Kürt partisi. Bana göre etnik köken üzerinden siyaset yapmak ırkçılığa gitme tehlikesi taşır. 

HDP’nin siyasetinin ırkçılığa mı meylettiğini düşünüyorsun?

Hayır HDP’nin siyasetinin ırkçı olduğunu düşünmüyorum sadece oraya gidebileceğini söylüyorum. Aslında HDP’ye bir defa oy verdim çünkü meclise girmelerini istedim ve mutlaka her zaman mecliste olmaları gerektiğine de inanıyorum. Çünkü bir meselenin çözülmesi için konuşmak istiyorsan karşında kulakları olan birinin olması lazım, yoksa kime ne konuşacaksın. İletişim kuramayacaksan neyi çözeceksin. Ama bir daha oy vermem. Çünkü genelleme yapmayı sevmiyorum ama şunu söyleyebilirim, iktidara gelmek isteyen Kürtlerin çoğunun da kafasındaki şu: “Şimdi de biz Türkleri vuralım”. Dertleri bu yani. İktidarı isteyen klasik kafa da budur zaten. İktidara kim gelse aynen bunu yapar. AKP’nin de yaptığı aynı oldu. Ancak sosyalist bir iktidar başka bir yönetimi ister.

Şunu da söyleyeyim, o dönem biz Hayko Bağdat ile birbirimize girdik. Biz bayağı yakın dostken epey kavga ettik, hoş şimdi aramız iyi sayılır ama o zaman anlaşamadık. Ben o zamanlar, “Siz rüya görüyorsunuz arkadaşım, bunların hangi şartlarda iktidara geldiği, hangi politikaları süreceği belli, Kürtlere özgürlük ya da eşitliği vermez bunlar, zaten öyle bir iddiaları da yok” demiştim. Onlarsa AKP’nin askeri vesayeti sonlandıracağına inanıyorlardı. Ama sonunda aynen benim dediğim oldu, askeriyenin içindeki aydınlık kafaların hepsini sonlandırdılar yani askeri vesayet yok edilmedi. Eşitlik ve özgürlük alanından ziyade iktidarın tam tersi İslami ve faşist bir sistem yaratacaklarını söylüyordum nitekim öyle oldu. Zaten o dönemlerin liberallerine dair en büyük derdim de bu. Ben sıradan bir vatandaşım, milyonların okuduğu bir köşem yok. Ama sen okumuş yazmış birisin, geçmişi de geleceği de değerlendirme olanağına sahipsin ama daha iktidarı iyi değerlendirme yeteneğine sahip değilsen git evinde yaz kardeşim, o gazeteleri boşuna doldurma o zaman. 

Yeni kültürleri keşfetmeyi ve yeni dilleri konuşmayı sevdiğini söyleyen biri olarak çoğunlukla Türkiyelilerin olduğu bir evde yaşıyorsun, bunun nedeni nedir?

Ne yapayım, ‘Money talks’ (para konuşur). (Gülüyor) Oda paylaşıyoruz burada dediğim gibi, tartışılmaz bir şekilde barınmak burada bir mesele. Sonuçta Londra dünya kapitalizminin merkezi.

Burada ev paylaşma kültürü Türkiye’ye oranla çok yaygın, sence neden? 

Türkiye’de böyle bir durum yok. Bu ekonomik bir nedenden kaynaklı değil, az gelişmişlikle alakalı. Türkiye’de kaç kişi karısının dört erkekle aynı evde yaşamasını ister, bir düşün. Gecekonduda oturur o adam ama odalarını paylaşmaz. 

‘BOĞAZDA RAKI İÇMEYİ ÖZLÜYORUM’

Türkiye’yi özlüyor musun? 

Yani çok özlüyorum diyemem ama mesela boğazda rakı içmeyi özlüyorum. Sonuçta ben üç göbek İstanbulluyum, dolayısıyla tatillerde gidecek öyle bir köyümüz de yoktu. İstanbul’u özlediğim oluyor tabii. 

Var mı aklında yeni bir proje ya da hayat geçirmek istediğin bir iş planı? 

Bir kere sermayedar olmak gibi bir planım yok. Ama o dediğim gibi Anadolu Kültür Merkezi gibi bir yerin olmasını isterim. Ama gerçekçi de biriyim, şu an mesela Fieldseat var, orada ne yapabileceğimize yoğunlaşabilirim. Burada benim en çok derdini çektiğim şey o entelektüel muhabbete dair hasret. Belki de orayı insanların gelip sanat konuştuğu bir yer haline getirebiliriz. Ya da burada yaşayan göçmenlerin gelip bir oyun izleyerek güldüğü, iyi vakit geçirdiği bir mekâna dönüştürebiliriz. 

Yeni bir göçmen adayına nasıl bir tavsiyede bulunurdun? 

İyi bir parayla gelsinler. (Gülüyor) Şöyle bir durum var, buraya geldiğin ve hayata katıldığın süreçte parasızlık çekiyorsan zaten üretim şansın sıfırlanıyor. Bir ev bakıyorsun mesela, oturup onun üzerine bir kahve içerek şartlarını düşüneceğin, acaba nasıl olur diye inceleme fırsatının olacağı bir pozisyonun yoksa zaten yapamıyorsun. 

***

Söyleşi dizisinin bir sonraki haftaki konukları, yazar ve çevirmen Osman Akınhay, eşi Eylem Asrav Akınhay ve kızı Asyak Akınhay 

Haftaya cuma (19 Mart) İleri Haber'de...